SON EKLENENLER
latest

26 Aralık 2018 Çarşamba

İman mutluluğumuz, korumak sorumluluğumuz - 1

PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN

Allah Teâlâya binlerce hamd ve senâlar olsun ki, bizleri Müslüman bir memlekette Müslüman bir ailede dünyaya getirmiş. Doğduğumuzda kulağımıza ism-i celâl fısıldanmış. Bizler iki cihan saadetinin ilk şartı olan iman ve İslâm ortamında kendimizi bulmuş ve tanımışız. Genel çerçevesini kelime-i tevhid’in ve kelime-i şehâdetin oluşturup belirlediği bir dünyamız olmuş.

Bu durum yani doğuştan müslüman olmak, hiç kuşkusuz  büyük bir şans ve bahtiyarlıktır. Fakat aynı zamanda zahmetsizce elde edilmiş bu nimet, çilesi çekilmeden kazanıldığı için kimilerimiz için ciddi bir gaflet sebebi de olabilmektedir.

Bilinen bir gerçektir ki taklîdî de olsa iman aslî bir değerdir. Değeri yüksek olan şeylerin düşmanı da çok olur. Bu sebepledir ki dünya-âhiret mutluluğunun temeli olan imanımızı son nefesimize kadar korumak büyük önem taşımaktadır. Bu noktada her Müslümanın büyük, sürekli ve derin bir titizlik  içinde olması gerekmektedir.

Hayatın özellikle sevinç ve üzüntü anlarında dikkat ve titizliğin daha da üst düzeyde yaşanması ise, hem bireysel hem de toplumsal iman sağlığı bakımından zarûret derecesine ulaşır. İtiraf etmeliyiz ki şimdilerde bu “zarûret” durumu süreklilik kazanmış gözükmektedir. Zira teknolojinin evlerimize ocaklarımıza hatta ceplerimize kadar soktuğu yazılı ve görsel medya, internet, telefon ve tablet gibi araçlarla akılları ve zihinleri karıştırdığı, gönülleri ifsat ettiği, mümin sinelerde asılsız korkular, onulmaz yaralar ve de aldatıcı ümitler oluşturduğu, oluşturmaya da giderek artan ve azgınlaşan bir doyumsuzlukla devam ettiği bilinmektedir.

Özellikle miladi yılbaşı öncesinde geleceğe yönelik kafa karıştırmaktan başka bir işe yaramayan kehânetler, öteki çizgi dışılıkların, çirkinliklerin, haramların üzerine tuz-biber ekmektedir. Sanki hiç bir sakıncası yokmuş, mübahmış gibi gündeme getirilip hemen her düzeyde reklamı yapılan söz konusu aykırılıkların aslında ve öncelikle inanç değerlerimize ve dolayısıyla amel dünyamıza ciddi zararlar verdiği ve dolayısıyla ortamın ayak kaydırıcı (mezleka-i akdâm) niteliğini tehlikeli şekilde artırdığı inkarı mümkün olmayan sosyal ve acı bir gerçektir.

Sahip olunan değeri korumak ve ona sürekli sahip çıkmak, sahip olmaktan daha zordur. Henüz küçük yaşlarda iken kelime-i şehâdeti söylemek suretiyle iman cevherine sahip olmuşuz. Şimdi bize düşen, bu taklidî cevheri “tahkîkî” niteliğe kavuşturup ömrümüzün sonuna kadar düşmana kaptırmamak ve  korumaktır. Nitekim Yüce Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

Ey iman edenler! Allah’ın emir ve yasaklarına gereği gibi saygılı ve duyarlı olun ve yalnız Müslüman olarak ölün.[1] buyurmaktadır. Resûl‑i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz de bir hadislerinde,

مَنْ أَحَبَّ أَنْ يُزَحْزَحَ عَنِ النَّارِ وَيُدْخَلَ الْجَنَّةَ فَلْتُدْرِكْهُ مَنِيَّتُهُ وَهُوَ يُؤْمِنُ بِاللهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ

Kim Cehennem’den uzaklaştırılıp Cennet’e konulmayı severse, ölümü, Allah’a ve âhiret gününe inanmış olarak karşılasın.”[2] buyurmuştur.

Açıkça görüldüğü üzere âyet-i kerime ve hadis-i şerifin bizden istediği, ölümü iman ile karşılamaktır. Bunun doğal gereği ise, tevhidi şirke, imanı küfre kurban etmeden hayatı iman üzere yaşamaktır.

Allah korusun iman üzere yaşamakta başarısızlık, en büyük felâket ve bir mümin için her şeyini kaybetmek demektir. Zira Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmaktadır:

أَلَا إِنَّ بَنِي آدَمَ خُلِقُوا عَلَى طَبَقَاتٍ شَتَّى فَمِنْهُمْ مَنْ يُولَدُ مُؤْمِنًا، وَيَحْيَى مُؤْمِنًا، وَيَمُوتُ مُؤْمِنًا، وَمِنْهُمْ مَنْ يُولَدُ كَافِرًا وَيَحْيَى كَافِرًا وَيَمُوتُ كَافِرًا، وَمِنْهُمْ مَنْ يُولَدُ مُؤْمِنًا وَيَحْيَى مُؤْمِنًا وَيَمُوتُ كَافِرًا، وَمِنْهُمْ مَنْ يُولَدُ كَافِرًا وَيَحْيَى كَافِرًا وَيَمُوتُ مُؤْمِنًا

“Bilesiniz ki insanlar (iman bakımından) farklı gruplarda yaratılmışlardır:

Bir kısmı; mümin doğar; mümin yaşar; mümin ölür.

Bir kısmı, kâfir doğar, kâfir yaşar, kâfir ölür.

Bir kısmı, mümin doğar; mümin yaşar; kâfir ölür.

Bir kısmı, kâfir doğar, kâfir yaşar, mümin ölür.”[3]

Hadis-i şerifte, ömür nimetini yaşarken mutlak ve önlenemez olan ölümü hesaba katmanın, doğum ve hayatın nasıl öldüğümüz ile anlam kazanacağını düşünüp ona göre yaşamanın gereği ortaya konulmuş bulunmaktadır. Zira bir başka hadis-i şerifte ifade buyrulduğu gibi “إِنَّمَا الْأَعْمَالُ بِالْخَوَاتِيم  İşler sonuçlarına göre değerlendirilir.”[4] Yani durumu hafife almanın, imana sahip çıkma konusunda yeterince sıkı ve bilinçli davranmamanın bedeli neticede çok büyük olabilir.

Durumun nezaketi açık ve ortada olmakla birlikte konuya ait ciddiyetin iyice anlaşılabilmesi için “sahipleri ve sonuçları bakımından iman çeşitleri” ile ilgili şu tespit ve değelendirmeyi paylaşmak yerinde ve faydalı olacaktır.

Sahiplerine (ve tabii sonuçlarına) göre imanlar beş çeşittir:

Matbu’ iman (İman-ı tabii): Meleklerin imanıdır. Melekler için imansızlık söz konusu değildir.

Ma’sum iman (İman-ı ma’sûm): Peygamberlerin imanıdır. Sonu garantilidir, imansızlık tehlikesi söz konusu değildir. Nitekim hiç bir peygamber imansız olarak vefat etmemiştir.

Makbul iman (İman-ı makbûl): Mü’minlerin imanıdır. Değerli, kıymetli bir imandır, ancak sonunun garantisi yoktur. “Hüsn-i hâtime” özlemi ve dileği bu sebeple çok önemli, pek yerinde ve vaz geçilmezdir. Tabii sadece temenni ile kalmayıp yaşarken o güzel sonucu temin edecek ibadet ve iyilikler yapmaya özel özen göstermek de gereklidir.

Mevkuf/Muallak iman (İman-ı mevkuf): Ehl-i bid’atın imanı olup sallantıdadır. Bid’atlarından vaz geçerlerse, mü’minlerin imanı derecesine çıkarlar. Vazgeçmezlerse bir sonraki merdud iman derekesine düşerler.

Merdud iman (İman-ı merdud): Münafıkların imanıdır. Reddedilmiş iman demektir. İman  olarak herhangi bir değeri yoktur.

Bazı Şartlar

Bu gerçekler çerçevesinde en kıymetli sermayemiz olan imanımızı son nefesimize taşıyabilmek, ölümü imanla karşılayabilmek için düşünce/inanç, söylem ve eylem üçlüsü kapsamında, İmanı koruma yolları da diyebileceğimiz gerekli ve önemli bazı esaslara dikkat çekmeye ve bazı tespitlere yer vermeye çalışalım.

  1. Gayb’a inanmak. Yani gerçekte var olduğu halde bizim göremediğimiz mefhumlara inanmak. Bilindiği gibi Allah Teâlâ, melekler, âhiret alemi vs. hep gayb’tır. Allah Teâlâ; اَلَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ وَيُقِيمُونَ الصَّلٰوةَ وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ “Kur’an-ı Kerim’in kendilerine hidâyet rehberi olduğu muttakiler öyle kimselerdir ki onlar gayb’a inanırlar, namazı dosdoğru kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden de (layık olanlara) verirler[5]

Burada dikkat edilecek konu, gayb ile gâib’i birbirinden ayırmaktır. Gayb görülmeyen fakat var olan ve gören; Gâib ise, görülmeyen ve görmeyene denir. Bunun için Allah Teâlâ’ya gâib denilemez. Çünkü O, basîr (gören)dir. Ancak O’na gayb denilir. Kimilerinin çıkıp “duyu organlarımız ile kavrayamadığımız şeyler yoktur” demelerinin gayba inanma ilkesini inkâr etmekten öte hiçbir fikrî ve fizikî/kevnî  gerçekliği yoktur. Oysa gayb âlemi, şehâdet âlemi gibi vardır ve onun kadar gerçektir.

  1. Gayb’ı ancak Allah’ın bildiğine inanmak. Allah Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de “De ki: “Allah’tan başka, ne göklerde ne de yerde hiç kimse gaybı bilmez.”[6] Yine başka bir âyet-i   kerimede “De ki: “Gaybın bilgisi sadece Allah’a âittir.”[7] buyurur. Bir başkasında ise, “Gaybı bilen O’dur; hiç kimseye gayb bilgisini açık bir şekilde bildirmez[8] buyurur.

Bu ayet-i kerimeler ışığında medyada ve günlük hayatta değişik isim ve görüntülerle karşımıza çıkan ve gaybı bilip ondan haber verdikleri iddiasında bulunanların tümü, tek kelime ile söyleyecek olursak, yalancıdır. Ne gariptir ki, falcılık ve kehânet gibi yalan üzerine kurulu olgular, kimi gazetelerde “bugünki falınız” diye sütunlar doldurmakta, yeni yıla yönelik kehanetler sayfalar işgal etmektedir. Günler hatta haftalar boyu medyada reklam ve programlara malzeme yapılmaktadır. Oysa başta falcılık olmak üzere gaybden haber verme iddialarının her çeşidi reddedilmiştir. “İyi ama, dedikleri bazan çıkıyor” diyenler olabilir. Bu “bazan”lar tesadüftür, aldanmamak, inanmamak gerekir. Hele hele “Bu falcıların dedikleri çıkıyor, demek ki gaybı biliyorlar” diye bir sonuca varıp bunu savunmaya kalkmak ise insanı küfre götürür. Nitekim Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerifte;

مَنْ أَتَى عَرَّافًا فَسَأَلَهُ عَنْ شَيْءٍ لَمْ تُقْبَلْ لَهُ صَلَاةٌ أَرْبَعِينَ لَيْلَةً

Her kim ki, kahine gider bir şey sorarsa onun kırk gün namazı kabul olmaz, ibadetlerinin sevabını alamaz[9] buyurmuş; bir başka hadis-i şerifte ise;

مَنْ أَتَى عَرَّافًا أَوْ كَاهِنًا فَصَدَّقَهُ بِمَا يَقُولُ فَقَدْ كَفَرَ بِمَا أُنْزِلَ عَلَى مُحَمَّدٍ

“Her kim, bir arrâf’a ya da  kahine gider, söylediklerine inanıp tasdik ederse, Muhammed’e indirileni inkar etmiş olur.”[10] diye tehlikenin büyüklüğüne, işin içinde iman-küfür, tevhid-şirk meselesi olduğuna dikkat çekmiştir.

