SON EKLENENLER
latest

16 Eylül 2014 Salı

Risalelerin metnine müdahale yetkisini kim nereden alıyor?

 

Risale-i Nur sadeleştirilmeli mi? Yahut sadeleştirilebilir mi?

Şimdiye kadar bu soruyu “esas”yönüyle ele aldık.

Fakat konunun, esastan da önce,“usul” yönü var:

Bu sorunun kesin cevabını verecek en yetkili isim kim olabilir?

Hiç şüphesiz, eserin sahibi.

Eğer Risale-i Nur Müellifi Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin bu konudaki görüşü belli ise, bizim veya başkalarının bu görüşten başka yönde söyleyeceği sözün bir değeri kalmaz.

Risale-i Nur Müellifinin görüşü ise bellidir. Eserler üzerinde kalem oynatılmasına müsaade etmediğine dair yazılı ifadelerinden başka, hizmetinde bulunan talebelerinin ondan naklettiği sözler, Bedüzzaman’ın böyle birşeye asla razı olmadığını, hiçbir tereddüde mahal bırakmayacak bir kesinlikle ortaya koymaktadır:

Bediüzzaman’ın hizmetkârları arasında, onun eserlerinde sadeleştirmeye müsamaha ile baktığını söyleyen tek bir kişi bile yoktur; buna rızası olmadığını gösteren vak’alar ise pek çok talebesi tarafından icmâ’ halinde nakledilmektedir.

Eser sahibinin tavrı bu kadar açık bir şekilde meydanda iken, bunu bile bile Risaleleri sadeleştirmeyi savunmanın,onun da ötesinde, bu işi fiiliyata dökmenin, eser sahibine saygı ile bağdaşmayacağı açıktır. Faraza, dilinin ağırlığı sebebiyle Risale-i Nur’un okunup anlaşılmadığı iddiası kabul edilse bile, eserin sahibi böyle bir endişe içerisinde değil ise, üstelik eserinin lisanına dokundurmama konusunda da bir hassasiyeti mevcut ise, başkaları kim oluyor ki, bu eserlerin dilini değiştirmekte ve kendi arzusuna göre kesip biçmekte bir beis görmüyor?

Evet, Risale-i Nur’u anlamak,ona intisap eden herkesin ilk ve en önemli meselesi olmuştur. Ancak bunun sebebi, daha sade bir dil ile anlatılabilecek ve kolayca anlaşılabilecek meseleleri Risale-i Nur’un zorlaştırması değildir. Eğer problem böyle olsaydı, Risale-i Nur sadeleştirilir ve mesele çözülürdü. Bunun başta gelen sebebi, Risale-i Nur’un, en üst seviyede mücerret düşünceye ihtiyaç gösteren iman ilimlerini en kapsamlı bir şekilde ele alışıdır.

Risale-i Nur’un bu husustaki muvaffakiyetine en kuvvetli delil ise, okuyanlar üzerinde vücuda getirdiği tesirdir. İlk telif edilmeye başladığı günden itibaren, insanlar, etrafında pervane olacak bir bağlılıkla bu eserlere tutuluyorlar, onu okuyorlar, okuyorlar, okuyorlar… “Risale-i Nur’u sadeleştirelim de herkes okusun” diyenlerin bir türlü görmek istemedikleri büyük gerçek de işte budur:

İngiltere’de okunan Shakespeare’den daha fazla Türkiye’de Risale-i Nur okunuyor!

Eğer Risale-i Nur’un dili konusunda incelenecek birşey varsa, o da, bu lisanın nasıl olup da insanları böylesine tesiri altına alabildiğidir. Dikkatler bu nokta üzerinde yoğunlaştığı takdirde, Risale-i Nur’u hem anlamak, hem de anlatmak konusunda çok daha verimli yolların keşfedileceğinden şüphe etmemek gerekir.

— Ümit Şimşek


15 Eylül 2014 Pazartesi

Altın tabutta mezar keyfi

 

Dışı parıl parıl parlayan, içi mavi kadife kaplı bir tabut. Bronzdan yapılmış, 14 ayar altınla kaplanmış ve 25 bin dolara mal olmuş.

Bir başka deyişle, Michael Jackson’un yarım asırlık hayatının sonucu bu.

Böyle bir tabutun içinde yatmak nasıl bir şey?

Beş senedir bu tabutun içinde yatan Jackson, hiç şüphesiz, bu soruyu en iyi cevaplandırabilecek kişi. Ne yazık ki, servet değerindeki tabutu, bize bir mesaj gönderecek donanımı haiz değil.

Onun yerine, gayb âlemlerinin görünen âlemdeki lisanı olan Kur’ân’ı dinleyelim. Bu dünyada biriktirilen altınların ebedî âlemde ne işe yaradığını o bize haber veriyor:

Birgün bu altın ve gümüşler Cehennem ateşinde kızdırılır da onunla alınları, böğürleri ve sırtları dağlanır. “Kendiniz için biriktirdiğiniz işte bu,” denir. “Şimdi tadın biriktirdiklerinizi!”

