SON EKLENENLER
latest

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Gülen'in duası tuttu

Yıllarca hoşgörü şampiyonu olarak pazarladılar Fethullah Gülen’i.

Gerçi kısmen doğruydu bu tanıtım.

Yahudiler, Hıristiyanlar, dinsizler, darbeciler makulesinden kim varsa onun engin hoşgörüsünden bolca nasip aldı. Hattâ 28 Şubatçılar, dinî hayatı kökünden kurutmaya matuf hareketleriyle onun hoşgörüsü sayesinde müçtehid seviyesine ulaştılar.

Fakat bu tılsım birgün âniden bozuldu.

The Cemaat 17-25 Aralık darbe teşebbüsünü beceremeyince, hükûmet de onun ve cemaatinin çıkarlarına şöyle bir dokunuverdi.

Ve bu dokunuş, yıllar boyunca son derece profesyonel bir şekilde kurgulanan hoşgörü imajının sonu oldu.

Hoca tepsiyi bir kenara fırlatıp duaya durdu ve ağzına geleni saymaya başladı:

“Allahım, onları hezimete uğrat! Onları sars! Birliklerini boz! Onları paramparça et!..

“Allah onların evlerine ateşler salsın, yuvalarını yıksın, birliklerini bozsun, duygularını sinelerinde bıraksın, önlerini kessin, birşey olmaya imkân vermesin.”

***

Tahmin edileceği gibi, Gülen’in adamları bu lâflara hemen birer kılıf giydirmek için seferber oldular. Fakat bunların herhangi bir kılıfa girecek hali yoktu. Bu duadır dediler, olmadı. Beddua değildir dediler, tutmadı. Mülâanedir dediler, uymadı. Mübaheledir dediler, kimse kulak asmadı.

Aslında Gülen’in beddualarına ne isim konulacağı hususunda the Cemaat’in kafası her ne kadar karışık olsa da, bir noktada onlar haklı gibiydiler.

Çünkü Gülen beddua / mülâane / mübahele kılığına bürünmüş dilekleri için herkes tarafından rahatça anlaşılacak bir adres tarifi yapıyor ve “kim haksız ise, kim yalancı ise, kim zalim ise” onları hedef aldığını sözlerinin başında söylüyor, hattâ “Biz çeteysek, örgütsek, Allah bizim belâmızı versin; eğer paralel devletsek bizim belâmızı versin” diyerek adres konusundaki şüpheleri bütünüyle dağıtıyordu.

Hocaları böyle derken, Cemaat boş duracak değildi; onlar da “Sıkıysa âmin deyin” diyerek hasımlarına meydan okuyordu.

***

Gülen’in bu içten dileklerini coşkulu bir şekilde dile getirmesinden bu yana çok zaman geçmiş sayılmaz.

The Cemaat’in hali, neredeyse harfi harfine bedduada tasvir edilen duruma gelmiş bulunuyor.

Şakirtlerden yüzlercesi tutuklu, binlercesi sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Büyükbaşların her biri yurt dışında bir yere firar etmiş, Cemaati itirafçı korkusu sarmış, yuvalara ateş düşmüş.  Dosyalar birer birer açılıyor, KPSS hırsızlıkları gibi üzeri kapatılmış sanılan marifetler birbiri ardınca ortaya dökülüyor, eğitim kurumu süsü verilen örgüt karargâhları peş peşe basılıyor. Cemaate yardım yapan yahut ondan bir menfaat görenler de “terör örgütüne yardım etmek” suçlamasıyla karşı karşıya kalma korkusunu yaşıyor.

Lâkin, anlaşılmaz bir şekilde, Gülen ve adamları, bütün bu gelişmeler karşısında hırçınlaştıkça hırçınlaşıyorlar ve nereye, kime, hangi sövgü elfazıyla saldıracaklarını şaşırıyorlar.

Niye kızıyorlar ki?

Sen kokladın, ben topladım” diyen Nasreddin Hoca hesabı, bütün bunlar aynen sizin dualarınızda isteyip durduğunuz şey değil miydi Sayın Bay Gülen?

Kim haksızsa” diyordunuz. “Kim yalancıysa” diyordunuz. “Kim zalimse” diyordunuz.

