SON EKLENENLER
latest

30 Aralık 2021 Perşembe

Zabelka'nın pişmanlığı


ÜMİT ŞİMŞEK

1945 Ağustos’unda birer sabah vakti, önce Hiroşima, üç gün sonra da Nagasaki şehirleri, kutsanmış bombalarla harabeye döndü. Hiroşima’ya atılan bomba Little Boy (Ufaklık) adını taşıyordu; Nagasaki’nin nasibine ise Fat Man (Şişman Adam) düşmüştü. Her iki bombanın iki ortak özelliği vardı:

Sivil-asker, kadın-erkek, çocuk-ihtiyar, insan-hayvan ayırımı yapmaksızın yüz binlerce canı o anda, yüz binlercesini de takip eden senelerde ve tam bir müsavat içinde öldürüyordu.

Ve her iki bomba da bir Katolik rahip tarafından takdis edilmişti.

***

George Zabelka, Japonya’da yüz binlerce sivili öldürme görevini üstlenecek olan birliğe papaz olarak  tayin edilmişti. Bu görevinin icabı olarak birliğe vaazlar verdi, âyinler düzenledi, bir bomba ile bir şehir ahalisini yok edecek olan ekipleri ve bombaları kutsayarak onları meş’um uçuşlarına uğurladı.

Nagasaki’ye bombayı atan uçağın pilotu da koyu bir Katolikti. O da kutsanmış bir Hıristiyan olarak gitti, kutsanmış bombayı, Japonya Katoliklerinin merkezi olan Urakami Katedralinin tepesine bıraktı.

Zabelka, yıllar sonra bu görevini utanç ve pişmanlıkla hatırlayacaktı. Bombanın kırkıncı yılı dolayısıyla düzenlenen törende, “Benim beynim yıkanmıştı,” diye konuştu. “Bu işin gerekli olduğu Askeriye tarafından açıkça, Kilise tarafından da zımnen bize anlatılmıştı. Sivilleri öldüren adamlara, yaptıklarının doğru olmadığına dair tek bir vaaz olsun vermedim. O hava akınlarını açıkça protesto etmek aklımın köşesinden geçmedi. Bildiğim kadarıyla, hiçbir Amerikalı kardinal yahut piskopos da bu kitlesel imha akınlarına karşı çıkmamıştı.”

Zabelka, konuşmasında, kendisinden sonra bir denizaltı birliğinde görev yapan bir rahibin görevinden istifa ederken söylediği sözleri hatırlattı:

“Üniformamın üzerine rahip cübbesini giyerek âyinlere giderken, gayr-ı ihtiyarî İsa’nın şu sözleri kulağımda çınlıyordu: Kuzu postuna bürünmüş kurtlara dikkat edin!”

Rahip Zabelka, bu konuşmadan bir yıl önce de Hiroşima’da düzenlenen bir anma toplantısına katılarak Japonlardan özür dilemiş, yerlere kapanarak kendisi, ülkesi ve kilisesi için Tanrıdan bağışlanma dileğinde bulunmuştu.

***

Zabelka’nın kutsadığı bombaların babası ise ünlü bir fizikçi idi: Robert Oppenheimer. O da bu bombayı vücuda getirebilmek için yıllarca büyük bir aşk ve şevkle çalışmış, ilk bomba denemesi başarıyla sonuçlanınca da “Ben dünyaları yok eden Ölüm’üm artık!” diye nâralar atmıştı.

Oppenheimer, daha sonraki yıllarda bu “başarısı” ile ilgili olarak bir hayli gelgitler yaşadı. Kimi zaman nükleer silâh aleyhtarlarına yakın durur gibi olduysa da, kendisine “atom bombasının babası” ünvanını kazandıran çalışmalarından hiçbir zaman pişman olmadığını açıklamaktan da geri kalmadı. Bu arada, atom  bombasının atılışından bir yıl sonra kendisini ödüllendiren ABD Başkanı Truman, özel sohbetlerinde onu ağlayıp zırlayan bir bebeğe benzetecek ve böyle kimselerle çalışmaktan hoşlanmadığını söyleyecekti.

***

Japonya’da katliam yapmaktan en küçük bir pişmanlık duymayan birisi varsa, o da, bu emri veren ABD Başkanı Harry S. Truman idi. Hiroşima’ya atom bombası atılması kararına göz kırpmadan imza attıktan sonra, Japonya’nın teslim olmasına rağmen, bunu yeterli bulmadı ve onları tam anlamıyla dize getirmek için ikinci bombanın da atılmasına karar verdi.

Bu kararlar Truman’ın uykusunu kaçırmadı, kendisi de bunu iftiharla ilân etmekte beis görmedi ve hayatının sonuna kadar bu konuda özür dilememekte diretti. Onun için bu karar basit bir matematik meselesinden ibaretti:

Eğer atom bombası atılmazsa, Japonya’yı işgal edecek Amerikan askerlerinden 500 bin tanesi öldürülebilirdi. Birkaç yüz bin kişilik bir insan kaybı buna göre daha düşük bir sayı ifade ettiği için, atom bombası kaçınılmaz bir sonuçtu! (500 bin Amerikan askerinin Japonya’da ne işi var diye sormayın. Bugün dünyanın her tarafında Amerikan askerleri var; kimse onlara oralarda ne yediklerini soruyor mu?)

***

Hiroşima’da ve Nagasaki’de yüz binlerce kişi, bir zalimin iki dudağı arasından çıkan bir sözle can verdi:

Emir verildi, bomba atıldı, insanlar buharlaştı. Bu kadar.

Ne var ki, emri veren, bunu tek başına verdiyse de tek başına icra etmedi, edemezdi.

Bilim ve din adamları onun en büyük yardımcıları idi.

Bir başka deyişle, bilim de, din de, siyasetin emrine girdiğinde tarihin görmediği vahşetlere imza atabiliyordu; atom bombası bize bunu gösterdi.

Bugün insanlık binlerce ton nükleer bombanın üzerinde oturuyor.

Ve, dün olduğu gibi, bugün de son sözü yine siyaset tek başına söylüyor.

[Son Devir, Ağustos 2012]


Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


26 Aralık 2021 Pazar

Bir medeniyet böyle kuruldu


Mâide sûresini toplu olarak incelediğimiz 333. Kur’an Buluşmasının özeti ve tam video kaydı.

2021 yılının son Kur’an Buluşmasında, geçen hafta bitirdiğimiz Mâide sûresinin toplu bir değerlendirmesi yapıldı.

UTESAV organizasyonuyla gerçekleşmekte olan Kur’an Buluşmalarının 333. bölümünü teşkil eden dersimizde yaptığımız tesbitlerden bazıları:

  • Mâide sûresi, en son inen sûreler arasında yer almakta ve gerek insanların itikadlarını sağlam bir şekilde tesbit eden, gerekse sağlıklı bir toplum ve devlet yapısını sağlam temellere dayandıran ve insanları fazilet hedefine yönelten bir muhtevâya sahiptir.
  • Ancak bu muhtevâ, insanlara birden bire değil, Mekke’de başlayan ve uzunca bir süre devam eden bir eğitimden sonra insanlara teklif edilmiştir.
  • O insanlar bu âyetlere muhatap oldukları zaman, kötülüklerden uzaklaşmış, iyiliklerle donanmış, bir devlet kurup da Allah ve Resulünün öğrettiği şekilde insanlara yol gösterebilecek ehliyete sahip hale gelmişti.
  • Sûrenin sözleşmelere riayet ve can düşmanlarına karşı dahi adaleti gözetme emirleriyle başlaması ise, bütün çağlara ve bütün insanlara çok önemli bir mesaj veriyordu.

Mâide sûresinin geneline göz attığımız 333. Kur’an Buluşmasına ait video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

UTESAV organizasyonuyla gerçekleşen ve daha önce MÜSİAD Genel Merkezinde yapılan Kur’an Buluşmaları, salgın sebebiyle bir müddettir https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden Cumartesi günleri 07:30’dan itibaren canlı olarak yayınlanıyor. Kur’an Buluşmaları ile ilgili gelişmeleri kaçırmamak için bu sayfaya abone olabilirsiniz.


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


18 Aralık 2021 Cumartesi

Hz. İsa'nın şahitliği, Allah'ın hükmü, bizim nasibimiz


Mâide sûresinin 116-120. âyetlerini okuduğumuz 332. Kur’an Buluşmasının özeti ve video kaydı

Kur’an Buluşmalarının 332. bölümünde konumuz Mâide sûresinin son âyetleri idi.

Bu âyetlerde İsa aleyhisselâmın Mahkeme-i Kübrâdaki sorgusu ve Yüce Allah’ın hükmü şu şekilde yer alıyor:

Peygamberleri huzurunda topladığı gün, Allah buyurur: “Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara ‘Beni ve annemi Allah’ın yanı sıra tanrı edinin’ diyen sen misin?” İsa der ki: “Sen her türlü noksandan ve ortaktan yücesin. Hakkım olmayan birşeyi söylemek bana yakışmaz. Ben böyle birşey demişsem, Sen zaten onu bilirsin. Sen benim zâtımda olanı bilirsin; ben ise Senin zâtında olanı bilemem. Görünmeyenleri ve gizlilikleri bilen Sensin.