Ohalde özellikle ve öncelikle  günümüzde imanımıza sahip çıkmak açısından gaybı bildiğini ve ondan haber verdiğini söyleyen yalancılara kesinlikle kanmamak, inanmamak ve itibar etmemek gerekmektedir. Zira başlıkta vurguladığımız gibi imanımız mutluluğumuz korumak sorumluluğumuzdur.

 Altınoluk Dergisi, Aralık 2018 sayısı s. 11-13

(Devam edecek inşallah)


[1] Al-i İmran (3), 102

[2] Müslim, İmâret 46; Nesâî, Bey’at 25; İbni Mâce, Fiten 9

[3] Tirmizi, Sünen  IV, 483 (A.M.Şakir tahkiki); Hâkim, el-Müstedrek IV, 551

[4] Buhâri, Kader 5; Rikak 33; Tirmizİ, Kader 4; Ahmed b. Hanbel, Müsned V, 335

[5] el-Bakara (2), 3

[6] en-Neml (27), 65

[7] Yunus(10), 20

[8] el-Cinn (72), 26

[9] Müslim, Selam 125

[10] Beyhaki, es-Sünenü’l-kübra VIII, 233

19 Aralık 2018 Çarşamba

Diyanet: Kur'ân'ın lâfzı da, mânâsı da Allah'tan

Diyanet İşleri Başkanlığı, Kur’ân’ın lâfzı ve Kur’ân kıssaları ile ilgili olarak ortaya atılan iddiaların gerçek dışı olduğunu açıkladı.

Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından yapılan açıklamada, Kur’ân’ın hem mânâ, hem de lâfız olarak Allah tarafından vahyedildiğini açıkça bildiren âyetler zikredildi. Kıssaların gerçek olmadığına dair bazı çevreler tarafından öne sürülen iddiaların da hiçbir dayanağının bulunmadığı, yine bu kıssaların gerçek olduğunu açıkça bildiren âyetlerle açıklandı.

Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanlığı tarafından yapılan açıklama aynen şöyle:

Son zamanlarda Kur’an’ın mahiyeti ve Kur’an’da yer alan kıssaların gerçekliği konusunda kamuoyunda tartışmalara yol açan birtakım iddiaların ileri sürüldüğü görülmektedir.

Söz konusu iddialara göre Kur’an’ın sadece manası bir öz olarak Hz. Peygamber’e indirilmiş, o da bunu kendi kültürünün kelimeleriyle söze dönüştürmüştür. Diğer bir iddia ise, Kur’an kıssalarının tarihsel gerçekliğinin olmadığı, sadece bazı mesajların verilmesi için kurgulanmış anlatımlar olduğu şeklindedir.

Bu iddialar, hem bizzat Kur’an-ı Kerim’in kendi ifadelerine, hem onu insanlığa duyuran Hz. Peygamber’in açıklamalarına hem de tarih boyunca benimsenen İslam ilim geleneğindeki temel kabullere açık bir aykırılık taşımaktadır.

Yüce Allah’ın bütün insanlığa gönderdiği son mesajı olan Kur’an-ı Kerim’de yer alan birçok ayet, onun bütünüyle yani hem manası hem de lafzıyla Yüce Allah’a ait olduğunu açıkça ortaya koymaktadır:

“Şüphesiz bu Kur’an, âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir. Onu, senin kalbine uyarıcılardan olasın diye apaçık bir Arapça ile Rûhulemîn indirmiştir. (Şuarâ 26/192-195),

Şüphesiz bu Kur’an sana, hüküm ve hikmet sahibi, hakkıyla bilen Allah tarafından verilmektedir.” (Neml 27/6),

İşte, sakınsınlar yahut hatırlamalarını sağlasın diye onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ve onda uyarılarımıza tekrar tekrar yer verdik.” (Taha 20/113),

İşte sana, Ümmülkurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman ve hakkında asla şüphe bulunmayan toplanma gününün dehşetini haber vermen için böyle Arapça bir Kur’an vahyettik” (Şura 42/7) ayetleri vahyin lafızlarının yani sözlerinin onu indiren Yüce Allah tarafından Arapça olarak belirlendiğini göstermektedir.

Kur’an’ın, gerek indiriliş keyfiyeti gerekse indirildiği lafız örgüsüyle ilgili bu doğrultuda pek çok ayet-i kerime ve hadis-i şerif bulunmaktadır. Nitekim İslam ilim geleneğinin temel kabulleri doğrultusunda Müslümanlar da tarih boyunca böyle inanmışlardır.

Kur’an’ın lafız değil sadece mana ve mefhum olarak indirildiğine delil olarak ileri sürülen “O Kur’an, şüphesiz öncekilerin kitaplarında da vardır.” (Şuara 26/196),  “Bunlar önceki kitaplarda, İbrâhim ve Mûsâ’nın kitaplarında da vardır.” (A’la 87/18) ayetleri Kur’an mesajlarının özü olan tevhid ilkesinin önceki kutsal kitaplarda da bulunduğunu bildirmektedir.

İnzal aşamasında Kur’an’ın lafzı ve manası üzerinde Hz. Peygamber’in herhangi bir tasarrufunun kesinlikle söz konusu olamayacağı hususu da birçok ayette belirtilmiştir:

Kendilerine âyetlerimiz açıkça okunup anlatılınca bizimle karşılaşacaklarına inanmayanlar, “Bundan başka bir Kur’an getir veya bunu değiştir” dediler. Onlara şöyle de: “Onu kendiliğimden değiştirmeye hak ve yetkim yoktur, ben ancak bana vahyedilene uyuyorum. Eğer rabbime itaatsizlik edersem şüphesiz dehşetli bir günün azabından korkarım.” (Yunus 10/15),

Sen onlara bir ayet getirmediğin vakit, “Onu da derleyip toplasaydın ya!” derler. De ki: “Ben sadece rabbimden bana vahyedilene uyarım. İşte bu Kur’an, rabbinizden gelen kanıtlardır, inanan bir topluluk için hidayettir, rahmettir.” (A’raf 7/203) ayetleri bu gerçeği ifade etmektedir.

Şu ayetler ise Hz. Peygamber’in, Kur’an’ın lafızlara dökülmesi konusunda hiçbir rolünün olamayacağı hususunda çok açıktır:

Eğer peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, elbette onu kıskıvrak yakalardık, sonra onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna mâni olamazdınız.” (Hakka 69/44-47),

Vahyi tam alma telâşı yüzünden dilini kımıldatma. Onu zihninde toplayıp okumanı sağlama işi bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun okunuşunu takip et. Sonra onu anlatmak elbette bize aittir.” (Kıyâme 75/16) Bu ayeti kerimeden vahyin indirilişi sırasında Hz. Peygamber’in, ayetleri ezberlemek için bir çaba içerisine girdiği anlaşılmaktadır. Bu durum, ayetlerin lafız ve manasıyla kendisine nazil olduğunu göstermektedir.

Hal böyleyken Kur’an’ın sadece mana olarak nazil olduğu, lafzının ise Hz Muhammed’e ait olduğu şeklindeki bu şaz görüş, hiç bir İslam mezhebi tarafından kabul edilmemiştir. Bu görüşlerin bazı kitaplarda yer alması bunların benimsendiği anlamına gelmez. Nitekim İmam Matüridî, bu şaz görüşü Te’vilâtü’l-Kur’an adlı tefsirinde eleştirmiş, reddetmiş ve Kur’an’ın hem lafız hem de mana olarak Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed’e indirildiğini net bir şekilde ifade etmiştir. (I, 74; III, 121, 541)

Kur’an kıssalarının gerçekliği olmayan kurgusal anlatılardan ibaret olduğu iddiasına gelince, bu yorum da yine bizzat Kur’an’ın kendi ifadelerine ters düşmektedir. Zira Kur’an-ı Kerim, kendisinin anlattığı kıssalar için dile getirilen “öncekilerin masalları/uydurmaları” nitelendirmesini birçok ayetinde reddettiği gibi (Furkan 25/5-6; Nahl 16/24-25; Kalem 68/15-16) yine pek çok ayetinde anlatılanların “gerçek ve yaşanmış” olduğunu vurgulamıştır:

Bunlar sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Meryem’i kim himayesine alıp koruyacak diye kalemlerini (kur’a için) atarlarken sen yanlarında değildin. (Yine bu konuyu) tartışırlarken de sen yanlarında değildin.” (Al-i İmran 3/44),

İşte bu (kıssa), gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa onlar tuzak kurarak işlerine karar verdikleri zaman sen onların yanında değildin.” (Yusuf 12/102),

Biz sana onların (Ashab-ı kehf’in) haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.” (Kehf 18/13)

Kur’an’ın bu apaçık beyanları da gösteriyor ki, Kur’an-ı Kerim hem lafzıyla hem de manasıyla Yüce Allah’ın katındandır ve her şeyiyle O’na aittir. Anlatılan kıssalar da gerçekten yaşanmış olaylara aittir ve gayb haberleri olarak vahyedilmiştir.

Sonuç olarak Kur’an-ı Kerim, lafız ve manasıyla Allah’ın kelamıdır. Allah’ın koruması ile tek harfi bile değişmeden günümüze kadar gelmiştir ve kıyamete kadar da baki kalacaktır. Nitekim geçmişten günümüze dünyanın her tarafındaki Mushafların hiçbirinde herhangi bir farklılığın olmaması da bu hakikatin ve mucizenin en somut göstergesidir. Hz. Peygamber’den bu tarafa mucizevi bir şekilde Müslümanların zihninde yer etmiş olan Kur’an’ı Kerim’in lafız ve manasıyla Allah’ın kelamı olduğu hususunda tereddüt uyandırabilecek söylemlerden uzak durmak bütün Müslümanların ortak sorumluluğudur.

***

Konuyla ilgili diğer haberimiz:

Ünlü ilâhiyatçıdan Kur’an ve Resulullah hakkında haddi aşan iddialar

16 Aralık 2018 Pazar

Kadının "anne" rolünden kimler rahatsızmış meğer!

“Toplumsal cinsiyet eşitliği” aldatmacası, siyaset icabı, bazı dostlarımızı büyülemişçesine etkisi altına almış görünüyor. Evvelce Doğan medyasında[1] görmeye alışık olduğumuz ifadeleri, “bizim mahallenin” bazı yayın organlarında da artık sıklıkla görebiliyoruz.

İşte, iktidar taraflısı Yeni Şafak gazetesinin yazarlarından biri, televizyonlarda kadınlara anne ve ev hanımı rolünün verilmesinden bir hayli rahatsız olmuş. Bu konuda başka “Marketing Türkiye”den kendisinin de iştirak ettiği bir yakınmayı nakleden yazar, televizyonlardaki kadın azlığını “vahim bir tablo” olarak niteliyor.

15 Aralık tarihli Yeni Şafak’ta Ali Saydam’ın yazısı şöyle:

Eşim, Dr. Arın Saydam televizyon programına davet edildiğimde mutlaka şu soruyu sorar: “Programda kadın var mı?” Sonra biraz da şaka yolla ekler: “Yoksa gitme!” Uyarısında hiç de haksız değil. Bir kamu hizmeti olan televizyonculukta, hele ki bir tartışma programında tüm taraflara eşit söz hakkı verme gereği olmazsa olmaz… Öyleyse, temel görevi demokratik yaklaşım sergilemek olan bu programlarda kadınların olmayışı işin özüne aykırı değil mi? Bence öyle. Yani, kadınlar haklı!

