Siyasetle imtihanımız: 2



ÜMİT ŞİMŞEK
Risale-i Nur talebeleri arasında önce seçim zamanları ortaya çıkan, sonra da gelenek halini alan bir uyglama, bu hareketin siyaset-üstü kimliği etrafında tereddüt ve tartışmalara yol açagelmiştir. Bu tereddüt ve tartışmalar, bugün de sürüp gitmektedir.
Tartışmalar sadece Risale-i Nur hareketine dışarıdan bakanlar arasında değil, Risale cemaatlerinin kendi içlerinde de öteden beri sürüp gitmekte, Bediüzzaman’ın bir seçimde oy kullanmış ve tercih ettiği tarafı açıkça bildirmiş olması ile Risale-i Nur’un hiçbir tarafgirliğe âlet edilemeyeceğini açıkça bildiren beyanları arasında gelgitler yaşanmaktadır.
Bu tartışmaları bütünüyle gidermek mümkün olmasa bile, en azından, Bediüzzaman’ın konuyla ilgili söz, yazı ve davranışlarını beraberce inceleyebilir ve bunları delil teşkil etme değeri açısından karşılaştırabiliriz. Bu ise, konuya açıklık getirmesi ve en azından haklı tarafın belirlenmesi açısından net bir sonuç ortaya çıkaracaktır.
***

Bir yanda, Risale-i Nur’un hiçbir tarafa tâbi olamayacağını ve her türlü siyasetin ve siyasî tarafgirliğin üzerinde bulunması gerektiğini açıkça bildiren şu ifadeler ve onların benzerleri, Risale-i Nur Külliyatında birçok yerde geçmektedir:
İman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost, düşman derste fark etmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu mânâyı zedeler, ihlâs kırılır.[1]
Nur şakirtleri, hiç siyasete karışmadılar, hiçbir partiye girmediler. Çünkü iman, mâl-ı umumîdir. Her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır. Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalâlete karşı cephe alır. Nur mesleğinde, mü’minlerin uhuvveti esastır.[2]
Diğer yanda, Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî’nin seçimlerde Demokrat Partiyi açıkça desteklediğine dair mektupları ve şahit ifadeleri de vardır. Böyle olunca da ikili bir durum ortaya çıkıyor ve kendimizi şu sorular karşısında buluyoruz:
Hem taraflardan birisini açıkça tutmak, hem de tarafsız olmak mümkün müdür?
Bu mümkün değilse, Risale-i Nur hizmetinde esas olan bunlardan hangisidir: siyasî tarafların birisinde yer almak mı, yoksa bu tarafların dışında kalmak mı?
Veya bu soruyu şöyle de ifade edebiliriz:
Bu iki şıktan hangisi sabit ve bâki olan duruşu, hangisi ona tâbi olarak açıklanması gereken ârızî bir durumu teşkil etmektedir?
***
Hangi gerekçeyle olursa  olsun Risale-i Nur hizmetinde belli bir siyasî partiye taraftar olmanın değişmez ve bâki bir ilke olamayacağı açıktır. Bu hizmetin mahiyeti bu gerçeği gösterdiği gibi, Üstadın Demokrat Partiyi destekleyen beyan ve davranışları dahi aynı hakikatin delilini teşkil etmektedir. Zira Bediüzzaman’ın bu konudaki mektupları ve ondan bize nakledilen rivayetler sadece bir defa cereyan etmiş bir olay etrafında dönmektedir ki, bu olay da 1957 seçimleriyle ilgilidir. Ondan önceki 1954, 1950 ve 1946 seçimlerinde Üstadın oy kullanıp kullanmadığına, kullandı ise hangi parti için kullandığına dair bize intikal eden hiçbir bilgi yoktur. Eğer Üstad bu seçimlerden herhangi birisinde oy kullanmışsa bunu ilân etmek şöyle dursun, en yakın talebelerinden bile gizlemiş olmalıdır! Oysa istibdad-ı mutlaka son veren bir seçim olması itibarıyla 1950 genel seçimi, 1957’dekine nisbetle çok daha önemli bir hadise idi ve desteklenmeye en az onun kadar lâyık bulunuyordu.
Bediüzzaman’ın hayatından daha başka kesitler de onun bu tavrının sürekli olmadığını göstermektedir. “Nur’un birinci talebesi” Hulûsi Yahyagil anlatıyor:
Ben Üstadı görmeye gittiğimde seçimler yaklaşıyordu. Üstada “Hangisine vereyim?” diye sordum. O da bana “Kardeşim, biliyorsun siyasetle uğraşmıyorum. Sen istediğine ver, ben de seninle beraberim” dedi.