“Senin Bana emrettiğinden başkasını ben onlara söylemedim. ‘Benim Rabbim ve sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin’ dedim. Onlar arasında bulunduğum sürece ben onların şahidiydim. Sen beni öldürdükten sonra ise onlar üzerinde gözetleyici olan yalnız Sen idin. Çünkü Sen herşeyin şahidisin.

“Onlara azap edersen, onlar Senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz ki Sen Azîz ve Hakîmsin.”

Allah buyurur ki: Bugün, doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür. Onlar için, ebediyen kalmak üzere, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. Allah onlardan razıdır, onlar Allah’tan. Bu ise pek büyük bir kazanç ve kurtuluştur.

Göklerin, yerin ve onlarda bulunanların egemenliği Allah’ındır. Onun gücü herşeye yeter.

Kur’ân-ı Kerimin diğer âyetleri ve Resulullahın hadis-i şerifleri ışığında yaptığımız değerlendirmelerde, İsa aleyhisselâmın sözleri üzerinden bütün insanlığa çok önemli derslerin verildiğini gördük.

Bu derslerin en önemlisi, Allah’a ortak koşmanın ve evlât yakıştırmanın kâinatı öfkelendiren ve hiçbir şekilde bağışlanmayacak olan çok büyük bir suç teşkil ettiği idi.

Peygamberler de dahil olmak üzere, Allah’tan başka hiç kimsenin gaybı bilemeyeceği, bu dersler arasındaydı.

Peygamberlerinin bu şahitliği karşısında, İsa aleyhisselâma ilâhlık yakıştıran ümmetinin Mahkeme-i Kübrâda içine düşecekleri dehşetli durum, bizi sürekli olarak Kur’an ve Sünnetle içli dışlı olmaya sevk eden bir ibret manzarası idi.

İsa aleyhisselâm, insanları sadece Allah’ın kulluğuna çağırmış bir elçi idi ve Mahkeme-i Kübrâdaki ifadesinde bu hususu hatırlatıyor ve kendisinden sonra sapmış olan ümmetini hüsranı ile baş başa bırakıyordu. Kur’ân’ın kıyamet günündeki bu dehşetli manzarayı ayrıntılı bir şekilde bize nakletmesi ise, kendilerine olağanüstü özellikler yakıştırılan ve Allah’a itaat eder gibi itaat edilen kimseleri ve onların peşine takılanları ciddî bir muhasebeye davet ediyordu.

Mâide sûresinin 116-120. âyetlerini okuduğumuz 332. Kur’an Buluşmasına ait video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

UTESAV organizasyonuyla gerçekleşen ve daha önce MÜSİAD Genel Merkezinde yapılan Kur’an Buluşmaları, salgın sebebiyle bir müddettir https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden Cumartesi günleri 07:30’dan itibaren canlı olarak yayınlanıyor. Kur’an Buluşmaları ile ilgili gelişmeleri kaçırmamak için bu sayfaya abone olabilirsiniz.

14 Aralık 2021 Salı

Herkese yetecek bir ömür



Düşünüp de ibret alacak olan kimseye yetecek kadar bir ömrü Biz size vermedik mi?

Fâtır Sûresi, 35:37


ÜMİT ŞİMŞEK

İNKÂR ehlinin Cehennem ateşinde bağrışıp durmalarına alacakları cevap işte bu… Onlar tekrar dünyaya dönüp de cinayetlerini telâfi etmek istemektedirler. Fakat zaten geldikleri yer orasıdır; orada ise kendilerine iman edip güzel işler yapmak için fazlasıyla fırsat tanınmıştır. Artık bütün fırsatların tüketildiği, ümitlerin tümüyle yok olduğu bir pişmanlıklar diyarındadırlar. Hiç kuşku yok, bu cevap da onların hüsranını bir kat daha arttıran bir hatırlatma içeriyor:

“Düşünüp de ibret alacak olan kimseye yetecek kadar bir ömrü Biz size vermedik mi?”

Bir ömür ki, göz açıp kapayıncaya kadar da geçse, nice insana ebedî bir saadet kazandırmaya yetmiş, nice kullar o kısacık ömrü sonsuz bir mutluluk yurdunun sermayesi yapmayı bilmiştir.

Pek çokları da, sanki dünya hiç yok olmayacak, ömürleri hiç son bulmayacak gibi, bu kısacık süreyi dünyanın gelip geçici işleriyle doldurmuş; onu takip eden ebedî hayata ise eli boş bir şekilde adım atmıştır.

Sur ikinci defa üfürülüp de herkes haşir meydanında toplandığı zaman, ömürlerin neye harcanmış olduğunu herkes apaçık görür. Eli boş gelenler ile iki eli dopdolu gelenlerden hangisinin akıllıca bir iş yapmış olduğunu o gün herkes anlar.

Lâkin insandan beklenen, bu gerçeği o gün değil, bugünden anlayabilmektir.

Ve bunu anlamak için de insana yeteri kadar süre tanınmıştır.

Bu süre, bir saatlik bir sınav süresi değildir.

Bir gün, yahut birkaç gün gibi, hattâ birkaç ay gibi bir süre de değildir.

İnsana tanınan süre, bütün bir ömrü kaplayan bir süredir — hani bize hiç bitmeyecekmiş gibi gelen o uzun, upuzun ömür!

İnsan neler sığdırmaz ki bu ömrün içine:

Yıllarca okullarda dirsek çürütür bir diploma için.

Yuva kurar, çocuklar yetiştirir.

Gece gündüz çalışır, para kazanır, mevkiler ve rütbeler kazanır, binalar yapar, şöhrete erişir.

Ya kıt kanaat geçinecek bir dünyalığı zorla elde eder, ya da servetine servet katar. Ama fark etmez—ikisi de gece gündüz dünya için çalışmaktadır.

Bu arada dünyanın öbür ucunda neler olup bittiğini de takip eder insan.

Merak bu ya, hangi ünlü kişinin kiminle neler yaptığını da öğrenmezse çatlar!

Günler, geceler, yıllar böyle birbiri ardınca tükenir, gider.

Peki, bu insan, o kadar günler, o kadar geceler, o kadar yıllar arasında, hiç şöyle bir durup da düşünmek için fırsat mı bulamadı?

Dünyanın bin türlü halini merak edip dururken, üzerine hiç vazife olmayan binlerce işe burnunu sokarken, kendisinin bu dünyada ne aradığını düşünmek için hiç zamanı mı olmadı?

Üç günlük bir dünya hayatının menfaatini kaçırmak endişesi onun nice geceler uykusunu kaçırırken, ebedî bir hayatı kaybetmek gibi bir ihtimal onu hiç mi ürkütmedi?

Veya bütün bunları düşündü, sordu, soruşturdu da cevap veren mi bulunmadı?

Âyet bunu da hatırlatıyor:

“Üstelik size uyarıcı da gelmişti” diyor.

Bilgi ulaştı, ömür verildi, süre tanındı.

Sonra?

Ne bilgiye kulak astı inkâr ehli, ne uyarıcıya dönüp baktı, ne kendisine tanınan süreyi kullanmayı aklına getirdi.

Üstelik göz göre göre bir yokluğa doğru gidip dururken! Bu dünyada kalmayacağı apaçık ortada iken!

Ve bu dünyaya geldiği andan itibaren Rabbi tarafından üzerine her an yerden ve gökten sayısız nimetler yağdırılıp dururken!

Gerçekten, insan, bu dünyada kendisine tanınmış olan fırsatlara toplu bir şekilde baktığı zaman, sadece inkâr için değil, gaflet için bile hiçbir mazeretinin kalmadığını açıkça görüyor. Eğer dünyaya birkaç günlüğüne gönderilip de arkadan hesaba çekilecek olsaydık, belki arkasına sığınacak bir mazeretimiz olabilirdi. Fakat bu dünya üzerinde yıllarını geçiren, bu yıllara da dünyanın işini sığdıran insan, Rabbine karşı nankörlüğünü ve Onun buyruklarına karşı umursamazlığını yahut meydan okuyuşunu mazur gösterecek hiçbir bahaneye sahip değildir.

Keşke mümkün olsa da, şu âyetin şu cümlesi, her türlü iletişim aracıyla, tüm insanlığa sabah akşam hergün tekrar tekrar hatırlatılsa!

Nasıl olsa birgün herkese birden hatırlatılacak…


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


12 Aralık 2021 Pazar

Mâide (sofra) mucizesinden günümüze dersler


İsa aleyhisselâmın sofra mucizesine dair Mâide 112-115. âyetleri okuduğumuz 331. Kur’an Buluşmasının özeti ve video kaydı

UTESAV’ın Kur’an Buluşmalarında geçtiğimiz haftanın konusu İsa aleyhisselâmın sofra mucizesi idi.

11 Aralık Cumartesi sabahı canlı olarak YouTube’un Erdemli Hayat kanalından yayınlanan Buluşmada, Mâide sûresinin bu mucize ile ilgili 112-115. âyetlerini okuduk. Bu âyetlerin meâli şu şekilde idi:

Hani Havariler “Ey Meryem oğlu İsa,” demişlerdi. “Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” İsa ise “Eğer mü’min iseniz Allah’tan korkun” demişti.

Onlar “Biz o sofradan yemek istiyoruz,” dediler. “Tâ ki kalplerimiz tatmin olsun, senin doğru söylediğini bilelim ve buna şahit olalım.”

