Hem konuyu çok fazla dağıtmamak, hem de birçok meseleyi
mümkün olduğu kadar kısa ve net şekilde bir araya toplamak için, seçim arefesinde
karşı karşıya bulunduğumuz problemler ile ilgili bazı önemli hususları burada
kısa notlar halinde sıralayacağız. Aslında hak ve hürriyetler konusu sürekli
olarak gündemimizde ve gözetimimiz altında olması gerektiği için, bu kısa
notların ve daha başkalarının da zaman içinde daha geniş açılımları üzerinde
dururuz inşaallah.
-- Ümit Şimşek
***
Önemli bir seçim arefesindeyiz ve önümüzdeki en önemli soru:
Kendimize âmir mi seçeceğiz, hizmetçi mi?
Demokratik rejimlerde bu soruların doğru cevabı daima ikinci
şıktır. İslâmda da öyledir. Daha doğrusu, öyle idi ve bugüne kadar da öyle
olması gerekiyordu.
Raşid Halifeler kendilerini hizmetkâr olarak gördüler; halk
da onları denetlemekte gevşek davranmadı. Gerektiğinde, Halifenin üzerindeki
bir parça kumaşın hesabı dahi herkesin huzurunda soruldu ve cevaplandırıldı.
Raşid Halifeler döneminden sonra hakimiyet saltanata, hak
kuvvetin eline geçti. Fakat ehl-i hak bunu hiçbir zaman gönüllü olarak
onaylamadı. Tabiînden Ebu Müslim el-Havlânî’nin, Muaviye’yi “Selâmün aleyküm ücretli hizmetçi” diye selâmlayışı meşhur olmuştur.
Meşrutiyet ilân edildiğinde “Nasıl olur da Ermenilerden vali ve kaymakam olur?” diye yakınanlara Bediüzzaman da aynı ifadeyle cevap veriyordu:
"Saatçi ve makineci ve süpürgeci oldukları gibi... Zira, meşrutiyet, hâkimiyet-i millettir. Hükûmet hizmetkârdır. Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vâli, reis değiller, belki ücretli hizmetkârlardır. Gayr-ı müslim reis olamaz, fakat hizmetkâr olur."[1]
***
Şöyle bir problem vardır: Halktan oy isterken herkes hizmetçi rolüne bürünmüş olarak ister. Fakat kimin kendisini gerçekten ücretli hizmetçi olarak gördüğü, iş başına geçtikten sonra anlaşılır.
Bununla beraber, yöneticinin gerçek rolünü devam ettirmesi,
kendisi kadar, hattâ kendisinden çok, onu seçenlerin tutumuna bağlıdır. Eğer
halk onu denetlemekte kararlı davranmaz da asıl patronun kendisi olduğunu
seçimden seçime hatırlarsa, onun bıraktığı otorite boşluğunu yönetici doldurur.
Bu durum devam ettiği takdirde, yöneticinin bir ilâh gibi kendisinden hesap
sorulamaz hale gelmesi çok uzak ihtimal değildir. Yine Said Nursî ‘nin dediği
gibi, “Bir millet cehaletle hukukunu bilmezse ehl-i hamiyeti dahi müstebit eder.”[2]
***
Cahiliye döneminde Araplar kendi yöneticilerini seçerler,
fakat daha sonra ona karışamazlar, o da kafasına estiği gibi hükmederdi. Raşid
Halifeler ise bu geleneği tadil etmiş, yöneticiyi her an bütün halka hesap
verir duruma getirdiği gibi, halk da “İtaat maruftadır”[3]
ilkesi gereğince denetim hakkını bir görev olarak benimsemiş ve uygulamıştır.
Bugün yöneticileri seçtikten sonra halkın onlardan ancak bir
dahaki seçimde hesap sorabilmesini demokrasi için yeterli bulanlara gelince,
onlar da Cahiliye döneminin hükmüne meftun olan sefillerden başkası değildir.
***
Seçimle dahi iş başına gelmiş olsa, yönetimin bütünüyle tek
elde toplanmasının günümüzdeki adı “despotizm”dir. Bu bir kişi
olduğu gibi bir kurum veya heyet de olabilir; her ikisi de despot/müstebit
olarak nitelenir. Böyle idarelerde halkın payına düşen “özgürlük” ise, despotu belirlemekten
ibarettir.