Peki, kadınlar görsel dünyada ne kadar ve hangi rollerle yer alıyor? Bu sorulara farklı yönlerden yaklaşarak cevaplar verilebilir. Önce kadınların hangi rollerle temsil edildiğine bakalım… Marketing Türkiye Genel Yayın Yönetmeni Günseli Özen, toplumsal cinsiyet eşitsizliğiyle ilgili yapılan bir etkinlikte konuyla ilgili şu bilgileri vermiş: “TV dizilerinde ve reklamlarda erkekler, “baba” rolünde görülmese de kadınların çoğunlukla “anne” rolüyle karşımıza çıkıyor. İş dünyası içinde resmedilmeyen kadınların yeri, genellikle “iş dışı” mekânlar. Kadınların en sık yer aldığı reklamlar yüzde 91 oranla ev temizlik ve bakım ürünleriyle ilgili olanlar. Banka-finans reklamlarında kadınların yer alma oranı yüzde 4. Reklamlardaki kadınlar çoğunlukla evli ve “sürekli evde”… Ya evle ya da fiziğiyle meşgul olarak gösteriliyor. Kadınları mutlu görmeye de pek tahammülümüz yok galiba. Televizyonda kadınlar için yazılan rollerin yüzde 73’ü “hüzünlü” karakterlerden oluşuyor. Bu durum sadece Türkiye’de böyle değil, dünyada da durum değişmiyor.”

Gelelim TV programlarına… Başka bir araştırma, bütün bu saydıklarımızın neden bir “sorun” olduğunu anlatıyor: “Toplumsal cinsiyet eşitsizliği yayımlanan diziler, gündüz kuşağı programları, haber yayınları, tartışma programları gibi yayın içerikleri yoluyla bir yandan yeniden üretilmekte ve izleyiciler açısından sürekli tüketilmektedir.” Bu da demek oluyor ki toplumumuzdaki her bir kişiye kadının nasıl olması, yerinin nerede olması gerektiğiyle ilgili mesajlar tekrar tekrar gönderiliyor. Medyadan gelen mesajlar hayatı, hayat da medyayı şekillendiriyor. Bu da kadınların önüne duvarlar örüyor.

Prime time tartışma programlarında kadın ve erkek temsili ile ilgili yapılan bu araştırma şöyle özetlenebilir: Kadınlar yok denecek kadar az. Bazen de hiç yok.

Araştırmanın yapıldığı, 2 Ekim-2 Kasım arasındaki bir aylık sürede, televizyonda prime time’da gösterilen haber ve tartışma programlarında, sunucular dâhil olmak üzere, yer alan kadın sayısı 135. Aynı programlarda toplam 667 erkek ekrandaymış. Oran neredeyse 1’e 5…

Programların sunucuları hariç tutulduğunda tablo daha da vahim hale geliyor: Tartışma programlarına katılan erkek yorumcuların sayısı 544 iken kadın yorumcuların toplam sayısı 69. Bu da demek ki; 2 Ekim-2 Kasım 2018 tarihleri arasında konukların sadece yüzde 12,68’i kadınlardan oluşmuş.

Oysa aklın, fikrin, yorumun, bilginin ve de ruhun cinsiyeti olmaz. Bunun farkına vardığınızda cinsiyete dayalı ayrımcılık absürt olmaktan öteye gitmiyor. Yani, kadınlar haklı! Ve kadınların ikinci sınıf vatandaş gibi görülmesine karşı olan herkes haklı!

Kaynak: https://www.yenisafak.com/yazarlar/alisaydam/yani-kadinlar-hakli-2048512


[1] Yeni adı farklı olsa da, siyasî tercihin dışında değişen birşey olmadığı için aynı ismi kullanmakta biz sakınca görmüyoruz; umarız Sayın Aydın Doğan açısından da bunun bir mahzuru yoktur.

Kur'an kâinat kitabını okutuyor

Göklerin ve yerin egemenliği Allah’ındır. Ve Allah herşeye kadirdir.

Göklerin ve yerin yaratılışı ile gece ve gündüzün birbirini izleyişinde, selim akıl sahipleri için âyetler vardır.

Onlar ayaktayken de, otururken de, yatarken de Allah’ı anarlar ve göklerin ve yerin yaratılışını tefekkür ederler: “Bunları boşuna yaratmadın, ey Rabbimiz! Seni bütün noksanlardan uzak tutarız. Sen de bizi ateş azabından koru.

“Rabbimiz! Sen kimi ateşe sokarsan, onu rezil etmişsindir. Zalimlerin ise hiçbir yardımcısı olmaz.

“Rabbimiz! Bizi ‘Rabbinize iman edin’ diyerek imana çağıran davetçiyi işittik ve inandık. Sen de bizim günahlarımızı bağışla, ey Rabbimiz, kötülüklerimizi ört ve bize iyiler zümresinden olarak ölmeyi nasip eyle.

“Rabbimiz! Elçilerinle bize vaad ettiğin şeyi bize ver; kıyamet gününde bizi rezil etme. Sen zaten vaadinden dönmezsin.”

Âl-i İmrân, 3:189-193

Mü’minlerin toplum hayatı ile ilgili son derece önemli esasları ders veren âyetlerden sonra, Âl-i İmrân sûresinin sonuna doğru, Allah Teâlâ nazarlarımızı manzaranın bütününe çeviriyor ve bütün âlemleri kuşatan rububiyet ve saltanatıyla bizi karşı karşıya getiriyor.

Biz de büyük resme baktıkça günlük hadiselerin ve gelip geçicçi sıkıntıların, o an için ne kadar büyük görünseler de, manzaranın bütünü içinde neredeyse yok denecek kadar önemsiz kaldığını görüyoruz.

Bu arada, Kur’ân-ı Kerim’in bize kâinatı anlatırken kullandığı kelimelerin inancımızı şekillendirmede ve manzarayı doğru olarak görmede hayatî önem taşıdığını fark ediyoruz.

Meselâ Kur’ân göklerden ve yerden bahsederken “yaratılış” kavramıyla bizi tanıştırıyor.

Kur’an Buluşmalarının 213. bölümünde, kâinata bu kavramın ışığında bakmaya çalıştık ve başlıca şu tesbitleri yaptık:

  • Anahtar kelime: YARATILIŞ.
  • Kendi kendine oluş yok, failsizlik yok, tesadüf yok…
  • Yaratılış var, Yaratan var, yaratılan var…
  • Bütün âlem bu kelimenin etrafında döner.
  • “Yaratma” kavramının etrafında, Yaratıcının isimleri belirir. Yaratıştaki hikmetler, mânâlar, gayeler, sanatlar, ilh. görünmeye başlar.
  • Bu kelimeyi değiştirdiğinizde tefekkür sistemi çöker.
  • Müslümanların bilim dili de bunun dışında olamaz.
  • Bu dil kullanıldığında, mahlûkatın dili de çözülür, herşey birer birer gün ışığına çıkmaya başlar.

Bütün bu mânâlar içinde, “Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan korkar” meâlindeki Fâtır sûresinin 28’inci âyetini ve bu âyetle ilgili olarak Vehbe Zuhaylî’nin yaptığı şu yorumu hatırladık:

“Burada geçen ‘âlimler’ sadece din âlimleri ve müftüler değildir. Bunlar ümmetine faydalı olmak için kâinatın esrarını ve Allah tarafından yaratılmış şu tabiatı ve tabiattaki varlıkların özelliklerini bilen, varlıkları Yaratıcının azametine delil olarak gören âlimlerdir.”

UTESAV organizasyonuyla düzenlenmekte olan Kur’an Buluşmaları, MÜSİAD’ın Çobançeşme’deki yeni genel merkezinde cereyan ediyor. Cumartesi sabahları 7:00’de kılınan sabah namazından sonra konuklara simit-peynir-çaydan meydana gelen bir kahvaltı ikram ediliyor ve 7:30’dan itibaren Kur’an Buluşmasına geçiliyor.

Programın kayıtları https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden de izlenebiliyor.

Programda hanımlar için de yer ayrılmış bulunuyor.

213’üncü Kur’an Buluşmasının tam video kaydı:

12 Aralık 2018 Çarşamba

Ünlü ilâhiyatçıdan Kur'an ve Resulullah hakkında haddi aşan iddialar

Ekranların ünlü ilâhiyat savaşçısı Prof. Dr. Mustafa Öztürk, bu defa Kur’an hakkındaki devrimci görüşleriyle gündeme geldi.

Öztürk, sosyal medyada yoğun tenkitlere hedef olan sözlerinde, Kur’ân’ın lâfzının Hz. Peygambere ait olduğuna inandığını açıkladıktan başka, bu lâfızlardan bazılarını şahsen isabetli bulmadığını, hattâ ahlâkî de bulmadığını açıkladı.

Prof. Öztürk’ün bu açıklamaları, Kuramer’in “Cihad” konulu sempozyumunda sunduğu “Cihad Âyetleri: Tefsir Birikimine, İslâm Geleneğine ve Günümüze Yansımaları” başlıklı tebliğinde ve bu tebliğin müzakeresi sırasındaki cevaplarında yer alıyor.

29 Mayıs Üniversitesine bağlı olarak faaliyet gösteren Kuramer (Kur’an Araştırmaları Merkezi) tarafından yayınlanan sempozyum kitabında cevaplarıyla beraber 120 sayfalık bir bölüm işgal eden tebliğinin bir bölümünde, Prof. Dr. Mustafa Öztürk, Kur’ân’ın lâfzının Allah’a ait olamayacağına dair inancını şu sözlerle dile getiriyor:

Kur’ân’ın hem lâfız hem mânâ itibarıyla inzal edildiğini kabul etmek, cihad ve kıtal meselesinde kullanılan politik dilin bizzat Allah’a ait olduğunu söylemeyi gerektirir. Vahyin salt mânâ ve mefhum olarak inzal edildiğini kabul etmek ise, söz konusu dilin Hz. Peygamber tarafından formüle edildiğini, dolayısıyla Allah katından genel muhteva ve perspektif olarak aldığ vahyin ışığında konjonktürel gelişmelerle ilgili yol haritasını kendisinin belirlediğini söylemek gerekir, ki, bu ikinci ihtimal daha makul görünmektedir. Aksi takdirde “Allah’ın ahlâkîliği” meselesi gündeme gelir.[1]

Öztürk, bu sözlerinde Kur’ân’ın bazı ifadelerinin ahlâkî bir problem doğurduğunu öne sürüyor ve bu problemden Allah’ı tenzih etmenin yolunu da, ahlâk açısından problemli sözleri Hz. Peygamber’e yakıştırmakta buluyor.

Prof. Dr. Mustafa Öztürk, tebliğinin müzakeresi sırasında verdiği bir cevapta bu görüşünü daha da ayrıntılandırıyor ve Kur’ân’ın farklı âyetleri arasındaki “uçurumların” ancak bu lâfızları Hz. Peygamber’in üzerine atmakla “az çok anlaşılır hale gelebileceğini” söylüyor:

Kanaatimce vahiy; tevhid, adalet, meâd gibi temel kavramlar olarak nazil olmuş ve bu genel / mücmel kavramsal içerik Hz. Peygamber’in zihninde detaylı hale gelmiştir. Hz. Peygamber temel inanç ve ahlâk ilkeleri uyarınca toplumu dönüştürme hedefini tutturmak üzere o günkü sosyoloji içerisinde durum bağlamına uygun birtakım tikel stratejiler ve taktikler belirleyip imkânlar elverdiği ölçüde bunları tatbik etmiştir.