Tevbe Sûresi, 35


Darbelere karşı onurlu bir duruş

 

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez’in darbe dönemlerinde Diyanet’in maruz kaldığı baskılardan söz etmesi, bize 12 Eylül dönemindeki bir hadiseyi hatırlattı. Eğer bu vak’ada Diyanet İşleri Başkanlığı gereken onurlu duruşu sergilemeseydi, o günlerde bir sene boyunca biz Cuma namazlarında Atatürk üzerine hutbeleri dinleyecektik.


Eski Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç’ın “Zorlukları Aşarken” adlı hatıralarında anlattığına göre, 12 Eylül döneminde Cuma ve bayram hutbelerinin yeniden ele alınması gerektiği, Millî Güvenlik Konseyi tarafından 21 Ocak 1981 tarihli şöyle bir yazıyla Diyanet İşleri Başkanlığına şu şekilde bildirilir:

  1. Camilerde yapılan yaygın eğitimin geliştirilmesi maksadıyla din görevlilerine rehber olacak ve 52 Cuma ve bayram günlerine yeterli olacak hacimde bir temel kitap hazırlanması gerekli görülmektedir.
  2. Kitapta iyi ve namuslu vatandaş yanında laiklik ve Atatürk ilkeleri işlenecektir. Bu konuda Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayımlanmış kitap ve broşürlerden de yararlanarak hazırlanacak kitap, taslak olarak 25 Şubat 1981’e kadar Millî Güvenlik Konseyi Genel Sekreterliğine gönderilecektir.

İş bu kadarla kalmaz. Daha sonra Genelkurmay Başkanlığı, bizzat bir çalışma yaparak kendi yayınlarından 56 konu belirler ve hutbelerde bunların işlenmesini bildirir; her konu için Genelkurmayın hangi yayınından yararlanılacağını belirtmeyi de ihmal etmez.

Diyanet İşleri Başkanlığının bu talebe cevabı ise “Bu kitabın hazırlanması sırasında sizin gönderdiğiniz listeyi dikkate almamız mümkün olmamıştır” mealindedir.

Fotoğraflarda, Genelkurmay Başkanlığının ilgili yazısı ve 56 hutbe için hazırladığı konu listesi görülüyor.

Olayın ayrıntıları, Zorlukları Aşarken adlı kitabın 564-576. sayfaları arasında.


Not: Sayın Altıkulaç’ın kitabı, Diyanet İşleri Başkanlığına karşı bugünlerde yoğun bir karalama kampanyası yürüten kesimin yayınevlerinden biri tarafından yayınlanmıştır. Söz konusu kesimden darbelere ait bir anekdot nakletmek gerekirse, ilk olarak hatırlanacak vak’alardan birisi, herhalde, darbecilere “içtihad sevabı” bağışlanmış olması olacaktır.









Tercüme ile sadeleştirme aynı şey mi?


Risale-i Nur başka dillere tercüme ediliyorsa, niye sadeleştirilmesin?

İlk bakışta mâkul gibi görünen bu soru, aslında fasit bir kıyastan başka birşey değildir.

Zira tercümede mânâ—mümkün mertebe—sabit kalır, kelimeler değişir. Bu işteki başarı nisbeti ise,mütercimin maharetinden başka, tercüme edilen dilin kapasitesine bağlıdır. Bu bazan yüzde yüz bir başarıyla gerçekleşebilir. Hattâ bazan bir eserin tercümesi, aslından daha da güzel olabilir. Veya, dilin yahut mütercimin kabiliyetine bağlı olarak, tercüme, asıldan bir kısım şeylerin kaybına yol açabilir. Genel bir ifadeyle söyleyecek olursak, tercümede, aslı olduğu gibi aksettirebilme ihtimali mevcuttur.

Sadeleştirme ise, bir eseri, aynı dilde, müellifin tercih etmediği kelimelere dökmek demektir. Bu yüzden, sadeleştirme işleminde bir “değiştirme” söz konusudur. Bu da şöyle demek olur:

Sadeleştirilen eserin tercüme kadar aslına yaklaşma ihtimali, daha işin başında yok edilmiştir!

Zaten adı üzerinde, bu bir “sadeleştirmedir.” Yani, eserin yeni şekli, eskisinden “daha sade” bir hal alacaktır. Bu ise, evdeki fazla eşyaları atarak daha rahat ve huzurlu bir hayata kavuşmak gibi bir sadeleşme değil, olsa olsa, kavram ve kelime zenginliğinden soyutlanarak içine düşülen bir “yoksullaşma”olur.

