SON EKLENENLER
latest

Güncel

Güncel

468x60

randomposts3

NOT DEFTERİ

Not defteri/block-7

HAYATIN İÇİNDEN

Hayatın içinden/block-1

Kur'an Buluşmaları

Kur'an Buluşmaları/block-4/

Kur'an

Kur'an/block-2

Sünnet

Hadis-Sünnet/block-2

Tefekkür

Tefekkür/block-3

Kültür-Sanat

Kültür-Sanat/block-7

BASINDA

Basın/block-8

KİTAPLARDAN

Kitaplar/block-9

YAZI TEKNİKLERİ

Yazı teknikleri/block-8

DOĞRU YAZALIM

Doğru yazıp doğru konuşalım/block-9

SON YAZILAR

29 Mart 2023 Çarşamba

Raşid Halifelerde iman-amel bütünlüğü

   
Dört Halife devrinin en önemli özelliği: İtaat marufta idi. Hüküm kaynakları herkese açıktı; herkes birbirini denetleyebiliyordu. Halife, ümmetin her birinin karşısında doğrudan sorumlu idi.

***

Resulullah şûrâ'nın bağlayıcı olduğunu bildirmişti. Hz. Ömer de "Şûrâsız hilâfet olmaz" diyordu.

***

İslâmda söz ve ifade hürriyeti değil, mecburiyeti var.

***

Hz. Ali Halife iken kendisini öldürmek isteyen çeteyi serbest bıraktırmış, hakaret edenlere ceza uygulamamıştı.

***

Raşid Halifeler döneminde Halife de dahil hiç kimsenin dokunulmazlığı yoktu. Halka haksız muamele yapan devlet memuruna kısas uygulanıyordu.

      

ÜMİT ŞİMŞEK
Açıkdeniz, 8. sayıdan

    

Hulefâ-i Râşidîn dönemi, vahyin başlangıcından itibaren sonuna kadar Kur’ân-ı Kerimi bizzat Resulullahtan (s.a.v.) ilmen ve fiilen ders almış insanların görüş ve uygulamalarının hakim olduğu bir dönemdi. Asr-ı Saadet gibi, bu dönemin de en önemli özelliği, iman-amel bütünlüğü idi. Bu anlayışı da Sahih-i Buharî’de ilk hadislerden biri olarak yer alan ve Tâbiînden olmakla birlikte “beşinci halife” olarak şöhret yapmış bulunan Ömer b. Abdülaziz’e ait olan şu söz özetliyor:

“İmanın farzları, kanunları, hadleri, sünnetleri vardır. Bunları tamamlayan, imanını ikmal etmiş olur. Tamamlamayan ise onu eksik bırakmıştır.”[1]

İlk nesillerin imandan anladıkları bu idi. Onlar imanı sadece inanılacak olan şeylerin bir listesi olarak telâkki etmiyorlar, Allah’ın kitabında ve Resulullahın sünnetinde emredilen şeyleri uygulayıp yasaklanan şeylerden kaçınmayı da aynı tarif içinde anlıyorlardı.

Bu, salih amellerin bütün hayatı kuşatması, kötü işlerin de hayatın bütün alanlarından uzaklaştırılması demekti. Yasak olan bir şey, meselâ yalan söz, aile hayatında yasak olduğu gibi mahalle, toplum, iş, ticaret, devlet ve siyaset alanlarında da aynı şekilde yasaktı. Buna karşılık adalet de hiçbir alanı hariç bırakmaksızın hayatın tamamına hakim olması gereken bir ilke idi.

Ve tabii, hiçbir istisnası olmaksızın, herkes bu emir ve yasakların eşit derecede muhatabı idi. Çünkü Allah’tan başka kim ve ne varsa hepsi de eşit bir şekilde “kul” sıfatını paylaşıyordu. Kulluk şuurunun ve imtiyazsızlığın hakim olduğu bir toplumda herkesin hükmüne teslim olduğu Allah’ın ve Resulünün emir ve yasaklarına uymak kimseye zor gelmiyordu. Hüküm kaynakları herkese açıktı; herkes birbirini denetleyebiliyor, herkes birbirinin sözünü dinliyor, yapılan güzel işler destekleniyor, işlenen hatâlar kolaylıkla düzeltilebiliyordu.

Toplumda itaat hakimdi, ancak bu sınırsız ve şartsız bir itaat değildi. Allah’ın ve Resulünün emir ve yasaklarına aykırı olan emirlere uymakla değil, uymamakla emrolunmuşlardı. Meşhur bir vak’ada Allah’ın Resulü sefere bir müfreze göndermiş, Ensardan birisini de komutan tayin etmiş ve “Ona itaat edin” buyurmuştu. Fakat o komutan bir sebeple emrindekilere kızıp da yaktırdığı bir ateşe atlamalarını emredince insanlar bu emri yerine getirmediler. Durum Resulullaha anlatılınca şöyle buyurdu:

“O ateşe girmiş olsalardı ebediyen ondan çıkamazlardı. İtaat ancak maruftadır.”[2]

Bir başka vak’ada da Resulullahın bir müfrezeye komutan olarak tayin ettiği kimse yanlışlıkla bir Müslümanı öldürmüştü. Müfreze seferden dönünce durumu öğrenen Resulullah onları azarladı ve şöyle buyurdu:

“Size komutan olarak tayin ettiğim adam benim emrime karşı geldiğinde onu azlederek yerine başka birisini tayin etmekten âciz mi kaldınız?”[3]

Bu vak’a da açıkça gösteriyor ki, yönetici Allah’ın ve Resulünün emirleri dışına çıktığında Müslümanların itaat yükümlülüğü kalktığı gibi, ayrıca üzerlerine bir de onu değiştirme yükümlülüğü binmektedir. Yusuf Karadavî, bu görevimizi her gün Vitir namazında Allah’a karşı tekrarlamakta olduğumuzu hatırlatır:

“[Resulullah] böylece Müslümanın içine haksızlığı reddetme ve zalimlere karşı çıkma duygusunu yerleştiriyordu. Hatta Hanefî mezhebinin ve diğerlerinin okuduğu kunut duasında, ‘Allahım, verdiğin nimetlerden dolayı Sana şükreder, nankörlük etmeyiz; Sana karşı çıkan kimseyi azleder ve onu terk ederiz’ der.”[4]

Resulullahın halifeleri, iş başına geçtikleri zaman, bu irşadlarla yetişmiş, her an kendilerini denetlemekte olan ve hatâ gördükleri yerde tereddütsüzce ve bazan da bir hayli sert ifadelerle kendilerine karşı dile getiren bir halkı önlerinde buldular. Zaten onların arzuları ve Allah’ın huzuruna yüz akıyla çıkmalarını sağlayacak olan şey de bundan başkası değildi. “Hatâmızı gördüğünüz zaman söylemezseniz sizde, dinlemezsek bizde hayır yoktur” diyen Halife Ömer’in yöneticileri teftişle görevlendirdiği Muhammed b. Mesleme, kendisine “Yanlış yapacak olursan oku ateşe sokarak düzelttiğimiz gibi seni düzeltmesini biliriz” dediğinde Hz. Ömer kendisini böyle kimselere yönetici yaptığı için Allah’a hamd ediyordu.[5] Bir hutbesinde kadınlara mehirlerini çok yüksek tutmamalarını söyledikten sonra cemaatte bulunan kadınlardan biri ona Nisâ sûresinin 20. âyetinde geçen “yükler dolusu mehir vermiş olsanız dahi” meâlindeki ifadesini hatırlatınca, Hz. Ömer “Herkes Ömer’den daha âlim” diyerek derhal bu kararını tashih etmişti.[6] Buna benzer şekilde ikaz üzerine tashih ettiği kararları da göz önüne alındığında, Hz. Ömer’in dillere destan olmuş yönetimini kendi feraseti kadar onu uyaran kimselerin varlığına da borçlu olduğu sonucuna varmamız güç olmayacaktır. Çünkü bu ikazlar yapılmasaydı, o kararlar da tashih edilmeden yürürlüğe girecek ve Ömer’in hatâları olarak tarihe geçecekti.