Bu zaviyeden baktığınızda, Kur’an’ın ötekilerle ilişkisinde niçin çok esnek, değişken ve aynı zamanda politik bir dil ve üslûp kullanıldığını anlamak mümkün olabilir. Daha açıkçası, Kur’ân’ın Mekke döneminde Ehl-i kitap, özellikle de Yahudiler hakkında olumlu bir dil kullanmasına rağmen, Tevbe sûresi 29. âyette aynı zümrenin “Allahsızlar” diye nitelendirmesi arasındaki uçurum az çok anlaşılır hale gelir. Kur’an’daki bu keskin üslûp ve tikel hüküm değişikliklerinin tek tek ve lâfzen Allah tarafından belirlendiği kanaatinde değilim. Çünkü Allah’ın bu denli güncel ve politik bir sürecin içinde bizzat müdahil olduğuna kani değilim. Allah’ın bizzat savaşa katıldığı izlenimi  veren âyetlerin Hz. Peygamber’in zihnindeki genel ve küllî vahiyden istinbat edilmiş tikel referanslar olduğu kanaatindeyim.[2]

Ünlü ilâhiyatçı, bu sözlerinin biraz ilerisinde de Kur’ân’a uzaktan bakılınca sorun görülmediğini, ama yakından incelendiğinde işin içinden çıkılmadığını söylüyor:

Önermesel vahiyler ve tikel hükümlerin Hz. Peygamber’in zihninde genel-tümel vahiyden çıkarımlar yoluyla billurlaştığını düşünürsek o zaman Kur’ân’ın stratejik ve politik dilini izah etmek az çok mümkün oluyor. Lâkin Kur’an’daki her bir ifadenin hem lafız hem mânâ olarak bizzat Allah tarafından dikte edildiğini kabullenmek söz konusu olduğunda, ben bu politik dili izahta çok güçlük çekiyorum, hattâ izah edemiyorum. Kur’ân’a uzaktan bakınca hiçbir sorun yok gibi görünüyor ama satır aralarına daldığınızda işin içinden pek çıkılmıyor. Bu yüzden de eski ezberler ister istemez bozulabiliyor.[3]

Prof. Dr. Mustafa Öztürk, sözlerinin en sonunda, i’lâ-i kelimetullah kavramının meşruiyetini de reddediyor ve böyle bir kavram kabul edilecekse Haçlı seferlerinin de buna dahil edilmesi gerektiğini öne sürüyor:

Fakihler ve müfessirler söz konusu âyetleri tâmimci yaklaşımla yorumladılar ve bu yorumdan hareketle i’lâ-i kelimetullah diye bilinen bir kutsal savaş doktrini ortaya koydular. Ben bir Müslüman olarak bu doktrinin meşru olduğunu kabul etmiyorum. Dolayısıyla Viyana kuşatmasının hiçbir ulvî boyut taşıdığına inanmıyorum. Şayet i’lâ-i kelimetullah adına savaşmak söz konusuysa, Hıristiyanlarla empati kurulup “Haçlı seferlerinin de fetih olarak tanımlanması gerekir” diye düşünüyorum.[4]


[1] İslâm Kaynaklarında, Geleneğinde ve Günümüzde Cihad (İstanbul: Kuramer, Ekim 2017), s. 155.

[2] A.g.e., s. 201.

[3] A.g.e., s. 202.

[4] A.g.e., s. 215.

4 Aralık 2018 Salı

Camilerin parmak izini biriktiren adam

Fotoğraf makinesini, bir camiin kubbesi ile avizesini ortalayacak şekilde yerleştirdikten sonra deklanşöre basacak olursanız nasıl bir resim ortaya çıkar?

“Simetrik bir desen” diyebilirsiniz ki, bu doğrudur. Ancak gazeteci Zihni Yıldız’ın objektifi, bunun daha ötesini keşfetmiş:

Her bir camiin verdiği resim, bir başkasında asla aynen tekrarlanmayacak şekilde, kendisine has, harikulâde bir simetrik desen ortaya çıkarıyor: tıpkı kar taneleri gibi.

Zihni Yıldız bu resimlere “Camilerin parmak izleri” diyor. Ve ziyaret ettiği her bir camiin parmak izini resimleyip instagram hesabında yayınlıyor.

Yıldız’ın https://www.instagram.com/_zihni.yildiz_/ adresinden erişebileceğiniz hesabında şu âna kadar 300’e yakın camiin parmak izi sergilenmiş bulunuyor. Bu arada, henüz az sayıda da olsa, Zihni Yıldız’ın bu kolleksiyonundan haberdar olanlar, kendi çektikleri resimleri de kolleksiyon’da yer almak üzere Yıldız’a gönderiyorlar. Zihni Yıldız, bunlardan uygun olanlarını, fotoğraf sahipleriyle ilgili bilgilerle birlikte yayınlıyor.

Resimler, sadece camilerin parmak izlerini vermekle kalmıyor, aynı zamanda cami ile ilgili konum bilgisi ve diğer resimlere ulaşma imkânını da sağlıyor. Bu bilgilere erişmek için, resmin üzerine tıkladıktan sonra, sağ taraftaki sütunun en başında “Zihni Yıldız” adının altında yer alan cami ismini tıklamanız gerekiyor.

https://www.instagram.com/_zihni.yildiz_/

 

2 Aralık 2018 Pazar

"Hakkı söylemek ne rızkı geciktirir, ne de eceli yaklaştırır"

Kur’ân-ı Kerimin Yahudi ve Hıristiyanlarla ilgili uyarıları, aynı zamanda bizi de kendimize çekidüzen vermeye çağıran uyarılardır. Biz de, geçtiğimiz haftanın Kur’an Buluşmasında Âl-i İmrân sûresinin 187. âyetini okurken, “Bu âyetteki ikazlardan bizim de bir payımız var mı?” sorusuna cevap aradık.

Âyet-i kerime, Yahudi ve Hıristiyanların, Allah’a verdikleri söze rağmen, kendilerine indirilmiş olan kitabı olduğu gibi açıklamadıklarını ve bazı hakikatleri gizlediklerini haber veriyordu.

Bu âyetin ışığında dönüp kendimize baktığımız zaman, “Acaba hakkı hiçbir zaman gizlememek, birtakım menfaatler veya korku sebebiyle bazı hakikatleri eğip bükmemek” gibi hususlarda gerçekten Müslümanca davrandığımızı mı görüyoruz, yoksa birtakım çıkar, korku, vehim, vesvese gibi sebepler bizi Kitap Ehli gibi davranmaya mı sevk ediyor?

UTESAV organizasyonuyla MÜSİAD genel merkezinde gerçekleşen Kur’an Buluşmalarının 211. bölümünde bu soruların cevabını ararken karşımıza çıkan âyet ve hadislerden bazıları şunlar oldu:

İsrailoğullarından kâfir olanlar, hem Davud’un, hem de Meryem oğlu İsa’nın diliyle lânetlendiler. Bunun sebebi de onların isyan etmiş olmaları ve hadlerini aşıp durmalarıydı.

Onlar kötülük işlediklerinde birbirlerini bundan alıkoymazlardı. Ne kötü birşeydi işleyip durdukları!

Mâide, 5:78-79

Kendisine bir ilim sorulup da bunu gizleyen kimseye kıyamet  gününde  ateşten  bir  gem  vurulur.

Ebû Dâvud, İlim: 9; Tirmizi, İlim: 3

Sizden birinin insanlardan korkusu, bildiği hakkı söylemesine engel olmasın.

Müsned, 3:92

Sizden biri, Allah için söylenecek bir sözü gerektiren bir durumla karşılaştığı zaman o sözü söylemekten çekinerek kendisini küçük düşürmesin.

Çünkü Allah “O sözü söylemekten seni alıkoyan neydi?” diye soracak.

Kul “İnsanlardan korktum yâ Rabbi” diyecek.

Allah “Halbuki korkmana Ben daha lâyıktım” buyuracak.

Müsned, 3:47

Sizden birinin insanlardan korkusu, gördüğü veya şahit olduğu bir hakkı söylemekten onu alıkoymasın.
Çünkü hakkı söylemek ne eceli yaklaştırır, ne de rızkı uzaklaştırır.

Müsned, 3:50

211’inci Kur’an Buluşmasını tam kaydını aşağıdaki bağlantıdan izleyebilirsiniz:

 

Spor Toto Ertuğrul Gazi'ye komşu olmuş

Söğüt deyince akla Ertuğrul Gazi gelir tabii ki.

“Söğüt’te neler yapılır?” diye sorulunca da, “Önce oranın büyüğü ziyaret edilir” diye cevap verilir. Bu arada, yazın kavurucu sıcaklarında iseniz, türbenin civarında yörük ayranı ile serinleyebilirsiniz – çıslı taklı Batılı pop müziği eşliğinde!

Bu arada, tarihî kıyafetler giymiş figüranlarla beraber resim de çektirebilirsiniz, ancak fona dikkat etmek şartıyla. Çünkü türbenin hemen yanı başındaki tören alanı, resmî kumar kuruluşumuz Spor Toto’nun reklamlarıyla dolu. Kumar parasıyla tören alanı inşa ettirmek gibi bir hayr-ı azîme imzasını atan kurum, yaptığı masrafın boşa gitmemesi için de gerekli önlemi almış ve “Spor Toto” yazılarını, değişik açılardan çekilecek resimlerde görülecek şekilde alanın muhtelif yerlerine yerleştirmiş.

Bu resimleri geçtiğimiz Temmuz ayında çekmiştik; yazıların hâlâ orada durduğundan her ne kadar yüzde yüz emin değilsek bile, orada durmaması için de bir sebep düşünemiyoruz. Spor Toto kurumu herhalde bu kadar masrafı üç günlük bir tanıtım için yapmış olamaz!

Bu manzarayı bugün hatırlamamızın sebebi ise, Muharrem Balcı dostumuzun Spor Toto ile ilgili yayınları. Balcı, bir haberde çocuklarla Spor Toto’nun bir araya getirilmiş olmasından yakınıyor. Resmî kumar kurumumuzla şanlı ecdadımızı bir araya getirmekte mahzur görmeyenler, aynı şeyi gelecek nesiller için tekrarlamakta niçin sakınca bulsunlar?

Özetle:

Kumarbazlık, millî bir ruh gibi, geçmiş ve geleceğimizle genlerimize işleniyor, benliğimize kazınıyor.

“Bu arada yöneticilerimiz ne yapıyor?” diye soracak olursanız, hiçbir bilgimiz yoktur; ulaşabilirseniz bu soruyu kendilerine sormanız rica olunur.

 

27 Kasım 2018 Salı

Diyanet, sapıkları hayal kırıklığına uğrattı

Cinsel sapıklıkları yaymak amacıyla faaliyet gösteren odakların yayın organlarından kaosgl.org sitesi, İslâm’ın eşcinsellikle ilgili hükmünü “nefret söylemi” olarak nitelendirdi.

Site, cinsel sapıklıklarla ilgili olarak sorulan bir soruya Diyanet İşleri Başkanlığının verdiği cevabı geçtiğimiz günlerde manşetine taşıdı.

Site konuyla ilgili haberinde, “İslam dininin LGBTİ+ kişilere yaklaşımı nedir” şeklindeki bir soruya, Diyanet İşleri Başkanlığının “normal ve doğuştan değil”, “patolojik”, “haddi / sınırı aşmak” ve “helâk edici büyük günah” cevabı verdiğini nakletti ve bu cevabı “nefret söylemi” olarak niteledi.

