29 Aralık 2017 Cuma
27 Aralık 2017 Çarşamba
Hesapları yaklaştı; ama insanlar hâlâ gaflette, aldırmıyorlar.Enbiyâ Sûresi, 21:1
26 Aralık 2017 Salı
21 Aralık 2017 Perşembe
19 Aralık 2017 Salı
18 Aralık 2017 Pazartesi
PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN
Günün acı gerçeği
Geçtiğimiz günlerde bir grup müslüman ile ümmet olma bilinci üzerine sohbet edip dertleştik. Mevcut dini yapıların, istemeden de olsa gözle görülür bir farklılaşma, birbirleriyle ilişkilerinde derinden derine bir kopma yaşadıklarını dostça tespit ettik. Oysa bu yapıların önderleri dışında müştereklerinin ve mukaddeslerinin büyük ölçüde aynı olduğunu, aralarında sadece uygulama ve söylem yönünden farklılıklar bulunduğunu, bunun da normal kabul edilebileceğini paylaştık. Ne var ki, bu tabiiliğe rağmen birbirleriyle ilişkilerinde tam bir rekabet ve dolayısıyla da kopuş tavrını yansıtan davranışlar görüldüğünü üzülerek kaydettik.
Ümmetin birliğini ve bütünlüğünü pekiştirmesi beklenen söz konusu dini cemaat ve yapıların garip bir şekilde ayrılık sebebi niteliğine kaydıkları gerçeğini daha fazla vakit kaybetmeden yine kendilerinin olumlu yönde değiştirmeleri gereğini vurguladık, temenni ettik.
Sohbet boyunca, soğukkanlı ve hakaretten uzak değerlendirmeler yaptıkça, katılanların birer ümmet bireyi olarak mensubiyetleri ne olursa olsun, sesli özeleştiri yapmanın verdiği vicdani rahatlama ve sorumluluklarını tüm boyutlarıyla (cihad-ı ekber) “büyük cihad“[1] bilinci içinde hissettiklerine ve bunu biraz farklı ifadelerle de olsa dile getirdiklerine tanıklık ettik. Netice olarak da değişik isimlerle kendilerini farklı grupların içinde ellerindekilerle yetinmekle avunduklarını, halbuki öteki grup mensuplarıyla zaman zaman bir araya gelip dostça görüş alış-verişinde bulunmalarına -ümmet bilinci adına- büyük ihtiyaç olduğu itirafını paylaştık. Giderek bireyselleşen beşeri ilişkilerin verdiği rahatsızlıkları, gruplar seviyesinde de yaşamanın büyük bir sosyal çöküşü hazırladığını, “bir ve beraber sanılanların kalbî ve duygusal farklılıklarını“[2] yaygınlaştırdığını ne yazık ki kabullenmek zorunda kaldık.
Günün birincil görevi
Bu duruma elbette çare aramak ve çözüm bulmak için çalışmanın, samimiyetle gayret göstermenin, müslüman gruplar arası diyaloglar, birliktelikler gerçekleştirmenin, günümüzün birincil görevi olduğu ortadadır. Farklı grup isimleriyle anılan din kardeşlerimizden kopup uzaklaşarak değil, -ümmet bilincinin tabii gereği- safları sıkı tutup birliktelik fırsatlarını yoksa icad etmek; varsa, artırmak suretiyle “günün birincil görevi”ne sahip çıkılabilir. Bu konuda ilk hareketi başkalarından beklemek, bu hayırlı işte gönülsüzlük anlamına gelir. Konuya ait teşebbüs yarışmasına öncülük yapmak ve tanıklık etmek ise büyük bir bahtiyarlıktır.
Birliktelik fırsatlarının artırılması hizmeti, ocak gayreti ile hareket etme eğiliminde olan grupları ve daha ötede ümmet fertlerini dikkate alarak, cemaat önderleri tarafından başlatılıp kolaylaştırılmalıdır. Bu da önderlere düşen günün birincil görevi durumunda gözükmektedir.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in, “benim ve ashabımın yolu üzere olanlar” diye çerçevesini çizdiği Kitap-Sünnet bağlıları topluluğu (“cemaat”) içinde kalabilmek ancak bu yolla mümkün olacaktır. Aksi ise, korkarız, Âkif merhumun şu mısralarını paylaşmak anlamına gelecektir:
“Şu vahdet târumâr olsun” deyip saldırma İslâm’a
Uzaklaşsan da imandan, cema’atten uzaklaşma.