 

Raşid Halifelerin en büyük bir güç kaynağı şûrâ ilkesi idi ve bu ilke onların ruhlarına daha Mekke yıllarında iken kodlanmıştı. Tamamen düşman bir kavim içinde var olma mücadelesi verdikleri bir dönemde inen ve bu isimle adlandırılan Şûrâ sûresi, Rablerine iman eden ve Ona tevekkül eden mü’minlerin özellikleri arasında, onların alâmet-i farikaları olan namaz ve infakın ortasında şûrâ ilkesini sayıyordu.[7] Bu, hiç şüphesiz, mü’minleri tek bir vücut olarak gören ve o vücudun fonksiyonlarını düzenleyen kuşatıcı bir bakışın eseriydi. Nitekim bu âyetin devamındaki âyetlerde sayılan özellikler de mü’minler topluluğuna yekpare bir vücut muamelesi yapıyor ve o vücuda, içlerinden haksızlığa uğrayan kimselerin hakkını almayı bir görev olarak yüklüyordu. Ve tabii bu muamelede, iman ile salih amelin her türlüsünün ayrılmaz bütünlüğü de aşikâr şekilde görülüyordu.[8]

Burada, bizim Müslümanlığımız Kur’ân’ın tanımladığı Müslümanlığa ne kadar benziyorsa, şûrâ anlayışımızın da Kur’ân ve Sünnetin tarif ettiği şûrâ ile en fazla o kadar benzeyeceğini not etmeden geçmeyelim. Zira bugün İslâm âleminde, özellikle yöneticiler ile onların fetvacıları nezdinde makbul olan şekliyle şûrânın, “Yönetici dilediği kimseyle dilediği konuyu dilediği kadar istişare eder, sonra da istişare sonucuna ister uyar, ister uymaz” şeklinde anlaşıldığı hepimizin malûmu olan bir hayat gerçeğidir. Allah’ın âyetleriyle eğlenmekten başka bir anlam taşımayan ve İslâm âlemini içinde bulunduğu perişan vaziyetin içine sokan bu hayat gerçeğinin faturasını ise, kendilerinin birer enstrüman olarak kullanılmasına müsaade etmeyen ilim ve ihtisas ehlinin bir kenara çekilmesi (veya çektirilmesi), meydanın kuklalara ve dalkavuklara kalması ve bunun sonucu olarak da, şûrânın maksadına tamamen zıt bir şekilde istibdadın kuvvet bulması şeklinde ödüyoruz.

Oysa Kur’ân, zahiren istişare sonucu meydana gelmiş görünen Uhud yenilgisinden sonra inen âyetlerinde “Onları bağışla, onlar için istiğfar et, yönetimde onlarla istişare et, azmettiğinde de Allah’a tevekkül et”[9] buyurarak onlara yine şûrâ yolunu gösteriyordu. Üstelik, âyette geçen “azim” kelimesinden neyin kastedildiğini soran Sahabîye de Allah’ın Resulü “Rey ehliyle müşavere etmek, sonra da onlara tâbi olmak”[10] cevabını vermiş ve istişareye uyup uymamakta serbest davranma yolunu yöneticilere ebediyen kapatmıştı. Dikkatlerden kaçmasın: Bu cevabı veren Resulullah, savaş öncesi yapılan istişarede kendi görüşünü terk ederek çoğunluğun görüşüne tâbi olmuş ve, zahire bakılırsa, mağlûbiyet de bir bakıma bu yüzden yaşanmıştı. Buna rağmen âyetin Resulullaha yine istişare yolunu göstermesi ve onun da açıklamasında istişareye tâbi olmayı vurgulaması, hiç şüphesiz, yenilgi dolayısıyla zihinlerde şûrâ ile ilgili olarak zuhur edebilecek tereddütleri kesin şekilde gidermek amacını taşıyordu. Ayrıca Resulullahın mütevatir sünneti de hep bu istikamette cereyan etmiş, hakkında vahiy bulunmayan hususlarda bizzat kendisi her zaman istişareye tabi olmuştu. Adaletli ve isabetli kararlarıyla meşhur olan Hz. Ömer’in de istişaresiz hiçbir karara varmadığı, net bir karar çıkmayan istişareleri ise karar netleşinceye kadar sürdürdüğü ve şûrâ kararlarına aykırı karar ve icraatının bulunmadığı bilinmektedir. “Şûrâsız Hilâfet olmaz” sözü de Hz. Ömer’e aittir.[11] Esasen şûrânın bağlayıcı olup olmadığı konusu Ashab-ı Kiramın zihnini meşgul etmiş bir soru değildi; onlar Allah’ın Elçisinin bu ilkeyi nasıl uyguladığını gözleriyle görmüş kimselerdi.

 

Şûrâ ilkesi, zarurî olarak, farklı fikirlerin ve karşıt görüşlerin de serbestçe ifade edilebilmesini ve ciddîye alınmasını gerektirir ki, Raşid Halifeler döneminde bu ilkeye büyük bir duyarlılıkla riayet edildiğini gösteren birçok vak’a ve uygulama vardır. Kur’an ve Sünnetin çok büyük önem verdiği ve terk edilmesini helâk sebebi saydığı emr-i maruf ve nehy-i münker (iyiliği teşvik ve kötülükten sakındırma) ilkesinin de, özellikle yöneticilere karşı söz konusu olduğu zaman muhalefet anlamına geleceği aşikârdır. Ve bu anlamda muhalefetin ümmet üzerine bir vecibe olarak yüklenmiş bulunduğu da âyet ve hadislerle sabittir:

Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz / ümmetin en hayırlısısınız. İyiliği teşvik eder, kötülükten sakındırır, Allah’a hakkıyla iman edersiniz. Eğer Kitap Ehli de iman etseydi, onlar için hayırlı olurdu. Gerçi onlardan mü’minler de vardır; fakat çoğu yoldan çıkmış kimselerdir.[12]

Zulmedenlere eğilim göstermeyin; yoksa ateş size de dokunur. Sizin zaten Allah’tan başka dostunuz yoktur; sonra büsbütün yardımsız kalırsınız.[13]

