SON EKLENENLER
latest

30 Aralık 2015 Çarşamba

Hadis ehlini sevmek her Müslümana farz

Marmara Üniversitesi öğretim üyesi ve yazar Prof. Dr. Faruk Beşer, Hadis ehli hakkında yazılmış bir Arapça şiiri tercüme ederek Twitter’da paylaştı.

Şiir, İslâm’ın bize kadar sahih bir şekilde ulaşmasında Hadis ehlinin yerine getirdiği alternatifsiz rolü veciz bir şekilde anlatıyor ve her Müslümanın onlara muhabbet borçlu olduğunu hatırlatıyor, Hadis ehline düşmanlık edenlerin ise cahillerden başkası olamayacağını bildiriyor.

Kemaleddin eş-Şümnî’ye ait olan ve Faruk Beşer tarafından tercüme edilen şiir şöyle:

Allah Hadis ehlinin mükâfatını versin; onları ebedîlik yurdunda en yüksek makamlara koysun

Eğer onların Hadis için ve onun korunması adına gösterdikleri dikkat olmasaydı,

Hadis için ortaya atılan her türlü bâtıl iddiaları savmasalardı,

Ömürlerini hadisleri tesbit için harcamasalardı,

Sonradan gelenler hadisin hangisi müttefekun aleyh, hangisi sahih, zayıf ya da bâtıl bilemezlerdi

Kitabın mücmeli anlaşılamaz, farzlar nafilelerden ayrılamazdı

Onlar bu uğurda ne değerli ömürler harcadılar, gelecekteki karşılık için burada neleri varsa verdiler

O halde onları sevmek bütün Müslümanlar için bir farzdır.

Onlara düşmanlık edenler de cahillerden başkası olamaz.

***

Faruk Beşer’in Twitter hesabı:

https://twitter.com/farukbeser

B3r0ceFIAAAPddl

26 Aralık 2015 Cumartesi

Zarurî bir açıklama

Bu sitede “Ufuk Yayınları Kayyım Elinde” başlığı altında yayınlanan haberimiz Risale Ajans tarafından iktibas edilirken sonuna iki ayrı paragraf ilâve edilmiş ve bu paragraflarda, Risale Ajans ile aralarında husumet bulunan bazı topluluklar hakkında ağır ifadeler yer almıştır.

Bize intikal eden şikâyetlerden, pek çok okuyucunun, bu paragrafları da Nuraniyat’ın orijinal metnine dahil olarak algıladığı anlaşılmaktadır.

Risale Ajans’ta yer alan yazının “Hayat böyle işte” diye başlayan ve bold olarak dizilmiş kısmı bize ait değildir; söz konusu sitenin kendi ifadelerinden ibarettir. Yazının aslına müracaat etmek isteyenler, http://www.yazarumit.com/ufuk-yayinlari-kayyim-elinde/ adresinden bu yazıya ulaşabilirler.

25 Aralık 2015 Cuma

Ufuk Yayınları kayyım elinde

Fethullah Gülen liderliğindeki örgütün Risale-i Nur’a karşı “sadeleştirme” adı altında giriştiği suikastte enstrüman olarak kullandığı Ufuk Yayınlarına dün yapılan baskından sonra bugün de kayyım atandı.

Bilindiği gibi, başta Bediüzzaman Said Nursî’nin vâris ve talebeleri olmak üzere bütün Nur talebeleri tarafından büyük tepkiyle karşılanmasına rağmen, Ufuk Yayınları, Lem’alar’dan başlamak üzere Risale-i Nur Külliyatını tahrife girişmiş ve eserlerin sadece kelimelerini değil, kavramlarını da kendi zihniyetlerine göre değiştirerek yayınlamaya başlamıştı.

Bediüzzaman Hazretlerinin hayatta olan talebe ve vârisleri tarafından bu konuda yapılan uyarılar da sonuçsuz kalmış, örgüt lideri Gülen, Bediüzzaman’ın talebelerine cevap vermek tenezzülünde bile bulunmamıştı.

Bunun üzerine Bediüzzaman’ın “Hayatım hayatınla devam edecek” iltifatına mazhar olan talebesi Mustafa Sungur’un, çaresizlik içinde bu suikastin failleri hakkında yaptığı beddua meşhur olmuştu.

O günlerde Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkanı Harun Tokak’a Sungur Ağabeyin bu konuda çok üzüldüğünü hatırlatan Said Yüce, Tokak’tan “Ne yapalım, yapacak birşey yok; çok üzülüyorlarsa mahkemeye versinler” cevabını aldığını anlatıyor. (Tokak da şu anda örgütün firarî yöneticileri arasında bulunuyor.)

Risale-i Nur’u hedef alan bu suikast üzerinden çok geçmeden de Mustafa Sungur, örgüte yakınlığıyla bilinen bir oğlunun marifetiyle yine örgüte ait bir hastahanede tedavi altına alınmış ve burada ruhunu teslim etmişti.

Risale-i Nur’a karşı giriştikleri suikast teşebbüsünden bu yana Gülen ve örgütünün başından dertler eksik olmuyor. Gülen’in bizzat kendisi kırmızı bültenle terör örgütü lideri olarak devlet tarafından aranırken, adamlarından bir kısmı tutuklanmış, bir kısmı da yurt dışında firarî halde bulunuyor.

Son olarak da, örgütün kirli işleriyle ilgisi araştırılan Ufuk Yayınlarına yapılan baskını takiben kayyım atanmış bulunuyor.

22 Aralık 2015 Salı

Selâm olsun ona selâm edene

Her salâvat bir rahmet duasıdır onun için.

O zaten rahmete mazhardır.

Ama rahmet sonsuzdur. O da sonsuz rahmet ister. Ve sonsuz rahmete, sonsuz bir şekilde lâyıktır o.

Her bir salâvat, ümmetinden bir hediye olarak ulaşır ona.

Her saniye, yüz binlerce melek, ordular halinde doluşur onun mübarek ravzasına:

Ümmetinden ona gelen hediyeleri tek tek sunmak için.

Bir milyar insan, hergün, her namazda ona hediyeler sunar, rahmet duaları eder.

Birçoğu bununla da yetinmez.

Denizlerin dalgalarına, yağmurun damlalarına, ağaçların yapraklarına, kâinatın zerrelerine yükler salât ve selâmlarını, öylece gönderir.

Ve onun hatırı için, gayb âlemlerinde her an dalgalar, damlalar, yapraklar ve zerreler tek tek sayılır.

Sayılır ve onlar adedince hayırlar onun defterine yazılır.

79 tane sıfırda kâinatın zerreleri biter. Ama onun sadece dualarla kazandığı sevaplar saymakla bitmez. Onun için edilen rahmet duaları tükenmek bilmez.

O dualardan her biri, bütün bir kâinatın duası gibi dinlenir Âlemlerin Rabbi katında.

Tek bir dua unutulmaz, hiçbiri kalabalıkta kaybolmaz.

Herbir ferdin en küçük duasını işiten, bilen ve cevap veren, kâinatın bu en büyük duasını da lâyık ehemmiyetle işitir, kabul eder ve cevap verir.

Ve ömürleri boyunca ona rahmet duaları gönderen insanlar, gün gelip de bir haşir sabahında uyandıklarında anlarlar dualarından hiçbirinin boşa gitmediğini.

Onu sayısız dualarla kuşatılmış, sonsuz rahmetle yüceltilmiş ve övülmüş makamından kendilerine tebessüm ederken gördüklerinde anlarlar, onun kendilerine anne ve babalarından daha yakın ve daha şefkatli olduğunu.

Ve Âlemlerin Rabbine, âlemlerin zerreleri sayısınca hamd ederler:

Ona ümmet oldukları için, ona bir salât ve selâmı hediye olarak sunabildikleri için…

— Ümit Şimşek

17 Aralık 2015 Perşembe

Cemaate futbolcu çalımı

Cemaatin yılmaz, sarsılmaz, kandırılmaktan bıkmaz, kazıklanmaktan usanmaz, yukarıdan gelen emirleri asla sorgulamaz şakirtleri!

Müjdeli haberi görmüşsünüzdür: Cemaatinizin futbolcusu, kendisine Amerika’da bir daire satın almış, oraya yerleşiyormuş, Türkiye’ye bir daha dönmek gibilerden bir niyeti de hiç yokmuş.

Biliyorsunuz, futbolcunuz bunu sizin sayenizde başardı. Hani Pensilvanya taraflarından gelen bir talimat vardı, “Bankanıza para yatırın” diye. Siz de elinizde avucunuzda ne varsa ortaya döktünüz, üstüne arabanızı, evinizi de satıp kiraya çıktınız, o da yetmedi, faizle başka bankalardan kredi çekip bankanıza yatırdınız.

Futbolcunuz da sizin bu çabalarınız sayenizde bankadaki parasını kurtardı. Aslında o da sizin gibi yapabilirdi. “Cemaatime helâl olsun” deyip bankadaki parasının peşine düşmez, ayrıca şöhretini ve itibarını kullanarak sizin topunuzdan daha fazla para toplayıp bankanıza yatırabilirdi. Ama bu cemaatin yapısındaki işbölümü ilkesine aykırı düşerdi. Çünkü size düşen getirmek, bazılarına düşen de götürmekti. Futbolcunuz da böyle yaptı. Siz getirdiniz, o götürdü. Çalım atmak da futbolculuğun şanından değil mi?

Futbolcunuz şimdi size Amerika’lardan çok çok dualar ediyor. Etmesin de ne yapsın diyebilirsiniz. Az parasını kurtarmadınız adamın: Eşinin hesabıyla beraber 5 milyon liranın üzerinde bir meblâğ idi! İşte bunun karşılığı size dua olarak ödeniyor. Futbolcu duasından ne olur demeyin; oraları cemaatinizce kutsal topraklardan ma’dûd olduğu için, hocanızın bedduaları gibi, kabul edilme ihtimali bir hayli yüksek sayılır. Bu arada çektiğiniz kredilerin faizli taksitlerini de ödemeyi unutmayın sakın; banka işleri şakaya gelmez, bilirsiniz. Ama bu ödemelerin yanı sıra sizin içinizden de, futbolcunuza ve sizin sağladığınız imkânlarla şimdi yurt dışında safâ süren cemaat yöneticilerine dua etmek geliyorsa, edin gitsin!

Başka yapacağınız ne kaldı ki?

***

Konuyla ilgili diğer haberimiz:

Cemaatin getir-götür işleri

8 Aralık 2015 Salı

Üstad'ın bir rüyası daha gerçekleşti

Bediüzzaman Said Nursî'nin en büyük gayelerinden biri daha gerçekleşiyor.

Risale-i Nur Külliyatından üç eser daha Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasında neşredildi.

Daha önce yayınlanan İşârâtü’l-İ’câz’dan sonra, bu defa Mesnevî-i Nuriye ile İhlâs ve Uhuvvet Risaleleri de Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasına girdi.

Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî, eserlerinin Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından neşredilmesi için teşebbüste bulunmuş ve mektuplar yazmış, Başkanlığın Risale-i Nur’ları himayesi altına almasını istemişti. Bu amaçla yazdığı Emirdağ mektuplarından birinde de “Nurları himaye etmek Diyanet dairesinin hakikî bir vazifesidir” ifadesini kullanmıştı.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Başkanlık yayınları arasında neşredilen Risale-i Nur’lara yazdığı takdim yazısında, Bediüzzaman’ı “milletimizin yetiştirdiği büyük âlim ve mütefekkir” olarak niteledi ve onun, Kur’ân ayetlerini etkileyici bir dil ve üslûb ile çağımızın idrâkine sunduğunu söyledi.

Görmez, takdim yazısında, Bediüzzaman’ın vasiyetine ve mutlak vekil olarak tayin ettiği talebelerinin tensiplerine uygun olarak Risale-i Nur’ların Diyanet İşleri Başkanlığı himayesine verilmesi ve aslına uygun şekilde yayınlanmasının sağlanması amacıyla getirilen hukukî düzenlemelerin içyüzünü ve cereyan ediş şeklini de anlattı. Bilindiği gibi, görülmekte olan dâvâlarda FETÖ (Fetullahçı Terör Örgütü) adıyla anılan örgüt ile onun kuyruğuna takılarak varlığını devam ettirmeye çalışan küçük bir grubun çıkardığı yaygara ile, bu yasal düzenlemeler “Risale-i Nur’un devlet tekeline alınması ve yasaklanması” gibi yaftalarla karalanmaya çalışılmıştı.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Görmez’in takdim yazısı aynen şöyle:

 

Bismillahirrahmanirrahim.

Bediüzzaman Said Nursi milletimizin yetiştirdiği büyük âlim ve mütefekkirlerdendir. O hayatını bu çağın insanlarına iman hakikatlerini anlatmaya adamıştır. Bediüzzaman’ın en büyük arzusu ve hayali, yüz yılın başında 60-70 cilt olarak tasarladığı büyük bir Kur’ân tefsiri kaleme almaktır. Tefsirin mukaddimesi olarak da Muhâkemât adlı eserini kaleme almıştır. Birinci Dünya Savaşında bu tefsirin birinci cildi olan İşârâtü’l-İ’câz’ı cephede yazmıştır. Ancak 1915-1918 yılları arasında, Bolşevik ihtilalinin hemen öncesinde uzun bir zaman Rusya’da esîr kalmış ve bu esâreti sırasında pozitivizm, materyalizm ve komünizm gibi cereyânların Müslümanlar ile Hristiyanların inanç dünyâları üzerinde meydana getirdiği sarsılmaları bizzat müşahede ettiğinden bu fikrinden vazgeçmiştir. Bunun yerine Kur’an-ı Kerim’den hareketle özellikle bu günün inanç problemlerini kaleme almayı tercih etmiştir.

O eserlerinde îmân hakikatleri, ahlâk-ı İslâmiye, ibadetlerin hikmetleri, İslâm birliği, İslâm’ın mebde’ ve meâd anlayışı, insânın varoluş gayesi, mevcûdâtın yaratılış hikmetleri, esmâ-i hüsnânın mevcûdâttaki tecellîleri, mikro kozmos olan insân ile makro kozmos olan kâinat arasındaki râbıtalar, imân hakikatlerinin günümüz gençliğine anlatılması, ihlâs, uhuvvet, iktisâd, kanaat, şükür, gençlik, hastalık ve ihtiyarlık gibi temel konular üzerinde durarak Kur’ân ayetlerini etkileyici bir dil ve üslûb ile çağımızın idrâkine sunmayı tercih etmiştir.

Ancak onun kaleme aldığı bu eserler, te’lîfleriyle eş zamanlı olarak takibâta uğramış, kendisi ve talebeleri defâatle sürgünlere, mahkemelere ve hapislere ma’rûz bırakılmıştır. 2 7 Mayıs ihtilâline kadar onlarca, 1980`li yılların sonlanna kadar da yüzlerce kere mahkemede  eserler yargılanmış ve bu yargılamaların tamamı beraatia neticelenmiştir. Söz konusu mahkeme her defasında Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan ve Din İşleri Yüksek Kurulu’ndan bilirkişi raporu istemistir. Din İşleri Yüksek Kurulu da her defasında bu eserlerin Kur`an-ı Kerim`in bir tefsiri mahiyetinde imân hakikatlerini ele alan eserler olduğunu, herhangi bir menfi düşüncenin bu eserlerde yer almadığını açıkça belirtmiştir. Buna rağmen Bediüzzaman ve eserleri üzerinde ortaya konan menfi mülâhazalar sonraki dönemlerde de uzun süre devam etmiştir. Kendisi maruz kaldığı tüm bu sıkıntı ve tazyiklere rağmen eserlerini  yazmayı ve neşretmeyi hayâti bir vazife addetmiştir.

1947 yılında Diyanet İşleri Başkanı Merhum Ahmed Hamdi Akseki, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye yıllarından beri tanıyıp dostu olduğu ve devrin ulemâsı arasındaki yüksek mevkiini takdir ettiği Bediüzamandan ısrarla bir takım Risâle-i Nûr Külliyatı istemiştir. Ancak o günlerde Külliyât’ın elyazması ve bazı nüshalannın teksir olması münasebetiyle tashih gerektiği ve 1948-1950 yılları arasında Bediüzzaman’ın Afyonda hapiste bulunmasından dolayı ancak 1950 yılında bir takımı Din İşleri Yüksek Kurulu’na verilmek üzere, iki takım hâlinde gönderebilmiştir. Merhûm Ahmed Hamdi Akseki eserlerin bir kısmını neşretmeyi arzulamasına rağmen buna ömrü yetmemiştir.

1960 ihtilâlinden sonra Bediüzzaman ve eserleri ile ilgili mahkemelerin ve ta’kibâtın şiddeti daha da artmıştır. Bütün bu süreçlerde mahkemeler Risale-i Nûrlar hakkında Diyanet İşleri Başkanlığından ve Din İşleri Yüksek Kurulundan mütâlaalar istemeye devam etmiştir. Bu mahkemelerin isteklerinin tamamında Din İşleri Yüksek Kurulu müsbet mütalaa vermiştir. Nitekim Din İşleri Yüksek Kurulu’nun 13.05.1955 tarihli mütâlaası şöyledir:

İlişik eserler teker teker gözden geçirildikte: Münderecatları itibariyle Kur’ân-ı Kerimden alınmış duâları ve âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerin şerhlerini ve âyât-ı celîlede mündemic olan hakaik-i diniyenin izahlarını ve ibadetin esrar ve hikmetleriyle faziletlerini ve Ramazan orucunun fazilet ve hikmetlerini ve Cenab-ı Hakka yaptığı münacatı ve kendisinin Tarihçe-i Hayatını ve Müslümanlığa ait vâki sorulara fennî ve felsefî ve iknâî cevabları muhtevî olduğu; ve 1326 senesinde Cami-i Emevî’de irâd eylediği Hutbe-i Şâmiye’de, İslâmlara lâzım olan ittihad ve şecaat ve hamasetten ve dine hizmetin ve iman kuvvetinin maddî ve manevî faidelerinden bâhis bulunduğu anlaşılmış; ve muhtevâsında dinî ve idarî mahzurlu bir ifadeye tesadüf edilmemiş olduğunun bildirilmesi uygun olacağı mütâlaasiyle Yüksek Reisliğe arzına karar verildi.”

Diyanet İşleri Başkanlığı, tarihinin en zor dönemlerinden birini 1960-1966 yılları arasında geçirmiştir. Bu dönemde 6 Başkan değiştirmiş ve Din İşleri Yüksek Kurulu bu eserler hakkında menfi raporlar vermeye zorlanmıştır. Dinî ve ahlâkî temelde bu talebler reddedilerek eserler hakkında herhangi bir menfî rapor verilmemiştir.

Binaenaleyh Diyanet İşleri Başkanlığımız Türkiye’den ve dünyâdan pek çok âlim ve mütefekkirin eserlerini yayınladığı hâlde Bediüzzaman Said Nursî’nin herhangi bir eserini son dönemlere kadar yayınlamamıştır. İlk defa 20 Ocak 2014’de Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an-ı Kerim’in tefsirinin ilk cildi olarak yazılan İşârâtû’l-İ’câz’ı orijinal metni ve tercümesi ile birlikte neşretmiştir. Eserin yayınlanması milletimizin her kesiminden büyük bir teveccühle karşılanmıştır.

2014 yılının Kasım ayının sonlarına kadar uzun bir süre bazı hukuki gerekçelerle bu eserlere bandrol verilememesi sebebiyle eserler yayınlanamaz hâle gelmiş, 26.11.2014 tarihli Bakanlar Kurulu Kararı ile Devlet bu eserleri koruma altına almıştır. Bakanlar Kurulu’nun 2014/7007 sayılı kararı ile de eserleri yayınlama hakkı ve eserleri neşredecek yayınevlerine eserlerin aslına uygun metnini verme görev ve yetkisi Diyanet İşleri Başkanlığına verilmiştir. Esasen Bakanlar Kurulu Kararı hazırlanırken öncelikle eserlerin neşir yetkisinin yalnızca Diyanet İşleri Başkanlığının uhdesine verilmesi gündeme gelmiş ancak Diyanet İşleri Başkanlığı bu eserlerin neşrinin tamamen kendi tekelinde olmasının uygun olmayacağı yönünde kanâat belirterek eserleri aslına uygun şekilde yayınlamak isteyen tüm yayınevlerine yayın iznini verecek şekilde bu Kararın düzenlenmesini sağlamıştır. Böylece eserlerin sadece Diyanet İşleri Başkanlığı ve Türkiye Diyanet Vain Yayınları arasında değil ayrıca aslına uygun olarak yayınlama şartını kabul eden tüm yayınevleri tarafından yayınlanmasının yolu açılmıştır. Bu çerçevede şimdiye kadar müracaat eden yirmi kadar yayınevi bu izni almıştır ve müracaat edecek diğer yayınevlerine de gerekli izin verilecektir.

Gerek bu eserleri okurken gerekse de Kur’ân-ı Kerim dışındaki bütün kitâbları okurken Bediüzzaman Said Nursilnin su ihtârı dâima göz önünde bulundurmalıdır. “Aziz kardeşlerim! Üstadınız lâyuhtî değil. Onu hatâsız zannetmele hatadır. Bir bahçede çürük bir elma bulunmakla bahçeye zarar vermez. Bir hazinede silik para bulunmakla hazineyi kıymetten düşürtmez.” “Bâki bir hakikat, fani şahsiyetler üstüne bina edilmez. Edilse, hakikate zulümdür. Her cihetle kemalde ve devamda bulunan bir vazife, çürümeye ve çürütülmeye ma’ruz ve mübtelâ şahsiyetlerle bağlanmaz; bağlansa, vazifeye ehemmiyetli zarardır” demek sûretiyle âciz, fânî, hatâlı gördüğü kendi şahsiyetinden ziyade nazarlan yazdığı eserlerine tevcîh etmiştir.

İlk dönem büyük âlimlerinden İmâm-ı Şafii ve İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin de kendi düşünceleri için söylediklerini Bediüzzaman da kendi eserleri için şu şekilde ifade etmektedir:

“Siz mihenge vurmadan almayınız. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsnüzan edip tamamını kabul etmeyiniz. … Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz.” Şübhesiz burada Üstâdın sözünü ettiği mihenk Allah’ın kelâmı ve sünnetten başkası değildir.