İşit, bir hükm-i kat’î var ki istînafa yok meydan:
“Cemaattan uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allah’tan!”
…….
Nasıl yekpâre milletler var etrafında bir seyret,
Nasıl tevhîd-i âheng eyliyorlar, ibret al, ibret! [3]
Ümmet’in birliğine hizmet etmeyen eğilimler, gayretler, gruplar ve yapılar iddiaları ne olursa olsun, böylesine acı bir sonucun paylaşanları olup “ibret al” ihtarının muhatabıdırlar. Oysa tam anlamıyla “mezleka-i akdam/ayakların kayacağı yer” demek olan cemaatten uzak kalmak, “ümmet olma bilinci“nin bütünleştiriciliğinden mahrum olmaktır. Oysa gurup liderlerinin önce bilinç sonra tavır birlikteliğine öncülük ve önderlik etmenin yollarını arayıp bulmaları ve bağlılarına ısrar ve öncelikle bunu telkin etmeleri, hep birlikte “mü’minlerin yolu“nu[4] tutmuş olmak için olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Atalarımız ne güzel söylemişlerdir: “Sürüden ayrılanı kurt kapar.”
Hablullâhi’l-metîn
“Allah’ın ipine (kitabına) hep birlikte sımsıkı sarılın, ayrışıp fırkalaşmayın“[5] âyetinin devamında, Müslümanların geçmişteki parçalanmışlıkları/iç düşmanlıkları, Allah Taala’nın, kalblerini birleştirmesi sonucunda önlenmiş olduğu hatırlatılmaktadır. Daha sonra da söz konusu birlikteliğin, cemaat ruhu ve uygulamasının devamını sağlamak ve sürdürebilmek bakımından “Aranızdan hayra çağıran, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran bir topluluk/kadro bulunsun“[6] diye yol gösterilmektedir.
Ayrıca ve özel olarak, “kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra ihtilafa/anlaşmazlığa düşüp birbirleriyle çekişen/didişen kimseler gibi olmayın. Onlar için büyük bir azap vardır“[7] uyarısında bulunulmaktadır. Daha sonraki âyetler de ise, ümmet-i Muhammed ve ehl-i kitabın topluluk/ümmet olarak nitelikleri ve yapıp ettiklerine dikkat çekilmekte, -aralarında farklı kesimlerin bulunmasına rağmen- ehl-i kitabın iman etmiş olmaları halinde kendileri için hayırlı olacağı[8] vurgu- lanmaktadır. “İnsanların iyiliği için yeryüzüne çıkarılmış hayırlı ümmet Müslümanlar”ın[9] ehl-i kitaba örnek gösterilmesi, ümmet-i Muhmmed’in varlığına, yapısına ve niteliklerine uygun davranmak konusunda her dönemde müslüman bireylere ve özellikle de Müslüman grup ve cemaatlere sorumluluklarınının ciddiyetini ihtar anlamına gelmektedir.
Bütün bu gerçekler, Ümmet’in ayrılarak küçük küçük parçalara bölünerek değil, ümmet kelimesinin çizdiği çerçevede mümkün olduğunca birleşerek ve bir araya gelerek bir anlam ifade edebileceğini ve işte o zaman “يدالله مع الجماعة Allah’ın yardım ve kudretinin cemaatle birlikte“[10] olduğunu büyük bir mutluluk olarak hayata geçirebileceğini hatırlatmaktadır.
Cemaat kelimesinden herkesin kendi mensup olduğu gurubu, ocağı değil, öncelikle ümmet yapısını, ehl-i sünnet ve’l-cemaat/Kitap ve sünnet çizgisini takip eden mü’minler topluluğunu anlaması lazım geldiği unutulmamalıdır. Çünkü ehl-i sünnet ve’l-cemaat, gruplardan bir grup, cemaatlerden bir cemaat değil, İslam ümmetinin ana gövdesini oluşturan yapıdır.