İşte, dualar / beddualar / mülâaneler / mübaheleler (ne isim koyacaksanız siz de karar verin artık!) hedefini buluyor; daha ne istiyorsunuz?

Cemaate gelince:

Siz de artık şikâyeti ve öfkeyle sağa sola saldırmayın bırakın. Eğer gücünüz yetiyorsa, Hocanıza söz geçirin de duayı kesiversin bir zahmet.

Çünkü siz Hocanızın kabul olunmuş dualarısınız. Duası böylesine makbul ve müstecap bir Hocanız varken, çok geçmez, bugünkü durumunuzu da hasretle yad etmeye başlarsınız.

***

İlk yayın tarihi

5 Ekim 2015

4 Ağustos 2016 Perşembe

Risale-i Nur'un "mehdi"cilere ihtiyacı yok

Zor zamanlarda Risale-i Nur’u savunmak o kadar zor olmuyor. Risale-i Nur’un muhtevası zaten başka bir savunmaya ihtiyaç bırakmadan kendi kendilerini müdafaa eden iman ve Kur’ân hakikatlerinden ibaret olduğundan, o zorluk zamanlarında onu savunmak için ağzını açabilecek kadar cesarete sahip olmaktan başka pek az şeye ihtiyaç duyuluyor.

Asıl güçlük, Risale-i Nur’un rağbet gördüğü ve savunulmaya da hiç ihtiyacının olmadığı zamanlarda ortaya çıkmaktadır. Zira böyle zamanlar, Risale-i Nur üzerinden maddî veya manevî kazanç sağlama heveslerinin depreştiği zamanlar olduğu gibi, bilen veya bilmeyen herkesin gelişigüzel konuştuğu ve akılsız dostların akıllı düşmanları mumla arattığı zamanlardır.

Bugün Risale-i Nur, yasaklanmak bir yana dursun, devletin en yüksek seviyedeki ilgi ve itibarına mazhar oluyor. Bediüzzaman’ın adı, ülke yöneticilerinin dilinden düşmüyor. Bediüzzaman’ın en büyük hayallerinden biri olan, Risale-i Nur’un devlet himayesine alınması ve Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanması gerçekleşmiş bulunuyor. Gazetelerde Bediüzzaman’dan ve Risale-i Nur’dan bahseden beş on tane yazının yayınlanmadığı bir gün geçmiyor.

Fakat bu durum, Risale-i Nur’a gönül veren insanların şevkini arttırırken, öteden beri ona karşı içten içe bir kıskançlık hissi besleyenlerin de hasetlerini tahrik ediyor. Ve bu hasetler, gün yüzüne çıkmak için ufak bir kıvılcım bekliyor.

Bu kıvılcımı da, sağolsunlar, düşmana hiç ihtiyaç bırakmayan dostlarımız onlara uzatıyorlar.

İşte, bir müddettir yine bilim adamı görüntülü bazı ekranperest zatlar, belli bir merkezden ellerine verilen kâğıtlardan okudukları derme çatma iddialarla Üstad’ı ve Risale-i Nur’u gözden düşürmeye çabalıyorlar. Bu iddiaların merkezinde de, Üstad’ın mehdî olmadığını ispatlama gayreti var. Neden?

Mehdîlik meselesi bazı dostlarımızın dilinden düşmüyor da ondan! Bu dostlarımız, Üstad’ın seyyid ve beklenen Mehdî olduğunu ispat etmek ve buna dair hergün yeni bir delil keşfetmekle Risale-i Nur’a hizmet ettiklerini sanıyorlar. Gerçekte ise, Risale-i Nur muhaliflerine, eskiden beri sinelerinde gizledikleri şeyi açığa vurarak hep birlikte saldırmaları için mazeret üretmekten başka bir iş yapmış olmuyorlar.