Ben ki Üstadla görüşmüşüm, niye siyasete karışayım? Ben cemaate desem “Gelin filan partiye oyumuzu verelim”; o vakit cemaatin itimadı kalmaz. Siyasî fikrimin açık olmasından dolayı beni hiç kimse dinlemez.[3]
Gerek Üstadın 1957 seçimlerindeki tercihi ile ilgili olan mektuplar ve bu konudaki şahit beyanları, gerekse Hulûsi Yahyagil’in hatırası, delil olmak itibarıyla aynı değeri haiz olmakla birlikte, söz konusu mektuplar ikinci Emirdağ Lâhikasında yayınlandığı için, ister istemez ön plana çıkmaktadır. Ancak ikinci Emirdağ Lâhikasının bizzat Üstad tarafından tertip edilmeyip onun vefatından sonra önde gelen talebeleri tarafından tertip edilerek neşredildiğini hatırlamakta fayda vardır. Bu durum elbette söz konusu mektupların delil olarak değerini düşürmez, ama Bediüzzaman tarafından “Nur’un birinci talebesi” olarak nitelenmiş müstesna bir şahsiyetin bu konudaki hatırasını ve bu hatıra mucibince Üstadına sadakatin bir nişanesi olarak ömür boyu uyguladığı bir metodun delil olma değerini de aynı seviyeye yükseltir.

Bu arada, “dört parti” ile ilgili mektubun altına Üstadın ilâve ettiği ve mektubun “sû-i tesir yapmamak şartıyla” münasip yerlere gönderilebileceğini bildiren şu haşiyeyi de dikkate almakta fayda vardır: “Hâşiye: Üstad diyor ki: Bu içtimaî, siyasî mesele mücmel olarak ihtar edildi. Ve tabiratta lüzumsuz zararlı kelimeleri siz tebdil edebilirsiniz. Merkezlerden münasip gördüğünüz yerlere sû-i tesir yapmamak şartıylagönderebilirsiniz.” (http://www.hizmetvakfi.org/risaleinur/emirdag-lahikasi-ii-s-149-170/)
Diğer taraftan, Hulûsi Yahyagil’in hatırası ve içtihadı, Risale-i Nur mesleğinin tarafgirlikten uzaklığını ifade eden delillerden sadece bir tanesidir; Külliyat bu hakikatin delilleriyle doludur.
Şimdi, bu iki tavır arasında bir mukayese yapacak ve bunlardan hüküm çıkaracak isek, bunları “illet” açısından karşılaştırmamız gerekecektir:
Hangi sebepten dolayı Üstad bir partiye oy vermiş, hangi sebepten dolayı siyasî tarafgirliği Risale-i Nur hizmeti açısından bir tehlike olarak görmüştür?
***
Üstad 1957 seçimindeki tercihini “Halk Partisinin iktidara gelme ve onun arkasında komünist kuvvetinin bu vatana hakim olma tehlikesi” sebebine dayandırmıştır. Bu ise ârızî bir durumdur; her yerde, her türlü şart altında ve bütün zamanlarda geçerli olabilecek bâki bir illet yerine geçemez.
Buna mukabil, Risale-i Nur hizmetine tarafgirliğin hiçbir surette girmemesi gerektiğine dair hükmün illeti her zaman için geçerlidir. İman hizmetinin Allah rızasından başka ne maddî ve ne de manevî hiçbir şeye âlet ve tâbi olamayacağına dair ifadeler ile “Nur hizmetinde mü’minlerin uhuvveti esastır” cümlesi, kıyamete kadar geçerli olacak ve hiçbir zaman, hiçbir surette askıya alınamayacak bir temel ilkeyi ifade etmektedir.
Bu tesbitlerden de şu sonuç çıkar:
Eğer bir siyasî parti desteklenecekse, mutlaka ve her türlü şart altında, Risale-i Nur hareketine ve talebelerine tarafgirlik gölgesi düşürmeyecek şekilde desteklenebilir ki, bu da Hulûsi Yahyagil’in “Seçim zamanı rey vermek gizlidir. Herkes vicdanına müracaat eder, reyini sandığa atar. Ne yaptın? diyene ‘Attım gitti’ der”[4] şeklindeki formülünde gayet güzel ifade edilmiştir.
***
Konunun bunca açıklığına rağmen, bir siyasî partinin lehinde aşikâr bir tavır sergilemekten kaçınmayı Üstada bir nevi ihanet gibi görecek derecede ürkütülmüş bulunanlara, Asr-ı Saadetten meşhur bir hadiseyi hatırlamakta fayda görüyoruz:
Tevbe sûresinin 60. âyeti, zekât verilecekler arasında, “müellefe-i kulûb” adıyla anılan ve gönülleri İslâma ısındırılacak kimseleri de sayıyordu. Resulullah (a.s.m.) bu hükmü böylece uygulamış, hattâ bu sınıfa giren bazı kimselere, zekât alma hakkına sahip bulunduklarını bildiren belgeler de vermişti. Hz. Ebubekir’in (r.a.) hilâfeti zamanında, Hz. Ömer (r.a.) artık İslâmın güçlendiğini, dolayısıyla müellefe-i kulûba zekât vermenin bir gerekçesinin kalmadığını söyleyerek bu hükmün uygulanmamasını istedi. Hz. Ebubekir bunu uygun buldu ve kendisine Resulullahtan aldıkları belge ile gelen müellefe-i kulûba zekâttan pay vermedi. Sahabeden hiç kimse de kalkıp “Nasıl olur da Kur’ân’ın hükmünü uygulamaz, Resulullah’ın verdiği belgeyi geçersiz sayarsınız?” diye onlardan hesap sormadı.