Site, Diyanet İşleri Başkanlığının cevabından şu cümleleri nakletti:

Yüce Allah, insanı erkek ve dişi olarak yarattığı gibi biyolojik kimlik ile cinsel kimliklerini de uyumlu yaratmıştır. Bunun sonucu olarak erkeği kadına; kadını erkeğe meyilli kılmış, hayatın devamını buna dayandırmıştır. Bu doğal durumun dışında erkeğin hemcinsine, kadının da hemcinsine karşı cinsel duygular beslemesi normal ve doğuştan değildir.

İslam’a göre, eşcinsellik, lezbiyenlik ve benzeri her türlü cinsel ilişkiler haddi/sınırı aşmak olarak nitelendirilmiş ve her türlü gayr-i meşru ilişkilerin helak edici büyük günahlardan olduğu bildirilmiştir.

Kendini kadın zanneden erkek veya erkek zanneden kadın ya da hemcinsine ilgi duyduğunu iddia eden kişiye düşen görev; bu fiilin fıtrata aykırı ve dinen haram olduğunu bilerek ondan uzak durması, psikolojik tedaviyle düzelme imkanı varsa bu konuda gerekli tedaviye başvurmasıdır.

LGBT daha çok eşcinsel hakları mücadelesinde kullanılan çatı bir kelimedir. Ancak bu bir hak değil batıl davasıdır. Müslüman bir kimsenin bu tür çirkin fiillerden ısrarla kaçınması, böyle bir günah işlemişse bir daha işlememek üzere tevbe etmesi gerekir.

İslam alimleri, genel anlamda olmak üzere, kötülükleri el ile değiştirmenin yöneticilerin, dil ile değiştirmenin alimlerin; kalb ile değiştirmenin de bunlara güç yetiremeyen halkın görevi olduğunu söylerler. Böylece, her seviyedeki Müslüman’a düşen bir vazifenin bulunduğu ortaya çıkmış olur.

İslami öğreti ve gelenekte, erkek ve kadın olarak her cinsin kendine has özelliklerinin korunması ve kendi yönünde geliştirilmesi esas alınmış, kişinin kadınlık veya erkeklik özelliklerini tam olarak taşıdığı halde karşı cinse benzeme özentisi içine girmesi kınanmış, cinsiyet farklılığını koruyucu ve sağlıklı bir cinsi gelişmeyi temin edici bir dizi tedbir alınmıştır. Bundan dolayı Hz. Peygamber, kadına benzemeye özenen erkeklere (muhannes) veya erkeğe benzemeye özenen kadınlara lanet etmiş ve bu tipler için bazı yaptırımlar uygulamıştır. Ancak bu tür ruhi-ahlaki bozukluğun söz konusu kişilere farklı dini ve hukuki hükümlerin uygulanmasını gerektirmeyeceği ve haklarında tabii cinsiyetleriyle ilgili hükümlerin geçerli olacağı açıktır.

Diyanet İşleri Başkanlığınca verilen cevapta sayılan hususlar, başta Kur’an ve Hadis olmak üzere İslâm kaynaklarından dosdoğru alınmış bilgileri yansıtıyor. Sapıkların yayın organı ise, doğrudan doğruya İslâm’ı hedef göstererek risk almak yerine, Diyanet İşleri Başkanlığını “nefret söylemi” ile suçlamak suretiyle, Allah’ın diniyle olan kavgasını başka bir alana taşımaya çalışıyor.

Sapık sitenin konuyla ilgili haberi:

http://kaosgl.org/sayfa.php?id=27100

23 Kasım 2018 Cuma

Kur'an ve Hadis öyle demiyor

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 3. Uluslararası Kadın ve Adalet Zirvesinde yaptığı konuşmadan:

Kadın ailenin hem ayrılmaz bir parçası hem de lokomotifidir. Aile, kadın ve erkeğin ortaklığında devam eden hayati bir meseledir. Öyle sanıldığı gibi geçim işlerinin erkeğe ev işlerinin kadınlara yüklenmesi söz konusu değildir.”

Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’den:

Allah’ın insanlardan bir kısmını diğerlerine üstün kılması sebebiyle ve mallarından harcama yaptıkları için erkekler kadınların yöneticisi ve koruyucusudur. Onun için sâliha kadınlar itaatkârdır. Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar.[1]

Resulullah’ın (s.a.v.) hadis-i şeriflerinden:

Hepiniz yöneticisiniz ve yönettiklerinden sorumlusunuz. İmam (devlet başkanı) bir yöneticidir ve halkından sorumludur. Her adam ailesinde yöneticidir ve yönettiklerinden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve yönettiklerinden sorumludur. Hizmetçi / işçi de patronunun malında yöneticidir ve yönettiklerinden sorumludur.[2]

Ey insanlar! Kadınların haklarına riayet etmenizi ve bu hususta Allah’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları Allah’ın emaneti olarak aldınız. Onların namus ve iffetini Allah adına söz vererek helâl edindiniz. Dikkat edin! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız olduğu gibi onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin onlar üzerindeki hakkınız iffet ve namuslarını korumalarıdır. Kadınların sizin üzerinizdeki hakları geleneklere uygun biçimde yiyecek ve giyeceklerini sağlamanızdır. Kadınlar hususunda Allah’tan korkun ve onlara en iyi şekilde davranın.[3]

***

Kime iman edip itaat edecekleri konusunda tereddüde düşmemeleri için, bütün Müslümanlara bir hatırlatmadır.


[1] Nisâ sûresi, 4:34 (Diyanet Vakfı meâli).

[2] Buharî, İstikraz: 20; bkz. Müslim, İmâre: 20.

[3] Müsned, 7:307, 330, 376; Buhârî, Ḥac: 132, Meġāzî: 78; Müslim, Ḥac: 147; Ebû Dâvûd, Menâsik: 56, 61; Tirmizî, Tefsîrü’l-Ḳurʾân: 10; İbn Mâce, Menâsik: 76, 84.

20 Kasım 2018 Salı

Ailesiz toplum 3 - Kinsey skalası, toplumsal cinsiyet eşitliği

AHMET H. ÇAKICI

https://ahmethakancakici.blogspot.com/

Üçüncü Bölüm

Iskartaların kendi kendilerine yok olabilmeleri için farklı hikayelere ihtiyaç var demiştik.
3-Alternatif Hikayeler
İstanbul Sözleşmesi: Alternatif Hikayeler ya da Farklı Aile Formlarının Çatı Metni

Dünyada ilk olarak İstanbul’da, Türkiye’nin (hem de şerhsiz) imzaladığı bir sözleşme olduğu için İstanbul Convention (Sözleşmesi) adını alan bu çalışma, daha şimdiden (şerhler koyarak da olsa) 44 ülkenin imzaladığı dünya çapında bir projeye dönüştü.

İstanbul Sözleşmesi, II. Dünya Savaşı sonrasında cephelerde eriyen erkek nüfus nedeniyle ortaya çıkan işçi ihtiyacını, kadınları sanayiye çekerek kapatmaya çalışan sermaye destekli projelerden biri olan cinsiyet eşitliği projesinin devamı olarak düşünülebilir. 

Zeminini 1957 yılında Avrupa Birliği çerçevesinde imzalanan Roma Anlaşmasının 119. Maddesindeki “Kadın Erkek Eşitliği”nden, fikri altyapısını Alfred Kinsey’den, dinamizmini feminist hareketlerden, lojistik desteğini büyük sermayeden alıyor. Başlangıçta “Cinsiyet Eşitliği” olan tanım genişleyerek İstanbul Sözleşmesinde, “Cinsiyet, Cinsel Yönelim, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”ne dönüştü. Başta Kadın–Erkek eşitliği olan ilke de, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ile birlikte; Erkek, Kadın, Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Trans(LGBT) ve diğer formlar eşitliğine dönüştürüldü. 
Egemenler, böylesi bir dönüşüme ihtiyaç duyuyorlar. Bu anlamda böylesi bir dönüşümü hedefleyen İstanbul Sözleşmesinin, “Ailesiz Toplum Projesi”, “Farklı Aile formları Projesi” veya “Aile Sonrası Toplumun Hukuki Alt Yapı Çalışması” olarak okunabileceği kanaatindeyim.
Neden Ailesiz Toplum?

Kapitalist dönemin ilk anlarından beri aile ile sermaye arasında sorun olduğunu aydınlardan pek çoğu ifade ediyor. Mesela Weber, “akılcı kapitalizmin gelişiminin önünde en büyük engel ailedir. Özellikle birleşik akraba grubu (hısımlar) ilişkileri kapitalizmin gelişimini boğar” diyor ve devam ediyordu; “Protestanlığın (İngiltere’nin-AHÇ) büyük başarısının ardında “hısımlığın prangalarını parçalaması” yatar. [1] Weber ve Parsons’cu kuramdan hareketle Çin üzerine yaptığı bir araştırmada Levy de “modern sanayinin ve geleneksel ailenin karşılıklı olarak birbirleri için yıkıcı oldukları” sonucuna varmıştı.” [2]   

Onların eleştirileri daha çok sermayenin birikmesine engel olan süreçler üzerine yapılan eleştirilerdi. Sonraları egemenlerin şikayeti ailenin, egemenlerin müdahale edemediği izole alanlar var ediyor olmasından duydukları rahatsızlığa yöneldi. Tv, eğitim süreci, okul, sanal ortam, iş dünyası, askerlik yani hayatın her alanı egemenlerin kontrolü altında olmasına rağmen; aile, egemenlerin öğretilerini hiç umursamayıp dilediği öğreti ile (kontrol dışı) çocuk yetiştiren bir alan var ediyordu. Jack Goody, “ailenin kontrolü; hem toplum sosyolojisinin, hem ekonominin, hem de nüfusun kontrolü demektir.”[3] derken; egemenlerin aileye olan ilgisinin nedenine vurgu yapıyordu.

Ama her halukarda insana (işçi ve asker olarak) ihtiyaçları vardı ve aileye muhtaçtılar. 

Ancak eşiğinde olduğumuz “İnsan ötesi, robotik, yapay zeka” çağında, sanayi sonrası toplumdan kalan milyarlarca insana ihtiyaç yok.  Dolayısı ile atıkları/kalabalık nüfusu üreten AİLE’ye de ihtiyaç yok.

Geleneksel aile, kalabalık nüfusu/atıkları üreten mekanizma ve bu yüzden de egemenlerin en önemli hedefi. Mevcut aile modelinde çiftler herhangi bir makamın kontrolüne tabi olmadan diledikleri zaman ve diledikleri sayıda çocuk yapabiliyorlar. Bu da nüfusu egemenlerin kontrolünden çıkarıyor.

National Geografic, Cinsiyet Devrimi, Ocak 2017

Bu sebeple öncelikle mevcut aile modelinin değiştirilip, idarecinin izni olmadan çocuk edinilemeyen birliktelik formlarına geçilmesi gerektiğini düşünüyorlar ve yeni/farklı aile formlarını toplumlara dayatıyorlar. 

Bunun için ailenin tanımı dahi değiştirildi. Kadın, erkek ve çocuktan müteşekkil aile; “geleneksel aile” olup, geçmişi ifade eden bir değere dönüştürülürken, “modern aile”; çocuğun aileye ancak dışarıdan transfer edildiği[4] “yeni aile formaları”[5] olarak kabul edildi. Böylece toplumların bu “farklı aile formaları”na yönlendirileceği sürece girilmiş oldu.

