SON EKLENENLER
latest

13 Eylül 2014 Cumartesi

Süper Ay hakkında süper yalanlar

 

Budapeşte’den Catalin Paduraru’nun fotoğraflarında, 2012 yılı içinde Ay’ın en büyük ve en küçük durumlarının karşılaştırmasını görüyoruz. Süper Ay dedikleri şeyin büyüklüğü, işte bu soldaki Ay kadardır, daha fazla değil! (Catalin Paduraru’nun astronomi fotoğrafları galerisi için http://www.astrosnake.com/ adresini ziyaret edebilirsiniz.)

Süper Ay ile Mini Ay arasındaki farkı bu şekilde gördükten sonra, şimdi gelelim “Süper Ay” adıyla meşhur olan hadisenin doğruları ve yanlışlarına:

– Ay’ın yörüngesi elips biçiminde olduğu için, Dünya etrafındaki (daha doğrusu, Dünya-Ay çekim  merkezi etrafındaki) yörüngesinde Ay farklı uzaklıklarda bulunmakta ve bu yüzden nisbeten farklı büyüklüklerde görünebilmektedir. (Ayın doğuş ve batışı sırasında büyük görünmesi farklı bir hadisedir; bu durumla bir ilgisi yoktur.)

– Ay’ın Dünyaya en yakın konumlarından birinde iken görülen dolunay, son senelerde “Süper Ay” adıyla anılmaktadır. Bu tabir, astronomide kullanılan bir tabir değildir; astroloji çevrelerince uydurulmuştur.

– “Süper Ay”ın dolunaydan bilmem kaç kat daha büyük görüneceği şeklindeki iddia külliyen uydurmadır. Aradaki fark, sadece yüzde 10 seviyelerinde cereyan etmektedir.

– Ay’ın hiç bu kadar büyük görünmediği, yahut bilmem kaç bin senedir bu kadar büyük görünmediği şeklindeki iddialar da aynı şekilde uydurmadır. 23 Haziran 2013’ten önce, 6 Mayıs 2012’de ve 19 Mart 2011’de bundan birazcık daha da büyük olarak gözlenmişti. Biraz beklerseniz 2015’in 28 Eylül’ünde Ay’ı bu defakinden biraz daha büyük şekilde görebilirsiniz. (Meraklısına not: Bu vak’alar 413 günde bir tekrarlanmaktadır.)

– Sevgili Ay’ımız hakkında bu tür asılsız haberleri uyduranların, yayanların ve yayılmasına âlet olanların cümlesinin fennen katli vaciptir.




11 Eylül 2014 Perşembe

Risalelerin inanılmaz yolculuğu

 

PROF. DR. HAYREDDİN KARAMAN, ÖĞRENCİLİK YILLARINDA RİSALELERİ NASIL ELDE ETTİĞİNİ ANLATIYOR:

Ben Bediüzzaman’ın bütün yazdıklarını okumak istiyordum. Demokrat Parti iktidara gelmiş olduğu halde Risaleler serbest bırakılmamıştı; basılamıyor, iptidaî usullerle çoğaltılıp ciltlenerek el altından dağıtılıyordu. Bazan ihbar veya şüphe üzerine evler basılıyor, Risale bulunursa insanlara eziyet ediliyordu. Benim özel olarak Arapça okuttuğum talebelerimden Hüseyin (Hüsmen) Duran vardı (şimdi hayatta ve Mekke’de hizmette devam ediyor). O sıkı bir Nur talebesi idi. Üstadın bulabildiğim bütün kitaplarını okumak istediğimi söyledim. O da akıl almaz bir yoldan epeyce Risale getirdi ve bunları da okudum.

Nasıl mı getirdi?