Bizim durumumuzda ise, bir kısım insanlar, “Üstad böyle yaptı” diyerek ve illetini hiç sorgulamaksızın her seçimde belirli bir partiye oy vermeyi ve bunu ilân etmeyi farz vazife olarak telâkki ediyorlar ve bu telâkkileri ile Risale-i Nur’un en önemli ilkesini ihlâl ettiklerini düşünmeye bile yanaşmıyorlar.
***
Siyasî tartışmaların ve tarafgirliklerin üzerinde kalmak, aslında, İslâmî hizmetlerle iştigal eden bütün topluluklar tarafından hassasiyetle uygulanması icap eden genel bir ilkedir. Risale-i Nur’un ise, sahasını münhasıran iman hizmetiyle sınırlamış olması sebebiyle, bu konuda çok daha hassas ve tavizsiz olması gerekir. İslâm elbette hayatın bütünüyle beraber siyaseti de kuşatmakta ve bir kısım İslâm cemaatlerinin hizmet alanları bu sahaya da uzanmaktadır; ancak Risale-i Nur cemaatlerinin özel hizmet sahası iman hakikatleriyle sınırlı olduğu ve bu hakikatlerin de ne maddî ve ne de manevî hiçbir şeye âlet ve basamak olmaması gerektiği için, siyasî tarafgirliklere hiçbir surette bulaşmamak, herkesten ziyade Nur talebeleri için en önemli hizmet esaslarından birini teşkil eder.
Bediüzzaman, Risale-i Nur’un bu özelliğini Eskişehir müdafaasında “Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyenin kanunlarını da ihata eden dinin geniş dairesinden bahsetmez; belki asıl mevzuu ve hedefi, dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkân-ı azîmesinden bahseder”[5] sözleriyle dile getirmişti. Bu sebeptendir ki, yıllar sonra bir gün İslâm âlemine gönderdiği Risalelerin yerine ulaşmaması üzerine yazdığı bir mektubunda bu menfi hadiseyi olumlu bir şekilde yorumlamış ve  “[Böyle olmasaydı] inkişafa başlayan İslâm birlik fikri ve ittihad-ı İslâm siyaseti, Risale-i Nur’u kendine bir kuvvet, bir âlet yapmaya çalışacaktı ve bizleri siyaset-i İslâmiyeye bakmaya mecbur edecekti”[6] demişti. Oysa ittihad-ı İslâm, siyasetin en yüksek gayesini teşkil ediyordu ve Bediüzzaman’ın tabiriyle “bu zamanın en büyük farz vazifesi[7] idi. Aynı Bediüzzaman, böylesine yüce bir hedefe yönelik siyasî faaliyetlere karışmanın dahi, asrın müthiş yangınlarında birkaç kişinin olsun imanını kurtarmaya çabalayan bu hizmetin insanları için bir problem teşkil edeeceğini görmüş, onun için bu tür hizmetleri İslâm âleminin diğer cemaatlerine bırakıp dört elle kendi vazifemize sarılmamız gerektiğini hatırlatmak lüzumunu hissetmiştir.