Her biri kıymeti hâiz olan ve kültür mîrâsımızın güzide örneklerinden sayılan Bediüzzaman Said Nursî’nin bu eserlerinin okuyucu ile buluşturulması, bilgi, fikir ve kültür hayatımıza önemli katkılar sunacaktır. Bu vesileyle eserlerin yayına hazırlanması süreçlerinde emeği geçen herkese teşekkür ederiz.

Diyanet İşleri Başkanı

Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ

20 Kasım 2015 Cuma

Yaşar Nuri milleti koyun sürüsü yaptı

Halka “sürü” diyerek hakaret ettiği için adlî takibata uğrayan ünlü ilâhiyatçı Yaşar Nuri Öztürk, kendisini suçlayanları cahillikle itham ederken, kendi cahilliğini açığa vurdu.

Öztürk, halk için kullanılan “raiyet” kelimesinin “hayvan sürüsü” anlamına geldiğini, yöneticiler için kullanılan “râî” kelimesinin de “çoban” demek olduğunu iddia etti.

“Halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçundan ifade veren Yaşar Nuri Öztürk, ifade çıkışında, hakkındaki suçlamaların cehalet sebebiyle yapıldığını ve belli yerlerden tahrik edildiğini ileri sürerek “Benim iki düşmanım var, biri cehalet, biri zulüm” dedi.

Râî ve raiyet ne demek?

Oysa “raiyyet” kelimesi, Arapçada, sadece hayvanlar hakkında kullanıldığı zaman “sürü” anlamını alıyor; bu takdirde “râî” kelimesi de “çoban” mânâsına geliyor. İnsanlar hakkında kullanıldığı zaman ise, raiyyet “yönetilenleri,” râî de yöneticiyi ifade ediyor.

Arapça’nın en ünlü ve en büyük sözlüklerinden Lisanü’l-Arab, “râî” kelimesine “vâli,” “raiyyet” kelimesine de “âmme” karşılığını veriyor ve “Bir topluluğun işlerini yöneten kimse onların râîsidir; o topluluk da onun raiyyetidir” diyor.

Sahih-i Müslim’de de, “Hepiniz yöneticisiniz; ve hepiniz yönettiklerinden sorumlusunuz” meâlindeki hadisin dipnotunda, ulemânın “râî” kelimesi için “kendisine güvenilmiş olan koruyucu; gözetimi altındakilerin salâhını temin etmekle görevli kişi” anlamını verdiği naklediliyor.[1]

Özetle: Sadece hayvanlar hakkında kullanıldığı zaman “sürü” anlamını kazandığı kesin olan bir kelimeyi milletimiz hakkında bu anlamıyla kullanan Yaşar Nuri, bu hareketiyle, ya gerçekten konuyu bilmediğini ortaya koyuyor ki, bu takdirde, hasımlarına yönelttiği “cehalet” suçlaması kendisine rücu etmiş oluyor.

Veya, kelimeye verdiği anlamın doğru olmadığını bile bile halka hakaret etmek ve bunu da inatla savunmak suretiyle, küfürbazlığının ilminden bir adım ötede gittiğini göstererek hava atmak istiyor da olabilir.

Lâ ya’lemu’l-ğaybe illâllah.

[1] Müslim, İmare: 20. Maalesef bu hadis-i şerifin tercümelerinin bir kısmında da her nasılsa “râî” kelimesine “çoban” anlamı verilmiş bulunuyor ki, Yaşar Nuri’yi halka hakaret için cesaretlendiren şeylerden birisi de bu olsa gerektir.

18 Kasım 2015 Çarşamba

Bu küfürler fırından yeni çıktı

Meşhur fıkradır:

Asaletin eğitimle verilebileceğini ispat etmek isteyen kişi, bir kediyi tepsiyle çay servisi yapacak şekilde eğitmiş.

Asaletin doğuştan olduğunu savunan kişi de, kedi çay servisi yaparken, cebindeki fareyi ortaya atıvermiş.

Sonrası, tahmin ettiğiniz gibi…

Yıllarca büyük bir edep, terbiye, nezaket, hoşgörü türünden her türlü ahlâk-ı hamîdeyi zâtında barındıran hatâdan münezzeh bir şahsiyet olarak pazarlanan Fetullah Beyefendi de, 17 Aralık darbe teşebbüsü suya düştükten sonra hemen her hafta tepsiyi bir tarafa fırlatmak için bir vesile buluyor. Biz bunların örneklerini vermekten bıktık, ama kendilerinin hiç usanacağı yok; yıllardır sinesinde saklayıp durduğu iltifat dağarcığını harcaya harcaya bitiremiyor.

Malûm cemaatin şaibeli şirketleri incelemeye alınınca, tahmin edeceğiniz gibi, Fetullah Beyin yine kanı beynine sıçramış ve ağzından ballar damlayan sohbetlerinden bir tanesini daha videoya çektirerek taze taze servis ettirmiş.

Her zaman olduğu gibi, bu sohbetinde de Fetullah Bey Musa aleyhisselâm rolünü oynuyor. Adını vermese de, Firavun rolünü Türkiye Cumhuriyetinin Cumhurbaşkanına lâyık gördüğü hem bu sohbetinden, hem de diğer sohbetlerinden çok açık şekilde anlaşılıyor.

Bu defaki hakaretlerinden ise cemaat şirketlerine atanan kayyımlar en büyük nasibi almış. Onlara lâyık gördüğü sıfat ise çifte hakaret taşıyan bir tamlama: “denî (alçak) haydut.” Neden çifte hakaret diyecek olursanız: Bir tanesi artık kendisini kesmiyor da ondan. Hattâ bu kadarı da kesmiyor. Bir de bu “denî haydutların” yarın “nalları dikeceğini” müjdeliyor! Nezaketin bu kadarı karşısında şapka çıkarmaz mısınız?

***

Bir insana hıncınız varsa, onun fâniliğini hatırlayıp hatırlatarak tesellî bulabilirsiniz. Meselâ bu kişiyi “fanî bir adam” gibi bir deyimle anabilirsiniz. Bu tamamen beşerî bir davranıştır, suçlama konusu olmamalı.

Öfkenizi biraz daha şiddetli şekilde sözlerinize yansıtmak istiyorsanız, bunu “ölümlü bir beşer” gibi daha sade ve net bir ifadeyle dile getirebilirsiniz.

Veya, Fetullah Beyin her zaman yaptığı gibi Üstad’dan araklama tabirlerin üzerine bir yığın ağdalı kelimeyi boca edersiniz. Böylece, ne dediğiniz tam olarak anlaşılmasa bile hiç değilse önemli birşeyler demek istediğiniz anlaşılmış olur. Meselâ: “Pek karîb bir âtîde mahkûm-u inkırâz olup hakikat planında ve mevtin adem-âlûd sahrâlarında bakiyye-i âsârı dahi havâtır-ı beşeriyyeden silinip gidecek bir adam” gibi…

Fakat öfkeniz lügat paralamakla dahi teskin edilemeyecek kadar büyükse ve içinizdeki yaratığa bir türlü dur diyemiyorsanız, bu defa o yaratık dizginleri ele alacak ve öfkenizi sizin ağzınızdan ama kendi tabirleriyle dile getirecektir: “nalları dikecek bir adam” gibi…

Fetullah Beyin de bu yolu ihtiyar ettiği anlaşılıyor ki, o doyumsuz sohbetindeki “denî haydut” iltifatını “yarın nalları dikebilecek bir insan” tabiri ile taçlandırmış. Gerçi meramını son derece net bir şekilde anlatan bir ifade; ama kendi meramından daha başka şeyleri de aynı netlikte anlatmıyor mu?

***

Not: Gülen’in sohbetindeki “nalları dikmek” tabiri sosyal medyada da geniş şekilde yankı buldu. Bu arada, böyle bir tabiri Fetullah Beyin nezaketine yakıştıramayan bazıları, bu tabirin bir hakaretten ziyade, hakaret kılığına girmiş bir infaz emri olabileceği yolunda yorumlar yaptılar.

***

Fetullah Gülen’in öfkesi, Abdullah ibni Übeyy’in öfkesine paralel bir sebebe dayanıyor:

http://www.yazarumitsimsek.com/bu-ofkenin-sebebi-cok-derinlerde/

Kırmızı pasaportlar Gülen'den

Görülmekte olan dâvâlarda FETÖ (Fetullahçı Terör Örgütü) lideri olarak aranan ve hakkında muhtelif tutuklama kararları bulunan Fetullah Gülen, son sohbetinde, bir yandan yine kendisine has tabirlerle öfkesini boşaltırken, bir yandan da cemaatinin iyice eriyip gittiğini itiraf etmiş oldu. Gülen’in bu sohbetine bakılacak olursa, Türkiye içindeki cemaatinin sayısı 1000’in altına gerilemiş durumda.

http://www.herkul.org/herkul-nagme/490-nagme-bes-asil-ve-cagdas-karakusiler/ adresinde yayınlanan Herkülâne sohbetinde, Gülen, firarî Akın İpek’in kıyamet günündeki mizandan “kırmızı pasaport sahibi” olarak sorgusuz şekilde geçeceğini açıkladı. Bu, the Cemaat ile ilgili haberin iyi tarafı. Diğer tarafına gelince:

Gülen, Akın İpek gibi mizandan sorgusuz şekilde geçebilecek kırmızı pasaport sahiplerinin Türkiye içinde ancak bin kişi kadar olduğunu da bu arada açıklamış yahut ağzından kaçırmış oldu. Gülen’in sohbetinde konuyla ilgili cümle aynen şöyle:

“Şayet Türkiye’de, mizandan geçerken “Sen geçebilirsin, lüzum yok seni sigaya çekmeye!” denilebilecek, adeta kırmızı pasaportlu bin tane insan varsa, biri de odur.”

Bu ifadeler, the Cemaat hakkında iki ihtimalden birini hatıra getiriyor:

Ya Cemaatin mensuplarının sayısı 1000’in altına düşecek şekilde geriledi.

Veya Cemaat bundan daha kalabalık olmakla birlikte, bunlardan ancak bin tanesi Gülen’in dağıttığı kırmızı pasaportlardan birine sahip olma şansına sahip bulunuyor. Diğerleri ise boşuna kürek çekiyorlar; çünkü Gülen onları kırmızı pasaport taşımaya ehil bulmuyor.

***

Gülen’in kırmızı pasaportlu sohbetinin küfür içeriğiyle ilgili yazımız:

http://www.yazarumitsimsek.com/bu-kufurler-firindan-yeni-cikti/

16 Kasım 2015 Pazartesi

Cemaatler elini zekâttan çeksin

Paralel yapılanmanın toplum üzerindeki en yıkıcı etkisi henüz keşfedilmeyi bekliyor.

Bu etki, İslâm’ın en önemli bir rüknü ve toplumda huzurun en önemli teminatı olan zekâtı fiilen ortadan kaldırmak şeklinde ortaya çıkmıştır.