Meryem oğlu İsa dedi ki: “Ey Rabbimiz olan Allahım! Bize gökten bir sofra indir ki bizim evvel gelenlerimize ve sonra gelecek olanlarımıza bir bayram ve Senden bize bir âyet olsun. Bizi rızıklandır; çünkü Sen rızıklandıranların en hayırlısısın.”

Allah “Ben onu size indireceğim,” buyurdu. “Lâkin bundan sonra sizden inkâr eden olursa, onu da şimdiye kadar dünyada kimseye vermediğim bir azapla cezalandırırım.”

Diğer kıssalarda takip ettiğimiz usulü bu kıssada da uyguladık ve kitaplarda yer alan, ancak hiçbir sahih rivayete dayanmayan ayrıntıların üzerinde durmadık. Bunun yerine, âyet-i kerimede yeteri kadar ayrıntısıyla anlatılan bu önemli kıssadan çıkarmamız gereken dersler üzerinde durduk. Yaptığımız tesbitlerin bir kısmı ise şöyle oldu:

  • Havârîlerin İsa aleyhisselâma iman ettikleri zaten âyette geçmişti. İsa aleyhisselâmın “Eğer mü’minseniz” ifadesi de onların mucize isteklerinin inkârcı kavimler gibi bir meydan okuma veya imtihan şeklinde bir istek olmadığını gösteriyor.
  • Bununla beraber, inecek olan bir mucize, gerek Havârîleri, gerekse ona şahit olanları büyük bir sorumluluk altına sokacağı için, İsa aleyhisselâmın bir uyarıda bulunma ihtiyacını duyduğu anlaşılıyor.
  • Bu arada, diğer mucizelerde olduğu gibi bu mucizede de üzerinde uzun uzadıya tefekkür etmemiz gereken bazı cihetler bulunduğu unutulmamalıdır. Mucizeler, harikulâde olarak, yani, âdetin dışında vuku bulan, bizim alışık olduğumuz ve “tabiat kanunları, doğa yasaları” gibi isimlerle andığımız İlâhî kanunların dışında cereyan ettiği için olağanüstülük atfettiğimiz hadiselerdir. Oysa, mahiyet itibarıyla bakıldığında, bir işin mucize olarak gerçekleşmesi kadar, “olağan” bir şekilde gerçekleşmesi de bütün kâinatı hükmüne boyun eğdiren bir kudretin ve herşeyi bütün ayrıntılarıyla kuşatan bir ilim ve hikmetin eseri olarak vücuda gelir. Sofra mucizesi de, “doğa yasaları” perdesi altında, her gün ve her yerde milyonlarca senedir cereyan etmekte olan bir mucizeden başka birşey değildir. Bu gerçeği apaçık görmek için kendimize tek bir soruyu sormamız yeter:
  • Semâdan bir sofrayı bir defalığına indirmek bir mucize ise, yerden milyonlarca tür canlının sayısız fertlerini doyuracak çeşit çeşit rızıkları yeryüzünün dört bir köşesine her an serip serip kaldırmak nasıl bir mucizedir? Bir sofranın inişiyle imana gelen insanların bu kadar sofralar karşısında inançsız kalması yahut inancında tereddüde düşmesi aklın alacağı bir iş midir?

Âl-i İmrân sûresinin 112-115. âyetlerini okuduğumuz 331. Kur’an Buluşmasına ait video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

UTESAV organizasyonuyla gerçekleşen ve daha önce MÜSİAD Genel Merkezinde yapılan Kur’an Buluşmaları, salgın sebebiyle bir müddettir https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden Cumartesi günleri 07:30’dan itibaren canlı olarak yayınlanıyor. Kur’an Buluşmaları ile ilgili gelişmeleri kaçırmamak için bu sayfaya abone olabilirsiniz.

11 Aralık 2021 Cumartesi

"Kur'ân'ın Mü'minlere Diriliş Çağrısı"


Kur’ân-ı Kerimin “Ey iman edenler!” hitabıyla başlayan 90 âyeti, açıklamalarıyla birlikte bir kitapta toplandı.

Ülkemizin önde gelen hadis hocalarından Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Kur’ân-ı Kerimin “Ey iman edenler” hitabıyla başlayan âyetlerini, açıklamalarıyla birlikte bir kitapta topladı.

“Kur’ân’ın Mü’minlere Diriliş Çağrısı” adlı eserde 90 âyet-i kerimenin açıklaması, diğer âyetlerin ve konuyla ilgili hadis-i şeriflerin ışığında yapılıyor.

Marmara Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Vakfı tarafından yayınlanan eserin önsözünde, bu çalışmanın ortaya çıkışını ve özelliklerini şu şekilde anlatıyor:

1975 yılı Ramazan’ında Amasya Din Görevlileri Lokalinde düzenlediğimiz Teravih sonrası sohbet programında Ey İnananlar genel başlığı altında Yâ eyyühellezine âmenû diye başlayan âyet-i celîleleri Kur’an-ı Kerim’deki sıraya göre bölge vâizi Nuh Mehmet Solmaz hoca ile merkez vâizi ben dönüşümlü olarak anlatmayı planlamış ve uygulamaya da başlamıştık.

Aslında düşüncemiz, mü’minlere yönelik bu şeref vesilesi “Ey iman edenler” hitabını içeren âyet-i kerîmelerle ilgili değerlendirmeleri sonuçta “Kur’ân-ı Kerime Göre Mü’minler ve Görevleri” adıyla kitap haline getirmekti. Ancak 1975’in Ramazan ayından sonra her ikimizin de Ankara’ya tayin edilmemiz sebebiyle bu düşüncemiz gerçekleşemedi. Kısa süre sonra benim Haseki Hizmet İçi Kursu’na katılmak için İstanbul’a naklim dolayısıyla söz konusu çalışma olduğu yerde kaldı.

Aradan 46 yıl (nerede ise yarım asır) geçmiş olmasına rağmen son zamanlarda, bu eski düşüncemizi söz konusu âyet-i celîlerin her birini en fazla on-onbeş cümlelik açıklama ile değerlendirmek suretiyle ve Kur’an’ın Mü’minlere Çağrısı adıyla kitaplaştırma fikrine kapıldım. Bu düşünceme ilk proje ortağım N. M. Solmaz hocanın “olur” vermesi de cesâretimi artırdı.

Böylesi bir çalışmaya başka bir teşvik unsuru da, muhterem M. Yaşar Kandemir hocanın Hayatımıza Yön Veren Hadisler adıyla hazırladığı her hadisi en fazla yedi cümle ile açıklayan 1000 hadislik çalışması oldu.

“On-onbeş cümlelik açıklama” çerçevesi, ilk bakışta kolay bir çalışmayı işaret ediyor gibi görünse de aslında uzun uzun yorum yazmaktan çok daha fazla fikri yoğunluk, emek ve zaman isteyen zorlu bir mesâîdir.

Bu çerçevede Yâ eyyühellezîne âmenû diye doğrudan biz Müslümanlara hitap eden 89, Nur suresi 31’deki “ve tûbû ilellahi cemîan eyyühe’l-mü’minûne laalleküm tüflihûn” âyeti ile toplam 90 âyet-i kerîmeyi bir arada görüp kısa zamanda okuma kolaylığı yanında, okuyucuda daha fazla bilgi edinme merakını uyandıracağı ümidi, bu kitabın telifini tetikleyen asıl sebep olmuştur.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin Kur’an okuyuşunu pek beğendiği büyük sahâbi Abdullah İbn Mes’ud radıyallahu anh kendisine gelip “bana bir tavsiyede bulun!” diyen kişiye, şu cevabı vermiştir:

إِذَا سَمِعْتَ اللهَ يَقُولُ: { يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا } فَأَرْعِهَا سَمْعَكَ، فإنّهُ خَيْرٌ يَأْمُرُ بِهِ أَوْ شَرٌّ يَنْهَى عَنْهُ  Allah Teâlâ’nın “Ey iman edenler!” buyurduğunu duyduğunda, kulaklarını dört aç, zira orada Allah, ya bir hayrı emreder ya da bir şerden sakındırır. 

Kur’ân-ı Kerim’deki tüm âyetlerin doğrudan ya da dolaylı olarak müminlere yönelik bir yönünün olduğu müsellemdir. Biz bu çalışmada özellikle Ya eyyühellezine âmenû diye doğrudan müminlere hitabeden âyet-i celîleri Kur’an-ı Kerimdeki sıraya göre biraraya getirip kısa kısa değerlendirmek ve hemen hemen her âyet-i kerîmenin açıklamasında en az bir hadis-i şerif zikretmek suretiyle Kitap-Sünnet uyum ve bütünlüğünü de örneklendirmek istedik. Ayrıca İslâm şâiri Mehmet Âkif merhumun (v. 1936) Safahat’ından, âyetlerin anlamlarına uygun mısralarla yorumlarımızı edebî yönden zenginleştirmeye gayret ettik.

Bizim bu çalışmamızda Kur’an-ı Kerimdeki sıraya göre değerlendirdiğimiz 90 âyet-i celîleyi konu birlikteliğini dikkate alan bir gruplandırmaya tâbi tutmak bir konuda birkaç âyet-i kerîmeyi esas alan konuşma veya sohbet yapmak isteyenler için oldukça kolaylık sağlayacağını dikkate alıp böyle bir listeyi kitabın sonunda ek olarak verdik.

Âyet-i kerîmeleri nüzül sırasına göre sıralamayı da düşünmüş olmamıza rağmen, bu durumu kesin olarak tespit etmenin pek kolay olmadığını görünce ondan vaz geçtik.