Yolda otobüsler arandığı için bir bisiklete bindi, [Konya’dan] Isparta, Eğirdir ve Barla’ya gitti. Oralarda bulabildiği Risaleleri iki gözlü bir heybeye doldurdu, bisikletin arkasına yerleştirdi ve yola koyuldu. Jandarmanın bulunduğu yerlerde şoseden çıkıyor, dağ bayır dolaşıyor, arama noktasını geçince tekrar şoseye iniyordu.

Böylece günler süren bir yolculuktan sonra Konya’ya ulaştı ve birçok Risale getirdi.

--Bir Varmış Bir Yokmuş: Hayatım ve Hatıralar, s. 203-204


Korunmuş tavanın havai fişekleri


İki milyon derece sıcaklıktaki Güneş atmosferinden uzayın her yönüne doğru esen Güneş rüzgârları, Dünyamızın kapısına kadar geldiğinde, saniyede 400 kilometre civarında bir hıza sahiptir. (Manyetik fırtınalar sırasında bu rakam birkaç misline çıkar.) Ancak korunmuş bir tavan olarak inşa edilen Dünya atmosferi ile Dünyanın manyetik alanı, gezegenimizin yüzeyini bu rüzgârların bombardımanından muhafaza etmektedir.

Fakat bu koruma işlemi, düşman ordularına karşı verilen bir savaşın görüntüleri gibi dehşet içinde değil, bir şehrayin ihtişamı içinde belirir. Ve, Güneş rüzgârlarıyla Dünyanın kapısına kadar gelen enerji yüklü parçacıklar Dünyamızın manyetik alanı tarafından savuşturulurken, atmosferin üst tabakalarındaki atomlarla çarpışırlar. Yeryüzü ahalisi, bu çarpışmaları rengârenk “kuzey ışıkları” (veya eski adıyla “şimal fecri”) halinde seyreder.

“Göğü de korunmuş bir tavan yaptık. Yine de onlar gökyüzünün âyetlerine aldırmıyorlar.”
(Enbiyâ Sûresi, 32.)






8 Eylül 2014 Pazartesi

İlmihalin böylesi

 

FİKİR DÜNYAMIZIN ÖNEMLİ SİMALARINDAN DR. NECMETTİN TURİNAY’IN, “İSLÂM İNANÇ İLMİHALİ” HAKKINDA YENİ AKİT’TE YAYINLANAN YAZISI:

Onaltıncı yüzyılın büyük alimi İmamı Birgivi, 1522 senesinde Balıkesir’de doğdu. 1573 senesinde de Ödemiş’in Birgi kasabasında vefat etti.

İstanbul’da mevki ve mansıp sahibi biri iken, bir gün bir şeyleri kafası almadı. Kaldırmadı ve çekti gitti!.. Çoklarının yaptığı gibi, o kendi yalnızlığında tasavvufa da iltica etmedi. Belki bir Ebuzer gibi, kendi yolunca tek ve tenha yaşamayı göze aldı. Bildiğini ve inandığını alâyişten uzak bir dil ile yazdı da yazdı.

İşte o tek ve yalnız yaşamayı göze alabilen alimin sayısız eserlerinden biri de, Risale-i Birgivi’dir. Müminlere Nasihat adıyla da bilinir. Onu bir ara Bedir yayınevi neşretmişti. Şimdi piyasalarda kalmış mıdır bilmiyorum.

O Birgivi, “Allah’ın sıfat-ı selbiyesi beyânındadır” diyor ve başlıyor söze: “Birinci nasihatim budur ki, her Müslüman şu sözü söyleye!..

“Şehadet ederim ki Allahu Teâlâ’dan başka kendine ibadet edilmeğe lâyık ve müstahak hiçbir varlık yoktur. Şeriki ve naziri bulunmaz. (…) Varlığının evveli ve ahiri yoktur. Varlığı kendindendir, gayrıdan değildir. Zatı şerifesi de kendine layık bir hal üzere sabittir.”