Tabii ki paralelciler insanların karşısına çıkıp da “Zekât vermeyin” demedi. Ama tahrip gücü bundan çok daha yüksek bir yola başvurdu:

“Zekâtlarınızı bana verin” dedi.

Ve zekâtlar yoksullara değil, paralel yapılanmaya gitti.

Sonra başka cemaatler bu örneği izledi.

Onlar da kendi etki alanındaki zekâtları topladı. Başka çareleri de yok gibiydi; çünkü onlar toplamasa, malûm yapılanma toplayacak, yoksullarımız yine avucunu yalayacaktı.

Kesin bir rakam vermek kolay değil; ancak şurası muhakkak ki, bugün ülkemizde zekâtların çok, ama çok büyük bir çoğunluğu, başta paralel yapılanma olmak üzere, cemaatlere ve kurumlara gidiyor. Bunun ise anlamı şu:

Paralel yapılanmayı da, cemaatleri de fakirlerimiz ayakta tutuyor.

Çünkü zenginlerimiz işin kolayını buldu: Zaten vermek zorunda oldukları zekâtı fakire değil de cemaatine yönlendiriyor; böylece cemaate yapılan destek zenginin değil, fakirin kesesinden birşeyler eksiltiyor. (Veya, zenginlerimizin zekâtın ötesinde de birşeyler verdiğini kabul etsek bile, en azından maliyeti düşürmüş oluyorlar; aradaki maliyet farkı yine fakirin kesesinden!)

Teknik olarak bunda yanlış birşey bulunmayabilir. Nihayet iş fetvaya gelip dayandığında, dinî hizmet yapan cemaatlere zekât verilebileceği yolundaki fetvayı bir hocamız vermezse bir başkası mutlaka verecektir. Fakat bu fetvayı vicdanımızdan almaya kalktığımız takdirde aynı kolaylığı bulabilecek miyiz dersiniz?

Gerek zekât ve sadakalarla, gerekse genel mânâda iyilikle ilgili âyetlerdeki sıralamaya baktığımız zaman, akraba ve yakın komşudan, hattâ yanımızdaki arkadaştan başlamak üzere, yakından uzağa doğru bir açılım görürüz.[1] Burada uzaklıkla ters orantılı bir sorumluluk karşımıza çıkar:

En yakın olanlar daha fazla sorumluluk alanımızdadır; mesafe arttıkça bu oran düşer.

Zekâtların (ve tabii zekât şemsiyesi altındaki bütün sadaka ve ihsanların) dağılımında bu ölçüyü tutturabilirsek, akraba ve komşulardan başlamak üzere, toplumun bütün kesimlerinde hale hale yayılan iyilik dalgalarının bütün yurdu, hattâ İslâm âlemini kuşattığını görürüz. Üstelik bu iyilikler “Allah’ın vermiş olduğu rızıktan” yapıldığı için, veren kimseyi minnet altında bırakamaz, alan da kimsenin karşısında bir eziklik duymaz. Bilâkis, alanlar ve verenler arasında, minnetsiz bir şekilde karşılıklı saygı ve sevgi alışverişleri husule gelir ve toplumu bütün katmanlarıyla kuşatır. Eğer kapı komşunuz veya mahalledeki bir ahbabınız sürekli olarak sizin onu gözettiğinizi ve en küçük bir sıkıntıda yardımına koştuğunuzu bilirse, onu size karşı hangi hain kışkırtabilir?

Şimdi, bir taraftan bölücü örgüt PKK’nın, bir taraftan paralel yapılanmanın maddî alandaki tahribatını tamir etme çabaları sürerken, bir taraftan da, toplum içindeki kutuplaşmaları izale ederek bütün kesimler arasında bir kaynaşmayı sağlamanın yollarına güçlü bir şekilde tevessül etmek gerekiyor ki, bunların başında da zekât gelmektedir. Ne yapıp yapmalı, “zekât” kavramını gerçek mecrâsına oturtarak toplumda yaygınlaştırmalıyız.

Cumhurbaşkanının G20 zirvesi öncesinde iş adamlarına yaptığı gelir fazlasını yoksullarla paylaşma çağrısı, devletin bu konudaki bir farkındalığını müjdeliyor. Bu farkındalığın, toplumun varlıklı kesimlerine yansıması da inşaallah çok uzun sürmez.

[1] Örnek olarak bkz. Bakara, 2:83, 177, 215; Nisâ, 4:36; Enfâl, 8:41; Tevbe, 9:60; Nur, 24:22; Haşir, 59:7-8.

10 Kasım 2015 Salı

Başörtüsü artık füruat değil

Başörtüsü füruattan çıktı, asıl oldu.

Çünkü the Cemaat’in ona ihtiyacı oldu.

Çünkü başörtüsüyle en ilgisiz yerde onu bir malzeme olarak kullanmak icap etti.

Paralel örgüt soruşturmalarının birinde şüphelilere kelepçe takılınca buna da bir kulp takmak gerekiyordu. Şüphelilerden bazılarının başörtülü oluşu burada imdada yetişti.

Ve manşetler atıldı:

“Başörtüsüne kelepçe!”

Örgütün sivri zekâlı algı operatörleri zannediyorlar ki, bu manşeti okuyunca herkes AK Parti hükûmetinin başörtüsünü cezalandırdığını düşünecek!

Ve kimse, örgüt büyükbaşlarının neden tehlikeyi sezer sezmez yurt dışına kaçıp da bu ablaları tehlikeyle baş başa bıraktıklarını onlara sormayacak!

Bir de bu olayı 28 Şubat ile kıyaslamazlar mı?

28 Şubat döneminde polis dindar gençleri ve başörtülü kızları coplayıp kelepçelerken bu örgütün utanmak bilmez televizyonları “büyük bir sabır ve sükûnet içinde görevini yapan polisi öğrencilerin tahrik ettiği” yalanını sabah akşam tekrarlıyordu.

Örgütün hocası ise, 28 Şubat zulümlerinin topuna birden fetvayı peşin peşin vermişti:

“Hatâ ederlerse bir sevap, isabet ederlerse iki sevap!”

The Cemaatin hayâdan yoksun yayıncılarına ve hocalarına sormayalım, “Bu yayınları ve bu fetvâyı şimdi nereye sokacaksınız?” diye.

Sadece bir ufak hatırlatma yapalım:

Madem olup bitenleri 28 Şubat icraatına benzettiniz; aynı kural burada da geçerli olmalı:

Hatâ ederlerse bir sevap, isabet ederlerse iki sevap!

9 Kasım 2015 Pazartesi

Bu öfkenin sebebi çok derinlerde

Aranan azılı teröristler listesinde FETÖ (Fetullahçı Terör Örgütü) lideri olarak adı geçen firarî vaiz Fethullah Gülen, yayınlanan son Bamteli sohbetiyle yine kendisinden söz ettirmeyi başardı.

Hem 1 Kasım seçimlerindeki ağır yenilgiden sonra örgütün yaşadığı travmayı hafifletmek, hem de içindekini dökmek amacıyla yapıldığı izlenimini veren sohbette, Gülen, müritlerine “Resûlullah’la aynı sofrada, aynı yemeğe kaşık çalmayı, Cebrail ile el ele tutuşmayı, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ile aynı sofrayı paylaşmayı” vaad etti.

Her zaman yaptığı gibi bunlara benzer ağdalı ve yapmacık ifadeleriyle müritlerini yüksek dozda haşhaş etkisi altında bırakan Gülen, daha sonra da, yine her zaman yaptığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve hükûmeti başta olmak üzere, muhalifleri için sakladığı bayramlık lâfları sepetten çıkardı. Bunlar arasında dikkati çekenler:

Yezit, Haccac, Amnofis (Firavun), müsvedde Müslüman, aslî süfyan, zıllî süfyan, izafî süfyan, Pakraduni (Türkiye’yi Ermeni ve Yahudi hakimiyeti altına sokmak için faaliyet gösteren Ermeni görünümlü Yahudiler)…

Gülen, doyumsuz sohbetini, muhalifleri hakkında “Allah onları gübreler gibi toprağın bağrına devirsin, gübre kılsın hepsini” şeklinde her zamanki nezahet ve kibarlığını yansıtan küfürlü bir beddua ile bitirdi. (Bandın kesilmiş ve deşifre edilmemiş kısımlarında neler bulunduğunu bilemiyoruz.)

GÜLEN NİÇİN BU KADAR ÖFKELİ?

1 Kasım seçimlerinin sonuçları bütün muhalefet cephesini bozguna uğratırken, Gülen ve adamları için çifte bozgun anlamını taşıyordu.

Bir defa Gülen ve adamları bütün ümitlerini Ak Parti’nin bu seçimden ağır bir yenilgiyle çıkmasına bağlamış ve örgütte böyle bir hava estirmişlerdi. Açılmış olan dâvâların, ortaya çıkan örgüt sırlarının, ele geçen delil ve belgelerin ancak bu şekilde örtbas edilebileceğini umuyor, tutuklanan ve takibata uğrayan örgüt üyelerinin bu şekilde belki bir kurtuluş şansına sahip olabileceklerini, aksi takdirde bütünüyle tükeneceklerini çok iyi biliyorlardı. Seçim sonuçları bütün bu ümitleri birden suya düşürdü.

İkinci olarak, Gülen cemaatinin bütün imkânlarını Erdoğan ve Ak Parti düşmanlığı için seferber etmesine ve bütün ağırlığını HDP ve CHP kefesine koymasına rağmen, her iki parti de bu seçimden yenilgiyle çıktı ve seçim sonrasında her biri kendi derdine düştü. Bu da, Gülen cemaatinin Türkiye siyasetindeki etkisinin sıfırdan daha aşağıda bir yerlerde olduğunu açıkça herkese gösterdi. Üstelik bu gerçeği sadece Türkiye değil, Gülen’in ümit bağladığı dış dünyadaki dostları da gördü. Bunun iseTürkiye içinde olduğu gibi dış dünyada da kapıların kendilerine kapanacağı anlamına geldiğini Gülen herkesten iyi biliyor.

Şimdi pek çok kimse, “Yıllarca hoşgörü şampiyonluğu yapmış, her konuşmasında ağzından ballar damlamış birisi nasıl oldu da bu kadar değişti?” diye merak ediyor.

Oysa değişen birşey yok. Sadece ambalaj açıldı ve muhtevâ açığa çıktı, o kadar. Kıssadan hisse:

Bir kimsenin gerçek kişiliğini görmek istiyorsanız, onun menfaatine dokunun, yeter.

ÖFKENİN ALTINDA ÖFKE VAR

Fakat 1 Kasım hezimeti, Gülen’in öfkesinin yegâne sebebi değil, sadece bir zincirin son halkası. Gülen’in alenî öfke nöbetlerinin ne zaman başladığını ise herkes çok iyi biliyor.

Hatırlanacağı gibi, 17 ve 25 Aralık darbe teşebbüslerinin bastırılması, Gülen’i büyük bir öfke krizine sevk etmiş ve bunun sonucu olarak bir beddua şovu internete düşmüştü. Ancak beklenen etkinin tamamen tersiyle karşılaşınca, cemaat bu şovun videolarını internetten kaldırttı.