Allah’a yemin olsun, ya iyiliği teşvik edip kötülükten sakındırır, zalime engel olup onu hakka döndürür ve hak üzerinde tutarsınız; ya da Allah sizin de kalplerinizi birbirinize benzetir ve onlara lânet ettiği gibi sizi de lânetler.[14]

Ümmetimin zalime “Sen zalimsin” demekten korktuğunu gördüğün zaman bil ki onlardan ümit kesilmiştir.[15]

Cihadın en üstünü, zalim yöneticinin yanında adaleti savunmaktır.[16]

Bunlar gibi daha pek çok âyet ve hadisle önemi vurgulanmış olan emr-i maruf ve nehy-i münker ilkesinin yönetenden yönetilene veya yönetilenden yöneticiye yönelik olması arasında İslâm herhangi bir fark gözetmemiş, her ikisini de bu ümmetin üzerine, onun alâmet-i farikası halinde bir farz kılmıştır. Zamanımızda yönetime müteveccih olduğu takdirde muhalefet olarak anılan bu görevin İslâmda özgürlükten de ötede bir görev mahiyeti taşıdığına, çağdaş âlimlerimizden Yusuf Karadavî şöyle işaret eder:

Söz ve ifade hürriyeti masumdur [korunmuştur]. Hattâ bu İslâmın ve onun devletinin nazarında hürriyet olmaktan daha büyük bir şeydir. Zira o İslâm nazarında haklar ve hürriyetler nev’inden değil, farzlar ve vacipler nev’indendir. Bir insan açık bir kötülük gördüğü zaman elinden geldiği kadar onu engellemek mecburiyetindedir. Susmak veya konuşmak hususunda serbest değildir. Çünkü hak karşısında susmak, bâtıl konuşmak gibidir. Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır. Aynı şekilde, kaybolmuş bir iyilik gördüğü zaman onun yapılmasını emretmek ona farzdır. Onun bu görevi yapıp yapmama konusunda serbest olduğu bir durum değildir.[17]

Emr-i maruf ve nehy-i münker görevi, iman-amel bütünlüğünün toplum seviyesindeki yansıması yahut topyekûn bir toplumsal gelişim faaliyeti olarak düşünülebilir. Bu faaliyette toplum yekpare bir vücut halinde davranmakta, kendisine yarayışlı olan şeyleri arayıp bulmak ve toplum hayatına katmak, zararlı olan şeyleri de vücuttan atmak ve uzak tutmak için sürekli faaliyet göstermektedir. Bu faaliyetlerde görevler açısından fertler arasında farklar bulunsa da, bir vücudun azaları olmak, hep birlikte o vücudun gelişimi için çalışmak ve imanlarının gereği olan İlâhî emir ve yasaklara uygun bir hayat yaşamak açısından hiçbir fark yoktur. Raşid Halifeler döneminde en mükemmel uygulamasını gördüğümüz bu adalet ilkesini Muhammed Hamidullah’ın diliyle ifade edecek olursak:

Halife çok kudretliydi, fakat diğer Müslümanlar gibi o da aynı kanunlara boyun eğiyordu. Ayrıca kendi reâyâsından [yönettiklerinden] her bir şahıs önünde mes’ul durumdaydı.[18]

Her bir şahıs önünde mes’ul durumda olmak – ilk dört Halifenin yönetici olmaktan anladıkları ve uyguladıkları şey aynen bu idi. Herhangi bir kişi, herhangi bir yerde, herhangi bir zamanda Halifenin karşısına dikilip onun herhangi bir icraatını sorgulayabiliyor, dileği varsa arz ediyor, itirazı varsa dile getirebiliyor, hattâ bu itirazını oldukça sert bir dille de ifade edebiliyor, ama her seferinde sözlerine sükûnet ve ciddiyetle cevap alıyordu. Bir defasında halka ganimet olarak birer parça kumaş dağıtılmıştı. Ancak bu parça kumaş bir gömlek için yeterli değildi. Hz. Ömer o kumaşla dikilmiş bir gömlekle kürsüye çıkınca hemen itirazla karşılaştı:

“Üzerindeki kumaşı nasıl elde ettiğini açıklamadığın takdirde sana itaat etmiyoruz!”

Hz. Ömer oğluna işaret etti, o da kendi payını babasına verdiğini söyledi. Mesele anlaşılmış, Halifenin haram yemediği ortaya çıkmıştı.[19]

Hz. Ali’nin Haricîlerden gördüğü muhalefet ise hem haksız, hem de şiddet içeren bir muhalefet idi. Lâkin bu durum onun muhaliflerine karşı adaletten ayrılmasına hiçbir zaman gerekçe olmadı. Bir defasında bir grup Haricî ona halkın içinde sövmüş ve onu öldüreceklerine yemin etmişti. Adamlarının onları tutukladığını haber alan Hz. Ali, “Beni öldürmeyen bir kimseyi öldürecek miyim?” diyerek Valiye onları serbest bırakmasını emretti. Onların kendisine sövdükleri hatırlatılınca, “Eğer istiyorsan sen de aynı şekilde onlara söversin, fazlasını yapamazsın” cevabını verdi.[20]

Bir kuyumcu terazisinin hassasiyeti dahi Hz. Ali’nin adalet konusundaki duyarlılığının yanında sözü edilemeyecek derecede kalırdı desek mübalâğa etmiş olmayız. O, kendi tayin ettiği hakimi, dâvâlılara karşı sesini yükselttiğinde görevden alıyordu.[21]

Hz. Ali ölüm döşeğinde iken kendi katili hakkında dahi haksızlık etme endişesini taşıyordu. Resululah kendisine onun eşkâlini bildirdiği için katilini tanıyordu ve etrafındakilere “Beni öldürecek olan budur” demişti. “Onu öldürelim mi?” diye sorduklarında “O henüz beni öldürmedi ki” cevabını verdi. Gün gelip de onun tarafından hançerlendiğinde, insanlara onu hemen öldürmemelerini ve kötü muamele de yapmamalarını emretti ve “Eğer sağ kalırsam yara kısası vardır, öldüremezsiniz; ölürsem müsle ve işkence yapmaksızın öldürürsünüz” dedi.[22]

Hulefâ-i Râşidîn döneminde kısas da dahil olmak üzere her türlü ceza, yönetilen ve yöneten ayırımı yapılmaksızın herkese eşit şekilde uygulanır ve devletin itibarı da bundan hiçbir zarar görmediği gibi, adaletin tavizsiz uygulanması sebebiyle daha da kuvvet kazanırdı. Ebu Musa el-Eş’arî, ganimet dağıtımına itiraz eden halktan birisine yirmi değnek vurdurmuş ve başını da tıraş etmişti. Bu durum kendisine intikal ettiğinde Halife Ömer Ebu Musa’ya bir mektup yazarak bu olay topluluk içinde cereyan etmişse yine topluluk içinde, eğer yalnız olarak cereyan etmişse yalnız olarak kısas yapılmasını emretti. Ebu Musa da adamı çağırarak kısas yapmasını istedi, ancak adam onu Allah rızası için affettiğini söyleyerek kısas hakkından vazgeçti.[23] Hz. Ömer’in bu konudaki tavrı son derece net ve sert bir tavırdı. “Bir memur asayişi sağlamak için birisini dövse onuu da cezalandıracak mısın?” diye soran kişiye “Allah’a yemin olsun ki onu da cezalandırırım; çünkü Resulullahın böyle yaptığını gördüm” cevabını vermişti.[24]