Bu bakımdan, “Risale-i Nur başka dillere tercüme ediliyorsa neden günümüz Türkçesine çevrilmesin?” şeklindeki mülâhazalarda bir hakikat payı aramak beyhudedir. Hele Risale-i Nur gibi muhteşem bir hazinenin olağanüstü zenginliği ile bugünkü dilimizin yetersizliği karşılaştırılacak olursa, böyle bir durumda nasıl bir mânâ katliâmının yaşanacağını tasavvur etmek hiç zor olmayacaktır.

Birgün, Şemseddin Akbulut dostumuz ile beraber, ilim ve irfan hayatımızın önemli simalarından rahmetli Ali İhsan Yurt’un ziyaretine gittiğimizde, söz Risale-i Nur’un diline geldi. O zâtın söylediği sözler bütün canlılığıyla hafızamda çınlıyor:

“Nasıl ki Kur’an’ın inişinden önce asırlarca Arap dili buna hazırlandı. Nihayet bir kelime ile üç yüz mânâ ifade edecek bir hal aldıktan sonra Kur’an indi. Türkçe de asırlarca Arapça ve Farsça ile yoğurulup da kıvamını aldıktan sonra Risale-i Nur yazıldı.Yoksa, Yunus Emre Türkçesiyle Risale-i Nur yazılmazdı.”

Yunus Emre Türkçesiyle yazılamayan bir eser, bugünün Türkçesiyle ne hale gelir; aklı, iz’anı ve insafı olan kıyas etsin!

— Ümit Şimşek

14 Eylül 2014 Pazar

Risale-i Nur'un dili nasıl öğrenilir?


Bediüzzaman’ın talebelerinden Mehmet Fırıncı, gençliğinde Risale-i Nur’u yeni tanıdığı zaman, onu anlamak için ne yapmak gerektiğini Hüsrev Altınbaşak’tan sormuş, o da “DevamlıÂyetü’l-Kübrâ’yı oku” cevabını vermişti.

O da bu tavsiyeyi tuttu ve sürekli olarak Âyetü’l-Kübrâ’yı okumaya başladı. Ne bir sözlüğe baktı, ne kimseden birşey sordu. Sadece okudu, okudu. Sonunda, Fırıncı Abinin kendi tabiriyle, “mânâlar açılıverdi.”

Fırıncı Abinin hikâyesi, aslında, bu dünyaya gelen herkesin yaşadığı bir maceradan başkası değil.

Hayata gözümüzü açtığımızda, hiç bilmediğimiz bir dünya ile karşılaşmıştık. Etrafımızdaki eşyaları daha önce görmemiş, bu âlemin kavramlarıyla daha önce tanışmamıştık.

Bütün bunları yaşayarak öğrendik.

Risale-i Nur ile yeniden doğuş da aynen böyledir.

İnsan, bu eserlerle yepyeni âlemlere girer.

Bizim kendi ördüğümüz duvarlar arasında geçirdiğimiz, dış yüzü süslü, iç yüzü alabildiğine çorak hayatta adı sanı bilinmeyen zenginliklerle dolu âlemlerdir bunlar. Orada gördüğümüz şeylerin burada karşılıkları yoktur. Oradaki zenginlikler, bizim modern dünyamızda bilinmeyen kelimelerle görünür ve tanınırlar.

Onun için, biz, Risale-i Nur’un önümüze açtığı âlemlerdeki mânâları yaşayarak öğreniriz:

Tıpkı çocukluğumuzda anadilimizi öğrendiğimiz gibi.

Biz, öğrenmeye bir türlü doymayan bir çocuğun iştahıyla Risaleleri defalarca okurken, bir yandan onun doyumsuz üslûbunu tekrar tekrar zevk eder, bir yandan da, her biri farklı bir âlemin kapısını açan kelimelerin değişik yerlerde kullanılışlarıyla karşılaşırız.

Belki o kelimelerle henüz tanışmamışızdır; fakat o kelimelerin içinde yer aldığı cümleler ve pasajlar arasında dolaştıkça aldığımız kokular ve yaşadığımız duygular, mânâ haleleri halinde o kelimelerin etrafını kuşatır. Önceleri belli belirsiz şekilde, sonra gittikçe artan bir netlik ve parlaklıkla mânâlar görüş alanımıza girer, daha sonra da dünyamızın bir parçası olurlar. Belki sorsalar tarif edemeyiz, kelimelerin anlamını söyleyemeyiz; fakat söyleyemesek de biliyoruzdur, bilemesek de yaşıyoruzdur yaşanacak olan şeyi.

Zaten Risale-i Nur’un iman derslerine başka hiçbir kitapta rastlanmayan özelliğini veren şey de onun yaşanarak öğrenilmesidir. Mesele sadece birtakım bilgileri aktarmaktan ibaret olsaydı, bu dersler de felsefe seviyesinde kalırdı.

“Sadeleştirme” işleminden geçmiş bir Risale-i Nur’un ise, “yaşanan bir hayat” olmak bir yana dursun, felsefe dersi olarak kalmasını beklemek bile iyimserlik olacaktır.

Ümit Şimşek