Şimdi birçok tutuklu sanığıyla dâvâ konusu olan 17 Aralık darbe teşebbüsü eğer başarılı olsaydı, bugün Türkiye’nin ne halde bulunacağını kestirmek çok kolay değil. Ancak kesin olan birşey var:

Eğer o darbe gerçekleşseydi, Türkiye bugün bağımsız bir Türkiye olmayacaktı. Pek muhtemelen de, ülkemiz, Gülen’in vaktiyle “meşru otorite” olarak tanımladığı İsrail’in içinde bulunduğu bir oluşuma bağımlı hale gelecekti. Bu arada, cemaatin bütün sırlarına vakıf olan Lâtif Erdoğan’ın ve daha başkalarının da açıklamalarına göre, Gülen de, Batı’ya bağımlı sözde bir hilâfetin halifesi ünvanıyla Türkiye’ye geri dönecek ve kendisi için hazırlanmış olan saraya yerleşecekti. Kısacası, 17 Aralık darbe teşebbüsünün bastırılması, bir taç giyme töreninin akîm kalması anlamına geliyordu: tıpkı Asr-ı Saadet’te yaşanan bir olay gibi.

Resulullah (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiği zaman, Hazreç kabilesinin reisi olan Abdullah ibni Übeyy taç giyerek şehrin idaresini üzerine almak üzereydi. Fakat Resulullah’ın gelişiyle birlikte onun taç giyme hevesi suya düştü. İşte bu yüzden Abdullah ibni Übeyy Peygamberimize karşı derin bir kin besleyip durdu. Ve bu kinini, Hz. Aişe validemiz hakkındaki şenî iftirayı düzenleyip yaymaktan tutun, Müslümanlar aleyhinde Yahudilerle işbirliği yapmaya varıncaya kadar pek çok hadisede açığa vurmaktan geri kalmadı. Aslında nüfuzlu bir kimseydi Abdullah ibni Übeyy. Eğer egosunu yenip de bu nüfuzunu İslâm’ın ve Müslümanların hizmetine sunabilseydi, hiç şüphesiz, günümüze kadar Ashab-ı Kiram içinde anılan bir isim olacaktı. Fakat olmadı. Bir taç uğruna kendini helâk etti İbni Übeyy.

Ne demişti Neyzen Tevfik:

Asl-ı kanun-u tabiatta tegayyür yoktur / Vak’a tebdil-i kıyafetle gelir her gün için.

7 Kasım 2015 Cumartesi

KIBRIS'TA EZANLAR SUSMAYACAK

Ezan düşmanı küfürbaz bir kadının aldırdığı mahkeme kararına rağmen Lefke’deki camilerde merkezî sistemle hoparlörden ezan okunmaya devam ediyor.

Mahkeme kararına ve ezan düşmanlarının çabalarına karşı tepki gösteren Kıbrıslılar, daha da büyük cemaatler halinde sabah namazlarını camide kılıyorlar.

Kıbrıs Ada Haber sitesinin konuyla ilgili haberi aynen şöyle:

KKTC’de 3 camide sabah ezanlarının hoparlörden okunmasının mahkeme kararıyla yasaklanmasına rağmen camilerde ezan sesi susmadı. Mahkeme kararına tepki gösteren vatandaşlar, yasağın uygulanacağı Lefke’deki Pir Paşa Camii’ne gelerek sabah namazını cemaatle kıldı. Sabah namazının ardından vatandaşlar salavat getirerek, birbiriyle selamlaştı.

EZAN OKUNMAYA DEVAM EDİLDİ

KKTC’de Güzelyurt’a bağlı Lefke’deki Şeyh Nazım (Orta Cami), Pir Paşa ve Aşağı Camilerinde hoparlörden okunan sabah ezanının “rahatsızlık verdiği” gerekçesiyle mahkeme kararı ile okunmasının yasaklanmasının ardından, bu camilerde merkezi sistemle hoparlörden ezan okunmaya devam edildi.

SABAH NAMAZI KILINDI

Mahkeme kararına tepki gösteren vatandaşlar, yasağın uygulanacağı Pir Paşa Camii’ne gelerek sabah namazını cemaatle kıldı. Namazda imamın duygulanarak gözyaşlarına hakim olamadığı gözlendi. Sabah namazının ardından vatandaşlar salavat getirerek, birbiriyle selamlaştı.

KKTC Din İşleri Başkanlığı Lefke Temsilcisi Mehmet Genç de yaptığı açıklamada, alınan kararın savunulacak bir karar olmadığını belirterek, “Neticede ezandan bahsediyoruz. Çünkü ezan için bu vatanda binlerce şehit verilmiş. Dolayısıyla bu karar normal şartlarda eğer alınacaksa Din İşleri Başkanlığı uhdesinde olması lazım. Ama Din İşleri Başkanlığı’nın bu konudan haberi yok” dedi.

“HERKES GELİP İBADET EDEBİLİR”

“Lefke’de adı geçen camilerde ezan okunmaya devam edilmektedir” diyen Genç, “Hukuki süreç devam ediyor. Görevlilere herhangi bir mahkeme kararı ulaşmamıştır. Biz görevimizin başındayız. Camilerimiz açık, herkes gelip ibadet edebilir” dedi.

KKTC TÜRKÜ OLARAK MÜSLÜMAN DOĞDUK

Sabah namazını Pir Paşa Camiinde kılmaya gelen Reşat Yolaç da “Biz Müslüman bir toplumuz, Müslüman bireyleriz. Herkes etrafına bir baksın. Sonuç itibariyle Müslümanız. Biz KKTC Türkü olarak Müslüman doğduk. Müslüman öleceğiz. Sonuçta Müslüman olduğumuz için bizim camilerimizdeki ezanlarımıza saygı duymamız gerekiyor” değerlendirmesinde bulundu.

KIYAK: EZAN SESİ SUSMAYACAK

Türkiye Camii ve Kur’an Kursu Dernekleri Federasyonu Genel Başkanı Recep Kıyak, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) “rahatsızlık verdiği” gerekçesiyle, sabah ezanlarının hoparlörden okunmasının 3 camide mahkeme kararıyla yasaklanmasıyla ilgili KKTC Cumhurbaşkanı ve Başbakanıyla görüşeceklerini bildirdi. Kıyak, “Türkiye’de ve dünyanın neresinde olursa olsun bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da camilerimizdeki ezan sesi susmayacak” dedi.

***

Haberin kaynağı:

http://www.kibrisadahaber.com/yasak-ezani-susturamadi.html

5 Kasım 2015 Perşembe

Ezana Kıbrıs'ta yasak geldi!

Dağlıca köyünde hüsrana uğrayan ezan düşmanlığı Kıbrıs’ta hortladı.

Ezan için fethedilen Kıbrıs topraklarında öteden beri ezan düşmanlığı yaparak kendisinden söz ettiren Feza Güzeloğlu adlı bir kadın, nihayet mahkemeden ezan yasağı kararı çıkarmayı başardı.

Dağlıca köyünün ezana kavuştuğu gün Lefke Kaza Mahkemesinin verdiği ara kararına göre, Lefke’deki camilerde artık hoparlörle sabah ezanı okunmuyor. Esas dâvâ ise henüz görülmeye başlamadı.

Kıbrıs Ada Haber sitesinde konuyla ilgili olarak yer alan haber şöyle:

 

SABAH EZANINA YASAK: Avukat Feza Güzeloğlu, Lefke’de hoparlörden okunan sabah ezanının rahatsızlık verdiği gerekçesiyle Lefke Kaza Mahkemesi’nde dava dosyaladı. Mahkeme, Güzeloğlu’nun, dava sonuçlanana kadar, hoparlörle sabah ezanının okunmasını durdurmak için talep ettiği ara emrini de verdi

 

3 CAMİDE HOPARLÖR SUSTU: Mahkemenin 2 Kasım tarihli ara emrinin ardından Lefke’de Şeyh Nazım (Orta Cami), Pir Paşa Cami ve Aşağı Cami’de üç gündür okunan sabah ezanı ile dualar hoparlörden verilmiyor. Esasa ilişkin davanın ne zaman sonuçlanacağı ise belli değil.

 

FEZA GÜZELOĞLU’NUN MARİFETLERİ

Facebook profilinde ezanın ve kutsal değerlerin aleyhinde yazılar yayınlayan Güzeloğlu, bu paylaşımlarının birinde ezan için, kendisi gibi bir ezan düşmanı olan Feyza Orhan adlı arkadaşından “Arabın yalellisi,” “deli saçması Arapça bağırtılar” deyimlerini naklediyor.

Feza Güzeloğlu’nun duvarında ezan ve İslâm düşmanı arkadaşı Feyza Orhan’ın bir başka paylaşımı ise aynen şöyle:

“Hey Kıbrıslı Türkler! Bugün gene sahtekar Sünni Arap uzantısı üfürükçüler (daha sabah bile olmadan saat 4.30-5’te) dakikalarca kıvrana kıvrana pislik yuvası camilerin dışına monteli olup dışarıya ses yayan hoparlörlerden Arabın yalellisi ile milletin uykusunun içine ettiler.”

Feza Güzeloğlu, Müslümanların Kurban Bayramını da “Vahşet ve katliam bayramın kutlu olsun Müslüman!” diyerek kutladı ve üzerinde “Tanrı kurban yerine İbrahim’e fidan gönderip ‘Bunu benim için dik’ deseydi yeryüzü bugün Cennete dönerdi” yazılı bir resim paylaştı.

Paylaşımlarından rahim kanserinin birinci evresinde olduğu anlaşılan Güzeloğlu, PKK’nın “Kürdistan devleti için verdiği mücadeleyi” de açıkça destekliyor ve her vesile ile halkı Türkiye Cumhuriyeti aleyhinde kışkırtan paylaşımlar yapıyor.

KÜFÜRBAZ KARILAR

Peygamber müjdesiyle buralara kadar gelen İslâm ordusunun fethettiği ve ezan için canını veren Mehmetçiğin Rum vahşetinden kurtardığı Kıbrıs topraklarında İslâm’a, ezana ve mukaddes değerlere karşı kin ve nefret saçan Güzeloğlu’nun Charles Bukowski’den naklen paylaştığı bir söz de aynen şöyle:

“Beş dakika sonra hayatta olacağımızın bir garantisi yok. O yüzden bugüne kadar kırdığın kişileri ara ve bir daha küfür et.”

Güzeloğlu’nu ezan düşmanlığında aratmayan arkadaşı Feyza Orhan da tıpkı Güzeloğlu gibi küfür etmeyi çok seviyor. O da profiline “Bazan insanlara küfür ediyorum. Sakinleşince haklı olduğumu anlayıp bir daha ediyorum” şeklinde bir paylaşım eklemiş.

“ALLAH KERİM” DİYENE BAKIN

Lefke’de ezanı susturma mücadelesinde şimdilik bir zafer kazanmış görünen Feza Güzeloğlu, mücadelesinin bundan sonraki kısmı için “Allah kerim” diyor.

29 Ekim 2015 Perşembe

Siz hangi dinin mensubusunuz?

İslâm’ın en önemli şeâirinden biri olan başörtüsü yasaklanırken hiçbiriniz ortada yoktunuz.