Bu sürecin anahtar kelimesi, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği.”
Toplumsal Cinsiyet Eşitliği

Rosi Braidotti, İnsan Sonrası eserinde Coward ve Ellis’ten yaptığı alıntıda “Bilim, toplumdaki geçerli söylem ve iktidar ilişkileri arasında yeni materyalist (kar mekanizmaları, sömürü ilişkileri, çıkarlar vs- AHÇ) bağlantılar kurabilmek için toplumdaki mevcut davranış modellerinin, bu modelleri var eden ahlaki değerlerin ve bilimsel verilerin yıkılmasının gerektiğini” söyler. Braidotti devamında Crenshaw’dan yaptığı alıntıda ise toplumsal cinsiyet eşitliği, ırk, sınıf ve cinsel unsur arasındaki ilişkilere vurgu yapan yaklaşımların da bu yöntemi savunduğunun” altını çizer. Tıpkı Nietszche’nin Soykütük teorisinde işaret ettiği gibi.

Yani Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve benzeri hareketler yeni materyalist ilişkiler var edebilmek için Yeni Kapitalist sürecin önündeki engellerin dağıtılması işlevini görür.  Alfred Kinsey tam da bunu yaptı: Materyalist ilişkiler doğrultusunda toplumdaki geçer söylemi, tüm ahlaki konuları ve geçmişten gelen kodlanmış, kabul edilmiş değerleri yerle bir ederek sermaye için kullanışlı hale getirdi.

Alfred Kinsey, Rockefeller Foundation tarafından desteklenen[6] bir zoolog olarak 1947’de İndiana Üniversitesi bünyesinde Cinsellik Araştırmaları Enstitüsünü kurup 1948 yılında bir araştırma raporu yayınlar.[7] Medya araştırmaya büyük ilgi (!) duyar ve öyle büyük bir sansasyon çıkarır ki; 1955 yılında araştırmanın ikinci etabı yayınlanınca Amerika Barolar Birliği, Amerika Ceza Sistemini değiştirmek zorunda kalır.  O güne kadar Amerikan ceza sisteminde “suç” olarak kabul edilen zina, çocuk erotizmi, kürtaj, evlilik öncesi cinsel ilişki, karı-kocaların birbirlerini aldatması ve eşcinsellik suç olmaktan çıkarılıp, normalleştirilir.[8]

Kinsey Skalası

Alfred Kinsey, bu araştırması ile cinsiyetin tanımını da değiştirir: İnsanların, fizyolojik cinsiyetlerinin yanı sıra “yönelimlerine” göre de cinsiyetlerinin tanımlanması gerektiğini söyler ve Kinsey Skala’si diye ünlenen bir skala yayınlar. Bu sklada, insanların karşı cinsten kendi cinsine kadar uzanan farklı eğilimleri olduğunu anlatır. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği politikaları, daha çok kadın-erkek eşitliği talebi olarak gösterilse de,  işte bu Kinsey Skalasında tanımlanan heteroseksüelden eşcinselliğe kadar uzanan ara formların, (LGBT; lezbiyen, gay, biseksüel, trans)[9] cinsel yönelimlerin eşitliği talebidir.

[Geçen yıllarda Kinsey’in çalışmalarının; büyük bir manipülasyon olduğu,[10]raporlarına kaynaklık eden çocuklara tecavüz ettiği, para karşılığı babaları ile küçük kızları ensest ilişkiye zorladığı, (Kinsey’in 7 yaşındayken öz babasına para karşılığı 20 seferden fazla tecavüz ettirdiği iddia edilen kızlardan biri olan Ester White, 12 Nisan 2014 tarihinde Birleşmiş Milletlere yazmış olduğu mektupta “babamı affedebildim ancak Kinsey’i asla” demişti.[11]) 4 aylık çocukların cinsel performansını nasıl ölçtüğünü, çocuk seksi ve çocukların cinsel kapasiteleri ile ilgili bilgileri nasıl elde ettiğini açıklamadığı, sıradan insanlar diye tanıtılan deneklerin para ile kiralanmış seks işçileri oldukları, söylediği kadar deneğe hiç bir zaman ulaşmadığı gibi bir sürü eleştiri almış olsa da scala asla medyanın gözünden düşmedi.[12] Liberty Counsel’in kurucusu ve Dekanı Mathew Staver[13]’ın da, “Alfred Kinsey ve Kinsey Enstitüsü, işledikleri devasa sahtekarlıktan sorumlu tutulmalıdır” diyerek Enstitü hakkında bulunduğu soruşturma talebi de karşılık görmedi.]

Ancak biz “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” politikalarının, toplumsal eşitlikten ziyade, toplumun LGBT ilişkilere yönlendirmesi, yayılması ve meşru zemine taşınması politikaları olduğu[14] kanaatindeyiz.[15] (Toplumların arasındaki cinsiyetli, cinsiyetsiz eşitsizliklere, gelir dağılımdaki korkunç uçurumların etkisini fark edemeyen bir eşitlik anlayışının, egemenlere yönelecek öfkeli bakışları başka yerlere yönlendirerek sermayeyi koruma işlevi gördüğünü düşünüyoruz. Aynı umumhaneye düşmüş, alınıp satılan bir kadına, “Senin çalışman kötü bir şey değil, devam et! Sen fahişe değilsin, seks işçisisin” demenin gerçekte kadını onore etmek değil onu pazarlayanı korumak, olması gibi.)

İstanbul Sözleşmesinde “Toplumsal Cinsiyet”. “Toplum tarafından yüklenen ve sosyal olarak kurgulanan roller, davranışlar ve eylemler anlamına gelir[16].…… taraflar, kadın erkek için kalıp rollere dayanan ön yargıları, örf ve adetleri, gelenekleri ve tüm diğer uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin toplumsal ve kültürel davranış modellerinde değişim sağlamak için gerekli tedbirleri alır…. Taraflar; kültür, gelenek, görenek, din veya sözde ‘’namusun’’ işbu Sözleşme kapsamındaki herhangi bir şiddet eylemi için gerekçe oluşturmamasını sağlar[17]” deniliyor.


Yani din, gelenek, örf, namus vs’den hareketle kimseye bir davranış kalıbı bir toplumsal rol yüklenemez; bu İnsan Haklarını ihlaldir, devlet bunun tedbirini almalıdır, deniliyor.
 

Ebeveynin çocuğuna “sen kızsın” ya da “erkeklere yakışmaz” vs demesi, namus, şeref, edep, haya, utanma tavsiyesinde bulunması, pembe bisiklet, bez bir bebek, oyuncak asker alması, etek giydirmesi cinsel rol yükleme ve yönlendirme oluyor. Eğer, “sen kızsın” kelimesi ikaz maksadıyla söylenmiş ya da ses tonu veya yüz ifadesi sertleşmişse bu sefer konu “çocuğa şiddet” kapsamına giriyor. 

“Toplumun binlerce yılda ürettiği gelenek, örf veya dinden gelen değerler ya da öğretilmiş cinsel roller şiddet ve baskı üretirler; eğer bu baskı ve yönlendirme yok edilirse çocuklar, toplumun dayattığı geleneksel “erkek” veya “kız” rollerine girmek zorunda kalmayıp daha özgür, daha eşit olup ezilmekten kurtulabilecekler” iddiasındalar. Üstelik kendi cinsel eğilimlerine yönelebilecekler ve içlerindeki mesela translık veya gay’liği ortaya çıkarıp; özgürce yaşayabilecekler. 

İstanbul Sözleşmesi bu “özgürlük ortamını” sağlamakla, devleti görevlendiriyor: Sözleşmenin 14. Eğitim Maddesi[18]nde kalıplaşmış toplumsal cinsiyet rollerinin yeni nesillere taşınmaması için, “Toplumsal Cinsiyet Hakkı gibi konulara ilişkin materyalleri öğretim müfredatına ve eğitimin her seviyesine eklemek için gerekli adımları atmaktan devlet sorumludur” deniliyor.

Bu nedenle olsa gerek Toplumsal Cinsiyet Eşitliği konusu üzerine Milli Eğitim Bakanlığının yapmış olduğu faaliyetler çok yoğun.[19] (Ancak gerek Milli Eğitim Bakanlığında gerek Kadın ve Aileden Sorumlu Bakanlıktan yayınlanan “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine”[20] dair yayınların topluma hala sadece kadın vurgusu üzerinden duyurulması, ifadenin başındaki “toplumsal” kelimesinin ne anlama geldiğinin altının çizilmemesini dikkate değer buluyorum.)
Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde hayata geçirilen ETCEP[21]  (Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi) Tüm okulları toplumsal cinsiyet eşitliğine duyarlı hale getirecek araçları geliştirmek için amaçlarını şöyle sıralıyor: “Eğitim politikaları ve mevzuatını, öğretim programlarını ve ders kitaplarını gözden geçirerek, toplumsal cinsiyet eşitliğine yönelik tavsiyeler oluşturmak ve bunları yetkililere iletmek. Eğitimciler için eğitim paketleri oluşturarak, çok sayıda eğitimciyi eğitmek. Okul ve yakın çevresinden başlayarak, toplumun farklı katmanlarında toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda farkındalık yaratmak.” 

Bu çalışmaların ilk sonuçları alınmaya başlandı bile. İlkokul ve ilkokul öncesi öykü ve resimli kitaplarda erkek ve kız vurguları cinsiyet ayrımcılığı olarak değerlendirilip, erkekliği ve kızlığı hatırlatan her şeyin kaldırılması için çalışmalar yapılıp gündem oluşturuluyor.[22] 
ETCEP’in alt projesi olan  OTCETA[23] (Okullar için  Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Teminat Aracı) ile hazırlanan Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı Okul Standartları Klavuzu[24]  ve El Kitabı[25] ile tüm Türkiye çapında bir standardın oturtulması için oldukça mesafe alındı. (Yandaki cinsiyetsiz resimler Okul Temelli Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Kampanya Kılavuzundan alınma)[26] 

Bu projeler düzenli sempozyumlar[27], çalıştaylar[28] ve basılı yayınlarla[29] da destekleniyor.

Türkiye toplumunda Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin yerleşmesi için Batılı ülkeler de  desteklerini esirgemiyorlar. Mesela Hollanda Kraliyet Ailesinin desteği ile yapılan “Ne var, Ne yok. Gençlerle Güvenli İlişkiler Üzerine Çalışmak[30]” ve Norveç Toplum Güvenliği Bakanlığının desteğiyle yapılan “ANKA, Çocuk Destek Programı[31]” gibi projelerle ortaokul ve lise çağındaki gençler ve onların eğitimcileri; Toplumsal Cinsiyet Eğitimi, Cinsellik, Flört, Güvenli Seks, Hamilelik ve Hamilelikten korunma gibi konularda bilinçlendirilmeye çalışılıyor. Ancak bize göre bu dersler bir bilinçlendirmeden çok öğretme, yaygınlaştırma, özendirme, meraklandırma, meşrulaştırma, yayma işlevi görüyor. Ortaokul çocuğuna senin flört seçme hakkına kimse karışamaz, flörtünü şöyle seçeceksin, ilişkiye böyle gireceksin, hamile kalmaktan böyle korunacaksın, gaylik şöyle bir şeydir, lezbiyenlik böyle hissetmektir demek onun ilgisini çekmek, merakını uyandırmak ve kışkırtmaktan başka bir şey değildir, kanısındayız. 