Yine o küçük, muhtasar Nasihatname’sini, kendi yalnızlığında ve sanki bütün ümmeti Müslümanlar da onu dinliyormuş gibi bir hava içinde, öyle yazıyor. Hayır yazmıyor!.. Belki tam tersine, kafasını dirseğine dayamış, gözlerini de boşluğa veya ufuklara çevirmiş, ıssız bir insanlığa karşı tek tek, tane tane konuşuyor Birgivi!..

“Birinci nasihatim budur ki!..”Amacı da doğru dürüst, iltibasa mahal bırakmayan bir imanın, yani itikadın çerçevelerini çizmek!.. Rabbimizin murad ettiği biçimde, sağlam bir “tanrı” inancı inşa etmek!.. Sizin anlayacağınız, kılı kırk yarıyor bu hususta Birgivi!.. Sözü de eğip bükmeden, dosdoğru söylüyor.

Fakat o günden bugüne, emsâl kitapların bir özelliği varsa, o da inanmış, hazır bir kitleye karşı konuşmalarıdır. Yani inanmayanı değil, inananı muhatap almaları!.. Sayısız kitapların hemen çoğu böyledir. Küçük büyük ilmihal kitapları, bu tür kitapların genişletilmiş biçimleri hep aynıdır. Kendi içine kapanmış imparatorluk dönemlerimizden beri de, bu durum bir türlü değişmez.

Kuşkusuz on dokuzuncu yüzyılda modern bilimin ve felsefenin gelişmesinin ardından, “Amentü”yü yeni baştan kurmayı deneyenler çıkmadı değil. Bu yolda en büyük gayreti sergileyen kişi de, hiç kuşkusuz Bediüzzaman Said Nursi’den başkası değildir. Fakat aradan nice zamanların geçtiği, soruların çoğaldığı, itirazların da aynı nisbette artış gösterdiği unutulabilir mi? Yani iman ve itikat sabit olsa bile, onun her yeni devirde, yeni baştan izah ve yorumu gerekmez mi? Hele hele bütünüyle açık bir toplum haline geldiğimiz, sınırların kalktığı, her türlü zihinsel koruma duvarlarının da adeta infilâk ettiği böyle bir çağda!..

Dolayısıyla şimdi herkesin politikanın, mevkinin ve makamın, gösterişli yaşamaların, dahası sayısız dünyevi tatminlerin peşinde kendini unutur hale geldiği böyle bir çağda birisi çıkıyor, “Amentü”yü yeni baştan izaha kalkışıyor günümüzde sayısı o kadar çoğalmış kuşkuları, tereddütleri, gizli açık itirazları hesaba katarak, ayrıca da bilim ve felsefe kılıklı sayısız bilgiyi nazarı itibara alarak!..

Sade Hayat” adlı eski bir çalışmasına (2005), “Güzellik fazlalıklardan arınmadır” ya da “arınmadadır” gibi bir cümle ile başlayan Ümit Şimşek, bu son çalışmasında da sanki aynı şeyi yapıyor. Yerlere ve göklere ait sayısız bilgiyi, ya da bilgi namına sahip olduğumuz sayısız teferruatı tevhid ederek, onların arasından gerçek ve hakiki bir “Amentü” şuuruna eriyor.

Bu bakımdan, “İslam İnanç İlmihali” adlı bu çalışma, benim o kadar hoşuma gitti, tarif edemem. Nitekim ilgili çalışmanın ortaya koyduğu çağdaş sistematiği ve seviyeyi, Diyanet İşleri Başkanı sevgili Görmez de fark etmiş ki, onu hemen Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları arasına dahil etmiş. Kitap basılmış, basıldığı gibi de anında bitmiş!.. Baskı sayısı da o kadar fazla olduğu halde!..