Hz. Osman da birgün kölesini çağırarak “Bir keresinde senin kulağını çekmiştim, hatırlıyor musun?” dedi ve kendisine kısas yapmasını istedi. Kölesi de onun kulağını çekti.[25]

Bununla beraber, Raşid Halifelerin adaleti de bölünmez bir bütüne aitti; o bütün içinde merhamet, şefkat, ihsan, kerem gibi daha başka güzellikler de vardı. Ve bu güzellikler sadece Müslümanları değil, idareleri altındaki sair din mensuplarını da kapsamına alıyordU. Günün birinde bir Hıristiyan tüccar mescidde hutbe irad ederken Hz. Ömer’in karşısına dikilip gümrükçülerle ilgili bir şikâyetini arz etmişti. Zimmî birkaç gün sonra şikâyetinin sonucunu öğrenmek üzere Hz. Ömer’e gelerek “Ben sana problemini arz eden Hıristiyanım” diye kendisini takdim etti, Hz. Ömer ise “Ben de senin problemini çözen Müslümanım” cevabını verdi. Bunun ardından Hıristiyan tüccar mallarının durumunu öğrenmek için gümrük dairesine gittiğinde, Halifenin talimatının ondan önce oraya ulaşmış ve şikâyet konusu olan uygulamanın düzelltilmiş olduğunu gördü.[26] Başka bir gün de Hz. Ömer ihtiyar bir Yahudinin kapı kapı dilendiğini görmüş, onu elinden tutup evine götürerek bir miktar sadaka verdikten sonra “Gençliklerinde bunlardan cizye alıyor, yaşlandıklarında da kendi hallerine terk ediyoruz” diyerek hazineden ona maaş bağlatmıştı.[27]

 

Raşid Halifeler Resulullahın Asr-ı Saadetinde yaşadıkları hayatı iş başına geldiklerinde böyle anlıyor ve böyle yaşatıyorlardı. Onları bir parça olsun anlayabilmek için, hafızalarımızı tamamen boşaltmak, sonra Asr-ı Saadetin başlangıcına gidip orada yeniden dünyaya gelmek ve o insanların hayatına Kur’ân âyetlerinin birer birer nasıl indiğini görmek gerekir. Daha önceki bölümlerde de üzerinde durduğumuz gibi, Kur’ân’ın âyetleriyle beraber o insanların imanları da semâdan inerek hayatlarının tamamına yerleşiyordu. Peş peşe iniyordu âyetler, ama parçaların bir araya gelerek bütünü tamamlaması şeklinde değil. Her parçada bütünün bir nüshası vardı. Kur’ân bir bütündü, iman bir bütündü, İslâm bir bütündü, hayat bir bütündü. Allah’a iman ile beraber yetim başı okşamayı öğrendiler o asil ruhlar; güzel söz söylemeyi, gönül almayı, kölelerle kardeş olmayı, ihsan etmeyi, affetmeyi, Allah yolunda cihad etmeyi, özgür olmayı, İslâmın esenliğinde teneffüs etmeyi, alnı yerdeyken göklerin ve yerin tesbihatını Âlemlerin Rabbine sunmayı, Onun kitabını Onun huzurunda Onun elçisiyle diz dize okumayı, Onun tarafından duasına cevap almayı öğrendiler. Ne öğrendilerse hepsi o bütünün bir misaliydi; hepsi iman, hepsi İslâmdı. İslâm imandan, iman amelden, amel ihlâstan ayrılmıyordu, zaten ayırmak da kimsenin aklından geçmiyordu. Bütün bunları Âlemlerin Rabbinden bize ulaştıran Allah’ın Elçisi, çok kısa bir zaman içinde görevini tamamladı ve arkasında bir vasiyet bile bırakmadan Rabbinin huzuruna döndü. Aslında vasiyete ihtiyaç da yoktu. Çünkü o güzel ahlâkı tamamlamak için gelmişti, tamamladı ve bizlere Allah’ın kitabı ile kendi sünnetini bırakarak aramızdan ayrıldı. Ne diyordu Hamidullah:

Hz. Muhammed (s.a.v.) tüm ahlâkın bir müeyyidesi olarak ölümden sonra dirilmeyi yerleştiriyor, fakat bu dünya için lüzumlu olan cemiyet kuvvetlerini de unutmuyor. Böylece müeyyide daha da müessir hale geliyor.

Hz. Muhammed (s.a.v.) menşei İlâhî olan bir kanun bırakıyor: Kur’ân-ı Kerim. İlga edilemeyen bu aynı kanun, çeşitli durumlara uyması için kıyas yapılmasına müsaade ve hattâ teşvik ediyor. Öyle bir şekilde yapıyor ki, yalnız adalet değil kanun da infaz kuvvetinin emniyetinde, sebatsız krallardan ve maceraperest muhterislerden direktif almayan gayrı resmî âlimlere veriliyor.[28]

 



[1] Buharî, İman: 1.

[2] Buharî, Ahkâm: 4; Müslim, İmâre: 39.

[3] Ebû Dâvud, Cihad: 87 (no. 2627).

[4] Yusuf Karadavî, İslâmda Devlet Mefhumu, müt. Hüsameddin Cemal (İstanbul: Nidâ Yayınları, 2018), s. 130.

[5] M. Yusuf Kandehlevî, Hayâtü’s-Sahabe, müt. Ali Arslan (İstanbul: Okusan Yayıncılık, 1993), 2:121.

[6] Ebu Davud, Nikâh: 28; Zemahşeri, Keşşâf, Nisâ 20 tefsiri.

[7] Şûrâ, 42:38.

[8] Bkz. Şûra, 42:39-43.

[9] Âl-i İmran, 3:159.

[10] İbn Kesir, Âl-i İmran 159 tefsiri.

[11] Şiblî Numanî, Bütün Yönleriyle Hz. Ömer ve Devlet İdaresi, müt. Talip Yaşar Alp (İstanbul: Mahya Yayıncılık, 2015), s. 182.

[12]Âl-i İmrân, 3:110.

[13] Hûd, 11:113.

[14] Ebû Dâvud, Melâhim: 17.

[15] Müsned, no. 6362.

[16] Ebû Davud, Melâhim: 15; Tirmizî, Fiten: 13.

[17] Karadavî, s. 72.

[18] Muhammed Hamidullah, İlk İslâm Devleti, müt. İhsan Süreyya Sırma (İstanbul: Beyan Yayınları, 2015), s. 87.

[19] Hamidullah, s. 87-88.

[20] Nevin Abdulhalık Mustafa, İslâm Düşüncesinde Muhalefet, çev. Vecdi Akyüz (İstanbul: Ayışığı Kitapları, 2001), s. 343.

[21] Ali Muhammed Sallâbî, Hz. Ali, müt. Şerafettin Şenaslan (İstanbul: Ravza Yayınları, 2018), s. 325.

[22] Sallâbî, s. 883-888.

[23] Kandehlevî, 2:146-147.

[24] Numanî, s. 193.

[25] Kandehlevî, 2:154.