Sakala, sarığa ve İslâm’ı hatırlatan herşeye karşı savaş açıldığında ortada yoktunuz.

İmam Hatip Okulları ve Kur’an kursları kapatılırken sesiniz çıkmıyordu.

Dindar gazeteciler güpegündüz kaçırılıp yetkisiz askerî mahkemelerde sözüm ona yargılanırken hiçbirinizin sesi çıkmıyordu.

Cemaatler, tarikatler ve bunlara bağlı sivil toplum kuruluşları en ağır baskılar altında sindirilmeye çalışılırken de zalimi alkışlamaktan ve onlara içtihad sevabı bağışlamaktan başka birşey yaptığınızı gören olmadı.

Fakat bankanız ve karanlık işler çeviren şirketleriniz gayrımeşru işleri sebebiyle incelemeye alınınca, yalan ve iftira üretim merkezi haline gelmiş gazete ve televizyonlarınıza tamamen yasalara uygun bir şekilde dokunulup da hesap sorulmaya kalkılınca topunuz birden sokağa dökülüyorsunuz.

Anlıyoruz, sizin için İslâmî değerlerin, şeâirin, dinî hak ve hürriyetlerin, hele sizden başka Müslümanların hiçbir değeri yok. Bunların hiçbirini uğrunda mücadeleye değer bulmazsınız, bunlara dokunan olursa da “Eyvallah” der, geçersiniz.

Yeter ki sizin çıkarlarınıza dokunan olmasın.

Hâlâ uyanmayacak mısınız, ey “Cemaat” tabanı!

Bir an için durup da, tepenizdekilerin sizi nasıl bir âkıbete sürüklemekte olduğunu düşünmeyecek misiniz?

O tepedekilere sormayacak mısınız, “Siz hangi dinin mensubusunuz?” diye.

Sorgulamayacak mısınız “Bizi hangi din uğruna savaşa sürüyorsunuz?” diye.

Etrafınıza bakıp da kimlerle ittifak ettiğinizi görmeyecek misiniz?

Kimlerle beraber haşrolunacağınızı düşünüp de titremeyecek misiniz?

27 Ekim 2015 Salı

Zafer dergisinden önemli duyuru

Kırk yıldır ülkemiz gençliğinin iman ve irfanına büyük hizmetlerde bulunan Zafer dergisi, bugünlerde büyük bir mağduriyet yaşıyor.

 

Dergi, bu mağduriyeti, son sayısıyla birlikte ulaşabildiği abonelerine gönderdiği bir mektupla duyurdu.

 

Derginin mektubunda, özellikle internet ortamında ve abone toplama faaliyetlerinde Zafer dergisiyle ilişkili gösterilen Küçük Kâşif adlı dergiyle hiçbir ilişkilerinin bulunmadığı önemle hatırlatıldı.

 

Zafer dergisi, bu durumu, kendi elinde adresleri bulunan abonelerine duyurdu. Ancak, geçtiğimiz Mayıs ayına kadar abone ve dağıtım işlerini yürüttüğü halde sözleşme şartlarını yerine getirmediği bildirilen firmanın elinde bulunan ve dergiye intikal etmeyen adreslere doğrudan bilgilendirilme yapılamadı.

 

Bu arada, “Zafer dergisi kapandı” şeklinde söylentilerin çıkarıldığı ve Zafer okuyucusunun bu suretle başka kaynaklara yönlendirilmek istendiği de mektupta duyuruldu ve böyle söylentilere itibar edilmemesi istendi.

 

Derginin açıklamasında, konuyla ilgili hukukî sürecin başladıldığı da duyuruldu.

 

Açıklamada, derginin gerçek internet adresinin www.zaferdergisi.com.tr olduğu bildirildi ve başka adreslere itibar edilmemesi önemle hatırlatıldı.

 

Derginin son sayısıyla birlikte abonelerine gönderdiği açıklama aynen şöyle:

 

Değerli Okuyucumuz;

Abonesi olduğunuz Zafer Dergimizi göndermekte geciktik, özür diliyoruz.

Haziran’dan bu yana zorlu bir süreçten geçmekteyiz. Durumu kısaca özetleyelim:

Mayıs 2015 tarihine kadar abone ve dağıtım işlerimizi yürüten firma, sözleşme şartlarını yerine getirmedi. Buna okuyucularımızdan gelen şikayet ve mağduriyetler de eklenince; Zafer Dergisi Yönetim Kurulu olarak, bu firmayla olan sözleşmemizi iptal ettik.

Acilen kendi bünyemizde abone servisimizi kurduk.

Yeni elemanlarımızla ulaşabildiğimiz temsilci ve abonelerimizle yeniden iletişime geçtik. Zafer Dergimizi elimizdeki adreslere peyderpey göndermeye çalıştık. Yenilenen İLETİŞİM ve ADRES bilgilerimizden okuyucularımızı haberdar ettik.

•••

Zafer Dergimizi 40 yıl önce çıkarırken yaşadığımız aynı aşkla ve heyecan dolu ruhla yeniden hizmet vermeye başladık.

Sizden, bitecek olan Zafer Dergisi aboneliğinizi devam ettirmenizi rica ediyoruz.

Gerek kendiniz abone olarak, gerekse çevrenizden yeni aboneler yaparak, Zafer Dergimizin bu güzel hizmetinin yürümesine destek olmanızı bekliyoruz..

Bu çağrımızı dikkate alarak, lütfen abone olunuz.

Kalbinizde bir dualık ve bir ricalık yerimiz olduğuna gönülden inanıyoruz.

Yepyeni zaferlerde buluşmak dileğiyle inşaallah…

•••

Önemli Bir Not:

Malesef son zamanlarda Zafer Dergimizin ve gönüllerde makes bulmuş Zafer hizmetimizin isminin kullanılarak veya  ‘Zafer kapandı, artık yayınlanmayacak’  denilerek

çıkar sağlanmaya çalışıldığına üzülerek şahit oluyoruz.

Şunu açıkça belirtiyoruz ki; Zafer Dergisi bünyesinde bir çocuk dergisi yayınımız yoktur. “Küçük Kâşif” dergisiyle herhangi bir ilgimiz ve ilişkimiz bulunmamaktadır.

Bu şekilde ifadelerle okuyucularımızı ve kamuoyunu yanıltarak çıkar sağlayanlara lütfen itibar etmeyiniz.

Okuyucularımızı ve Zafer Dergimizi mağdur edenlere yönelik hukuki sürecin başlatıldığını da belirtmek isteriz.

Geçerli telefon ve iletişim bilgilerimiz aşağıdaki gibidir.

Zafer Dergisi’ni seven ve takip eden tüm dostlarımıza duyuruyoruz.

Zafer Dergisi Yönetim Kurulu

GEÇERLİ İLETİŞİM BİLGİLERİMİZ:

0 264 279 80 81 / 0 549 674 75 01-02

Adresimiz: Papuççular mah. Çıracılar cd. No: 7 Kat: 2 Adapazarı, Sakarya, Türkiye

zaferabone@gmail.com

(Hesap numaraları güncellenmiştir. Yukarıdaki iletişim adreslerinden geçerli hesap nolarına ulaşabilirsiniz)

16 Ekim 2015 Cuma

Özel ikramlı 100'üncü Kur'an Buluşması

Kur’an Buluşmalarının 100’üncüsü yarın sabah (17 Ekim Cumartesi) özel ikramlı olarak gerçekleşiyor.

Bakara Sûresinin 243-245’inci âyetlerinin sunumlu olarak ele alınacağı toplantının öncesindeki kahvaltı menüsünde, bu hafta katılımcılara iş adamı Süleyman Sezgin’in özel ikramı kelle paça sunulacak.

UTESAV organizasyonuyla Cumartesi günleri MÜSİAD’ın Sütlüce’deki genel merkezinde cereyan eden Kur’an Buluşmaları sabah 7’de kahvaltıyla başlıyor, 7:30-9:00 arasında ise konumuz olan âyetler sunumlu olarak ele alınıyor.

MÜSİAD üyesi olan-olmayan, bay-bayan herkese açık olarak cereyan eden Kur’an Buluşmaları ile ilgili bilgi almak isteyenler için irtibat no:

212 – 222 01 73 / Özer Balkız

4 Eylül 2015 Cuma

Hayatımıza inen âyetler

Kur’ân Buluşmalarında yeni dönem 5 Eylül sabahı özel bir oturumla başlıyor.

UTESAV organizasyonuyla gerçekleştirilen ve üçüncü yılını doldurmak üzere olan Kur’ân Buluşmalarının yeni dönemdeki ilk dersi, özel bir gündemle 5 Eylül Cumartesi günü 7:00-09:30 arasında gerçekleşecek. Açılışa, konuya ilgi duyan herkes aileleriyle birlikte davetli.

MÜSİAD’ın Haliç Sütlüce’deki genel merkezinde 7:00’de arasında verilecek kahvaltıdan sonra saat başlayacak olan Kur’ân Buluşması, sunumlu olarak devam edecek. Bu oturumda, Kur’ân’ı okuma, anlama ve yaşama konusunda ana ilkeler üzerinde durulacak.

Daha sonraki haftalarda ise Kur’ân Buluşmaları mutad olduğu üzere Cumartesi sabahları 7:00-9:00 arasında devam edecek.

Yeni dönemin ilk buluşması münasebetiyle, UTESAV Mütevelli Heyet Başkanı İsrafil Kuralay şu açıklamayı yaptı:

“2013 yılının Ocak ayında başladığımız Kur’an Buluşmaları’nı  94 hafta beraber sürdürdük. Bu programlarda her hafta birkaç ayeti kerimeyi içinde geçen kavramlar çerçevesinde yine Kur’an ve Sünnet ışığı altında anlamaya çalıştık. Bakara Suresi’nin 225. ayetine kadar geldik. Bu çalışmaları Kur’an Buluşmaları adlı seri kitaplarda toplamaya başladık. Şu ana kadar 3 kitap bastık. Dördüncüsü yolda…

“Her Cumartesi 07:00-09:00 saatleri arasında Ümit Şimşek Hocamızın titiz çalışması sonucu verdiği derslerden çok şey öğrendik.  Hocamıza çok teşekkür ediyoruz.

“Bu yıl da derslere genel bir hatırlatma yaparak başlamak istiyoruz.

“HAYATIMIZA İNEN AYETLER ‘in toplandığı Kur’an-ı Kerim’i tanımaya yönelik bir programla başlangıç yapalım istiyoruz.  “Kur’an’ı nasıl okumalıyız, nasıl anlamalıyız? Kur’an da geçen kavramlar neler? Kuran’dan nasıl hüküm çıkarılır?” gibi soruların cevaplarını bulacağımız dönemin bu ilk programında bir hafıza tazelemesi yapacağız.

“Derslerimiz bu güne kadar herkese açık oldu. Bundan sonra da gelen herkese açık olacak. Cumartesi günü saat 07:00’de uykuya yenilmeyen herkesi bekliyoruz. Biz bu derslerde;

“Toplumun her kesiminden Kur’ân talebeleriyle birlikte işte bunu yapmaya çalışıyoruz.