***
Bediüzzaman’ın 1957 seçimlerindeki tavrını işte bu tanımlar ışığında değerlendirerek yol haritamızı çizmemiz gerekirken, bugün geldiğimiz noktada, cemaatlerimizin ekseriyeti itibarıyla ters bir metod izlediğimizi görüyoruz. O günden bu yana geçen altmış küsur yıl boyunca nice seçimler gelip geçti, hepsinde de Nur talebelerinin en azından bazı kesimleri seçim kampanyalarının aktörleri arasında yer aldılar. İç ve dış düşmanlara karşı kahramanca savunduğumuz partiler değişip durdu, iktidarlar da el değiştirdi; ama bu kavga hiç bitmedi. İman kurtarmak için girdiğimiz yolda ray değiştirdik ve parti kurtarmayı önde gelen bir meslek esası olarak benimsedik. Bu arada, iman kurtarmak konusunda nereye geldiğimizi soracak olursanız, bir küçük örnek, meseleyi yeterince aydınlatacaktır sanıyoruz:
Vaktiyle Nur talebesi gençlerin kaldığı bir talebe yurdu, seçim zamanında AP’nin propaganda faaliyetlerine katılmak ve dönemin şiddet olaylarında karınca kaderince bir rol oynamak gibi kutsal (!) hizmetlerin odağı haline gelmiş, hattâ bir defasında AP’li Müslüman gençlerle Ülkücü Müslüman gençler arasında çıkan bir tartışmada bir öğrenci de can vermişti. Yurda iman derslerinin şefkat ve muhabbet atmosferini solumak üzere gelmiş bulunan bir başka genç de, aradığını bulamayınca o yurdu terk ederek başka yerlerde arayışlarına devam etti. Sonunda, İslâma hizmet eden Müslümanların arasında bulamadığı şefkat ve muhabbet ortamını Hıristiyanların arasında buldu ve din değiştirdi. O gencimiz, şimdi Türkiye’deki Hıristiyan cemaatlerinden birinin ruhanî liderliğini yapıyor.[8] Oysa biz bu yola iman kurtarmak ve bu kudsî hizmete taze kuvvetler kazandırmak için çıkmıştık; onun yerine, Hıristiyan cemaatine bir pastör kazandırmış olduk.
***
Şimdi bu maceranın değişik versiyonları Anadolu sathında, muhtelif Nur medreselerinde yaşanıyor. Bazı insanlar, iman dersi için geldikleri medreselerde siyasî propaganda ile karşılaşınca ayaklarını oradan kesiyorlar. Bazıları da, bunu yapmalarına hâcet kalmadan, hizmet ehli tarafından kovuluyorlar. Bu arada, vaktiyle siyasetin en uzağında bulunan ve siyasetle iştigali en şiddetli dillerle kınayan bazı cemaatlerimiz de evvelce kınadıkları şeyin cazibesine teslim olmuş bulunuyor. Herşeye rağmen derslere devam edenler, sadece toplumun bir siyasî ittifaka taraftar olan yarısından; geri kalan yarısının ise iman derslerine gelmek, yanılıp da gelecek olsa bile orada bir huzur atmosferi bulmak gibi bir şansı yok.
Çünkü biz asıl olanı ârızî olana, bâki olanı gelip geçici olana tâbi kıldık.
Oysa buna hiç ihtiyaç bırakmayacak bir şekilde, her birimiz desteklemek istediğimiz kişi veya partiyi yine oyumuzla destekler, gider sandığa reyimizi atar, sonra da kimseye ilânatta bulunmadan döner, işimizin başına geçerdik. Böylelikle siyasî tercihlerimizi bir cemaat meselesi haline getirmemiş ve farklı siyasî tercih sahibi olan insanlarımızla bu kudsî hizmetin arasına duvar dikmemiş olurduk.[9]
Fakat siyasetin fırtınalarına öyle bir kapıldık ki, o gelip geçici fırtınaları dünyanın bâki halleri zannettik ve bütün harekâtımızı bu fâsit zanna bina ettik. Mü’minlerin uhuvveti, iman hakikatlerinin kudsiyyeti, iman ve Kur’an hakikatlerine dair bâki sohbetler fâni siyaset kavgalarına tâbi kılındı. Nur cemaatlerine dışarıdan bakanlar, çoğu zaman, uhrevî hizmetlerle meşgul cemaatler yerine, kiminin iktidarını korumak, kimini de iktidardan uzakta tutmak için canhırâşâne çabalayan topluluklar gördüler.
Bizim göremediğimiz ve görmek de istemediğimiz manzara ise şu:
Vatan ve millet düşmanlarına karşı birilerini muhafaza etmek için takındığımız tavır ve kullandığımız dil, düşmanın yapmak istediği şeyi yapıyor ve bu milletin fertlerini birbirine düşman haline getiriyor.
Sonra, vahşîce geçen bir seçim kampanyasının akabinde, hâlâ dinmemiş öfkelerin dumanı altında, bir güler yüz ve bir tatlı söze susamış insanları, bir elimizde kitap, bir elimizde de topuzla iman derslerine çağırıyoruz.
Ondan sonra da, “Elimizde bu hakikatler varken bu kadar genç nasıl oluyor da deizme, budizme, şu veya bu dine yahut dinsizliğe kayıyor?” diye merak edip duruyoruz.

Bundan önceki bölüm:

[3] Nurun Birinci Talebesi: Hulûsi Yahyagil, Nesil Yayınları, s. 192.
[8] Meraklısına not: Bu macerayı bizzat kahramanının dilinden dinlemiş bulunuyorum.
[9] Bu modelin en güzel örnekleri için bkz. Hulûsi Yahyagil’in “Huzur” Dersleri.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kur'an mealleri din eğitiminde baş köşeyi almalı

Raşid Halifelerde iman-amel bütünlüğü