90 âyet-i celileyi konularına göre gruplar halinde değil de “Kur’an-ı Kerimdeki sıraya göre” değerlendirmemizin gerekçesi, bizzat Kur’an’ın usulüne uygun davranmış olmaktır. Çünkü Kur’ân-ı Kerimde konular, birbirinden kesin hatlarla ayrılmış bölümler halinde kategorik bir yaklaşımla anlatılmaz. Yani bir konu sadece bir yerde bütün yönleriyle açıklanıp bitirilmez. Kur’ân’ın sayfalarında hayatın akışına, çeşitliliğine, konuların farklı yönlerine yönelik beyanlar, bildirimler ve hükümler içeren âyetlerle karşılaşırız. Bir başka ifade ile, Kur’ân-ı Kerimin hangi sayfasını açacak olursak olalım orada, yaşadığımız günlük hayatın çeşitli alanlarına yönelik âyetler, esaslar, dersler ve ibretlerle karşılaşırız. Bu da hidayet kitabı olan Kur’an-ı Kerimin başka hiçbir kitapta görülmeyen, yer yer tekrarlar içeren, fakat pratik hayatla iç içe bir iletişim canlılığına, bir dinamizme sahip olduğunu gösterir.

Kur’an’ın işte bu dinamik ve yerinde irşat ve yönlendirme özelliğine uyumlu hareket etmiş olmak için âyetleri Kur’andaki sıraya göre anlamaya ve anlatmaya çalıştık.

Öte yandan okuyucuların -eskilerin deyimiyle- Kur’andan “kat’an-nazar” değil, Kur’an ile bağıntılı olarak bizim bu çalışmamızı okumalarını ve âyetlerin hangi bağlamda geçtiğini zaman zaman da olsa Kur’anda bizzat görme arzularını uyandırmak istedik.

7 Aralık 2021 Salı

Hayatın merkezinde Sünnet olmalı


ÜMİT ŞİMŞEK

Dinî konulardaki kafa karışıklığımızın en önemli sebebi olarak Hadis ile ilişkilerimizin zayıflamış olmasını görmek zorundayız. Çünkü biz Hadisten uzaklaştıkça, ihtilâflarımızı çözecek olan hakemden uzaklaşıyoruz; bunun sonucu olarak da ihtilâflardan kurtulma ümidimiz gittikçe zayıflıyor.

Bu tesbitimize Kur’ân ile karşı çıkmak isteyenler hiç zahmet buyurmasınlar: Sadece Kur’ân’a yönelmek suretiyle problemlerimizi çözmek mümkün olsaydı, şu anda dünyanın en problemsiz toplumu olurduk. Oysa en içinden çıkılmaz ihtilâfları Kur’ân bayrağı altında çıkarmıyor muyuz? Kur’ân’ı güya hayatın merkezine alma iddiaları rağbet görmeye başladıktan sonra dinî konulardaki fikir kargaşasında belirgin bir artış yaşandı mı, yaşanmadı mı?

Bu manzaranın müsebbibi Kur’ân olamayacağına göre, bizim Kur’ân’a yaklaşma tarzımızda bir hatâ olup olmadığını iyice düşünüp tartmak zorundayız. Kur’ân’ı hayatın merkezine almakta da yanlış birşey olamaz; fakat Kur’ân’ı hayatımızın merkezine aldığımızı zannederken birşeylerin yanlış gittiği ortadadır.

***

Hiç sözü uzatmadan söyleyelim:

Hatâ, Kur’ân’ı çıplak olarak hayatın merkezine almaya teşebbüs edişimizdedir. Oysa Kur’ân bize bu şekilde değil, onu açıklamakla görevli bir Peygamberle birlikte gönderilmiştir. Bizim genetik kodlarımız nasıl hücre içinde bir hücre çekirdeğiyle çevrelenmişse, dünya ve âhiret hayatımızın genetik kodlarını barındıran Kur’ân da, hayatımızın merkezine Hadisle çevrelenmiş olarak yerleşmelidir. Böyle yapmazsak ne olur?

Önce “Ne olmaz?”dan başlayalım: Bazılarımızın zannettiği gibi Kur’ân’ı gerçek rengiyle görmüş olmayız.

“Ne olur”a gelince: Kur’ân’ı kendi fikirlerimizin, peşin hükümlerimizin, arzularımızın, heveslerimizin rengiyle görürüz. Çünkü hayatımızın tam ortasına almış olsak bile, Kur’ân’ı bunlar çevreler ve biz bunların arkasından bakarak Kur’ân’ı okumaya çalışırız. Başka bir deyişle, Kur’ân’ı bize Peygamberimiz değil, heveslerimiz öğretmiş olur.

Bu çıkmazdan kurtulmanın tek çaresi, hayatın merkezine Sünneti almaktır. Böylelikle Kur’ân’ı gerçekten hayatımızın merkezine almış oluruz; çünkü Sünnetin merkezinde yer alan şey Kur’ân’dan başkası değildir.

***

Bu noktada yükselecek olan itirazları görmemek imkânsızdır:

“Peki, ama bize Sünnet olarak intikal eden şeyin sahih olup olmadığından nasıl emin olacağız?”

Bu sorunun da cevabı zor değildir; evham ve vesveselerle bunu zor hale getiren biziz:

Bugüne kadar bu ümmet Peygamberinin mirasından nasıl emin olduysa, biz de öylece emin oluruz, bu kadar basit! Yoksa, on dört asırdır bütün bir ümmetin uyuduğunu ve bu dünyaya ayak basan ilk uyanıkların kendileri olduğunu düşünenler, gerçekte, kendilerini gelecek nesillerin alay konusu yapmış olurlar.

Peygamberimizden bize intikal eden hadislere birtakım şüpheli, hattâ uydurma rivayetlerin de karışmış olduğu bir gerçektir; buna kimse itiraz edecek değildir. Fakat onun kadar gerçek olan bir başka şey de, sahih olan hadislerin sahih olmayandan objektif ölçülerle ayrılmış olduğudur. Hadis uyduranlar uydurmakla meşgul iken, hadisleri derleyenler de armut toplamamış, Peygamber mirasını gelecek nesillere sağlıklı bir şekilde aktarmanın usullerini belirlemiş ve bu usulleri titizlikle bütün rivayetlere uygulamışlardır. Bugün Hadisi bütünüyle zan olarak ilân edip şüphe altında bırakanların bilmedikleri yahut bilmez göründükleri şey, hadis ilimlerinin de ayrı bir disiplin teşkil ettiği ve bu konuda herkesin gelişigüzel ahkâm kesemeyeceği gerçeğidir. Fakat kalp rahatsızlığımız için bevliye uzmanına gitmeyi hiçbir zaman aklından geçirmeyen bizler, bundan daha vahîm bir hatâyı din konusunda yapıyor ve Peygamber mirasını, velev ilâhiyatçı bile olsa bu sahanın uzmanı olmayan — veya uzmanı olmakla birlikte eğitimi başka türlü telâkkilerle yoğurulmuş ve Hadis’e karşı ön yargılarla şekillenmiş — bir kısım insanların uluorta iddialarına kurban verebiliyoruz.

***

Kur’ân veya Hadis söz konusu olduğunda hemen hatırlamamız gereken iki husus vardır.

Birincisi: Kur’ân’ın gerçek mânâda müfessiri sadece Kur’ân ve Hadistir; bizim tefsir olarak adlandırmaya alıştığımız şey ise, aslında tevildir. Tevil yorumdur; tefsirde ise kesinlik vardır. Hadisin Kur’ân’ı tefsirinde eğer kesinlik olmasaydı, Hz. Peygambere verilen Kur’ân’ı açıklama görevi (bk. Nahl, 16:44, 64) hâşâ asılsız bir iddia olarak kalırdı.

İkincisi: Sünnete bizzat Kur’ân tarafından verilen bir isim de “Hikmet”tir. Birçok âyette Resulullahın bize “Kitap ile Hikmeti öğrettiği” hatırlatılır.[1] Sünnetin Kur’ân’da bu sıfatla anılması ve bunun defalarca tekrarlanması da elbette bir “hikmete” mebnîdir. Yüce Allah, böyle yapmakla bize Peygamberimizden intikal eden mirasta şüphe, tereddüt, abesiyet, hatâ, mânâsızlık gibi şeylerin bulunmayacağını tekrar tekrar hatırlatmıştır. Onun için, eğer bir mü’minin hayatında tam merkeze oturmaya lâyık olan birşey varsa, o da baştan sona hikmetten ve Kur’ân’ın hakikî tefsirinden ibaret olan Sünnettir, Hadistir.

Bu gerçeğin ihmali halinde hikmetten de, Kur’ân’dan da uzaklaşmış olacağımıza dair şahit olarak ise, bugünkü fotoğrafımızdan başka pek az şeye ihtiyaç vardır.

[1] Bkz. Bakara, 2:129, 151, 231; Âl-i İmrân, 3:164; Nisâ, 4:113; Cum’a, 62:2.