Selim insan fıtratı istibdadın hiçbir çeşidini kabul etmez.
Buna rağmen istibdat yönetimleri her zaman için kendilerini savunacak bir
kitleyi hazır bulmuşlardır. Kevakibî bu durumu “İstibdat devleti eblehlerle
ahmaklara yakışan bir devlettir” sözüyle açıklar.[4]
***
Hz. Ömer halife seçildikten sonra yaptığı konuşmasında “İçinizden
birisinin benimle ihtilâfı olursa, istediği hakime giderim” diyerek, hakim
seçimini dahi hasmına bırakacağını peşin peşin ilân etmişti. Bütün hakimleri
kendilerine bağlamakla kalmayıp onların hükümlerine dahi alenen müdahale eden zamanımız
yöneticileri ile Hz. Ömer’in aynı kaynaktan beslenmedikleri gün gibi aşikârdır.
***
Demokrasiler, halkın yönetime iştirakini ve yönetenleri
denetlemesini sürekli ve etkili kılmak için sivil toplum örgütleri (NGO = hükûmet
dışı kuruluşlar) formülünü geliştirmişler ve bunlara geniş hak ve imkânlar
tanımışlardır. Bu kuruluşların olmazsa-olmaz özelliği, adından da anlaşılacağı
gibi, hükûmet dışı ve bağımsız olmalarıdır. Ancak İslâm ülkelerinde değerler genellikle
tersine işlediği için, bizde de kendilerini sivil toplum örgütü olarak tanıtan
kuruluşların birçoğu (ve daha çok da dindar olanları!), kendilerini hükûmete
yakınlıkları nisbetinde değerli saymakta ve her işlerinde kendilerine yakın
olan iktidardan vize almayı marifet addetmektedirler. Bu da özgürlük ve
demokrasi eğitiminin göründüğü kadar kolay bir iş olmadığını gösteren bir
durumdur.
***
Liderliğin gücü istediğini yaptırmasında değil, etrafındaki
insanların içinde olan güzellikleri ortaya çıkarabilmesinde ve onlara kendi
başarılarını tattırabilmesindedir. Robert Townsend iyi liderle kötü lider
arasındaki farkı şu şekilde açıklar:
“İyi liderin ekibi bir iş başardıklarında ‘Bunu biz başardık’
der; kötü liderin ekibi ise ‘Bunu liderimiz başardı’ der.”
Zaten iyi ve kaliteli insanlar kötü liderlerin etrafında
barınmazlar, barınamazlar. Kur’an-ı Kerim bunu çok açık bir şekilde liderin
kusuruna bağlıyor:
“Eğer sen huysuz ve katı kalpli birisi olsaydın, onlar senin
etrafından dağılıp gitmişlerdi.”[5]
Dikkat ediniz: Bu âyet, Resulullahın “etrafındaki”
insanların kusuru yüzünden yaşanan bir mağlûbiyet üzerine inen âyetler
arasındadır.
***
Bediüzzaman Said Nursî, toplum hayatında putperestliğin
önünü daha yolun başında iken kesecek olan tesbitlerinden birisini “Zulmün Şedit
Bir Nev’i” başlığı altında şöyle açıklar:
“Meselâ, bir tabur galebe çalsa, şan ve şeref kumandana
verilir, taksim edilmez. Mağlûp olduğu vakit, seyyie tabura taksim edilir.
Meselâ bir aşiret namuskârane bir iş etse, ‘Aferin Hasan Ağa’ derler. Fenalık
ettikleri vakit, ‘Tuh! Ne pis aşiretmiş’ diyecekler.”[6]
“Büyük adam, istibdat ile kuvvete veya hileye veya
kendisinde olmayan, tasannuen [yapmacık] kuvve-i mâneviyeye istinâden, halkı
isti'bâd ederek [köleleştirerek] havf ve cebrin tazyiki ile tutup, insanı
hayvanlığa indirmiş; daima o milletin şevkini kırar, neşelerini kaçırır. Eğer,
bir nâmus olursa, yalnız o şahs-ı müstebitte görünür; denir ki, ‘Falan adam
şöyle yaptı.’ Eğer bir seyyie olursa, kabahat bîçare etbâa taksim olunur.