Çünkü mehdîlik makamı bir tane, ona talip olanlar ise pek çoktur. Üstad, “Eskiden beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zâtlar, Mehdi olacağım diye dava ederler” diyor. Durum eskiden beri böyle iken, zamanımızda ise şöhretperestlik ve makamperestlik hevesleri tavan yapmış, buna paralel olarak da mehdî sayısında bir patlama görülmüştür. Artık ne tarafa baksanız, kendi şeyhine, hocasına, üstadına veya büyüğüne mehdî gözüyle bakan bir toplulukla karşılaşırsınız. Mürşidlerine mehdî gözüyle bakan kimseler, eğer Ehl-i Sünnet çizgisinde iseler, bu mübalâğalı zanları onlar hakkında mazur görülebilir. Fakat mehdîlik iddiasının, artık çıplak karılarla göbek atıp çeşitli maskaralıklar sergileyerek sözümona irşadda bulunan adamların diline kadar düştüğü bir zamanda yaşıyoruz. Böyle bir ortamda “Mehdî o değil budur” anlamına gelen iddialarla ortaya çıkmanın Risale-i Nur gibi hiçbir maddî ve manevî makama âlet olmayan en yüksek seviyedeki bir iman ve Kur’ân hizmetinin vakar ve ciddiyetine yakışmayacağı aşikârdır.

Bediüzzaman Hazretleri de mehdîlik iddiasını ortaya atmanın Risale-i Nur hizmetine fayda değil zarar vereceğini müteaddit mektuplarında dile getirerek uyarılarda bulunmuştur. Sikke-i Tasdik-i Gaybî’nin başında yer alan böyle bir mektubunda, bu tür iddiaların

–  Risale-i Nur’un hakikî ihlâsına ve hiçbir şeye, hattâ manevî ve uhrevî makamata dahi âlet olmaması şeklindeki prensibine zarar vereceğini,

– siyaset mânâsını ihsas edeceğini,

– hodfuruşluk mânâsını hatıra getireceğini,

– şan, şeref, makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını göstereceğini,

– ehl-i siyaseti evhama düşürüp Risale-i Nur’un neşrine zarar vereceğini açıkça bildirmektedir.

Gerek bu mektuplar, gerekse Üstad’ın ve talebelerinin hizmet ve hareket tarzları meydanda iken ve bütün Nur talebeleri tarafından çok iyi bilinmekte iken, bir kısım şakirtlerin Üstad’dan daha fazla Üstadcı kesilerek hamiyetlerini Üstad’ın mehdiyetini ilân etmek maksadına sarf etmelerini hüsnüniyetle yorumlamakta bir hayli zorlanıyoruz.

Aslında onlar bu hareketleriyle Risale-i Nur’a ve Üstad’a bir hizmette bulunmuş olmuyorlar, bilâkis muhalefet üretiyorlar. Çünkü onlar Bediüzzaman’ın mehdî olduğuna dair deliller ileri sürerken, mehdîliği kendisinde bilen cemaatler de Bediüzzaman’ın mehdî olmadığına dair deliller toplamaya kendilerini mecbur hissediyorlar. Fakat iddialar sadece mehdîlik makamının şartlarıyla sınırlı kalmıyor; yersiz ve mesnetsiz yakıştırmalar, hattâ tahrifatlarla, Bediüzzaman’ı ehl-i imanın gözünde küçük düşürmeye mâtuf deliller üretme çabalarına kadar varıyor. Söylemeye lüzum yok, bütün bunların manevî sorumluluğunu da, Üstad’ın mehdiyetini ilân ederek şanına şan katacağını düşünen safdil dostlarımız üstleniyorlar. Zira Allah ve Resulü, böyle durumlarda sorumluluğu, ilk olarak tahrik edenin üzerine yüklemiştir:

“Onların Allah’tan başka yalvardıkları ilâhlarına sövmeyin ki, onlar da bilgisizce hadlerini aşıp Allah’a sövmesinler.” (En’âm, 6:108.)

Peygamberimiz (a.s.m.) birgün “Kebairin en büyüklerinden biri de kişinin kendi anne ve babasına lânet etmesidir” buyurmuştu.

“Yâ Resulallah, kişi nasıl olur da kendi anne ve babasına lânet eder?” diye soruldu.

Resulullah buyurdu ki:

“Kişi başkasının babasına söver, o da onun babasına söver; onun annesine söver, o da onun annesine söver.” (Buharî, Edeb: 4; ayrıca bkz. Müslim, İman: 146.)