***

[İlk yayın tarihi: 31 Ocak 2016]


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


5 Aralık 2021 Pazar

Ortakların pişmanlığı



İnkâr edenler, “Ne bu Kur’ân’a inanırız, ne de ondan öncekilere” dediler. Sen o zalimleri Rablerinin huzurunda durduruldukları zaman bir görsen! Birbirlerine söz yetiştirmektedirler. Güçsüz olanlar, büyüklük taslayanlara derler ki: “Siz olmasaydınız biz mü’min olmuştuk.”
Büyüklük taslayanlar da güçsüzlere derler ki: “Siz doğru yolu buldunuz da biz mi sizi yoldan çevirdik? Siz kendiniz mücrim olup çıkmıştınız.”
Güçsüzler ise büyüklük taslayanlara “Gece gündüz işiniz düzenbazlıktı,” derler. “Böylece, Allah’a nankörlük edip de başkalarını ona denk tutmamızı emrediyordunuz.” Azabı gördüklerinde, için için pişmanlık duymaktadırlar. Biz ise o kâfirlerin boyunlarına boyundurukları geçirmişizdir. Onlar yaptıklarından başka birşeyle mi cezalanıyorlar?

Sebe’ Sûresi, 34:31-33


ÜMİT ŞİMŞEK

KUR’ÂN, geçmiş kavimlerin kıssalarını birer ibret levhası olarak bize sunduğu kadar, gelecekten de ibretler sunar. Bunların her ikisi de hayattan gerçek kesitlerdir. Bizim nazarımızda biri geçmiş, biri henüz gelmemiş olsa da, Kur’ân’ın ezelî bakışında geçmiş ile gelecek arasında bir fark yoktur. O, âhiret hadiselerini de olup bitmiş gibi bize anlatır; biz de gözümüzle görmüş gibi onun anlattıklarına iman ederiz.

Bu âyetlerde tasvir edilen tablo da, aslında, bu dünyada sayısız defalar yaşanan ve halen de yaşanmakta olan birtakım hadiselerin devamından başka birşey değildir. Orada, Allah huzurunda çekişenler, buradaki dostlardır. Onlardan bir kısmı, diğerlerini peşlerine takan güçlüler, diğerleri ise, kendilerini azdıranları izleyen güçsüzlerdir. Âyetin tasvirlerinden çıkarılabilecek dersler arasında, şu iki husus özellikle dikkat çekiyor:

(1) Buradaki dostluk ve yardımlaşmalar, eğer doğru yol üzerinde kurulmamışsa, orada düşmanlığa dönüşecektir.

(2) Kendisini azdıranların peşine takılan kimsenin, Allah huzurunda ardına sığınabileceği bir mazereti yoktur.

Bu dünyada yapılan herşey gibi, kurulan dostluklar da ebedî âlemde sonuçlar verir. Allah için dost olanlar ve Allah’ın hoşnut olduğu işlerde yardımlaşanlar, orada da dost olarak kalacaklardır. Bu dostluğun, birbiri için duacı olma, birbirine şefaat etme gibi sonuçları da vardır.

İnkâr ehlinin dostluklarında ise vefa aranmaz. Bu dünyada birbirlerini kışkırtanlar, Allah’ın huzuruna çıktıkları zaman birbirine düşman kesilirler. O gün hepsi kendi derdine düşmüş, hiç kimsenin diğerinden bir yardım bekleyecek hali kalmamıştır.

En ibret verici olanı ise, zorbalıkla halkı peşlerine takarak isyana sürükleyenler kadar, onların peşine takılanların da yaptıklarından sorumlu tutulmalarıdır. Gerçi onları yoldan çıkaranlar, iktidar sahibi olan azgınlardır. Nice düzenlerle, baskılarla, hilelerle onları sindirmiş, kandırmış, peşlerine takmışlar; onlar da kendilerini çaresiz bilerek veya “Madem büyüklerimiz bize bu yolu gösteriyor; öyleyse doğru olan budur” gibi zanlarla, kendilerini helâke atmışlardır. Kıyamet gününde ise, peşlerinden gittikleri büyüklerinin hiç de vefalı dostlar olmadıklarını, hüsranların en büyüğü içinde öğrenirler.

Büyüklük taslayanlarda vefa olmadığı gibi, onları izleyenlerin elinde de onlarla aynı âkıbeti paylaşmaktan kendilerini koruyabilecek bir mazeretleri yoktur. İşin aslına bakılırsa, her iki taraf da birbirini yoldan çıkarmıştır. Büyüklük taslayanlar güçsüzleri yoldan çıkarmak için gece gündüz düzen kurmuşlarsa, güçsüz olanlar da onlara uymak suretiyle, onların eline bir güç vermişlerdir. Eğer peşine takacak birilerini bulmasaydı, dünyada kim büyüklük taslayabilirdi? Bütün çağlarda ve bütün toplumlarda, zorbalar, daima kendilerine kölelik etmeye razı olan topluluklar sayesinde iktidarlarını devam ettirmiş, zulümlerini icra edebilmişlerdir. Onun için, İlâhî adalet de, güçlü olsun, güçsüz olsun, zorbaların peşine takılanları, zorbaların cezasına ortak etmiştir.

Âyet-i kerimenin tasvir ettiği manzara, dünyanın her yerinde her zaman görülebilecek olan bir durumun sonucunu bize göstermektedir. Şu veya bu şekilde büyüklük taslayarak halkı Allah yolundan saptırmak için gece gündüz tuzaklar kuranların hiçbir zaman yokluğu çekilmez. Kişiler değişebilir, yöntemler değişebilir, kılıklar değişebilir. Onlar bazan bir hükümdar olur, bazan da günün egemen değerlerini belirleyen ve bir moda halinde piyasaya süren görünmez mahfiller kılığına bürünebilirler. Toplumlar ve koşullar değiştikçe onların kılıkları ve yöntemleri de değişir. Ama “saptıranlar” ve “saptırılanlar” şeklindeki roller, tarihin hiçbir döneminde sahipsiz kalmaz.

Büyüklük taslayanların oyununa gelmemek için insanın güçlü bir iradeye sahip olması gerektiğinde şüphe yoktur. Zira onlara karşı durabilmek, her zaman için bir fiyat ister. Fakat Yer ve Gökler Rabbinin aziz bir varlık olarak yarattığı ve bir değer verdiği insan, bu değerli konumunu korumak için öyle bir fiyatı ödemek zorundadır.

Aksi takdirde, o büyük pişmanlık gününde ödenecek fiyat çok daha büyük olacaktır.


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


2 Aralık 2021 Perşembe

SUNGUR AĞABEY


ÜMİT ŞİMŞEK

Bediüzzaman Hazretleri arkasında iki tür eser bırakarak bu dünyadan ayrıldı:

Bunlardan birisi, telif ettiği eserlerdi. İnsanlık âlemi, onun dünyayı teşrifiyle, Risale-i Nur denen bir ilim ve iman âbidesiyle tanıştı.

Bediüzzaman’ın diğer eserleri, onun inşa ettiği eserlerdi. Onu veya eserlerini tanıdıktan sonra yeni bir hayata başlayan ve her biri birer iman, ahlâk ve şehamet âbidesi halini alan insanlar da bu sınıfa girer.

Ebediyet âlemine milletçe uğurladığımız Sungur Ağabey, Bediüzzaman Hazretlerinin inşa ettiği en büyük ve en muhteşem eserlerden biriydi: tıpkı Âyetü’l-Kübrâ gibi, Haşir Risalesi gibi, aynı elden çıkmış ve kâinata aynı hakikatleri anlatan bir eserdi. Üstadının rahle-i tedrisine o gencecik bir Anadolu çocuğu olarak girdi, bu dünyadan Cumhurbaşkanıyla, Başbakanıyla, Diyanet İşleri Başkanıyla birlikte bir milletin “ağabeyi” olarak ayrıldı.

Mustafa Sungur Risaleleri tanıdığı zaman, Köy Enstitüsünde henüz formatlanmış, delikanlılığın bütün enerjisiyle Devrimlerin yaman bir savunucusu olarak hizmet vermek üzere öğretmenliğe başlamıştı. O sıralarda eline geçen Risalelerin birkaç sayfası, yıllarca süren formatlama işlemini iptal etmeye kâfi geldi. “Okuduğum satırlar bende şimşekler çaktırıyordu,” diyor Sungur Ağabey o günleri hatırlarken. “İlk defa okuduğum bu satırlardan mis gibi kokular geliyordu. Onları hava gibi teneffüs ediyor, su gibi içiyordum. Sanki ezelden ebede kadar uzanmış hudutsuz bir kâinat ve zaman, benim için diriliyordu. İmanın dersleriyle bütün zaman ve mekânlara sahip oluyorum gibi bir saadet buluyordu. Sonraları anladım ki, bu, hakikat-i imanın nuru ve tecellîsidir. Risale-i Nur’lar, hep bu hakikat-i imaniyenin insana kazandırdığı nur ve saadetleri beyan etmektedirler.”

Sungur Ağabey, Risalelerle tanışmasından bir sene kadar sonra, 1947 yılının bir güz ikindisinde, Bediüzzaman’ı “Emirdağ’da oturduğu mütevazi kulübesinde” ziyaret etti. Bu ziyaretin üzerinden bir buçuk sene geçmemişti ki, Afyon hadisesi patlak verdi. Bediüzzaman ile yakın talebeleri tutuklandıklarında, henüz on sekiz yaşında bir muallim olan Mustafa Sungur’un bütün düşüncesi, ne yapıp yapıp Afyon cezaevinde onlara iltihak edebilmekti. Bunun için annesine bile dua ettiriyor, kadıncağız da bir mektep veya üniversite zannederek “medrese-i Yusufiyeye girmesi için” oğluna dua ediyordu. Dualar kabul edildi, Sungur Ağabey cezaevi çatısı altında Üstadına kavuştu. Oysa o sırada genç muallim yeni evliydi ve beşikte iki çocuğu vardı. Yıllar sonra o günleri büyük bir hasretle anarken şöyle diyecekti Sungur Ağabey:

“Afyon hapsi, bizim için hapis değildi. Sanki Cennet bahçelerinden bir köşe! Çünkü Hz. Üstadla aynı çatı altında bulunuyor, hiç olmazsa haftada bir kaçamaklı ziyaret ediyorduk. Çok şahane günler geçirdik.”