Peki sonra? Sonra yeniden basmaya karar vermişler. Şimdi de Ümit Şimşek’in bu eserini Diyanet, farklı farklı dillere tercüme ettirmeye karar vermiş. Meselâ Çince’ye bile tercüme ediliyormuş, düşünebiliyor musunuz? Şimdi alabildiğine yaygınlaştığı şekilde, hepimiz Esmaü’l Hüsna’yı ezberleyelim!.. Esmaü’l Hüsna’yı sayısız kere besteleyelim, söyleyelim. Fakat piyasadaki yaygın İslâm ilmihallerinden hiçbirine benzemeyen bu özgün çalışmayı da asla ihmal etmeyelim. Çünkü bu eser bildiğimiz cinsten ilmihallerin hiçbirine benzemiyor!..

Ayrıca o, “Ef’âl-i Mükellefîn” cinsinden bir kitap da değil. Bize “amel” öğretmiyor çünkü. Tam tersine, bütün amellerin tahakkuk merkezi şuuru inşaya çalışıyor. Bütün amacı da gerçek ve hakiki bir “tanrı, şuruuna bizi erdirmek!.. Yani bambaşka, yepyeni bir “iman ilmihali”!..

Dolayısıyla İmamı Birgivi’lerin ve Bediüzzaman’ların çağdaş bir şâkirdi olarak Ümit Şimşek’i, ayrıca da böyle bir eseri fark ederek listesine dahil eden Diyanet’i gönülden tebrik durumundayız.

— Yeni Akit


7 Eylül 2014 Pazar

Risale-i Nur sadeleştirilmeli mi?

 

Risale-i Nur’u Risale-i Nur yapan özelliklerden biri de onun dili ve üslûbudur. Risalelerden birkaç cümle dinleyen bir kimse, bu eserlerde farklı birşeylerin bulunduğunu hisseder.

Bu farklı dil ve üslûp, ifade ettiği mânâların yanı sıra, kendisine has bir âhenk ve musikîye sahiptir. Bu mânâ ve bu musikî bir araya geldiğinde, insanın üzerinde esrarengiz bir tesir bırakır. Dinleyen dinlemeye, okuyan okumaya doyamaz.

Fakat Risale-i Nur’un dilinde, bugün bizim kullanmadığımız birçok kelime de vardır. Bu kelimeler de, özellikle gençler için, Risalelerin anlaşılmasını zorlaştıran bir etken gibi görünmektedir. Niçin derseniz:

Bu kelimeler, anlamlarıyla beraber dünyamızdan çıktılar da onun için.

Eğer o kelimeler anlamlarını başka kelimelere bırakıp da öylece bizden ayrılmış olsalardı, bir tür tercüme ile eserleri günümüzün diline çevirirdik. O zaman nesil farkı olmadan herkes kolaylıkla Risaleleri anlardı. Fakat Risale-i Nur, kullandığı dil ile, aslında bizim dünyamızdaki çok önemli boşlukları dolduruyor:

O, modern hayatın bize unutturduğu anlam ve kavramları tekrar dünyamıza getiriyor. İşte bunlardan birkaçı:

Rahmet, hikmet, celâl, cemal, hüsün, rububiyet, tecellî, Sâni’, masnû’, lütuf, kerem, ihsan, nuraniyet, cüz’iyet, külliyet …

Bu kelimelerin her biri bir anahtardır, bir âlemin kapısını açar ve o âlemin zenginliklerini önümüze serer. Bugünkü dilimizde, bizi bu mânâlarla tanıştıracak kelimeler yoktur.

Bu kelimeler ve onlardan türeyen sair kelimeler, aynı zamanda, Risale-i Nur’un tefekkür sisteminin de yapıtaşlarıdır. Risale-i Nur’un son derece sağlam bir mantığa dayanan ve insana kâinatı bir kitap gibi okutturan tefekkür sistemi, kavramlar arasındaki akrabalıklarla okuyucuya yol gösterir.

Meselâ bir elmayı “nimet” olarak gösterir; ondaki “in’âm” fiiline dikkat çeker; bundan da “Mün’im” ismine varır.

Yahut kâinattaki “kerem” tablolarını göz önüne serer; onların arkasındaki “ikram” fiilini gösterir; ondan da “Kerîm” ismine intikal eder.