Ne yazık ki son zamanlarda ehl-i sünnet ve’l-cemaat adına, gereksiz ve asılsız beyanlar, pazarlamalar ve ticaret amaçlı reklamlar ulu-orta yapılmakta ve böylece kendi bindiği dalı kesme gaflet ve basiretsizliklerine şahit olunmaktadır. Ümmet-i Muhammed’in yapısal varlık ve nezaketi, hem sonucu parçalanmaya giden gruplaşmalardan hem de ehl-i sünnet ve’l-cemaati savunma görünümlü polemikten öte bir ciddiyet taşımayan kasıtlı-kasıtsız beyan ve çağrılardan -ne yazık ki- zarar görmektedir.
O halde dindar bireylerin, dini gurup ve yapıların ümmet-i Muhammed için ne ifade ettiklerini ve ne yaptıklarını, büyük bir soğukkanlılık ve derin bir içtenlikle sürekli gözden geçirmeleri gerekmektedir. Bu da tasavvuf ehlinin kemal yolu olarak çokça dile getirdiği murâkabe ve muhâsebenin ümmet düzeyine ulaşması ve ümmet bilincine dönüşmesi demek olacaktır.
Altınoluk, Aralık 2017
[1] “..Reca’nâ ile’l-cihadi’l-ekber” beyanına göndermedir.
[2] el-Haşr ( 59 ), 14
[3] Safahat, “Alınlar terlemeli”, s. 414
[4] en-Nisa (4), 115
[5] Al-i imran (3),103
[6] Al-i İmran (3), 104
[7] Al-i İmran (3), 105
[8] Al-i İmran (3), 110
[9] Al-i İmran (3), 110
[10] Tirmizi, Fiten 7; Nesâî, Tahrîm 6
17 Aralık 2017 Pazar
Ehl-i Kitap kaynaklı tehlikelere karşı bizi tekrar tekrar uyaran Kur’ân-ı Kerim, onların içinde imanlı ve dürüst kimselerin bulunduğunu da hatırlatmadan geçmiyor.
Kur’an Buluşmalarının 177’nci bölümünde okuduğumuz âyetler de bu yönde hatırlatmalar içeriyordu.
Kur’ân-ı Kerim, gerek Yahudilerden, gerekse Hıristiyanlardan iman eden ve sadece iman etmekle de kalmayıp iyiliği yaymak ve kötülükten sakındırmak için gayret harcayan ve hayır işlemek için birbiriyle yarışan kimselerin de bulunduğunu bildiriyor ve onların işleyeceği hiçbir iyiliğin karşılıksız kalmayacağını taahhüt ediyordu.
Tabii, bundan bizim de çıkaracağımız dersler vardı:
Biz de en kötü bir topluluğun içinde bile iyi insanların bulunabileceğini dikkate almalı, kimseyi başka birinin işlediği kötülük sebebiyle suçlamamalı ve adaletten hiçbir zaman ayrılmamalıydık.
Ayrıca, “Ehl-i Kitap” deyiminin geniş mânâsıyla ilim ehlini de içine aldığını düşündüğümüzde, bilim adamları içinde hakkı ayakta tutan, Allah’a ve âhiret gününe inanan, iyiliği teşvik edip kötülükten sakındıran ve iyilikte yarışan kimselerin her zaman bulunabileceğini hesaba katmalıydık.
Bu arada, âyette geçen “ümmet-i kaime” deyimi üzerinde de durduk ve böyle bir topluluğun âyette sayılan niteliklerini inceledik.
UTESAV organizasyonuyla MÜSİAD’ın Sütlüce’deki genel merkezinde gerçekleşen Kur’an Buluşmaları, Cumartesi sabahları 7:00’de kılınan sabah namazı ve onu takiben ikram edilen simit-peynir-çaydan mürekkep bir kahvaltı ikramıyla başlıyor ve 7:30-9:00 arasında sunumlu olarak cereyan ediyor.
Kur’an Buluşmalarında hanımlar için de yer ayrılmış bulunuyor.
14 Aralık 2017 Perşembe
Giriş
12 Aralık 2017 Salı
11 Aralık 2017 Pazartesi
10 Aralık 2017 Pazar
Niçin?
Tişörtlerde “Bir Çinliyi yiyin, bir köpeği kurtarın” yazıyor.
Uluslararası İnsani Forumu, Türkiye’nin insani yardım konusundaki çalışmalarından dolayı İstanbul’u 2016’nın İnsanlık Başkenti olarak ilân etti.
9 Aralık 2017 Cumartesi
Ne zaman?