[26] Hamidullah, s. 87.

[27] Kandehlevî, 2:153.

[28] Hamidullah, s. 82.

27 Mart 2023 Pazartesi

Farkındalık kazandıran âyetler

   
Allah tarafından vahyedilen emir ve yasaklara uyma konusunda peygamberler ile ümmetlerinin konumları ve inkâr edenler sebebiyle peygamberlere ve onların izinden giden mürşidlere bir sorumluluk düşüp düşmediği konusu, 387. Kur’an Buluşmasının gündemindeydi.

Ramazan’ın ilk Buluşmasında, En’am sûresinin şu mealdeki 106-107. âyetlerini okuduk:

Rabbinden sana vahyedilene uy. Ondan başka tanrı yoktur. Müşriklere ise aldırma.

Allah dileseydi onlar ortak koşamazdı. Biz seni onlara bekçi yapmadık. Sen onlardan sorumlu bir vekil değilsin.

Bu âyetlerle ilgili incelemelerimizde öne çıkan noktaları ise şu şekilde özetledik:

Peygamberinizin size bildirdiği emir ve yasaklar herkesi bağlayan emir ve yasaklardır. O size bildirdiği şeye önce kendisi uyar ve sizin de uymanızı ister.

Bu durum, Allah’a karşı sorumlulukta ve hesap vermekte kullar arasında hiçbir farkın bulunmadığını gösterir.

Hakkında vahiy bulunan hususlarda peygamberlerin dahi bir müdahalesi söz konusu değildir. Dinin hiç bozulmadan, insan eli karışmadan, bütün insanlara ve gelecek zamanlara Allah’tan geldiği şekilde intikalini sağlayan sır budur: Allah’tan vahyedilene uymak.

Bu emirden çıkarılabilecek en önemli derslerden biri de, irşad ve yönetim mevkiinde olanların, insanlara öğütledikleri şeyleri önce kendi nefislerinde uygulamaları gerektiğidir.

Kur’ân-ı Kerim, ilk âyetinden en son âyetine kadar bütün bahislerinde bize Allah’ı anlatır. Onu isimleriyle, fiilleriyle, eserleriyle çeşitli yönlerden bize tarif eder. Bu cümleyi o tanımlarla birlikte düşündüğümüz zaman, bu cümlenin ifade ettiği anlam da hayat kazanır.

Bunlar, her an iç içe olduğumuz için mühimsemediğimiz nimetlerin farkına varmamızı sağlar. Sadece Allah’a yöneltilmesi gereken minnet ve şükran duygularını bizim gibi âciz varlıklara yöneltmekten ve onlar karşısında alçalmaktan bizi korur ve Âlemlerin Rabbine doğrudan doğruya muhatap olmak ve her an Onun huzurunda bulunduğumuzun bilincine varmak gibi çok yüce bir “farkındalığı” bize kazandırır.

Bu bakımdan, böyle aşikâr hakikatleri içeren ve Kur’ân’da çok tekrarlanan ifadeleri “zaten bildiğimiz şey” olarak okuyup geçmek yerine, “asıl üzerinde durulacak bahis” olarak düşünüp, Kur’ân’ın bütününü ve Resulullahın bize öğrettiklerini de dikkate alarak uzun uzadıya tefekkür etmek, kendi hayatımızı bu açıdan denetlemek ve âyetlerin müjdesinden şevk alarak tekrar tekrar iman tazelemek doğru olacaktır.

En’am sûresinin 106-107. âyetlerini okuduğumuz 387. Kur’an Buluşmasına ait video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

UTESAV organizasyonuyla gerçekleşen Kur’an Buluşmaları, Ramazan müddetince yine https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden, aynı günde, saat 18:00-18:45 arasında canlı olarak izlenebilecek.

22 Mart 2023 Çarşamba

Siyaseti bırak, Kur'ân'a dön, şûrâya sarıl

  

Hatırlayabildiğim kadarıyla son üç seçim dönemi Ramazan ayına denk geldi (veya getirildi). Bunun sonucu olarak da, mübarek bir mevsimde mübarek sözlerle arınması ve bereketlenmesi gereken lisanlar, hamaset katkısıyla bir nevi mübareklik kılıfına büründürülmüş siyasî boğuşmalar, lâf dalaşları, tekebbür ve hakaret yarışlarıyla bu mübarek mevsimleri kendi aleyhlerinde kullanarak heba ettiler. Şimdi de, başlarından geçen onca tecrübeden doğru dürüst hiçbir ders çıkarmadıkları anlaşılan belli başlı Risale-i Nur cemaatleri hiç değilse bu defa, bu Kur'an ayının girişiyle bir muhasebe içine girmek ve siyasetten el çekerek aslî görevlerine yönelmek yerine, eski hatâlarını daha da güçlü bir şekilde tekrarlamak yönündeki azimlerini arka arkaya yayınladıkları sadakat ve hamaset beyannameleriyle izhar etmiş bulunuyorlar. Bu durum karşısında, biz de, iki yıldan fazla bir zaman önce bu sütunlarda ve Kalem Yazmak Zorunda adlı çalışmamızda yayınladığımız bu yazıyı, Ramazan ayına girmek üzere olduğumuz şu saatlerde en azından bazılarımız için bir muhasebe vesilesi olur düşüncesi ve inşaallah Ramazan içinde tekrar bu konuya dönme ihtiyacı kalmaz duasıyla bir kere daha hatırlatıyoruz:
   

Önce siyasetten taharet, arkasından Kur’ân’a kesin dönüş ve şûrâ, şûrâ, şûrâ… Risale-i Nur cemaatleri var olmak ve bugünün dünyasına gerçekten sadra şifa birşeyler sunmak istiyorlarsa, evvelâ bu üç şartı yerine getirmekten başka seçenekleri yok!.

ÜMİT ŞİMŞEK

23

Risale-i Nur’un telifinden çok önce “Kur’ân-ı Azîmuşşânın Hakimiyet-i Mutlakası” başlıklı makalesiyle ümmetin en büyük problemini ortaya koyup çözüm formülleri geliştiren, ondan sonra da vücuda getirdiği bir Külliyatla insanları Kur’ân’a çağıran bir Üstadın talebeleri, onun vefatından altmış sene sonra Kur’ân konusunda ümmetin en önde gelen kişileri olmalı değil miydi?

Oysa onların ekseriyeti, bir Kur’ân seferberliğine öncülük etmek şöyle dursun, birtakım bağnaz kişi ve toplulukların geliştirdiği meal ve tefsir aleyhtarlığının etkisinden bile kendilerini kurtarabilmiş değildir. Hattâ, mânâsı üzerinde çalışmak bir yana dursun, Kur’ân’ı yüzünden okumakta dahi Risale-i Nur talebelerinin övünülecek bir durumda olmadığı bir başka gerçektir.