Veya rengârenk mahlûkatın süslü bir şekilde yapılışlarına dikkat çeker ve onların “ziynet“leri arkasındaki “tezyin” fiiline, ondan da “Müzeyyin” ismine bizi götürür.

Şimdi, bu kelimelerden herhangi biri değiştirilecek olsa, o muhteşem tefekkür örgüsü içindeki hatlar kesilmiş, bağlantılar koparılmış, sistem bozulmuş olmayacak mıdır?

Bozulan bu tefekkür örgüsü içinde o eserlerden bu mânâlara bizi götürecek olan kelimeler hangi dildedir?

Risale-i Nur’un dilinde sadeleştirmenin, onun tefekkür sistemini daha ilk merhalesinde bozmak mânâsına geleceği şüphesizdir. Bu durumda, şu yollardan birini tercih etmek kaçınılmaz olacaktır:

  1. Ya bu kelimelerin yerine başka kelimeler bulunacak (ki bunlar bugünkü dilimizde mevcut değildir);
  2. Ya bu kelimelerin mânâları uzun uzadıya cümlelerle izah edilecek (bu ise insanlara birkaç kelime öğretmekten çok daha zahmetli olduğu gibi, tamamıyla onun fonksiyonunu da karşılayamaz);
  3. Veya leyleği kuşa “benzeten” Nasrettin Hocanın metodu takip edilerek bu mânâlar topyekûn feda edilecektir.

-- Ümit Şimşek

[Devam edecek]

Hadis hayatımızın neresinde?

Peygamberimiz zamanında hadisler yazıldı mı, yazılmadı mı? Hadis-i şerifler bize ulaşıncaya kadar hangi merhalelerden geçti, sahih olan olmayandan nasıl ayrıldı?


HZ. MUHAMMED (s.a.v.) en son peygamber olduğu göre, onun irşadı, kendisinden sonraki bütün çağlara sağlam bir şekilde ulaşacak demektir. Madem ki insanlar Âhirzaman Peygamberine inanmak ve itaat etmekle yükümlü tutulmuştur; o halde, Peygamberden kendilerine intikal eden şeyin ne olduğunu açık bir şekilde bilmeleri gerekir. Yoksa, kimsenin, kendisine açık bir şekilde bildirilmemiş olan şeye uymakla yükümlü tutulmayacağı aşikârdır.

Peygamberden bize intikal eden iki ana kaynak vardır. Bunlardan birincisi olan Kur’ân, hiçbir tahrife uğramadan, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak bir sağlamlıkla bugün herkesin elinde ve dilindedir. Dinin ikinci ana kaynağı olan Hadis de bize güvenilir bir kaynak olarak ulaşmış bulunuyor. Ancak onun muhafaza edilme ve bize ulaşma yöntemlerinde farklılıklar vardır.

Hadis dendiğinde, bundan, (1) Peygamberimizin sözlerini, (2) onun davranışlarını, (3) başkasına ait olup da onun tasdikine mazhar olmuş davranışları anlıyoruz. Bunların her üçü de, Peygamberimizin bütün hayatı boyunca, onun Sahâbîleri tarafından son derece dikkatli bir şekilde takip edilmiş ve kaydedilmiştir.

HADİSLER NASIL KAYDEDİLDİ?