1953’te Risale-i Nur ve Bediüzzaman ile ilgili bir yazısından dolayı Samsun’da tekrar hapse giren Sungur Ağabey, 1954’ten itibaren de, vefatına kadar Üstadının dizi dibinde kaldı, ondan ders aldı, onun sohbetinde feyizlere gark oldu, onunla hizmetten hizmete koştu. O artık Üstadında ve Risale-i Nur hizmetinde fani olmuş, iman hakikatlerini yaşamak ve yaşatmaktan başka bir hayat bilmez olmuştu.

***

“Hayatım hayatınla devam edecek” müjdesini verdi Üstadı ona. Haber verdiği gibi oldu. Yarım asırdan fazla bir zaman boyunca, Bediüzzaman, âdeta onun cesedinde yaşadı. Okuduğu Nur, soluduğu Nur, anlattığı Nur, hayali Nur, hayatı Nur idi. Himmeti ve hizmeti vatan sathıyla sınırlı kalmadı. Dünyanın dört bir yanında, özellikle Türk cumhuriyetlerinde ve Rusya’da yüz binlerce insanın önüne, ebedî saadet yurdunun kapılarını, Yer ve Göklerin Rabbi, onun ve etrafında kenetlenen insanların vasıtasıyla açtı.

Defalarca girip çıktığı hapishaneler, Sungur Ağabey için bir musibet değildi. Onun maruz kaldığı asıl büyük musibet, derin devlette yuvalanmış ifsat şebekeleri tarafından üretilen ve maalesef birçok safdil dostu da iğfal eden iğrenç iftiralar şeklinde kendisini buldu. Fakat İlâhî kader, daha onun sağlığında iken bu oyunların içyüzünü herkese göstererek Sungur Ağabeyi bu dünya hayatında da temize çıkardı.

En sabırlı insanı bile hayattan küstürmeye yetecek bir iftira kampanyası karşısında Sungur Ağabey büyüklüğünü ve vakarını bozmamış, hattâ, gerçekler ortaya çıktıktan sonra da, bu imtihandan pek sağlam şekilde çıkamayan dostlarına karşı onları utandıracak bir tavır içine girmemişti. Fakat ömrünün son senesinde maruz kaldığı bir ihanet, Sungur Ağabeyin tahammül edeceği cinsten birşey değildi. Çünkü bu defa hedefte kendi şahsı değil, Üstadının emaneti olan Risale-i Nur vardı. Müellifinin ve vârislerinin herkesçe bilinen muhalefetine rağmen, “sadeleştirme” adı altında başlatılan kapsamlı bir tahrifat faaliyeti, Sungur Ağabeyin bütün hayatı boyunca yaşadığı acıların en büyüğü oldu. Âhirete intikaliyle sonuçlanan hastalığına kadar bu ıztırap içinde yaşadı; ıztırabını da her fırsatta en şiddetli tabirlerle dile getirmekten hiçbir zaman geri durmadı.

***

Sungur Ağabeyin hayatı bizim dünyamızın ölçüleriyle açıklanabilecek bir hayat değildi; ölümü de hayatına münasip şekilde tecellî etti. Gayb âlemlerinde nerelerin cereyan ettiğini bilemiyoruz; fakat bu olup bitenlerin bizim âlemimize yansıması, Diyanet İşleri Başkanımızın gördüğü bir rüya şeklinde tezahür etti. Sayın Başkan, rüya âleminde Sungur Ağabeyin babası tarafından aldığı davete uyarak onu ziyarete geldiğinde, hayli zamandır şuuru kapalı vaziyette yatan Sungur Ağabeyin gözlerini açarak onun selâmını aldığına şahit oldu. Birkaç dakika sonra ise Sungur Ağabey bu âlemi geride bırakarak Rabbine kavuşmuştu.

Bu manzaranın ifade ettiği mânâyı okumak gerekirse, Sungur Ağabeyin, “Hayatım hayatınla devam edecek” diyen Üstadından aldığı emaneti, son nefesinde Diyanet İşlerine tevdi ettiğini söylemek herhalde hatâ olmayacaktır. Nitekim Risale-i Nur’ların Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından neşredilmesi, Bediüzzaman Hazretlerinin hayatında ısrarla takip ettiği gayelerden birisi idi ve onun talimatıyla Sungur Ağabey de o zaman bu konuda bazı temaslarda bulunmuştu. Bugün gelinen noktada ise, görmezden gelinemeyecek apaçık bir gerçek ortada duruyor:

İki asırdır beklenen kelâm ilmindeki tecdid, Risale-i Nur tarafından gerçekleştirilmiş ve Risale-i Nur, zamanımızda ilm-i kelâmı kendi sahası olarak ilân etmiştir. En muğlâk kelâmî meseleleri dahi her sınıf halkın seviyesinde açıklaması, talebelerini sağlam bir itikat sahibi yapması, bu itikadı yaşanan bir hayata dönüştürmesi, geniş kitleler üzerindeki tesirini gittikçe artan bir seviyede bütün dünyada göstermesi, bu hakikatin apaçık delilleridir. En önemli görevi halkın inanç konusundaki ihtiyaçlarını karşılamak olan Diyanet İşleri Başkanlığı böylesine emin ve zengin bir kaynağa karşı herhalde bigâne kalmayacaktır.

Anlaşılan, yarım asırdan fazla bir zaman Sungur Ağabeyde yaşayan bir hakikat, bundan böyle, hayatiyetini daha yaygın bir şekilde devam ettirecek. Başka bir deyişle, emanet sahibini bulmuş olacak.

[2012 Aralık’ında Son Devir’de yayınlandı]

***

1 Aralık 2021 Çarşamba

Dünyayı isteyenlere dikkat!



Zikrimizden yüz çeviren ve dünya hayatından başka birşey istemeyenlere aldırma.

Necm Sûresi, 53:29


ÜMİT ŞİMŞEK

KUR’ÂN-I KERİM, bir yandan Allah’ın hoşnutluğunu kazanan kimselerin özelliklerini sayarak bizim için bir inanan insan modeli çizerken, bir yandan da, kaçınılması gereken kimselerin özelliklerini saymak suretiyle hem onlar gibi olmamamızı, hem de onların kötülüklerinden korunmamızı ister.

Bu âyette de inkâr ehlinin özelliklerinden iki tanesini buluyoruz:

(1) Allah’ın zikrinden yüz çevirmek.

(2) Dünya hayatından başka bir amacı bulunmamak.

Allah’ın zikri, kapsamlı bir sözdür ve bununla hem Allah’ı anmak, hem de Kur’ân kastedilmektedir. Âyetin tarif ettiği kimseler, her ikisine de arkalarını dönmüş kimselerdir.

Onlar Allah’ı zikretmezler, hatırlamazlar, anmazlar. Göklerde ve yerde serilmiş tevhid âyetleri üzerinde durup düşünmezler. Bir kötülük işleyecekleri zaman Allah’ı hatırlayıp Onun azabından korkarak o kötülükten ellerini çekmek gibi bir âdetleri yoktur. Hattâ, kendilerine Allah hatırlatıldığı zaman bile sırtlarını döner, umursamadan bildiklerini okumaya devam ederler.

Onlar Kur’ân’dan da yüz çevirmiş kimselerdir. Rablerinden gelen bir hitaba hürmetle yönelip Onun buyruklarını öğrenmeye çalışacakları yerde, sırtlarını dönmüş, hiç umursamaksızın inkâr ve isyanlarına devam etmektedirler.

Onların bir diğer özelliği de dünya hayatından başka bir ideale sahip olmayışlarıdır. Erişmek istedikleri bütün mutluluklar, gözlerini diktikleri bütün hedefler, elde etmeye çalıştıkları bütün kazançlar dünya hayatına aittir. Onların âhirete ait birşeye talip olduklarına ve bu uğurda dünya hayatından herhangi bir fedakârlıkta bulunduklarına tanık olamazsınız.

Âyetin gelişine bakılırsa, bu sayılanlar, inkâr ehlinin özellikleridir. Ancak âyet bu konuda bir belirtme yapmamış, sadece özellikleri saymıştır. Onun için, anılan bu kötü huyların şu veya bu seviyede mü’min topluluklarında da görülebileceğini dikkate almak gerekir. Âyet, kendilerinden yüz çevrilecek kimselerin eşkâlini vermek suretiyle, bize hem “Siz de onlar gibi olmayın; Allah’ı anmaktan ve Kur’ân’dan uzak düşmeyin; amacınız dünya hayatından ibaret kalmasın” dersini vermekte, hem de kim olursa olsun bu özellikleri taşıyan kimselerden uzak durmamızı istemektedir.

Âyetin “Aldırma” veya “Yüz çevir” şeklinde tercüme edebileceğimiz bize yönelik emri de son derece hikmetli bir buyruktur.