***

Üstad’a muhalefet ederek Risale-i Nur’a hizmet edilmez. Kâinatta maddî ve manevî hiçbir şeye âlet edilmeyen bu iman dâvâsı, her türlü makam ve ünvanın üzerindedir. Allah’ın rızasına talip olanın hiçbir makama ve ünvana ihtiyacı olmaz. Risale-i Nur müellifi de, talebeleri de, Allah’ın rızasını kâinattaki herşeyin üzerinde bir makam olarak görmüşler ve başkaca birşeye ihtiyaç duymamışlardır. Onu maddî veya manevî makam ve rütbelerle anmak suretiyle Risale-i Nur’a hizmet ettiğini sananlar, eğer hizmet iddialarında samimî iseler, artık bu hatâlarını görmeli ve iyilik yapıyorum zannıyla Risale-i Nur’a düşman üretmekten vazgeçmelidirler.

***

İlk yayın tarihi

8 Aralık 2015

31 Temmuz 2016 Pazar

Cemaat'in getir-götür işleri

Banka kurtarma operasyonunu kutsal bir cihada dönüştürmüştü Cemaat.

Sıradan Cemaat mensupları, elinde avucunda ne varsa son lirasına kadar Bank Asya’ya getirmeye çağırıldılar.

Bu yetmedi, arkadan faizle başka bankalardan kredi çekerek Bank Asya’ya getirmeleri istendi.

Para yetmeyince manevî güç kaynakları zorlanmaya başladı.

Ablalar bankaların önlerinde Cevşen okuma seansları düzenlediler.

Cemaatin tabanı büyük bir hamiyetle bu işleri yaparken, tavanı da boş duracak değildi ya!

Onlar da Bank Asya’daki paralarını “Ne olur ne olmaz” diye oradan kaldırıp daha güvenli bankalara taşıyıverdiler sessiz sadasız.

Bugünkü gazetelerde çıkan haberler, Cemaat sosyetesinin ünlü isimlerinden Hakan Şükür’ün 17 ve 22 Aralık 2014 tarihinde eşiyle beraber 5,3 milyon (eski parayla trilyon!) lirasını bankadan çektiğini bildiriyordu.

Ondan birkaç hafta sonra, 21 Ocak 2015’te de Zaman gazetesi eski imtiyaz sahibi Ali Akbulut 4 milyon lirasını sessizce Bank Asya’dan kurtarmıştı.

O günlerde parasını Bank Asya’dan kurtaran Cemaat mensupları ve kuruluşları arasında şunlar da yer alıyor:

İşadamı Ahmet Said Kavurmacı: 4 milyon 116 bin TL

Kaynak Holding: 2 milyon 100 bin TL

Asya Yatırım Menkul Değerler: 3 milyon 400 bin TL

NT Kitap Kırtasiye: 1 milyon 600 bin TL

Sürat Kargo Lojistik: 2 milyon 430 bin TL

Fatih Üniversitesi: 2 milyon 504 bin TL

Bu haberlerin basında yer almasından sonra, Cemaat futbolcusu Hakan Şükür öfkeli bir açıklama yaparak Yeni Akit gazetesini bir bankanın müşteri bilgilerini açıklamakla suçladı. Ünlü futbolcu, kendi parasını istediği yerden alıp istediği yere yatırmakta özgür olduğu bildirdi, ancak Twitter’da Cemaat mensuplarına “1 liranız bile olsa Bank Asya’ya yatırın” şeklinde tweet’ler atarken kendisinin Cemaat bankasına niçin güvensizlik duyduğunu açıklamadı.

Bu arada, Cemaat tabanının bütün imkânlarını zorlayarak, hattâ boğazlarına kadar faizli borçlara batarak Bank Asya’ya para yatırmakla bütün bütün boş bir iş yapmamış oldukları da ortaya çıktı.

Cemaatin bankası henüz kurtulmuş sayılmaz, kurtulacağa da pek benzemiyor. Fakat hiç değilse Cemaat’in tavanı bu nakit akışı sayesinde servetlerini Bank Asya’dan kurtarmış görünüyorlar.

Taban sağolsun!

***

İlk yayın tarihi:

24 Ekim 2015