Bu takip ve kayıt işlemi, önceleri, büyük ölçüde ezberlemek yoluyla gerçekleşiyordu. Zaten İlâhî kader, Peygamberi göndermeden önce o günkü Arap  toplumunu böyle bir görev için hazırlamış, onları son derece güçlü hafızalarla seçkin kılmıştı. Öyle ki, uzun çöl yolculuklarında, onlar, deve üzerinde iken hafızalarından satranç oynayabilecek bir hale gelmişlerdi. Peygamberimiz ise, konuştuğu zaman, değil öyle güçlü hafıza sahiplerinin, en zayıf hafızalı insanların bile rahatlıkla belleyebileceği şekilde tane tane konuşurdu. Hz. Aişe, bu durumu, “İsteyen, onun harflerini bile sayabilirdi” sözüyle tasvir eder.[1]

Dinleyenin hafıza gücü ile konuşanın bu özelliğine, bir de, Peygamberin her sözünü ve her hareketini iyice belleyip insanlara aktarmak yönündeki Sahâbe duyarlılığı eklenince, onun ağzından çıkan her sözün ve attığı her adımın zihinlerde, gönüllerde, dillerde ve hayatlarda sapasağlam bir şekilde yerleşmesi için gerekli olan bütün şartlar tamamlanmış oluyordu. Üstelik bunu, bizzat Peygamberimiz, bir görev olarak Sahâbîlerine yüklemiş, “Benden birşey işitip ezberleyen ve onu başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Bakarsınız, kendisine bilgi ulaştırılan kişi, onu işitenden daha iyi anlar”[2] buyurmuştur.

HADİSLERİ YAZANLAR DA VARDI

Ayrıca, daha Peygamberimiz hayatta iken onun sözlerini yazan Sahâbîler de olmuştur ki, bunların başlıcası, Hadis ilminin en önemli isimlerinden Abdullah ibni Amr’dır. O, Peygamberimizden ne işitirse yazardı. Bazıları ona “Resulullah sakin halde iken de konuşur, öfkeli iken de. Sen ondan duyduğun herşeyi yazma” deyince o da yazmayı bıraktı. Fakat bu durumu Peygamberimize anlatınca, o, dilini işaret ederek, “Yaz,” buyurdu. “Nefsim elinde tutan Allah’a yemin olsun ki, buradan, haktan başka birşey çıkmaz.” Bunun üzerine Abdullah eskisi gibi hadisleri yazmaya devam etti.

Sahâbenin bir diğer özelliği de, doğrulukları idi. Resulullahın terbiyesi onları öyle bir kıvama getirmişti ki, yalanın her türlüsünden tabiatları itibarıyla nefret ederler ve en küçük bir yalanı akıllarından dahi geçirmezlerdi. Fakat Peygamberimizden sonraki dönemlerde, çok çeşitli kültürlerden insanların İslâma girmesi, arkadan da malûm fitne hareketlerinin vuku bulması ve çeşitli sapık mezheplerin ortaya çıkmasıyla birlikte bir kısım insanlar Peygamber adına yalan söylemekten çekinmez hale gelince, Sahâbe de hadis rivayeti işini sıkı tutmaya başladı. Artık “Resulullahtan işittim ki” diyen herkesin sözüne itibar edilmiyor, ondan şahit veya yemin isteniyor, yahut daha başka yöntemlerle sözlerinin doğruluğu kontrol ediliyordu.

SAHİH HADİSLER NASIL BELİRLENDİ?

Takip eden yüzyıllarda ise, Peygamberden rivayet edilen hadislerin derlenip toplanması, daha sonra da tasnif edilmesi çalışmaları başladı. Bu arada, “Hadis” şemsiyesi altında bir ilimler topluluğu vücuda geldi ve bu ilimlerin kendilerine has ilkeler ve yöntemler geliştirildi. Meselâ bunlardan cerh ve ta’dil ilmi, hadis rivayet eden kişilerin hayatını, davranışlarını, zayıf ve kuvvetli taraflarını bir istihbarat örgütünden aşağı kalmayacak bir profesyonellikle inceliyor ve bu konudaki güvenilirlik nisbetini belirli ölçütler içinde derecelendiriyordu. Üstelik, böyle bir tahkikattan bir kere geçer not almak da ömür boyu garanti teşkil etmiyordu. Meselâ, en güvenilir bir râvi, eğer ihtiyarlık döneminde hafıza kaybına uğrar da rivayet ettiği hadislerde bazı zaaflar görülecek olursa, bu zaaf, bir virüs gibi, ondan gelen bütün rivayetlere bulaşıyor ve kendisinin daha önce rivayet ettiği hadisleri de sakatlayabiliyordu.