Eğer Kur’ân’ı anlamaya ve uygulamaya yönelik bir rağbet Risale-i Nur talebelerinin arasında revaç bulsaydı, sadece Risale cemaatlerinin değil, bütün ümmetin kaderini değiştirecek bir inkılâbın fitili belki de çoktan ateşlenmiş olurdu. Zira Risale-i Nur, Kur’ân-ı Kerimin mânâ hazinelerini açmak ve onun âyetlerindeki fazilet kodlarını okumak hususunda okuyucuya orijinal teknikler sunan ve hedefler gösteren bir eserdir. İnsanlar aynı satırları evrad gibi dönüp dönüp okumakla yetinmeyip de bu tekniklerle donanmış olarak doğrudan Kur’ân’a yönelecek olsalar, Kur’ân semâsından hergün kendi hayatlarına yeni yeni mânâların indiğini görürler. Günlük hayatlarının en mutenâ saatlerini Kur’ân’a ayırırlar. Okunan âyetlerden hayata hayat katan mânâlar süzülür ve gözlerden, akıllardan, gönüllerden geçerek kalplerde ve ruhlarda mekân tutar, yaşanmakta olan hayata hayat katar. Bu hazlar hergün tekrar tekrar yaşanır. İnsanlar bir araya geldiklerinde Kur’ân’ı konuşurlar, Rablerinden o gün kendi dünyalarına inen mânâları paylaşırlar. Ruhlar herkesin ittifak ettiği kudsî kaynak olan Allah’ın kitabında birleşir; onun verdiği hükümlere itaat etmek hiçbir ferde ve hiçbir cemaate ağır gelmez. Bütün bunları kestirme bir ifadeyle şöyle de anlatabiliriz:

İnsanlar, o zaman, tıpkı İslâmın ilk nesilleri gibi Kur’ân ile iç içe yaşarlar.

Böyle bir seferberliği başlatmaya yardımcı olacak malzeme ve teknikler, uzun ve bereketli ömrünü Kur’ân’a hasretmiş bulunan Bediüzzaman Said Nursî’nin eserinde mevcuttur. Ama onun şimdiki talebelerinde böyle bir projeyi harekete geçirip toplumun bütün kesimlerine yayacak olan irade mevcut mudur? Yoksa bu eser kendisini keşfedecek daha başka nesilleri mi bekleyecek? Bunu zamanla göreceğiz.

***

Özden uzaklaşmanın Risale-i Nur cemaatlerindeki bir diğer sonucu da sadece okumaktan, mütemadiyen okuyup durmaktan ibaret kalan bir talebelik anlayışı olmuştur. Bu anlayışın sonucu olarak, ekseriyetle Risale-i Nur talebeleri, ezber yapan öğrenciler gibi mütemadiyen metni tekrarlayan, mânâ üzerinde durmayan, anlamadıkları yerleri anlamış gibi yapan ve sorup soruşturmaktan kaçınan, aslında sorma ihtiyacını da duymayan, hariçteki insanlara faydası dokunmak gibi bir derdi bulunmayan, onun yerine Risale-i Nur’u birbirine methedip durmakla talebelik görevini yerine getirdiklerine inanan, bu sebeple de gittikçe içine kapanan ve küçülen topluluklar haline gelmiştir.

Lâkin sadece okuyup durmak hiç kimseyi daha iyi bir talebe yapmaz. Bilâkis, onun zihnini tembelleştirir, soru, sorgulama, araştırma, tefekkür yollarını tıkar, terkip ve ifade kabiliyetini köreltir. Talebeliği ezbercilikten ve konuşup yazması nakilden veya taklitten ibaret kalan Risale-i Nur okuyucularının varacağı yer, test usulü sınavlarla yetişip de düzgün bir Türkçe ile iki paragraflık orijinal bir metin üretemeyen zamane öğrencisinin durumundan çok farklı değildir. Oysa Risale-i Nur gibi, soyut düşüncenin en derin seviyelerinde eğitim veren ve insanın entellektüel yeteneklerini bütün kapasitesiyle seferber eden bir eserle beslenmiş nesillerden beklenen hizmet, bu bereketli kaynaktan aldıkları ışığı, her birinin âlemindeki yansımalarla hayatın bütün alanlarını süsleyen rengârenk eserlere dönüştürmek ve böylece, Üstadlarının tarif ettiği gibi her bir ferdi bir canlı türü kadar zenginlikler sergileyebilen insan neslinin yaratılışındaki hikmeti binlerce dille âleme ilân etmek olmalıdır. Ama Risale-i Nur cemaatlerinin, böyle bir tekâmül sürecini işletebilmeleri için, öncelikle, kendilerini her türlü üretimden el çekip kalem kırmaya çağırarak entellektüel alanda hiçbir varlık gösteremeyen papağan topluluklarına çevirmeye çalışan akıl-fikir-ilim düşmanı bir zihniyetin tasallutundan kurtulmaları şarttır.

***

Risale-i Nur cemaatlerini kendi görevleriyle meşgul olmaktan alıkoyan en önemli sebeplerden birisi de siyasettir. Bu sonucu diğer yönden okumak ve cemaatlerin kendi görevlerini ciddîye almadıkları için kalan boşluğu siyasetin doldurduğunu söylemek de mümkündür. Her iki halde de çözüm gayet basittir:

Eğer bir iman hizmeti yürütülecekse ve bu hizmet de herkesi kuşatacaksa – herkesi kuşatmayan bir hizmete zaten iman hizmeti denmez – siyaset bütünüyle Risale-i Nur talebelerinin gündeminden düşmeli, hangi isim ve suretle olursa olsun bir daha asla onları meşgul etmemelidir.

Gerçi bütünüyle siyasetten arınmak kolay bir iş değildir; çünkü yarım asırdır Risale-i Nur cemaatleri siyasete pek çok defalar angaje olmuş ve siyasî zeminlerde pek çok yıpranmıştır. Bu zaman zarfında muhtelif siyasî partiler, birçok cemaate yaptıkları gibi, Risale-i Nur cemaatlerine de bir nevi mayın eşeği muamelesi yaparak kendi hasımlarına karşı onları mücadele meydanına sürmüş, daha da kötüsü, cemaatler de bu rolü benimsemekte fazla zorlanmamışlardır. Öyle ki, hararetli seçim kampanyalarında muhtelif Risale-i Nur cemaatlerinin farklı siyasî partiler hesabına birbirleriyle çarpıştıkları da görülmüştür. Nur talebeleri bu mücadelelerden hiçbir fayda görmedikleri gibi, halk içindeki eski itibarlı mevkilerini de en başta bu sebeple kaybetmişlerdir. Diğer taraftan, cemaatlerin siyasete bulaşmasından siyasetçilerin de çoğu zaman ciddî bir fayda görmediklerini, cüz’î bir fayda görecek olsalar bile bunun fiyatını fazlasıyla ödemek zorunda kaldıklarını, cemaatlerin siyasete karışmasından yakınan siyasetçilerin şikâyetlerinden anlıyoruz. Oysa bu problemin her iki taraf açısından da çözümü basittir:

Cemaatleri siyasetten uzak tutmak istiyorsanız, onları siyasete çekmezsiniz. Gerçi onları dinlersiniz; makam, mevki, tayin, kadro, tahsisat gibi işlere karıştırmamak şartıyla haklı isteklerine kulak verirsiniz; sonuçta bu duyarlılığınız sandıklara oy şeklinde akseder veya etmez. Ama cemaatleri seçim propagandalarında istihdam ederek kendi elinizle onları siyasete sokarsanız, daha sonra siyasete karışmalarından şikâyete hakkınız kalmaz. Aynı şekilde, cemaatler de, bir kere siyasete bulaştıktan sonra, siyasetin acımasız mücadele meydanlarında siyasîlerin maruz kaldıkları ithamların benzerine muhatap oldukları zaman, kendilerinden başkasını suçlamamalıdırlar.