Uzunca bir müddettir Âl-i İmrân sûresinin Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili uyarılarını okuyor ve anlamaya çalışıyoruz. Bu defa ise Kur’ân-ı Kerim bir istisna bahsi açıyor:
Yahudi ve Hıristiyanlar içinde “ümmet-i kaime” adını verdiği salih kullardan bahsediyor, onları övüyor ve onların ödüllerinden hiçbir şeyin eksik bırakılmayacağını müjdeliyor.
Yarınki (16 Aralık Cumartesi) 177’nci Kur’an Buluşmasında, Âl-i İmrân sûresinin 113-115’inci âyetlerini okuyoruz.
UTESAV organizasyonuyla MÜSİAD’ın Sütlüce’deki genel merkezinde gerçekleşen Kur’an Buluşmaları, Cumartesi sabahları 7:00’de kılınan sabah namazı ve onu takiben ikram edilen simit-peynir-çaydan mürekkep bir kahvaltı ikramıyla başlıyor ve 7:00-9:00 arasında sunumlu olarak cereyan ediyor.
Kur’an Buluşmalarında hanımlar için de yer ayrılmış bulunuyor.
7 Aralık 2017 Perşembe
Ne? / ne oldu? – kim NE yaptı?
5 Aralık 2017 Salı
Onlar size sıkıntıdan başka bir zarar veremezler. Sizinle savaşacak olsalar bile arkalarını dönüp kaçarlar; sonra kimseden yardım da görmezler.
Âl-i İmrân, 3:111
Kur’ân’da “insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet” olarak nitelenen İslâm ümmetine Allah’ın vaad ettiği bazı üstünlükler, 175’inci Kuran Buluşmasının konusu idi:
- Yahudi ve Hıristiyanlar, bu ümmete zarar veremezler.
- Onların vereceği zarar ancak sıkıntıdan ibaret kalır, daha ötesine geçemez.
- Onlar bu ümmetle savaşamazlar.
- Savaşacak olsalar dahi arkalarını dönüp kaçarlar.
- Sonra da ne dünyada ve ne âhirette hiç kimseden yardım görmezler.
Tabii, bu vaadler, oturduğu yerden Allah’ın yardımını bekleyen insanlara verilmiş sözler değildi. Bu vaadlere lâyık olmanın ve erişmenin bazı şartları vardı.
Geçtiğimiz Cumartesi günü UTESAV organizasyonuyla MÜSİAD Genel Merkezinde gerçekleşen Kur’an Buluşmasında, bu İlâhî vaadin ayrıntılarını ve şartlarını, Kur’ân-ı Kerim ile Peygamberimizin hadis-i şeriflerinden öğrenmeye çalıştık.
Sunumlu olarak gerçekleşen Buluşmada, eziyet ve zarar kavramları üzerinde, âyet ve hadislerin ışığında durduk. İncelemelerimiz sırasında, eziyet kavramının ve “zarar verme”nin İslâm ahlâkıyla asla bağdaşmayan işler olduğunu gördük. Bu arada, internette yaygın olan tartışma alışkanlıklarının bizi İslâm ahlâkından ne kadar uzaklaştırdığını da not ettik.
Uluslararası Teknolojik, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfının (UTESAV) “Erdemli İş Adamı” projesi çerçevesinde 2013 başından bu yana devam eden Kur’an Buluşmaları, Cumartesi sabahları saat 7:00-9:00 arasında MÜSİAD’ın Sütlüce’deki genel merkezinde gerçekleşiyor.
Programımız simit-peynir-çay’dan meydana gelen bir kahvaltı ikramı ile başlıyor, 7:30’dan itibaren de sunum ve onu takiben soru-cevaplarla devam ediyor. İleri saat uygulaması sebebiyle, yarınki Kur’an Buluşması öncesinde de sabah namazı 07:00’de kılınıyor ve arkasından kahvaltıya geçiliyor.
Herkese açık olarak cereyan eden Kur’an Buluşmalarında hanımlar için de yer ayrılmış bulunuyor.
3 Aralık 2017 Pazar
1 Aralık 2017 Cuma
30 Kasım 2017 Perşembe
29 Kasım 2017 Çarşamba
PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN
Allah Teâlâ’ya hamd ü senâ, Resulü Hz. Muhammed Mustafa’ya salât u selâm, âl ve ashâbına ve onların yoluna güzelce tabi olanlara saygı ve ihtiram ile sözlerime başlarım.