BEŞER TARİHİNİN EN SEÇKİN ESERLERİ

Böylesine duyarlılıklar içinde ve binlerce ilim ehlinin yüzyıllarca süren gayretlerinin sonucunda, Peygamberimizden bize intikal eden hadisler toplandı, tasnif edildi, sıhhat açısından derecelendirildi ve ortaya, birbirinden değerli yüzlerce eser çıktı. Bunlardan her biri ayrı bir yönüyle diğerinden ayrılıyor, meselâ kimi fıkıh, kimi ahlâk, kimi ibadet konularına ağırlık veriyor, kimi hadisleri konularına göre, kimi de râvilerine göre sınıflandırıyordu.

Bu eserler arasında, başta Buharî ve Müslim’in Sahih’leri olmak üzere, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbni Mâce’nin Sünen’leri, “Kütüb-i Sitte” ünvanıyla, en önde gelen altı hadis külliyatı olarak genel bir kabul gördü. Bu, elbette ki, bütün sahih hadislerin sadece bu kitaplarda bulunduğu anlamına gelmiyordu; ancak hem sıhhat itibarıyla hadislerin son derece sıkı bir incelemeden geçirilerek tasnif edilmiş olması, hem de hadis külliyatlarındaki belli başlı özelliklerin bu altı kitapta bir araya toplanmış olması sebebiyle, Kütüb-ü Sitte, İslâm ümmetinin ortak güvenini kazanan eserler olarak, ilim dünyasında en seçkin bir yere kavuşmuş oldu.

HER İŞ UZMANINDAN SORULMALI

Bugün gelinen noktada, bize hadis olarak ulaşan haberlerin sıhhat derecesini ölçme imkânı en geniş anlamda mevcuttur. Ancak bunun bir uzmanlık işi olduğu unutulmamalıdır. Bütün bilimlerde olduğu gibi, din ilimleri de kendi içinde ayrı ayrı disiplinlere ayrılır ve bu disiplinlerden her biri ayrı bir uzmanlık ister. Hadis hakkında son sözü söylemek de, hiç şüphesiz, Hadis ilimlerinde uzmanlaşmış otoritelere düşen bir iştir. Bir tarafta her işittiğini gelişigüzel bir şekilde hadis diye nakletmek, diğer tarafta da Kur’ân’ı öne çıkarma görüntüsü altında Hadis’e olan güveni sarsmak gibi aşırılıklar arasında doğru yolu bulabilmek için, insanın her işi ehline sormak gibi bir sorumluluk karşısında bulunduğunu hiçbir zaman dikkatten uzak tutmamak gerekir. Çünkü bu işin bir tarafında Peygamber adına yalan söylemek, diğer tarafında da Peygamberin sözünü inkâr etmek gibi ciddî bir tehlike vardır:

BİLMİYORSANIZ İLİM EHLİNE SORUN.[3]

BİLMEDİĞİN ŞEYİN PEŞİNE TAKILMA. ÇÜNKÜ KULAK OLSUN, GÖZ OLSUN, KALP OLSUN, HEPSİ BUNDAN SORUMLU TUTULMUŞTUR.[4]

— Ümit Şimşek, İslâm İnanç İlmihali (Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınlarından)

 [1] Buharî, Menâkıb: 23; Müslim, Zühd: 71, Fedâilü’s-Sahâbe: 160; Ebû Dâvud, İlim: 7; Tirmizî, Menâkıb: 9.

[2] Ebû Dâvud, İlim: 10; Tirmizî, İlim: 7.

[3] Nahl Sûresi, 16:43; Enbiyâ Sûresi, 21:7.

[4] İsrâ Sûresi, 17:36.