Bütün insanlığa tertemiz bir iman hizmeti sunmak iddiasında samimî olanların kendilerini politik taraflardan herhangi birinin safında gösterecek her türlü tavır ve hareketten şeytandan kaçar gibi kaçınmaları gerektiğini biraz daha ayrıntılı bir şekilde 18. Bölümde ele almış bulunuyoruz.

***

Baştan buraya kadar yazdıklarımızdan sonra, cevaplandırılmayı bekleyen bir soruyla karşı karşıya bulunuyoruz:

“Risale-i Nur cemaatlerini nasıl bir âkıbet bekliyor?”

Bu soruya verilecek cevap, tabii ki, cemaatlerin takınacakları tavırla doğrudan ilgilidir. Ama konuya ciddî bir şekilde yaklaşacak olanların başarıya ulaşmak için iki noktayı dikkate almalarında zaruret görüyoruz.

Birincisi: Her türlü övünme ve böbürlenmelerin bütünüyle terk edilmesi gerekir. Mükemmelliğe ulaştığına inanan bir topluluk kendisinde kusur görmez ki düzeltmeye çalışsın. Üstünlük ve kusursuzluk vehmi, denetim mekanizmalarına ihtiyaç bırakmadığı gibi, her türlü sorgulamayı tehdit olarak gösterir. Böyle bir musibetten kurtulmanın çaresi, kusursuzluğun Allah kelâmına bir özellik olduğunu, hiçbir beşere, beşer topluluğuna ve beşer eserine bu sıfatın yakıştırılamayacağını bilmek, bilmiyorsa öğrenmek ve Risale-i Nur cemaatlerinin de bu kanunun dışına çıkamayacağını her zaman için göz önünde bulundurarak denetim mekanizmalarını sonuna kadar açık tutmaktır.

İkincisi: Risale-i Nur cemaatleri için aydınlık bir istikbali öngörenlerin yapacakları iş, Bediüzzaman’ın bütün hayatı boyunca mücadele ettiği istibdadın her türlüsünü, özellikle ilmî istibdadı, arkada hiçbir iz bırakmayacak şekilde ortadan kaldırıp tam özgürlük içindeki şûrâ yolunu açmak olmalıdır. Yüce Allah, Müslüman kullarına istişareyi farz vazife olarak yazmış ve ilk Müslümanlara da, daha Müslümanlıklarının ilk ve en zayıf anlarından itibaren bunun eğitimini yaptırmıştır. Mekke’de, Müslümanların henüz bir avuç insandan ibaret olduğu ve kendilerini savunabilecek bir durumda bile bulunmadığı bir zamanda inen Şûrâ sûresi, mü’minlerin özelliklerini anlatırken, namaz ile infak arasında şûrâyı da sayar ve adını da buradan alır:

Onlar Rablerinin çağrısına uyarlar ve namazı dosdoğru kılarlar. Aralarındaki işleri ise istişare iledir. Onlara rızık olarak verdiğimiz şeylerden de bağışta bulunurlar.[1]

Dikkat çekicidir: Uhud harbinde yaşanan yenilginin zahirî sebebi, istişare idi. Eğer Resulullah Ashabıyla istişare etmeseydi kendi görüşünü uygulayacak ve bu durumda okçuların yerini terk etmesi gibi bir durum söz konusu olmadığı için muhtemelen mağlûbiyet de yaşanmayacaktı. Fakat istişare neticesinde Resulullah (s.a.v.) kendi görüşünü terk ederek ekseriyete tâbi oldu. Bugünün dünyasında herhangi bir yöneticiye “Bir daha mı sizin aklınıza uymak!” dedirtecek olan böyle bir durumdan sonra inen âyetlerde “Onlarla istişare et, azmettiğinde de Allah’a tevekkül et”[2] buyurulmuş olması bu dinin istişareye verdiği önemi göstermiyor mu? Ayrıca, âyette geçen “azmetmek” fiilinin ne anlama geldiğini soran kimseye ise Resulullahın (s.a.v.) verdiği cevap hem istişare etmeyi, hem de istişare sonucuna tâbi olmayı emreden bir cevaptır:

Rey ehliyle istişare etmek, sonra da onlara tâbi olmak.[3]

Bunlar, şûrâ ilkesini, eğip bükmeden, mutlaka yerine getirilmesi ve tâbi olunması gereken, İlâhî nusretin şartı ve bir nevi garantisi anlamını taşıyan bir ilke, daha doğrusu bir hayat tarzı olarak bize göstermekte ve başka kurtuluş yolları aramakla ömürlerimizi telef etmenin beyhudeliğini hatırlatmaktadır.

Öyle görünüyor ki, Risale-i Nur okuyucuları içinde akılları ilimle barışık olan, Kur’ân ve Sünnetin değerini bilen ve şûrâ ilkesinin hakkını veren kimseler, zamanın bütün dünyayı bir meclis hükmüne getiren imkânlarından da faydalanmak suretiyle, birbirlerinin fikirlerine azamî saygı ve kendi fikirlerini dile getirmede azamî özgürlük içinde, Risale-i Nur hareketini istikbale taşıyacak ve lâyık olduğu ellere ulaştıracak pek çok yol bulacaklardır.

“Bu nasıl olacak?” sorusuna birçok şekilde cevap verilebilir; en doğru cevabı da hiç şüphesiz zaman verecektir. Ama “Nasıl olmayacak?” sorusunun cevabı bellidir:

Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Herkesin her türlü bilgiye erişebilidiği ve herkesin kendi fikrini herkese duyurabildiği bir zamanda geleneksel cemaat modellerinin tarihe karışmaya namzet olduğunu görmek için kehanete ihtiyaç yoktur. Tamamen hiyerarşik yapıya sahip tarikatler ve diğer cemaatler bile zamanın özgürlük rüzgârları karşısında eski duruşlarını muhafaza edemezken, esas itibarıyla kitap etrafında teşekkül eden ve eskiden beri hürriyet atmosferi içinde yaşamaya alışmış bulunan Risale-i Nur cemaatlerini hiyerarşik bir yapılanmaya zorlamak, hüsrâna mahkûmiyeti daha işin başında belli olan ve aklı başında hiçbir insanın ümit bağlayamayacağı bir macera demektir. Bununla beraber, bir FETÖ tecrübesinden büyük dersler alarak çıkmış olması gereken Risale-i Nur cemaatlerinin hâlâ komplolara açık bulunmasını kaderin yeni bir imtihanı veya cezası veya arta kalan döküntülerden cemaati temizleme operasyonu olarak okumak da mümkündür.