Bu, herşeyden önce, “Sakın onlara uyma” demektir. Böylelerinin ağzından bal da damlasa, dünya itibarıyla varlıkları ve şöhretleri göz de kamaştırsa, onların tuttukları yolda bir hakikat yoktur. Kur’ân’ın “Bana yönelenlerin yolunu izle”[1] emri, mü’minlere rehber olarak kâfidir.

Âyette “Zihnini onlarla meşgul etme” anlamı da vardır. Onlara takılıp kalmak yerine, mü’minler, özellikle hizmet ehli olan kimseler, kendi işlerine bakmalı, değerli zamanlarını ve emeklerini lâyık olduğu yerde kullanmalıdırlar. Nihayet “herkes seciyesine göre davranır.”[2] Onlar seciyelerinin gereğini yerine getirip durmaktadır; mü’minden beklenen ise kendi seciyesine göre davranmak ve dünya hayatından başka kaygı taşımayan kimseler için vakit harcama yerine âhireti için azık hazırlamaktır.

Ve tabii, âyet, böyleleriyle bir arada bulunmama konusunda ciddî bir uyarı içermektedir. Mü’minlerin, Allah’ı anmayan, Kur’ân’dan yüz çeviren ve dünya hayatından başka emeli bulunmayan kimselerden umacağı bir yarar yoktur. Tam tersine, onlarla birlikte bulunmak, mü’minin de ahlâkını bozabilir, onu da dünyaya meylettirip Allah’ın zikrinden ve Kur’ân’dan uzaklaştırabilir. Diller her ne kadar Kur’ân okuyup âhiretten söz etse de, davranışlar, kazanılan alışkanlıklar, örnek alınan hayat tarzları, bizi, zamanla kendimizden ziyade onlara benzetebilir. Böyle bir tehlikenin ise hiç de uzak bir ihtimal olmadığını, zamanımızda yaşanan onca tecrübe açıklıkla ortaya koymuş bulunuyor.

İşte Kur’ân böyle bir tehlikenin önünü baştan kesiyor. Ve, (1) Allah’ın zikrinden ve Kur’ân’dan yüz çevirmek, (2) dünya hayatından başka gaye taşımamak şeklindeki iki özelliği taşıyan kimselere aldırmamak ve onlardan uzak durmak konusunda bize açık ve kesin bir ders veriyor.

Onun için, dünyaya çağıranlara dikkat!

Âhireti ihmal edip dünyasını imar etmeye çalışanlara dikkat!

Bütün çabasını dünyaya hasretmiş olanlara dikkat!


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


[1] Lokman Sûresi, 31:15.

[2] İsrâ Sûresi, 17:84.

30 Kasım 2021 Salı

Bir rüzgâr varmış, bir yokmuş


ÜMİT ŞİMŞEK

Rüzgâr diye birşey yoktur aslında.

O havadır.

Hava ise görülmez.

Yalnız kılıktan kılığa girer.

Çoğu zaman, aldığımız nefestir o. Damarların en ücra köşelerine kadar gider, can olur.

Sonra, kelime olur dudaklarda.

Kulaklar, sözleri ondan dinler.

Kuşlar bir yandan, gök gürültüsü bir yandan, ona yükler seslerini, öylece gönderir işitenlere.

Çiçekler ve böcekler onunla haberleşir.

Kokular, tıpkı sözler gibi yayılır hava zerreleriyle.

Birer çağrı olur, ulaşır gideceği yere.

Çağrıyı alan, aynı hava zerrelerine biner ve gelir.

***

Başımızı kaldırdığımızda, gökyüzü olarak görürüz onu. Gündüzü maviye, fecir ve gurupları kızıla boyayan onun rengidir.

Hiçbir zaman bir yerde durmaz o.

Sessiz ve sakin bir odada havanın hiçbir hareketini görmezsiniz. Fakat o, kimseye birşey hissettirmeden, saniyede yüzlerce defa bir duvardan diğerine gidip gelmiştir.

***

Zaman olur, bir meltemle okşar yüzleri.

Serinlik taşır denizlerden.

Yapraklar onun elinde oynaşır ışıl ışıl.

***

Bazan, aldığı emrin coşkusuyla denizleri kaldırır havaya.

Soğukluğuyla iliklere kadar işler.

İnsanlar sığınacak yer arar bir görünmez hava zerresinden kurtulmak için.

Yine de, o haliyle girdiği bedenlere can olur Rabbinin izniyle.

Hem kudretin, hem rahmetin bir habercisi olur.

Rüzgâr da olsa, fırtına da olsa, o yine bir nefestir aynı zamanda.

Onu gönderen, bir görünmez varlıkla canlara can katar, varlığı dahi hissedilmeyen bir zayıf yaratığın eliyle karaları ve denizleri çalkalar.

***

Rüzgâr diye birşey yoktur aslında.

O, Yer ve Gökler Rabbinin kullarından bir görünmez kuldur ki, bazan rüzgâr adını alır.

Estiğinde, Onun emri ve Onun müjdesiyle eser.

Rahmetin gelişini, kullar Ondan haber alırlar.

***

Yağmur gelir ve geçer.

Gökler temizlenir.

Güneş yine ışıldamaya başlar.

Ama o yine oradadır.

Yahut o gitmiş, yerine başkası gelmiştir.

Sadece, rüzgâr değildir artık.

Bu defa gökyüzüdür, nefestir, havadır.

Ve sessizce bir sonraki emrin bekleyişindedir, müjdeler taşımak için.

28 Kasım 2021 Pazar

"Siz kendinize bakın" sözünden ne anlamalıyız?


Mâide sûresinin 105-108. âyetlerini okuduğumuz 329. Kur’an Buluşmasının özeti ve video kaydı.

UTESAV organizasyonuyla gerçekleşmekte olan Kur’an Buluşmalarının 329. bölümünde okuduğumuz âyetlerle iki önemli konu üzerinde yoğunlaştık. Bunlardan birincisi zaman zaman yanlış anlamalara konu olmuş önemli bir ilkeyi ders veriyor, diğeri de ayrıntılı tarifleriyle kul hakkının Allah katında ne kadar saygın bir yere sahip olduğunu bize gösteriyordu.

Buluşmada ilk olarak okuduğumuz Mâide sûresinin 105. âyeti şu mealde idi:

Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olduğunuz müddetçe, sapıtanlar size bir zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır; yapmakta olduklarınızı O size haber verecektir.

Bu âyet-i kerimeyi Kur’ân’ın çok önemli emirleri arasında yer alan “emr-i bilmaruf ve nehy-i anilmünker” ilkesi ışığında mütalâa etmek gerekiyordu. Konuyla ilgili diğer âyetler, hadisler ve Sahabe uygulaması da bu konuyu iyice açıklığa kavuşturuyordu. Örnekleriyle ele aldığımız bu açıklamaların özeti ise, bir Tâbiîn âlimine ait olan şu sözde yer alıyordu:

“Ma’rufu emredip münkeri yasakladığın zaman, sen doğru yolda oldukça kimsenin sapması sana zarar vermez.”

Buluşmanın ikinci önemli konusunu teşkil eden vasiyet şahitliği ile ilgili hükümler ise 106-108. âyetlerde şu şekilde yer alıyordu:

Ey iman edenler! Sizden birine ölüm gelip çattığında, vasiyet ederken, aranızdaki şahitliği, sizden adalet sahibi iki kişi ile yerine getirin. Yahut yolculuğa çıktığınızda ölüm musibeti başınıza gelirse, sizden olmayanlardan iki şahit bulursunuz. Onlardan kuşkulanırsanız, namazdan sonra onları alıkoyun ve “Akrabamız bile söz konusu olsa, yeminimizi hiçbir menfaat karşılığında değiştirmeyeceğiz ve Allah’ın emaneti olan şahitliği gizlemeyeceğiz; bunu yaparsak günahkârlardan oluruz” diye Allah adına yemin ettirin.

Bu şahitlerin yalan günahını işledikleri ortaya çıkarsa, hakları yenen ölü yakınlarından iki kişi onların yerini alsın ve “Bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden daha doğrudur. Biz kimsenin hakkına tecavüz etmedik; edersek zalimlerden oluruz” diye Allah’a yemin ettirin.

Bu usul, onların şahitliği hakkıyla yapmaları veya kendi yeminlerinden sonra başkalarının yeminlerine başvurulacağından korkmaları için daha uygundur. Allah’tan korkun ve kulak verin. Çünkü Allah fasıklar güruhuna yol göstermez.

Bu âyetlerde öğretilen hususlarla ilgili olarak yaptığımız tesbitleri şu noktalarda özetledik:

Allah Teâlânın kullarına bahşettiği haklar, titizlikle korunması emredilmiş haklardır. Büyük olsun, küçük olsun, hiçbir hak ihlâli Allah’ın mahkemesinde küçük görülmez. Gerek miras bırakan kişi, gerekse vârisler açısından herkesin hakkı Kitapta açıklanmış ve korunmuştur. Ölen kimsenin nasıl olsa mezardan kalkıp da kimseden hesap soramayacağını düşünüp vârislerin bir kısmını mağdur edecek yollara tevessül edenler, insanlar önünde küçük düşmekten kurtulsalar dahi Allah’ın azâbından kurtulamayacaklarını – eğer Allah’a ve âhiret gününe imanları varsa! – iyi düşünmelidirler.