“İşte şu mâhiyetteki büyük, hakikaten büyük değildir,
küçüktür; milletini küçüklettiriyor. Zira, milletin her sa'yi suhre gibi
işliyor, hatır için gibi yapıyor, iyilik etse de riyâ karıştırıyor, müdâhene ve
yalana alışıyor, daima aşağıya iniyor. Zira, sa'y-i insânînin buharı hükmünde
olan şevk, müntafî oluyor. Ağaları ve büyükleri, omuzlarına biner, ta yalnız
görünsün, onların etlerinden yer, ta büyüsün. O milletin gonca-misâl istidâdâtı
üzerine o reis perde olup ziyayı göstermiyor. Belki, yalnız o neşvünemâ bulur,
inkişaf eder, açılır.”[7]
***
Bu açık tesbitlerden şu sonuç çıkar:
Bir topluluk sürekli olarak liderlerini övüp durduğunda ve
insanları ona karşı borçlu çıkardığında, artık o liderin de, o topluluğun da sermayelerini
tamamen tüketmiş olduğuna hükmedilmelidir.
Şu sonuca da hayret edilir:
Bir ömür boyu Üstadlarının yazdıklarını tekrarlayan insanlar, nasıl olur da, çoktan ezberlemiş bulunmaları gereken bu satırlara rağmen lider övgüsüne bu kadar meftun olabiliyorlar?
***
Yine bu durumla ilgili olarak çıkarılabilecek bir sonuç da
şudur:
Bir yerde yöneticilere karşı takdirler övgü seviyesine
varmadan mutedil bir şekilde cereyan ederken en şiddetli eleştiriler bile
serbestçe yapılabiliyor ve yöneticiler de bu eleştirilere rahatsızlık duymadan
kulak veriyorsa, orada hak ve hürriyetlere değer veriliyor, işler ise
olabildiğince yolunda gidiyor demektir.
Yöneticiler sürekli ve aşırı şekilde övüldükleri halde
bununla yetinmeyip bir de kendi kendilerini övüyor, eleştiriler karşısında da tahammülsüzlük
gösteriyorsa, artık onları değiştirmek bir hak değil, görev halini almıştır. Bu
sorumluluklarını yerine getirmekten âciz kalan topluluklar ise Allah tarafından
kendilerine armağan edilmiş hak ve özgürlüklerini korumakta yetersiz kalmış ve
emanete hıyanet etmişlerdir; dolayısıyla yöneticilerden önce o topluluğun
suçlanması daha isabetli olur. Kevakibî’nin harikulâde tesbitlerinden birisi de
şudur:
“İstibdat en büyük musibettir. Allah dünyada uyuşmuş
kullarından istibdat musibetiyle intikam alır.”[8]
***
İstibdadın kaynağı hakkında Said Nursî’nin tesbiti de bundan
aşağı kalır cinsten değildir. “Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış,
geliyor?” sorusunu cevaplandırırken, bunu, insanlık öncesinden kalma bir miras
olarak tanımlar:
“İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da
beraber getirmiştir.”[9]
Şimdi sormaz mısınız, gece gündüz Bediüzzaman’ın eserlerini okuyup
durmakla övünen koca koca cemaatler, yedi iklim öteden almaları gereken
istibdadın kokusunu burunlarının dibindeyken nasıl almazlar diye?
Evet, Allah uyuşmuş kullarından intikamını böyle alıyor.
İnsan ve cin şeytanları da onlara bu İlâhî intikamı in’âm tadında yediriyor.
[3] Buharî,
Ahkâm: 4; Müslim, İmâre: 39.
[4]
Abdurrahman el-Kevakibî, Despotizmin Doğası, müt. Adem Yerinde, s. 112
(İstanbul: Mana Yayınları, 2018).
[5] Âl-i
İmran, 3:159.
[8]
Kevakibî, s. 75.
Hiç yorum yok
Yorum Gönder