Şimdi yapılacak olan şey, maziye ait olanı mazide bırakarak bugünün ve yarının dünyasına hitap etmenin ve hakikati arayan ruhları Kur’ân ve Sünnet ile en güzel bir surette tanıştırmanın formüllerini geliştirmek olmalıdır. Risale-i Nur talebelerini, özelllikle ilim ehlini, klasik anlamda bir cemaatten ziyade, bir okul, bir ekol, bir akım olarak düşünmek herhalde daha isabetli olacaktır. Bu okulun mensupları, Risale-i Nur’dan aldıkları ilham ve yöntemleri kendi alanlarına ait bilgi ve tecrübeleriyle mezcetmek suretiyle yapacakları çalışmalar ve ortaya çıkaracakları eserlerle insanlık âleminin kazanımlarına çok değerli katkılarda bulunacaklardır. Zira Risale-i Nur Külliyatı gibi büyük eserler sadece kendilerini okutmakla kalmayıp pek çok eserin vücuda gelmesini sağlayan cömert ilham kaynaklarıdır. Bu konuyla ilgili bazı örnekler 11. Bölümün sonlarına doğru verilmiştir.

***

İlk yayın tarihi: Şubat 2021






Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:

https://www.kitapyurdu.com/kitap/kalem-yazmak-zorunda/575825.html

https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek


Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


[1] Emirdağ Lâhikası: 2, 30. mektup http://erisale.com/#cont


[1] Şûrâ sûresi, 42:38.

[2] Âl-i İmrân sûresi, 3:159.

[3] İbn Kesîr, 3:159 tefsiri.


---------

  1. Size katılmamak mümkün değildir
    Yıllarca H.hulusi abeyin yaninda kaldık
    O da aynı şeyleri söyledi ama maalesef


  2. Allah razı olsun. Zamanlama çok iyi. Tam da ihtiyaç anında yayınlanmış bir yazı. Siyaset yerine Kuran ilimleri, özellikle Kuran Arapçası çalışmak gerekir. Risaleler maalesef ezbere okunuyor. Ezber değil, tefekkür ve müzakere, yorum, analiz gerekiyor.


  3. Risalelerde her kelime ve cümle üzerinde durulmalı. Aynı şekilde Kuran kelimeleri ve cümleleri üzerinde de durulmalı. Acaba bu ayet bize ve bugüne ne anlatmak istiyor? Şeklinde sorular sorulmalı.


  4. Bu düşüncemi bilen birisi beni aydınlatsın diye yazıyorum.Cemaat bir siyasi kurumu desteklerken birliğini,amacını ve ilkelerini koruyamadı. demokrat parti ve Adalet partisini desteklemekten vaz geçmeye kalktığı zaman bölündü bir kısmını orada yeminli bir taraftar olarak bıraktı. En kolay ve hasarsız desteğini Ana vatan partisinden çekti bunun sebepleri düşünüldüğü zaman bu hasarsız lığın cemaat dışı etkenlerinin varlığının daha belirleyici olduğu görülür. AKP ye verilen destek işin tuzu biberi oldu, cemaat tamamen partili oldu ve artık bunu büyük bir dava olarak savundu .İman haki katlarını sabah akşam okuduğunu söyleyen insanlar, insanların günah fiillerini de itikadı günahlardan sayıp önüne gelene kafir ,zındık demeye başladı.Sevgi ve muhabbet kayboldu. çok şeyler yazılabilir ama Ümit ŞİMŞEK bey bunu daha vukufiyetli yaptığı için onu okumayı tercih ediyorum


20 Mart 2023 Pazartesi

Kur'an tefekkürünün önemli bir yöntemi: tasrif

                 .....

                       

En'am sûresinin 105. âyetini okuduğumuz 386. Kur'an Buluşmasının özeti ve video kaydı

     

Kur’an Buluşmalarının 386. bölümünde okuduğumuz âyet-i kerime, bizi Kur’an tefekkürünün önemli bir kavramı olan “tasrif” yöntemi ile tanıştırdı.

18 Mart Cumartesi sabahı canlı olarak yayınlanan Buluşmada, En’âm sûresinin şu mealdeki 105. âyetini okuduk:

Âyetleri Biz böyle çeşitli şekillerde anlatıyoruz; onlar da “Sen bunu bir yerden ders almışsın” diyorlar. Biz ise bilen bir topluluğa onu iyice açıklamış bulunuyoruz.

Buradaki kullanımı itibarıyla “çeşitli şekillerde açıklama” olarak tanımlayabileceğimiz “tasrif” yöntemi, Kur’an-ı Kerimde bizim dikkatimize sunulan varlık, olay ve kavramların farklı âyetlerde çeşitli yönleriyle dikkatimize sunulmasını ifade ediyor. Bu yöntemin bize sağladığı faydaların başlıcalarını şu şekilde özetledik:

  • Kur’ân-ı Kerim, ele aldığı konuları tek başına değil, hayatın daha başka unsurlarıyla birlikte, varlık âleminin birlik ve bütünlüğü ve hayatın akışı içinde ele alır.
  • Kur’ân’ın bize gösterdiği manzarada en büyük ile en küçük, en gizli ile en açık, her şey bir arada ve birlik içindedir; farklılıklar da bu birliğin içindeki renk tonlarından ve tecellî zenginliğinden ibarettir.
  • Kur’ân-ı Kerim bir konuyu bir defa anlatıp orada bırakmaz. Onu, önemine ve hayat içindeki yerine göre, değişik bahisler içinde, farklı yönlerden tekrar tekrar hatırlatır. Bu suretle, Kur’ân’dan dersini alan mü’min, hayata dair her şeyi yerli yerinde ve bir bütünlük içinde görür. Sonra bu konular farklı yönleriyle ve farklı bağlamlar içinde tekrar tekrar ele alınır. Böylece, insanın zihin haritasında her bilgi ile daha başka bilgilerle birçok yönden irtibatlandırılır. Bu bilgilerin uygulanması ve tekrarlanması ile aradaki bağlantılar da canlı tutulur, gelişir, hayatın ayrılmaz bir parçası haline gelir ve o hayatı sürekli gelişim içinde tutar.
  • Bir önceki âyette “Rabbinizden size basiretler geldi” buyurulmuştu. Tasrif, yani hakikatleri çeşitli şekillerde ve değişik bağlamlarda tekrar incelemek, derslerin mükemmel şekilde anlaşılmasına, hazmedilip iyice yerleşmesine ve konular arasında daha farklı ve derinlikli bağlantıların kurulmasına imkân verir ve insana basiretli bir bakış açısı kazandırır. Aksi takdirde, her konu bir deffa zikredildikten sonra bir daha o konuya dönülmeseydi, her yeni ders bir öncekini takviye etmek bir yana dursun, onu gölgeleyecek ve önemli ölçüde unutturacaktı.
  • Tabii ki Kur’ân’ın “tasrif” özelliği, hayatında ona mutena bir yer ayıran ve onunla ciddî, düzenli ve derinlikli bir şekilde meşgul olmayı ilke edinenler üzerinde en güzel tesirlerini gösterecektir.

En’âm sûresinin 105. âyetini okuduğumuz 386. Kur’an Buluşmasının video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

Önemli not:

Ramazan’ın girişiyle birlikte, programın yayın saatinde değişiklik olacak.

Ramazan müddetince Kur’an Buluşmaları yine https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden, aynı günde, saat 18:00-18:45 arasında canlı olarak izlenebilecek.