Dostlar,
Gelin bu Mevlid Kandilinde sizinle birlikte biraz düşünüp, söyleşelim, dertleşelim.
Biz insan ve Müslümanız elhamdülillah. Allah’a ve son resûlü örnek kulu Hz. Muhammed’e, Allah’ın tüm peygamberleri aracılığı ile gönderdiği kitaplara ve peygamberlere -aralarında ayırım yapmaksızın- inanıyoruz. Meleklere, kadere ve bütün içeriğiyle âhiret’e inanıyoruz.
Bu İslâm imanının gereği ve sonucu olarak dünya hayatında “Allah’a kulluk sınavı”nda olduğumuzu biliyoruz. Bu sınavın, sadece bir bilgi sınavı değil, amel ve uygulama sınavı, hayat sınavı olduğunun da bilincindeyiz. Bireysel anlamda ergenlik-ölüm arası yaşanan bu sürekli kulluk sınavında sorumluluğun, Allah’a nasıl kulluk edeceğimizin öğretilmesine bağlı olduğunu da biliyoruz. Başarı için biz, rahmeti bol Rabbimin, işte böyle bir yetkiyle görevlendirdiği kılavuz ve rehberlere muhtacız.
İnsanlığın bu en köklü ihtiyacını son kez evrensel çapta karşılamak üzere görevlendirilen son elçi, Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Bir âyette o bize şöyle tanıtılmıştır:
لَقَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْ أَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمْ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ
“Gerçek şu ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden, yanlış inançlardan ve inançsızlıktan) onları arındıran, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermek suretiyle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur…”[1]
Kendisi de biz ümmeti karşısındaki konumunu “inne meselî = benim konumum” diye başlayan beyanlarında, değişik açılardan ortaya koymuştur. Neticede de “aleyküm bi sünnetî = Size benim yaşayışımı takip etmek düşer” buyurmuş, bizimle arasındaki ilişkinin ittiba ve uyum ilişkisi olduğunu duyurmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de “..O elçiye uyarsanız, doğru yolu bulursunuz”[2] buyrulmuştur.
Öte yandan Allah Teâlâ, Hz. Peygamber ile aramızdaki ilişkinin temelini “النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ = Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden daha ileri/önceliklidir”[3] diye belirlemiştir. Bu âyet, kimi müfessirlerce -haklı olarak- “Peygamber’in sünnetine uymak, mü’minler için kendi görüşleriyle amel etmekten önde gelir”[4] diye anlaşılmış ve açıklanmıştır. Bu sebeple biz artık, “inneme’l-amelü’s-sahih hüve mâ vâfeka’s-sünne = Makbul kulluk, Sünnet’e uygun olan kulluktur” gerçeğiyle karşı karşıya bulunmaktayız.
Peygamber Efendimiz, yüce rabbimizin emir ve yasaklarının nasıl uygulanacağı görevini, Kur’an-ı Kerim’i hayatıyla örneklendirerek yerine getirmiştir. Yani Peygamberimizin hayatı canlı Kur’an demektir. Bu sebeple Allah Teâlâ onu bize “en güzel hayat örneği” olarak takdim etmiştir.
َ لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا
Andolsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok ananlar için Allah’ın resûlünde güzel bir örnek (hayat modeli) vardır”[5]
Hz. Âişe validemiz de onun ahlâkını/yaşayışını soranlara “Hz. Peygamberin ahlâkı/yaşayışı Kur’an’dan ibarettir”[6] cevabını vermiştir. Bu sözüyle Hz. Âişe, Kur’ân-ı Kerîm ile Peygamber Efendimizin hayatı arasındaki birlikteliği açık bir şekilde ifade etmiştir. Hz. Peygamberin sünnetini yaşamanın Kur’an’ı yaşamak demek olduğunu bildirmiştir.