“Âyetlerden hüküm çıkarmak uzmanlık ister. Fakat öğüt almak ve bu öğütleri hayatımıza yansıtmak, hepimizin yapabileceği bir iştir.

“Kur’ân ve Sünnet’in ışığında bu âyetlerden çıkarılmış ve çıkarılabilecek dersleri önümüze koyuyoruz.

“Sonra da, bu derslerle donanmış bir şekilde, işimizin başına dönüyoruz.

“Her seferinde yenilenmiş bir anlayış ve tazelenmiş bir azimle, Kur’ân’ı ve Sünnet’i yaşamaya çalışıyoruz.

“Her hafta iki saatliğine bu yolculuğumuzda bize katılmak isteyen herkese kapımız açık.”

Hinenayetler

AHLÂKSIZ MÜCADELE

Cemaat medyası 28 Şubat döneminde çok farklı bir dil kullanıyordu.

Başörtüsü yasağına karşı haklarını arayan öğrencilere polisin uyguladığı şiddeti, televizyonlarında “Öğrencilerin taşkınlıkları, saatlerdir büyük bir sabırla görevini yapmakta olan polisin sabrını taşırdı” şeklinde, dalkavukça ifadelerle yayınlıyorlardı.

Zaten başörtüsü teferruattan ilân edilip bir kenara atılmış, bir hak mücadelesine konu olma şansını baştan kaybetmişti onların nazarında. Hocaları, Müslümanların en temel haklarını ortadan kaldırmak için girişilen çabaları “içtihad” olarak nitelemiş, “İsabet ederse iki, hatâ ederse bir sevap” bağışlayıvermişti peşin peşin.

Polis de gözaltına aldığı gençlere “Sen Fethullah Hocadan daha mı iyi biliyorsun?” diyerek işkence yapıyordu.

Zalimin dalkavuğu şimdi de Müslüman taklidi yapıyor ve “28 Şubat sürecinde despotların ‘irtica ile mücadele’ adı altında okul kapılarında yaptığı zulümler”den bahsediyor.

Ama o despotları kim alkışlıyordu, o zulümlerin fetvası kimden alınmıştı, onlara zulümleri için içtihad sevabı bağışlayan kimdi, bundan bahsetmiyor.

Şimdi onların başka bir telâşı var. Yasa ve ahlâk dışı faaliyetlerin her türlüsüne bulaşmış örgütleri köşeye sıkıştı. Deliller birbiri ardınca açığa çıkıyor. İtirafçılar peş peşe örgütün suçlarını ortaya döküyor. Çeşitli paravanlar ardında faaliyet gösteren suç yuvaları birer birer basılıyor.

Örgüt medyasına da, vaktiyle içleri yağ bağlayarak seyrettikleri zulümleri hatırlatıp bugünün ehl-i iman yöneticilerini o günün zalimlerine benzeterek mazlum Müslümanların sempatisini kazanmaya çalışmak gibi eblehçesine bir çaba düşüyor.

Ve bu eblehçesine çabalar, yakın tarihin hatıralarını canlandırıyor ve zihinlerde şöyle bir sualin belirmesine yol açıyor:

O gün o zulümler işlenirken, zalimlerin ayakları dibinden Müslümanlara hırlayanlar acaba kimlerdi?

***

Konuyla ilgili diğer haberimiz:

Münafıklara şapka çıkartan sahte kahramanlar

 

29 Ağustos 2015 Cumartesi

Kürt var, azınlık yok

Cumhuriyetin ilk yıllarında din yerine ırkçılığı yerleştirmeye çalışan bir politikanın uygulanmasıyla Doğu Anadolu vilâyetlerinin ve Kürtlerin uzun yıllar boyunca birtakım haksızlıklara ve mahrumiyetlere maruz kaldıkları bir gerçektir.

Fakat bu durumu “Kürt azınlığın sorunları” şeklinde tanımlayıp bunun üzerine bir hak mücadelesi bina etmek, aynı hatâyı diğer yönde tekrarlamaktan başka bir anlam taşımaz.

Kürtler ile Türkler birbirine nisbetle azınlık ve çoğunluk değildirler; onlar bir milletin evlâtlarıdır. Zira aralarında din ve vatan birliği vardır; büyük bir kısmıyla da ayrıca dil birliği mevcuttur.

Bediüzzaman’ın işaret ettiği gibi, ırkçılıkta en müfrit olanlar bile din ve dil birliğini millet birliği için kâfi görmüşlerdir. Ve yine Bediüzzaman’ın formülleştirdiği gibi, “İslâmiyet milleti her şeye kâfidir. Din, dil bir ise, millet de birdir. Din bir ise, yine millet birdir.”

Onun içindir ki, bu memlekette Rum azınlıktan, Musevî azınlıktan, Ermeni azınlıktan söz edilebilir; çünkü onlarla aramızda vatan birliği olsa da din birliği yoktur. Fakat Kürt, Laz, Arnavut gibi azınlıklardan söz etmeyi aklı başında hiçbir Müslüman Kürt veya Türk yahut Laz veya Arnavut düşünmez. Zaten bu unsurların hepsi din ve vatan potasında birleştiği gibi, aile yapıları itibarıyla da birbiriyle iyice karışmış ve kaynaşmışlardır. Hangi Türk veya Kürt aile, birbirinden kız alıp verirken yekdiğerine Rum veya Ermeni gibi azınlık-çoğunluk gözüyle bakar?

Üstelik Cumhurbaşkanlığına varıncaya kadar bu memleketin bütün yönetim kademelerinde Türkler gibi Kürtler ve Lazlar da görev almışlar; ancak bu görevlere onlardan hiçbirisi azınlık temsilcisi olarak gelmediği gibi, onların yönetime gelmesi karşısında da hiç kimsenin aklından “Azınlığın idaresi altına girdik” şeklinde bir düşünce geçmemiştir.

Kürtlerin mağduriyetini bir azınlık problemi olarak görüp göstermenin, kökü dışarıda olan birtakım bölücü mihraklara ait bir tuzaktan başka birşey olmadığını bugün herkes açıkça görüyor. Buna rağmen bazılarının hâlâ şu “azınlık-çoğunluk” sakızını çiğnemekte ısrar etmesi, eğer kasıtlı değilse gafilâne bir şekilde ecnebi emellerine hizmet etmekten başka hiçbir anlam taşımayacaktır. Eğer bir ülkeyi parçalamak istiyorsanız, bu iş için o ülke insanlarını birbirine nisbetle azınlık-çoğunluk durumuna düşürmekten daha kestirme bir yol bulabilir misiniz?

Aklı ve vicdanı olanlar, ağızlarına bu kelimeleri almadan önce bu soruya cevap arasın.

27 Ağustos 2015 Perşembe

"Atatürk" küfür etti, olanlar oldu

Tekirdağ’da Atatürk’ün geliş yıldönümü dolayısıyla yapılan törenlerde Atatürk’ü temsil eden tiyatrocu, tepki çeken küfürlü sözleri Atatürk sıfatıyla değil, oyuncu olarak söylediğini ve denize karşı sarf ettiğini açıkladı.

Mustafa Kemal’in Tekirdağ’a gelişinin 87. yıldönümü sebebiyle yapılan törende Atatürk’ü temsil eden Gökhan Akyüz,  “Erkekleri s…. edin, kadınları huzuruma getirin, ben tek tek yerleştiririm” demiş ve bu sözler medyaya yansımıştı.

Uğradığı tepkiler karşısında Facebook’taki profilinde bir açıklama yapan Akyüz, bu sözleri Mustafa Kemal’i temsilen söylemediğini belirtti. Akyüz, ayrıca bu sözlerin muhatabı olarak da Tekirdağ’ı değil, denizi gösterdi.

Gökhan Akyüz, konuyla ilgili açıklamasında şöyle dedi:

“O gün 09:30 sularında da başlayacak törene dakikalar kalmışken, iskelede prova almaktaydık. Ben o sırada Mustafa Kemal’i temsilen değil, Gökhan Akyüz olarak oyuncu arkadaşlarımın heyecanını dindirmek adına geçmişte yaşanmış bir olayı anlatıyordum. Tören sırasında, sonraki tiyatro oyununda ve film çekimleri aşamasında metinde yer almayan bu mevzu art niyetli bir gazeteci tarafından makaslanarak yayınlanmıştır.

“Sadece 30 saniyelik bir görüntü üzerine Tekirdağ Büyükşehir Belediyesinin düzenlemiş olduğu o anlamlı ve büyük törene gölge düşürülmeye çalışılması utanç vericidir.

“O görüntülerde anlaşılacağı üzerine biz ekip olarak Tekirdağ’a doğru değil, denize doğru yürümekteydik. Ben o cümleyi Tekirdağ’a değil, denize doğru sarf etmiş bulunmaktayım. Kaldı ki ben, Tekirdağ halkına Cumhuriyetçi, Atatürkçü, demokrat yapısından dolayı büyük saygı duymaktayım. O halka; kadınlarına, erkeklerine o cümleleri sarf etmek haddim değildir.

“Bu uğurda, hem o güzel insanlara hem de Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi’ne, hiç de kast etmediğim halde, mahcubiyetlerimi bildirir, özürlerimi sunarım.”

23 Ağustos 2015 Pazar

Yine bayram eziyeti

Bugün yine bütün bir gün boyunca şehrin en işlek yolları trafiğe kapalı tutuluyor. Gerekçe:

30 Ağustos törenlerinin provası.

Bir hafta sonra aynı yollar bir daha kapanacak.

Sonra İstanbul’un kurtuluş günü gelecek. Yollar yine kapanacak.

Sonra Cumhuriyet Bayramı gelecek. Sadece bayram için değil, provalar için de ayrıca yollar bir daha kapanacak.

Bayramlara ve kurtuluş günlerine birşey dediğimiz yok; uygun şekilde, israfa kaçmadan, “görmemişlik” izlenimi vermeden, bu günler yine kutlanmalı ve o günlere anlamını veren değerler hatırlanmalıdır.

Fakat bunu milyonlarca kişiye eziyet verecek bir şekle dönüştürmenin bu değerlere hizmet ettiğini düşünmek kadar abes birşey tasavvur olunamaz.

İşte, yarım asırdan fazla zamandır devam eden bu eziyet geleneğinin karşılığını, Kader başka bir şekilde bize ödetiyor:

Bayram diye, tören diye vatandaşının yolunu kesen devletin başına, devletin yollarını kesen eşkıya çetelerini musallat ediyor.

Eşkıya çeteleri ve onların her kılıktaki destekçileri mutlaka hüsrana uğrayacaklar; bundan şüphemiz yok. Fakat onlarla olan mücadelenin daha kolay ve kesin bir şekilde sonuca ulaşması için, önce Kadere bu fetvayı verdiren sebepleri bertaraf etmek gerekmez mi?

19 Ağustos 2015 Çarşamba

Hangisi daha Müslümanca?

Ünlü Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun bir Arap kızına karşı Kur’ân’ı savunan ifadeleri, internette büyük ilgi gördü.

Facebook’taki hesabında “Dünyayı Değiştiren Kitaplar” sergisine atıfta bulunarak Kur’ân-ı Kerim’in bir resmini koyan Paulo Coelho’ya, Hiba B Dakkak adlı bir takipçisi, “Gerçekten! Bu kitap şiddet ve cinayet kaynağı” şeklinde bir yorum yaptı.