Üniversitelerimiz de sürecin gerisinde kalmadı(!): YÖK aldığı bir karar ile üniversitelere, Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Dersini[32]  zorunlu hale getirdi ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi yayınlayarak, Yüksek Öğretim Kurulunun bütün bileşenlerinde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ne duyarlı olarak hareket edileceğini taahhüt etti.[33]

Eğitimde “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” konusunda en ileri gitmiş ülke olan İsveç, içinde cinsiyete dair hiç bir uyaranın bulunmadığı, her çocuğun aynı renk ve tarz giyinip aynı oyuncaklarla oynadıkları öncü okulları kurdu bile. (Cinsiyetsiz okullar, Avrupa toplumundan bile “yeni bir tarikat”ın dünyaya dayatılması eleştirisi ile karşılandı.[34] SSCB dönemindeki kolhoz uygulamalarının modern zamanlara geri dönüşü demek daha mı uygun olurdu acaba? )


Diyanet İşlerinde Sorun Daha Büyük

Yalnız iş Diyanet Teşkilatına geldiğinde sorun çok daha büyük; İstanbul Sözleşmesi, ”toplumsal olarak klişeleşmiş rollerine dayalı ön yargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla….. (“kökünü kazımak”, hukuka yakışan bir ibare olmamasına rağmen aynen bu şekilde İstanbul Sözleşmesine giriyor) devletin yükümlülüğüdür, diyor.[35]

Dikkat buyurun, bizim gibi toplumlarda toplumsal eşitsizliklerin kaynağı denilen şey, genelde dini metinlerdir. Diğer kutsal kitaplarda olduğu gibi, Kur’an’ı Kerim’de de geçen Lut Kavmi, eşcinsel ilişkiler ve kadın erkek ilişkileri üzerine olan ayetler ile Arapçanın yapısından kaynaklı dişil ve eril (müzekker-müennes) kelimeli ayetlerin tamamı bu konunun kapsamına giriyor. 2011 yılında imzalamış olduğumuz İstanbul Sözleşmesi tam olarak yürürlüğe girerse ya Kur’an’ın ve diğer Kutsal ve dini içerikli kitapların (İncil, Tevrat, Talmud, Buhari, Tırmizi, Müslim, Mesnevi vs)  yok edilmesi ya da yeniden yazılması(!) gerekecek. Bu hali ile Kur’an’ın ve diğer Kutsal Kitapların okunmasının, okutulmasının, duyurulmasının, nesillerden nesillere aktarılmasının önüne geçmek devletin sorumluluğudur.  

Bu konuda Anayasa Mahkemesi ne başvurarak Sözleşmenin iptalini istemek de mümkün değil. Çünkü Anayasa’nın 90. Maddesi[36] “Uluslara arası sözleşmelerde Anayasa Mahkemesi kendini sorumsuz sayar ve Uluslar Arası Sözleşmeler uygulanır” derken, bu maddenin kaldırılmasının yolunu da tıkıyor. Geriye Kur’an ayetlerinin veya yorumlarının değiştirilmesinden başka bir seçenek kalmıyor. 

Bu nedenle olsa gerek ki; devletin Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve LGBT ilişkilere yönelik devlet politikaları ile dini söylem arasında bir uyum sağlamaya yönelik Diyanet İşleri Bakanlığının yaptığı çalışmalara, 2005 yılında Kızılcahamam’da yapılan toplantıdan beri devam[37] ediliyor.[38]  Ancak Diyanet Teşkilatı açısından Kur’an’ın ve neredeyse tüm diğer dini metinlerin yasaklanmasını gerektirecek bir süreci savunmanın veya buna uygun bir dil geliştirmenin zorluğunun da aşikar olduğunu düşünüyorum. 

Toplumsal Cinsiyet Eşitliği üzerine özel sektörün faaliyetleri çok daha yoğun: Ariel’in #ShareTheLoadDove’un #SpeakBeautifulUnilever’in #unstereotype ve Badger&Winters’ın #WomenNotObjects[39] gibi bir çok firma twitterla ortak düzenledikleri kampanyalarla reklam ve internet sektöründeki cinsel ayrımcılığı hatırlatan kelimelerle mücadele başlattılar. Arçelik’te whatsup gruplarında cinsiyeti çağrıştıran kelimeleri takip etme kararı aldı.[40] Büyük sermaye şirketlerinden [41] “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” konusunda sorumluluk almayan yok gibi. Çok büyük bir gayretle ve STK’larla beraber son 10 yılda yapılan çalışma sayısı binleri aşmış durumda.

Medya üzerinden (Aksini iddia eden birçok çalışma olmasına rağmen[42]) Çocukların fizyolojik cinsiyetlerine yönlendirilmesinin[43] çocukların ruhsal sağlığına zarar verdiği iddiasındaki çeşitli yayınlar[44] psikologlar eşliğinde topluma taşınmaya devam edilirken,[45] toplum “kız çocuğa kız, erkek çocuğa erkek” demenin cinsel dayatma olup, çocuğun ruhsal dengesini bozduğuna ikna edilmeye çalışılıyor.[46] 

2017 yılında Brezilya’da homofobiye karşı kurulan 16 takımlı LiGay-LGBTi+ (LiGay Nacional de Futebol) ilk sezonunu tamamladı. Henüz uluslar arası bir turnuva ya dönüşemese de bu yöndeki çalışmaların devam ediyormuş.

“Toplumsal Cinsiyet Ayrımcılığı”na neden olduğu için sosyal medya, tv ve yazılı basındaki kelimeleri dahi takip edip, bu kelimeler yerine cinsiyeti hatırlatmayan kelimeler öneriyorlar[47]. Rahatsız oldukları kelimelerden bazıları baba, ana, anne, dede, nene, ata, atasözü, namus, kız, birader, kadın. hanım, hanım efendi, bey, beyefendi, bayan, hatun, bacı, bey, beyler, adam, ağa ,er, efe, dayı, amca, teyze, hala, ağabey, oğlan, delikanlı, yiğit, babayiğit, cadı, aslan parçası, kral gibi[48] vs..

Trafik tabelalarındaki çöp adamların adam olmasını da cinsiyet ayrımcılığı olarak gündeme taşıyorlar[49], oyuncak üreten firmaların kız ve erkek çocuklara farklı oyuncaklar üreterek cinsiyet ayrımcılığı yaptığı iddiasını da.[50] Kız ve erkek çocuklara yönelik oyuncak üretimi baskılamak isteyenler Trans formatında üretilmiş oyuncakları Carrefour marketler zincirinin raflarına yerleştirdiler, bile.

Tuvaletleri, kadın ve erkek tuvaleti diye ayırmanın cinsiyet ayrımcılığı olduğunu iddia edip, kadın ve erkek beraberce tuvaleti kullanmanın özgürlük olduğunu da söylüyorlar.[51] Samsun’da bir hareket kamu binalarında tuvaletlerdeki bay/bayan ifadelerinin kaldırılması için kamuoyu çalışmasına başladı bile.[52] Belçika, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Almanya, İngiltere hatta Manchester United Futbol Kulübü ortak tuvalet uygulamasına geçenlerin arasına isimlerini yazdırdı. ( Bu uygulamanın kadınlara nasıl bir fayda getirdiğini anlayabilmiş değilim. Daha çok Kinsey’in bahsettiği eğlenceli(?) tecavüz için uygun ortam hazırlığı gibi geliyor bana.)


Ortak tuvalet uygulamacılarından olan İsveç’te erkeğe “han” kadına “hon” denilmesinin cinsiyet eşitliğine aykırı olduğunu fark edenler her iki cinse hitap eden “hen” zamirini ürettiler ve kullanmaya başladılar. Buna Nötr cinsiyet hareketi diyorlar. Bu hareket tuttu ve ilk cinsiyetsiz ya da nötr cinsiyetli pasaport Hollanda’da verildi.

TV’ler ve sosyal medya da “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” konusuna hassasiyetle(!) yaklaşıyor: Öyle ki, birçok çizgi filimde karakterlerin cinsiyetlerini birbirlerinden ayırt etmek oldukça zor. Erkeksi duruşa kız kafası, kız kaşlarına erkek saçı, kız kirpiklerine erkek elleri çizerek cinsel karakterleri birbirlerinden ayırt edilemez kılıyorlar. 

Ancak çocuklar erkek veya kız gibi çizilirse eşitsizlik ve yönlendirme olduğunu söyleyip karşı çıkanların, karakterler “cinsiyetsiz” çizildiğinde LGBT formlara yönlendirme olduğunu fark edememelerinin bir gaflet olduğunu düşünmüyorum. 
Diğer taraftan bir kadın hastaneye başvurup, “doğum için kadın hekim istediğinde” veya “muayene esnasında erkek hekim yardımcısı olmasın” dediğinde, bu devletin “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” politikalarına ters oluyor[53] iken aynı devlet ekonomide kadın istihdamını artıracağını[54]söyleyerek[55] cinsiyetçi bir politika uygulayabiliyor. Yani vatandaş kadın bile olsa muhatabının cinsiyetini fark ederse eşitlik bozuluyor ama egemen, işçisinin cinsiyetini fark ederse bozulmuyor.   

Sorunun bir başka yönü ise, “Cinsel Yönelim” ve “Toplumsal Cinsiyet” gibi kavramların muğlaklığının getirdiği sınırların belirsizliği.

Mesela “Cinsel Yönelim” ibaresi LGBT’lileri (Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Trans) kapsarken Ensest[56](aile içi), Pedofili (çocuklarla seks), Zoofili (hayvanlarla seks), Nekrofili (ölülerle seks),  porno veya seks bağımlısı gibi farklı “eğilimleri” kapsıyor mu, belli değil. Kapsıyorsa düzenlemelerde neden onlar dikkate alınmıyor, kapsamıyorsa “neden kapsamıyor, eksiklikleri nedir” o da belli değil.  (LGBT ilişkileri destekleyenlerin de bu konudaki tartışmaları kendi içlerinde devam etmektedir. Mesela LGBT’nin sonuna eklenen Q: Querr ifadesini tanımlarken Annamarie Jagose’in Querr Teori kitabına yazdığı önsözde  Gökçen Ezber,  “queer kromozomal cinsiyet, toplumsal cinsiyet ve cinsel arzu arasındaki sözde değişmez ancak tutarsızlıklarla örülmüş ilişkileri çarpıcı şekillerde ortaya koyan ifadelerle… cinsellik, toplumsal cinsiyet ve cinsel arzu arasındaki uyuşmazlıkları tanımlamaya çalışıyor..” denilir.)

Daha farklı eğilimliler, “uygulamalar, ölülere, hayvanlara,  amcasına veya kendi kızına eğilimi olanları da dikkate almalı” dediklerinde “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği” nasıl sağlanacak, o da belli değil. Kimin “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”nin korumasına gireceğinin tamamen feminist örgütlerin keyfiyeti ile belirlenmesini adil bir uygulama olarak değerlendirmek mümkün değil kanaatindeyiz. 

Ya da insanın kendi hem cinsine olan “eğilimi” ile hırsızlığa (kleptomani), sadizme veya psikopatlığa olan “eğilim”leri arasındaki farkı belirleyen nedir, bu da belli değil. Bunlar karşı konulmaz hastalıklar, genetik zorlamalar, bilinçaltı eğilimler veya kişisel özgürlükler ise öldürmenin, çalmanın suç olmasını nasıl açıklayacağımızı da bilmiyoruz. 

Tanrının ya da tabiatın değerlerini kabul etmediğimizde neyin meşru, neyin hastalık, neyin sapma olduğuna dair toplumsal uzlaşılar da kalmıyor. Bu durumda iyiyi kötüyü kim belirleyecek?

Elbette medya. Yani Kapitalist Sermaye.

İyinin kötünün belirleyicisi olan Tanrının, koltuğuna uzun süre önce devletler oturmuşlardı. Bir müddettir o koltukta sermaye(medya) oturuyor ve bir taraftan toplumun kendi değerleri ile nesillerine terbiye vermesini engelleyip, projelerinin önündeki engelleri ve alternatifleri ortadan kaldırırken, diğer taraftan da medyayı kullanarak toplumlara yeni ilişki formları dayatıyor.

[1] Jack Goody, Batıdaki Doğu

[2] Aynı eser.

[3] Aynı eser.