Dostlar,
“Hukûku’l-Mustafa”[7] veya “Hukûku’n-Nebî” diye klasik ve modern kültür kaynaklarımızda araştırma konusu yapılmış olan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in biz ümmeti üzerindeki haklarını şöylece sıralamak mümkündür:
- Hz. Peygambere İnanmak
- Hz. Peygamber’i Sevmek
- İtaat etmek
- Sünnetine uymak
- Getirdiği dini ciddiye almak
- Ümmetiyle ilgilenmek
- Din kardeşliğini öncelemek
- Saygılı davranmak
- Salât ü selâm getirmek
Dostlar,
Hz. Peygambere uymak, hiç şüphesiz, onun yaşayış biçimine, sünnetine hayatımızı uydurmakla mümkündür. Bir başka deyişle, onun hayatını taklit etmek, iman gereğidir. Bu, asla terim anlamında bir taklit değil, tam aksine İslâm kimlik ve kişiliğinin elde edilmesi için gerekli olan ittiba anlamında taklit demektir. Çünkü sadece Hz. Peygamberin hayatı dindir. Dini yaşamış olmak için onun nezih hayatının -imkânlar ölçüsünde- taklit edilmesi gerekmektedir. Nitekim o, bir hadis-i şerifte bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:
وحدثني عن مالك انه بلغه ان رسول الله صلى الله عليه وسلم قال :تركت فيكم أمرين لن تضلوا ما تمسكتم بهما كتاب الله وسنة نبيه
“Size iki şey bırakıyorum, bunlara sıkı sarıldığınız sürece asla sapıtmazsınız; Allah’ın kitabı ve nebisinin sünneti!”[8]
Otomatik hale gelmemek şartıyla sünnete uymak, mümini sürekli bir uyanıklık ve dolayısıyla kendine güven duygusu içinde yaşamaya alıştırır. Çünkü Hz. Peygamberin sünnetine uymak, her işi onun yaptığı gibi yapma esasına dayanır. Bu da müminlerde, Hz. Peygamberin iş ve davranışlarını, işlerinde ve davranışlarında örnek alma düşünce ve dikkatini geliştirir. Böylece Hz. Peygamberin ruhaniyeti günlük hayat programına düzenleyici bir unsur olarak yerleşir. Hayata manevi bir huzur ve rahatlık gelir. Çünkü en kısa tanımıyla sünnete uymak, müslümanca yaşamaktır.
Dostlar,
Hz. Peygamberi izlemenin, onun sünnetine uymanın mutluluğu sadece bu dünyada kalmaz, âhirete de uzanır. Nitekim bir âyet-i kerime bu durumu şöyle anlatır:
وَمَنْ يُطِعْ اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ مِنْ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُوْلَئِكَ رَفِيقًا
“Allah’a ve peygamberine itaat edenler, Allah’ın nimetine eriştirdiği Peygamberler, dosdoğru olanlar, şehitler ve iyilerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştırlar.”[9]
Öte yandan Hz. Peygamberi örnek almamanın, sünnetini yol bilmemenin acı sonucunu da bir âyet şöyle dile getirmektedir:
وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَالَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلًا يَاوَيْلَتِي لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَانًا خَلِيلًا لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنْ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءَنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنسَانِ خَذُولًا
“O gün, zalim kişi ellerini ısırıp, keşke peygamberle birlikte yol tutsaydım, vay başıma gelene! Keşke falancayı dost edinmeseydim. Ant olsun ki beni, bana gelen Kur’an’dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor”[10] der.
Hiç kuşkusuz bütün mesele, bizim ona hayatımızda ne kadar yer verebildiğimizde düğümlenmektedir. Öyle sanıyorum ki acı gerçek de işte tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Şimdi şöyle bir hayatımızın neresinde Hz. Peygamber bulunmaktadır? Bir düşünelim. Bir tespit yapalım.
Dostlar,
Size garip gelmiyor mu?
Yıllardır yazıp çizdiklerimiz ve konuştuklarımız ile kendi kendimizi, birbirimizi iman değerlerimiz ve dinimiz hakkında hep iknâ etmeye çalışıyoruz. Her düzeydeki etkinliklerin değişmeyen çizgisi, iknâ… Hisleri, duyguları ve aklı iknâ.. İlginç ve yeni yorumlarla dinleyenleri, izleyenleri ve okuyanları yani beni, seni, bizleri, sizleri iknâ.. Hep fayda-zarar hesabı. Bu hesâbîlik içinde hasbîlik nerededir dersiniz?