Coelho ise bu yoruma şu satırlarla cevap verdi:

 “Ben Hıristiyanım. Biz asırlarca dinimizi kılıç zoruyla dayatmaya çalıştık – sözlükten “Haçlı Seferleri” maddesine bakınız. Biz cadı diyerek kadınları öldürdük, Galile vak’asında olduğu gibi bilimi durdurmaya çalıştık. Dini suçlamak yerine, insanların onu nasıl manipüle ettiğine bakmalı.”

Daha sonra, Martina Sulova adlı bir Hıristiyan kadın da ünlü yazarın paylaşımına şu yorumu ekledi:

“Ben de bir Hıristiyanım ve bununla övünüyorum; ama Müslüman kültürünü anlamak için Kur’ân’ı okumaktan da hoşlanıyorum. Bence, ihtilâflara düşmemek için herkesin buna ihtiyacı var.”

Paulo Coelho’nun 8 Ağustos tarihli paylaşımı, bu satırların yazıldığı sırada 38 bin kişi tarafından beğenilmiş ve 4 binden fazla kişi tarafından paylaşılmış bulunuyordu.

***

Hıristiyan yazar Paulo Coelho’nun Kur’ân’ı savunan ve Haçlı seferlerini örnek vererek Hıristiyanların şiddet uygulamalarına atıfta bulunan sözleri, Fethullah Gülen’in Papa’ya yazdığı mektupta Müslümanları suçlayan ifadelerini acı bir tebessümle hatırlattı.

1998 yılında Papa tarafından kabul edilirken sunduğu mektubunda Gülen “İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve en çok suçlanacak olan Müslümanlardır” ifadesini kullanmıştı.

***

Paulo Coelho’nun Facebook paylaşımı:

https://www.facebook.com/paulocoelho/posts/10153489660106211:0

***

Fethullah Gülen’in Papa’ya Müslümanları şikâyet eden ifadeleri:

http://www.yazarumitsimsek.com/diyalog-dedigin-iste-boyle-olurmus/

***

PC1 PC2

PC2

 

10 Ağustos 2015 Pazartesi

Cennet Bahçesinde bir dut ağacı

Cennet bahçesinde bir dut ağacı

Sıddık Süleyman’ın “Cennet Bahçesi” nice misafirler ağırladı bugüne kadar.

Cennet bahçesinde bir dut ağacı

Her mevsim ve her gün burası Risale-i Nur’un talebesi olan mütefekkir yolcularla dolup taşıyor.

Cennet bahçesinde bir dut ağacı

Nice insanlar hergün Cennet lezzetlerini hatırlatan doyumsuz hazlar soluyor burada.

Cennet bahçesinde bir dut ağacı

Onlar bu bahçenin misafirleri.

Cennet bahçesinde bir dut ağacı

Ama bu ünlü bahçenin bir de sakinleri var.

Cennet bahçesinde bir dut ağacı

Onlar yıllardır buradalar. Gece gündüz, yaz kış demeden Yer ve Gökler Rabbinin medh ü senâsını okuyorlar.

Cennet bahçesinde bir dut ağacı

İşte onlardan biri de bu bahtiyar dut ağacı.

Cennet bahçesinde bir dut ağacı

Bizim ziyaretimiz sırasında meyveleri olgunlaşmaya başlamıştı.

Cennet bahçesinde bir dut ağacı

Yaprakları bir güzellikle, meyveleri bir başka güzellikle anlatıyordu onu yeryüzünün kıt’alarından birinde, Barla ağzının dağ dilinin bir kelimesi olan şu güzel bahçede gece gündüz binlerce diliyle konuşan bir tesbihhan yapanı…

Cennet bahçesinde bir dut ağacı

Biz de diğer ziyaretçiler gibi gelip geçtik oradan.

Dut ağacı ise ev sahiplerinden biri olarak bizi ağırladı ve uğurladı.

Cennet bahçesinde bir dut ağacı

Henüz olgunlaşmakta iken objektifimize poz veren meyveleri, şu anda Allah’ın hangi mü’min kulunun bedeninde zikir ve tesbihatına devam ediyor; orasını bilemiyoruz.

Ağacın kendisi ise, kutlu bir bahçenin ev sahiplerinden biri olarak, yeni ziyaretçileri ağırlamaya ve Rabbinin kendisine taktığı nişanları onların gözleri önünde sergilemeye devam ediyor.

— Yazı ve fotoğraflar: Ümit Şimşek

Cennet bahçesinde bir dut ağacı

Sıddık Süleyman’ın “Cennet Bahçesi” nice misafirler ağırladı bugüne kadar.

Her mevsim ve her gün burası Risale-i Nur’un talebesi olan mütefekkir yolcularla dolup taşıyor.

Nice insanlar hergün Cennet lezzetlerini hatırlatan doyumsuz hazlar soluyor burada.

Onlar bu bahçenin misafirleri.

Ama bu ünlü bahçenin bir de sakinleri var.

Onlar yıllardır buradalar. Gece gündüz, yaz kış demeden Yer ve Gökler Rabbinin medh ü senâsını okuyorlar.

İşte onlardan biri de bu bahtiyar dut ağacı.

Bizim ziyaretimiz sırasında meyveleri olgunlaşmaya başlamıştı.

Yaprakları bir güzellikle, meyveleri bir başka güzellikle anlatıyordu onu yeryüzünün kıt’alarından birinde, Barla ağzının dağ dilinin bir kelimesi olan şu güzel bahçede gece gündüz binlerce diliyle konuşan bir tesbihhan yapanı…

Biz de diğer ziyaretçiler gibi gelip geçtik oradan.

Dut ağacı ise ev sahiplerinden biri olarak bizi ağırladı ve uğurladı.

Henüz olgunlaşmakta iken objektifimize poz veren meyveleri, şu anda Allah’ın hangi mü’min kulunun bedeninde zikir ve tesbihatına devam ediyor; orasını bilemiyoruz.

Ağacın kendisi ise, kutlu bir bahçenin ev sahiplerinden biri olarak, yeni ziyaretçileri ağırlamaya ve Rabbinin kendisine taktığı nişanları onların gözleri önünde sergilemeye devam ediyor.

— Yazı ve fotoğraflar: Ümit Şimşek

 

2 Ağustos 2015 Pazar

Göklerin tacı nurdan yapılır

Gökkuşağı

Bulutlar ağırdı, yüklüydü.

 

 

Gökkuşağı

Nokta hedeflere boşalttılar yüklerinden bir kısmını.

 

Gökkuşağı

Isparta’nın bir orası, bir burası seller gibi yağan yağmurdan nasibini aldı.

Gökkuşağı

Birkaç dakika, göklerdeki tonlarca suyun yerlerde sel halinde akması için kâfi idi.

Gökkuşağı

Yağmur sonrasında, havadaki su damlacıkları görevi devraldı.

Gökkuşağı

İkindi güneşi damlacıkların bir ucundan kırılarak girdi, diğer tarafından bir daha kırılarak çıktı.

 

Gökkuşağı

Su damlacıkları, gün ışığının içinde ne varsa ortaya çıkardı.

Gökkuşağı

Seyredenler, başlarının üzerinde, biraz ileride, güneşin karşı yönünde gökyüzünün taçlandığını gördüler.

Gökkuşağı

Dış tarafı kırmızı, iç tarafı mor renkte, güneşin yedi rengini sergileyen bir taçtı bu.

Gökkuşağı

Biraz yukarısında da onun bir başka yansıması belli belirsiz seçiliyordu. Onda ise kırmızı içeride, mor dışarıda görünüyordu.

Gökkuşağı

Belli bir uzaklıkta imiş gibi görünüyordu gökkuşağı. Ama o hiçbir yerde değildi.

Gökkuşağı

Aslında “gökkuşağı” diye bir varlık da yoktu.

Gökkuşağı

Sadece bir tecellî, bir yansıma, bir görüntü vardı gökyüzünde.

Gökkuşağı

Bakanlar, gün ışığını harikulâde bir renk demeti halinde görüyordu.

Gökkuşağı

Gökkuşağı, semânın bir tarafında belirdi, sonra diğer tarafına doğru harekete geçti.

Gökkuşağı

Devrini tamamladıktan sonra da sahneyi bulutlara terk etti.

Gökkuşağı

Bir süre önce yüklerini boşalttıkları yerde şimdi bir gösteriye başlamıştı bulutlar.

Gökkuşağı

Şekilden şekle girerek, kendilerini kulların imdadına göndereni anlattılar dakikalar boyunca.

Gökkuşağı

Dakikalar tükendi, zaman değişti, gün akşam oldu.

Gökkuşağı

Geriye bulutlardan ve su damlacıklarından bu hatıralar kaldı.

Gökkuşağı

Mekân: (1) Isparta, Sidre tepesi, (2) Ahmet Uyar kardeşimizin balkonu.

Gökkuşağı

Yazı ve fotoğraflar: Ümit Şimşek

Gökkuşağı

Bulutlar ağırdı, yüklüydü.

Nokta hedeflere boşalttılar yüklerinden bir kısmını.

Isparta’nın bir orası, bir burası seller gibi yağan yağmurdan nasibini aldı.

Birkaç dakika, göklerdeki tonlarca suyun yerlerde sel halinde akması için kâfi idi.

Yağmur sonrasında, havadaki su damlacıkları görevi devraldı.

İkindi güneşi damlacıkların bir ucundan kırılarak girdi, diğer tarafından bir daha kırılarak çıktı.

Su damlacıkları, gün ışığının içinde ne varsa ortaya çıkardı.

Seyredenler, başlarının üzerinde, biraz ileride, güneşin karşı yönünde gökyüzünün taçlandığını gördüler.

Dış tarafı kırmızı, iç tarafı mor renkte, güneşin yedi rengini sergileyen bir taçtı bu.

Biraz yukarısında da onun bir başka yansıması belli belirsiz seçiliyordu. Onda ise kırmızı içeride, mor dışarıda görünüyordu.

Belli bir uzaklıkta imiş gibi görünüyordu gökkuşağı. Ama o hiçbir yerde değildi.

Aslında “gökkuşağı” diye bir varlık da yoktu.

Sadece bir tecellî, bir yansıma, bir görüntü vardı gökyüzünde.

Bakanlar, gün ışığını harikulâde bir renk demeti halinde görüyordu.

Gökkuşağı, semânın bir tarafında belirdi, sonra diğer tarafına doğru harekete geçti.

Devrini tamamladıktan sonra da sahneyi bulutlara terk etti.

Bir süre önce yüklerini boşalttıkları yerde şimdi bir gösteriye başlamıştı bulutlar.

Şekilden şekle girerek, kendilerini kulların imdadına göndereni anlattılar dakikalar boyunca.

Dakikalar tükendi, zaman değişti, gün akşam oldu.

Geriye bulutlardan ve su damlacıklarından bu hatıralar kaldı.

***

Mekân: (1) Isparta, Sidre tepesi, (2) Ahmet Uyar kardeşimizin balkonu.

Yazı ve fotoğraflar: Ümit Şimşek