Daha ilk âyetlerinde defalarca adalet üzerine vurgu yaparak başlayan Mâide sûresi, miras ile ilgili bir ayrıntıya da burada bir sayfaya yakın yer vermek suretiyle, mü’minlerin hayatında en küçük bir hak ihlâlinin dahi hoş görülemeyeceğini bu suretle bir kere daha göstermiştir.

Allah için yapılacak şahitliğin önemi ve değeri de bu vesileyle bir kere daha ortaya çıkmış bulunuyor.

Mâide sûresinin 105-106. âyetlerini okuduğumuz 329. Kur’an Buluşmasına ait tam video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

UTESAV organizasyonuyla gerçekleşen ve daha önce MÜSİAD Genel Merkezinde yapılan Kur’an Buluşmaları, salgın sebebiyle bir müddettir https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden Cumartesi günleri 07:30’dan itibaren canlı olarak yayınlanıyor. Kur’an Buluşmaları ile ilgili gelişmeleri kaçırmamak için bu sayfaya abone olabilirsiniz.


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


27 Kasım 2021 Cumartesi

Şizofrenlerin Hükmedici Makinesi nasıl gerçek oldu?


ÜMİT ŞİMŞEK

Viktor Tausk adında bir psikiyatrist, 1919 yılında “Şizofrenide Hükmedici Makinenin Kaynağına Dair” başlıklı bir tebliğ yayınlamıştı. Tebliğ, şizofreni vak’alarında görülen son derece dikkat çekici bir ortak noktayı inceliyordu:

Hükmedici Makine.

Tausk’un incelediği hastalar, sanki bir merkezden yapılan yayını izliyor gibiydiler. Bunların hepsi de bir Hükmedici Makineden söz ediyor, yine hemen hemen hepsi de bu makinenin özelliklerini birbirine yakın şekilde tasvir ediyordu:

Siyah renkli bir kutu şeklindeydi Hükmedici Makine; çarkları ve dişlileri vardı. Bu kutudan delirtici ışınlar ve iki boyutlu resimler çıkıyordu. Zalim bir güç tarafından yönetilen makine, bu ışınlar ve resimlerle, hedefindeki insanların zihinlerinden düşünceleri siliyor, onun yerine daha başka düşünce ve duygular yerleştiriyordu. Sonunda, insanlar, bu düşünce ve duyguları gerçek dünyadan ayırt edemez hale geliyordu.

Tausk’un, bu konudaki çalışmalarını ilerletme fırsatı olmadı. Çünkü aynı sene, hem kafasına kurşun sıkmak ve hem de kendisini asmak suretiyle iki yöntemi bir arada kullanarak gerçekleştirdiği olağanüstü bir intiharla hayatına son verdi. İntihar sebebi kesin olarak bilinmediği için, bunda Hükmedici Makinenin bir parmağı olup olmadığı hakkında tahmin yürütemiyoruz.

***

Viktor Tausk bu tebliği yayınlarken, dünyanın çeşitli yerlerinde de insanlar Hükmedici Makineyi icad etmek için hummâlı bir şekilde çalışıyorlardı.

Çalışmalar, biri mekanik, diğeri elektronik olmak üzere iki koldan yürüyordu. Sonunda, Tausk’un tebliğindeki gibi dişli ve çarklarla çalışan mekanik model değil de, elektronik model üstünlüğü elde etti. 1927 yılının 7 Eylül günü, Hükmedici Makine ilk yayınını gerçekleştirdi.

Makineden çıkan ilk resim, Amerikan dolarının simgesi idi.

***

Bundan sonrası çok hızlı gelişti. Hükmedici Makine, 1940’lı yılların ortalarında binlerce Amerikan evine girmiş, ’50’li yılların başlarında bu rakam milyonları bulmuştu. Az bir zaman sonra, onun girmediği ev, evden sayılmamaya başladı. Sonra her eve bir tane de yetmez oldu. Derken, Hükmedici Makineden çıkan iki boyutlu resimler siyah beyazdan renkliye döndü ve kurbanları için çok daha cazip bir hal aldı.

Hükmedici Makine, önceleri büyük ölçüde Amerikan halkına ait bir ayrıcalık iken, teknolojinin ucuzlayıp yaygınlaşmasına paralel olarak, hattâ ondan da hızlı bir şekilde, diğer ülkelere yayıldı ve dünyaya Amerikan Rüyasını pazarlayan en önemli araç haline geldi.

***

Hükmedici Makinenin artık farkında bile değiliz: tıpkı beynimizin farkında olmadığımız gibi. O, artık bizim bir parçamız. Daha doğrusu, bizi “biz” yapan şey.

O, evimizin en mutenâ köşesinden bize hükmediyor. Evlerimize yerleşirken onu kıble ediniyor ve oturmalarımızın bütün rükünlerinde yüzümüz ona yönelecek şekilde eşyalarımızı düzenliyoruz. Bir öğrencinin iki öğretim yılı boyunca okul sıralarında geçirdiği zamanı, biz bir sene içinde Hükmedici Makinenin karşısında tüketiyoruz.

Bizim ona harcadığımız zaman ve paranın karşılığını, o da bütün hayatımızı yönlendirmek şeklinde bize ödüyor. Onun sayesinde biz ne yiyip içeceğimizi, ne giyeceğimizi, ne konuşacağımızı, ne hissedeceğimizi, neyi hayal edeceğimizi düşünmek zorunda kalmıyoruz. Kime kızacağımızı, kimi beğeneceğimizi, kimi taklit edeceğimizi o bize bildiriyor. Bir akşam onu ihmal edecek olsak, ertesi günkü ahbap sohbetlerimizde neyi konuşacağımızı bilemiyoruz.

O hergün bize bir hedef gösteriyor. Bir gün bir modanın, ertesi gün başka bir eşyanın peşinde koşuyoruz. Birini yakalamadan önümüze başka bir hedef koyuyor. Böylece, amaçsızlık gibi bir problemi hiçbir zaman yaşamıyoruz; her zaman peşinde koşacağımız bir idealimiz oluyor. Bunlar peşinde koşulmaya değer mi, değmez mi; orası tartışılsa bile, inkâr edilemeyecek bir başka gerçek var ortada:

Hiç değilse zaman geçirme gibi bir problemimiz yok artık. Hükmedici Makine sayesinde, ömrümüzün nasıl geçtiğini anlamıyoruz bile.

***

Gerçi bütün bunların yanı sıra bazı problemler de yaşamıyor değiliz:

Kitap okuma, aile ve akraba sohbetleri, ilim meclisleri gibi şeyleri çoktan unuttuk. Bu arada, dikkatimizi canlı tutmak için her dakika aldığımız üst üste şoklar yüzünden sinir sistemimiz hergün yeni bir harpten çıkmışçasına yıpranıyor. Eklemlerimiz daha genç yaşlarda kireçlenmeye başlıyor. Dünyanın en karmaşık problemlerinin bir saat içinde çözüme kavuşturulduğu bir dünyadan bizim dünyamıza döndükten sonra, hayatın “küçük” problemleriyle uzun uzadıya meşgul olmak bize hiç kolay gelmiyor.

Ama bütün bunlardan şikâyetçi olan var mı diye soracak olursanız:

Nerde o eski şizofrenler!

***

Konuyla ilgili daha geniş bilgi Sade Hayat‘ta

Bir zenginlik ve özgürlük formülü: Sade Hayat


Sitede yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


Bir zenginlik ve özgürlük formülü: Sade Hayat


Sade Hayat kitabı uzun bir aradan sonra yeniden okuyucuyla buluştu.

Önceki baskıları Selis ve Zafer Yayınları arasında çıkan kitap, bu defa Akıl Fikir Yayınları arasında yerini aldı.

Ümit Şimşek tarafından kaleme alınan Sade Hayat, zamanımız insanına bir din kutsallığı içinde sunulan “tüketim” anlayışını sorguluyor.

Batı uygarlığının insanlara ömürlerini bilinçsizce tükettirmek için geliştirdiği tuzakları ele alan kitap, bu tuzakların aslında insanı yoksullaştırdığını ortaya koyuyor ve gerçek zenginliğin, huzur ve doyumun sade hayat düşüncesinde olduğunu gösteriyor.

Sade hayatı “bir özgürlük ve zenginlik formülü” olarak sunan kitabın bölümleri şöyle:

  • Sam Amcanın rüyası
  • Oyuncak toplama yarışı
  • Bir tüketici böyle yetiştirilir
  • Gel de şizofren olma
  • Gürültüyle gelenler, gürültüye gidenler
  • Hız gelir, haz gider
  • Sadelik özgürlüktür
  • Sade hayat nedir, ne değildir?
  • Hayatı tüketmeden yaşayabilmek
  • Paranın fiyatı
  • Zengin eden sihirli söz
  • Veren elin üstünlüğü
  • Sus, dinle, yavaşla, yaşa
  • Sade hayat, aile, insanlık ve dünya
  • Sade hayat eylemleri
  • Değişen gelişir, gelişen değişir

***

Sade Hayat’ı, başta eserin yayıncısı Akıl Fikir Yayınları olmak üzere, aşağıdaki adreslerden temin edebilirsiniz:

http://www.akilfikiryayinlari.com/kitaplar/kitapdetay/sade-hayat

https://www.kitapyurdu.com/kitap/sade-hayat/388018.html

https://www.kitapoba.com/sade-hayat