Bir türlü teslimiyet seviyesini yakalayamadık. “Duyduk ve uyduk”[11] çerçevesinde kalamadık. “Sevdim” kâr-zarar diyemedik. İnancımızı “aşk” haline getiremedik. Muhammed İkbal, “din aşktır” diyor.[12] Aşk halini almamış dindarlığın sadece sözde kalacağını söylüyor. “Gerçi ‘lâ ilahe’ sesi gelirse de, kalpten gitmiş, yalnız dudakta kalmış”[13] diye yakınıyor.
Binlerce kez salavât okuyoruz, Hz. Peygamber’e. Belki yaptığımız tek şey bu en cömertçe.. Fakat hangi derinlikte? “Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden daha ileridir” derinliğine kaç salât ü selâmımız erişebildi? Gönlümüz dilimize ne ölçüde eşlik edebildi? Yoksa ağız alışkılığıyla mı yetindik, yetinmekteyiz.?
Dindarlığımızdan, ibadetlerimizden zevk alamadığımız şikâyetleri, ya da zevk almış gibi davranışlarımız ne anlama gelmektedir?
“Ballar balını buldum” diyen derviş, aşk olsun sana!
“Mallarım yağma olsun” derken, kaybedecek hiçbir şeyinin kalmadığını sen de biliyorsun.
Ya biz?
Biz, en küçük bir fedakarlığı göze alabilmek için kırk saat düşünüyoruz. Hem de “âmentü billah” diye diye…”Muhammed ümmetiyiz” diye diye…
“Bi ebî ente ve ümmi ya Resûlellah = Anam-babam sana fedâ olsun Ey Allah’ın Resûlü!” diyen asr-ı saadet ağızları nerede?
Oysa o,
عن أبيه عن أبي هريرة
أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال من أشد أمتي لي حبا ناس يكونون بعدي يود أحدهم لو رآني بأهله وماله
“Ümmetimden beni en çok sevenlerin bir kısmı; benden sonra gelip âilesini ve malını fedâ ederek beni görmüş olmayı isteyecek olanlardır”[14] diye sevgi dolu gönlü Hz. Peygambere yönelik özverili müminlerin asr-ı saadetle sınırlı olmadığını bildirmişti.
Dostlar,
Virân olası hanesi de, malı mülkü de, Allah’a olan sevgisi de ancak Hz. Peygambere bağlılığıyla bir anlam ifade ettiğine inananlardan olabildik mi? Böyle bir bilincin ve gayretin sahibi, böyle bir hedefin talibi miyiz?
Hayatımızın her aşamasında Hz. Peygamberi aramaya gerçekten kalkışabilir miyiz?
Ben bu soruyu kendime sormaya ve cevabını bu ölçüde hayatımda aramaya cesaret edemiyorum. Ya siz?
Bana böyle bir soru yönelten dostlara cevap olması niyetiyle sadece bir itirafta bulunuyor, bir ümidimi ve bir dileğimi dile getirebiliyorum:
Yâ Resûlellah,
biz sana;
Medyûn
Muhtaç
ve
Mahcup
hissediyoruz kendimizi.
Fakat senin müminlere;
Merhametli
Muhabbetli
ve
Müşfik
olduğunu biliyor, koruyoruz ümidimizi.
Kurbanın olayım,
Ne olur,
Çok görme bize şefaatini!
Buraya kadar okuyup benimle birlikte olduğunuz için sizlere teşekkür ve dua eder, dualarınızı beklerim. Ve’s-selâmü aleyküm.
***
Yazarın “Ashabının Dilinden Peygamberimiz” adlı eserinden
Kitaba şu adresten ulaşabilirsiniz:
[1]Âl–i İmrân (3), 164
[2] El-A’raf (7), 158
[3] el-Ahzab (33), 6
[4] Bk. Kadı İyaz, eş-Şifâ-ı Şerif (tercüme, s. 55)
[5] el-Ahzâb (33),21
[6] Müslim, müsâfirîn 139
[7] Bk. Kadı İyaz, Kitâbü’ş-şifâ bi ta’rifi hukuki’l-Mustafâ
[8] Muvatta, Kader, 3; et-Taç I, 47
[9] en-Nisâ (4), 69
[10] el-Furkân (25), 27-29
[11] Bk. el-Bakara (2), 285
[12] Bk. Câvidnâme, s. 198 (Ankara, 1968)
[13] Câvidnâme, s. 168
[14] Bk. Müslim, Cennet, 12
Allah ve melekleri Peygambere salât ediyorlar. Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.Ahzâb Sûresi, 33:56