[4] http://www.hurriyet.com.tr/gundem/escinseller-cocuk-sahibi-olmasin-mi-13877082

[5] http://bianet.org/bianet/bianet/120415-lgbtt-orgutleri-bakan-kavafi-onur-haftasina-davet-ett

[6]
Sen fernando vadisi’nde dünya porno pazarının kurulmasına ve bunların basın ve sinema yoluyla toplumlara yayılmasına da öncülük etmiş rockefeller vakfı, kendisinin “sexuel behavior in the human male” ve “sexuel behavior in the human female” gibi insanlık üzerinde cinsî cihetten tahribat yaratmaya yönelik çalışmalarını finanse etmiş; dr. kinsey, 1941’den itibaren rockefeller tarafından fonlanmış, 1954’ten sonra 75.000 ve 240.000 arasında değişen çeklerle toplam 1.750.000 dolar almış.
Şöhrete kavuştuktan sonra kendisinin ve karısının başrolde oynadığı porno filimler çekmesi nedeni ile gözden düşmüş bir bilim adamı.

[7] Kinsey’in araştırmaları ve bu araştırmanın Amerikan Devleti ve toplumu üzerine geniş bir yazı:
http://islamianaliz.com/yazi/cinsel-istismar-ve-hukukun-manipulasyonu-amerika-3581#sthash.WP6rKvCC.dpbs

[8] http://www.cocukaile.net/cinsel-istismarin-tarihi/

[9] https://www.youtube.com/watch?v=dJ3TL17hna0

[10] https://www.lifesitenews.com/news/alfred-kinsey-was-a-pervert-and-a-sex-criminal?br=ro&

[11] https://stopthekinseyinstitute.org/more/a-child-victim/

[12] Alfred Kinsey ve araştımrları üzerine bir inceleme: Kinsey : Seks ve Sahtekarlık Prof. William Sİmon

[13] https://www.lc.org/mat-staver

[14] http://kaosgl.org/sayfa.php?id=15401

[15] http://repository.essex.ac.uk/18654/1/13114.pdf

[16] İstanbul Sözleşmesi 3/c ; ’toplumsal cinsiyet’’ belli bir toplumun kadınlar ve erkekler için uygun gördüğü sosyal olarak inşa edilen roller, davranışlar, etkinlikler ve yaklaşımlar anlamına gelir.

[17] İstanbul Sözleşmesi 12-5.

[18] İstanbul Sözleşmesi 14. Eğitim Maddesi: Taraflar, gerektiğinde, öğrencilerin gelişen kapasitesine uygun olarak, kadın erkek eşitliği, kalıplaşmamış toplumsal cinsiyet rolleri, karşılıklı saygı, kişisel ilişkilerde şiddet içermeyen çatışma çözümleri, kadına yönelik toplumsal cinsiyete dayalı şiddet ve kişisel bütünlük hakkı gibi konulara ilişkin öğretim materyallerine resmi müfredata ve eğitimin her seviyesine eklenmesi için gerekli adımları atar.

[19]  http://ogm.meb.gov.tr/www/egitimde-toplumsal-cinsiyet-esitliginin-gelistirilmesi-etcep-projesi-uluslararasi-kapanis-konferansi-1-eylul-2016-tarihinde-basladi/icerik/480

[20] Toplumsal Cinsiyet: Toplumsal cinsiyet ise; toplumun verdiği roller, görev ve sorumluluklar, toplumun bireyi nasıl gördüğü, algıladığı ve beklentileri ile ilgili bir kavramdır.”
Cinsiyet: http://aileakademisi.org/arastirma/arastirma-toplumsal-cinsiyet-esitligine-dayali-politika-uygulayan-uelkelerde-kadin-ve-aile

[21] http://etcep.meb.gov.tr/

[22] https://www.koc.com.tr/tr-tr/koc-gundem/Documents/iletisimde-tce-kilavuzu.pdf
https://www.researchgate.net/publication/325119698_Okul_Oncesi_Donem_Cocuklarina_Hazirlanan_Resimli_Oyku_Kitaplarindaki_Toplumsal_Cinsiyet_Rollerinin_Incelenmesi

[23] http://etcep.meb.gov.tr/otcetanin-hazirlanmasi-ve-uygulama-kapasitesinin-gelistirilmesi-detayi-14408564241719

[24] http://etcep.meb.gov.tr/application/assets/admin/uploads/userfiles/files/otceta_kilavuz.pdf

[25]http://etcep.meb.gov.tr/application/assets/admin/uploads/userfiles/files/otceta_el_kitabi_turkce.pdf

[26]http://ogmprojeler.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2017_07/05104002_Okul_Temelli_Toplumsal_Cinsiyet_EYitliYi_Kampanya_KYlavuzu.pdf

[27] https://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/komisyon_tutanaklari.goruntule?pTutanakId=2075

[28] http://ogm.meb.gov.tr/www/egitimde-toplumsal-cinsiyet-esitligi-etkinlik-degerlendirme-calistayi-gerceklestirildi/icerik/588

[29] http://esitizberaberiz.org/wp-content/uploads/2018/08/%C3%87al%C4%B1%C5%9Fma-Ya%C5%9Fam%C4%B1nda-Toplumsal-Cinsiyet-E%C5%9Fitli%C4%9Fi-E%C4%9Fitim-Rehberi.pdf

[30] http://cinselsiddetlemucadele.org/wp-content/uploads/2017/09/ne-var-ne-yok-uygulama-kitap.pdf

[31] Aile ve Soayal Politikalar Bakanlığı Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü’nün hazırladığı ANKA Katılımcı Klavuz Kitabı
https://cocukhizmetleri.aile.gov.tr/haberler/anka-cocuk-destek-programi-bireysel-danismanlik-ve-aile-ile-calisma-egitici-egitimi

[32] Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı Üniversite Çalıştayı Sonuç Raporu ile ilgili YÖK Genel Kurulunda Alınan Karar (29.05.2015)

[33] http://www.yok.gov.tr/documents/10279/22712333/YOK_Tutum_belgesi.pdf/

[34] https://www.mepanews.com/modern-dunyanin-cinsiyetsizlik-dayatmasi-hedefte-cocuklar-var-9573h.htm

[35] “Taraf devletler kadınların daha aşağı düzeyde olduğu düşüncesine veya kadınların ve erkeklerin toplumsal
olarak klişeleşmiş rollerine dayalı önyargıların, törelerin, geleneklerin ve diğer uygulamaların kökünün kazınması amacıyla kadınların ve erkeklerin sosyal ve kültürel davranış kalıplarının değiştirilmesine yardımcı olacak önlemleri alacaklardır” (İstanbul Sözleşmesi VII. madde 1-1 Bend) (Vurgu bana ait-AHÇ)

[36] https://www.tbmm.gov.tr/anayasa/anayasa_2018.pdf
D. Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma MADDE 90- Türkiye Cumhuriyeti adına yabancı devletlerle ve milletlerarası kuruluşlarla yapılacak andlaşmaların onaylanması, Türkiye Büyük Millet Meclisinin onaylamayı bir kanunla uygun bulmasına bağlıdır. Ekonomik, ticarî veya teknik ilişkileri düzenleyen ve süresi bir yılı aşmayan antlaşmalar, Devlet Maliyesi bakımından bir yüklenme getirmemek, kişi hallerine ve Türklerin yabancı memleketlerdeki mülkiyet haklarına dokunmamak şartıyla, yayımlanma ile yürürlüğe konabilir. Bu takdirde bu antlaşmalar, yayımlarından başlayarak iki ay içinde Türkiye Büyük Millet Meclisinin bilgisine sunulur. Milletlerarası bir antlaşmaya dayanan uygulama antlaşmaları ile kanunun verdiği yetkiye dayanılarak yapılan ekonomik, ticarî, teknik veya idarî antlaşmaların Türkiye Büyük Millet Meclisince uygun bulunması zorunluluğu yoktur; ancak, bu fıkraya göre yapılan ekonomik, ticarî veya özel kişilerin haklarını ilgilendiren antlaşmalar, yayımlanmadan yürürlüğe konulamaz. Türk kanunlarına değişiklik getiren her türlü antlaşmaların yapılmasında birinci fıkra hükmü uygulanır. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne 18 göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır.

[37] http://t24.com.tr/haber/diyanetten-talimat-cinsel-yonelime-duyarli-olun,699065

[38]http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/KadnveAileyeYonelikCalsmalar/KadinVeA%C4%B1leyeYonel%C4%B1kCalismalar.pdf

[39] https://bigumigu.com/haber/cinsiyetcilikle-mucadele-eden-isler-bigumigu-da-2016/

[40] https://www.marketingturkiye.com.tr/haberler/cinsiyetci-kaliplari-yok-eden-sozluk-esit-sozluk/

[41] https://sugender.sabanciuniv.edu/tr/gelecek-etkinlikler/stklar-i%C3%A7in-toplumsal-cinsiyet-e%C5%9Fitli%C4%9Fi-sertifika-program%C4%B1

http://tce.koc.com.tr/

http://medyamerkezi.vodafone.com.tr/basin-bultenleri/once-kadin-diyen-vodafone-dan-sosyal-medyada-anlamli-kampanya

https://www.eczacibasi.com.tr/tr/basin-odasi/haberler/eczacibasi-topluluguna-toplumsal-cinsiyet-esitligi-odulu

[42] https://pedagojidernegi.com/cocuk-ve-cinsel-kimlik-gelisimi/

[43] http://www.sosyalarastirmalar.com/cilt8/sayi39_pdf/5egitim/incikuzu_cigdem.pdf

[44] https://dunyalilar.org/cinsiyetsiz-egitim.html/

[45]  http://www.hurriyetaile.com/yazarlar/sinem-olcay-kademoglu/cocugunuzu-kategorize-etmeyin_6319.html

[46] http://dergipark.gov.tr/download/article-file/324725

[47] http://t24.com.tr/video/34esit-sozluk-dilimizi-esitliyor34,12715

https://onedio.com/haber/cinsiyetci-ifadelerden-kacinmak-icin-529604

https://www.google.com.tr/search?q=sosyal+medyada+kelimelerde+toplumsal+cinsiyet&ei=igKpW4fCOPyBi-gPnLuC0Ac&start=10&sa=N&biw=1280&bih=892

https://www.koc.com.tr/tr-tr/koc-gundem/Documents/iletisimde-tce-kilavuzu.pdf

http://m.bianet.org/kadin/toplum/122646-cinsiyetci-dile-karsi-medya-izleyici-el-ele-projesi-sona-erdi

[48] http://acikerisim.istanbul.edu.tr/bitstream/handle/123456789/26457/41950.pdf?sequence=1&isAllowed=y

[49] https://medium.com/t%C3%BCrkiye/trafik-i%C5%9Faret%C3%A7ileri-seksist-mi-aadf383d5a3a

[50] http://uzuncorap.com/2014/02/04/gecmisten-bugune-cinsiyet-ayrimi-vurgusu-yapan-oyuncaklar/

http://www.gazeteturk.org/oyuncagin-cinsiyeti-olmaz-110h.htm

[51] https://www.mynet.com/odtude-cinsiyetsiz-tuvalet-donemi-basladi-110103105988

[52] https://www.mavitac.com/terapioku-274-cinsiyetci_dil_ve_ifadelere_dikkat_cekme.html

[53] Sağlık bakanlığı şikayet hatt 184’den alınmış cevaptır.

[54] https://www.tbmm.gov.tr/komisyon/kefe/docs/komisyon_raporu_2014_1.pdf

[55] Bundan sonraki süreçte LGBT’liler için kamuda işçi olma hususunda  “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”nin sağlanması için LGBT personel istihdamı içinde çalışmalara başlanması açılacak ilk davayı beklemektedir.

[56] http://www.radikal.com.tr/radikalist/abdde-bu-sefer-de-ensest-evlilik-tartismasi-basladi-1394123/