Bu öfkenin sebebi çok derinlerde

Aranan azılı teröristler listesinde FETÖ (Fetullahçı Terör Örgütü) lideri olarak adı geçen firarî vaiz Fethullah Gülen, yayınlanan son Bamteli sohbetiyle yine kendisinden söz ettirmeyi başardı.

Hem 1 Kasım seçimlerindeki ağır yenilgiden sonra örgütün yaşadığı travmayı hafifletmek, hem de içindekini dökmek amacıyla yapıldığı izlenimini veren sohbette, Gülen, müritlerine “Resûlullah’la aynı sofrada, aynı yemeğe kaşık çalmayı, Cebrail ile el ele tutuşmayı, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali ile aynı sofrayı paylaşmayı” vaad etti.

Her zaman yaptığı gibi bunlara benzer ağdalı ve yapmacık ifadeleriyle müritlerini yüksek dozda haşhaş etkisi altında bırakan Gülen, daha sonra da, yine her zaman yaptığı gibi, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve hükûmeti başta olmak üzere, muhalifleri için sakladığı bayramlık lâfları sepetten çıkardı. Bunlar arasında dikkati çekenler:

Yezit, Haccac, Amnofis (Firavun), müsvedde Müslüman, aslî süfyan, zıllî süfyan, izafî süfyan, Pakraduni (Türkiye’yi Ermeni ve Yahudi hakimiyeti altına sokmak için faaliyet gösteren Ermeni görünümlü Yahudiler)…

Gülen, doyumsuz sohbetini, muhalifleri hakkında “Allah onları gübreler gibi toprağın bağrına devirsin, gübre kılsın hepsini” şeklinde her zamanki nezahet ve kibarlığını yansıtan küfürlü bir beddua ile bitirdi. (Bandın kesilmiş ve deşifre edilmemiş kısımlarında neler bulunduğunu bilemiyoruz.)

GÜLEN NİÇİN BU KADAR ÖFKELİ?

1 Kasım seçimlerinin sonuçları bütün muhalefet cephesini bozguna uğratırken, Gülen ve adamları için çifte bozgun anlamını taşıyordu.

Bir defa Gülen ve adamları bütün ümitlerini Ak Parti’nin bu seçimden ağır bir yenilgiyle çıkmasına bağlamış ve örgütte böyle bir hava estirmişlerdi. Açılmış olan dâvâların, ortaya çıkan örgüt sırlarının, ele geçen delil ve belgelerin ancak bu şekilde örtbas edilebileceğini umuyor, tutuklanan ve takibata uğrayan örgüt üyelerinin bu şekilde belki bir kurtuluş şansına sahip olabileceklerini, aksi takdirde bütünüyle tükeneceklerini çok iyi biliyorlardı. Seçim sonuçları bütün bu ümitleri birden suya düşürdü.

İkinci olarak, Gülen cemaatinin bütün imkânlarını Erdoğan ve Ak Parti düşmanlığı için seferber etmesine ve bütün ağırlığını HDP ve CHP kefesine koymasına rağmen, her iki parti de bu seçimden yenilgiyle çıktı ve seçim sonrasında her biri kendi derdine düştü. Bu da, Gülen cemaatinin Türkiye siyasetindeki etkisinin sıfırdan daha aşağıda bir yerlerde olduğunu açıkça herkese gösterdi. Üstelik bu gerçeği sadece Türkiye değil, Gülen’in ümit bağladığı dış dünyadaki dostları da gördü. Bunun iseTürkiye içinde olduğu gibi dış dünyada da kapıların kendilerine kapanacağı anlamına geldiğini Gülen herkesten iyi biliyor.

Şimdi pek çok kimse, “Yıllarca hoşgörü şampiyonluğu yapmış, her konuşmasında ağzından ballar damlamış birisi nasıl oldu da bu kadar değişti?” diye merak ediyor.

Oysa değişen birşey yok. Sadece ambalaj açıldı ve muhtevâ açığa çıktı, o kadar. Kıssadan hisse:

Bir kimsenin gerçek kişiliğini görmek istiyorsanız, onun menfaatine dokunun, yeter.

ÖFKENİN ALTINDA ÖFKE VAR

Fakat 1 Kasım hezimeti, Gülen’in öfkesinin yegâne sebebi değil, sadece bir zincirin son halkası. Gülen’in alenî öfke nöbetlerinin ne zaman başladığını ise herkes çok iyi biliyor.

Hatırlanacağı gibi, 17 ve 25 Aralık darbe teşebbüslerinin bastırılması, Gülen’i büyük bir öfke krizine sevk etmiş ve bunun sonucu olarak bir beddua şovu internete düşmüştü. Ancak beklenen etkinin tamamen tersiyle karşılaşınca, cemaat bu şovun videolarını internetten kaldırttı.

Şimdi birçok tutuklu sanığıyla dâvâ konusu olan 17 Aralık darbe teşebbüsü eğer başarılı olsaydı, bugün Türkiye’nin ne halde bulunacağını kestirmek çok kolay değil. Ancak kesin olan birşey var:

Eğer o darbe gerçekleşseydi, Türkiye bugün bağımsız bir Türkiye olmayacaktı. Pek muhtemelen de, ülkemiz, Gülen’in vaktiyle “meşru otorite” olarak tanımladığı İsrail’in içinde bulunduğu bir oluşuma bağımlı hale gelecekti. Bu arada, cemaatin bütün sırlarına vakıf olan Lâtif Erdoğan’ın ve daha başkalarının da açıklamalarına göre, Gülen de, Batı’ya bağımlı sözde bir hilâfetin halifesi ünvanıyla Türkiye’ye geri dönecek ve kendisi için hazırlanmış olan saraya yerleşecekti. Kısacası, 17 Aralık darbe teşebbüsünün bastırılması, bir taç giyme töreninin akîm kalması anlamına geliyordu: tıpkı Asr-ı Saadet’te yaşanan bir olay gibi.

Resulullah (s.a.v.) Medine’ye hicret ettiği zaman, Hazreç kabilesinin reisi olan Abdullah ibni Übeyy taç giyerek şehrin idaresini üzerine almak üzereydi. Fakat Resulullah’ın gelişiyle birlikte onun taç giyme hevesi suya düştü. İşte bu yüzden Abdullah ibni Übeyy Peygamberimize karşı derin bir kin besleyip durdu. Ve bu kinini, Hz. Aişe validemiz hakkındaki şenî iftirayı düzenleyip yaymaktan tutun, Müslümanlar aleyhinde Yahudilerle işbirliği yapmaya varıncaya kadar pek çok hadisede açığa vurmaktan geri kalmadı. Aslında nüfuzlu bir kimseydi Abdullah ibni Übeyy. Eğer egosunu yenip de bu nüfuzunu İslâm’ın ve Müslümanların hizmetine sunabilseydi, hiç şüphesiz, günümüze kadar Ashab-ı Kiram içinde anılan bir isim olacaktı. Fakat olmadı. Bir taç uğruna kendini helâk etti İbni Übeyy.

Ne demişti Neyzen Tevfik:

Asl-ı kanun-u tabiatta tegayyür yoktur / Vak’a tebdil-i kıyafetle gelir her gün için.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kur'an mealleri din eğitiminde baş köşeyi almalı

Raşid Halifelerde iman-amel bütünlüğü