SON EKLENENLER
latest

12 Kasım 2016 Cumartesi

SINIRSIZ YORUMLARIN AMACI

.
PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN

 

Emr-i bi’l-ma’rûf imiş ihvân-ı İslâm’ın işi,

Nehyedermiş bir fenalık görse kardeş kardeşi.

Mehmed Âkif Ersoy

Ümmeti peygamberinden uzak düşürme çabaları önce dış kaynaklı olarak siyasi alanda hilafet kurumunu sonlandırmakla (3 Mart 1924) ortaya çıkmış ve büyük bir itibar ve itimat kaybına sebep olmuştur. Koskoca ümmet bünyesi, çok parçalı ve uzlaşmaz sosyal yapılar halinde sun’i sınırlar arkasında yaşamaya mahkum edilmiştir.  Bu çok parçalı ve irtibatsız yapı bulunduğu coğrafya itibariyle sahip olduğu ekonomik  imkanlar sebebiyle sürekli ve kolayca işgal edilmekte ve fitne sahnesine dönüştürülmektedir. Merkezi otoriteyi temsil eden ortak bir başın mevcut olmayışı bu olumsuz gelişmeyi oldukça kolaylaştırmaktadır.

Sosyolojik olarak ümmet bünyesinin bu parçalı ve sancılı yapısı, ümmet düşmanlarını tatmin etmemiş olmalı ki ümmetin bilgi, bilinç, kültür ve gönül olarak, kendisine kimlik kazandırmış olan Hz. Peygamber ile kültürel ve duygusal ilgisini sıfırlayacak girişimlere sevk etmiştir. Bilimsel görünümlü bu girişimler, belli bir süreden beri müsteşrikler öncülüğünde yürütülmeye ve yönlendirilmeye çalışılmaktadır. O kadar ki kelime-i tevhid’in ikinci cümlesini (Muhammedü’r-resûlullah) gerekli görmeyen iddialar bile ortaya atılabilmektedir. Bütün bu olumsuzluklar şimdilerde ne yazık ki bir kısım yerli Müslüman ağız ve kalemlere de sirayet etmiş bulunmaktadır.

Özellikle son zamanlarda yoğunlaşmış bulunan  Sünnet-i seniyye’nin bilgi ve belgelerine yönelik bilimsellikten uzak, sahiplerinin heva ve heveslerini ölçü alan eleştirilerin ve sınır tanımayan yorumların elde edeceği sonuç, Hz. Peygamber ile ümmetinin arasını soğutup ayırmak ya da ümmeti bir anlamda peygambersiz bırakmaktır. Biliyorum bu ağır bir tespittir. Ne var ki, İngiliz Sömürgeler Bakanı Gladstone’un (1809-1898) Avam Kamerasında söylemiş olduğu “Bu Kur’an Müslümanların elinde bulunduğu müddetçe, biz onlara hakiki hâkim olamayız. Ne yapıp edip bu Kur’an’ı sükût ettirip ortadan kaldırmalıyız. Yahut da Müslümanları ondan soğutmalıyız” sözünü hatırlayıp bu ümmeti nelerden soğutma planlarının yapıldığını düşünmek ve dolaylı da olsa -ne başlangıç ne de sonuç olarak- Batılıların düşünce ve planlarına paralel yol ve yöntemlere itibar etmemek gerekmektedir.

YORUMLARDAKİ ÖLÇÜSÜZLÜK CİNAYET SEVİYESİNDE

Hemen her hafta çeşitli medya araçlarında arz-ı endam eden pervasız  ve cüretkar yorumlardaki ölçüsüzlüğü anlatmak için başka bir değerlendirme yapmak, işlenen cinayet karşısında hafif kalır. Hele  de bu cinayeti işleyenler unvanlı-unvansız ilahiyatçılar ise, önce anlamak sonra da tahammül etmek fevkalade zordur. Dillendirdikleri kimi kuşkuların ortaokul/İmam-hatip seviyesine inmiş olması herhalde onları memnun etse de ümmetin gelecek yılları için büyük bir felâketi işaret etmektedir.

Kültür kaynaklarımıza ve geçmiş ulemanın gayret ve eserlerine karşı “acımasız” denilebilecek usul ve insaf eksikliği ile malul yaklaşımlar sergilemekte sakınca görmeyen hatta bundan vahşi bir zevk aldıkları belli olan kimi ağız ve kalemler, kendi gayretlerini kutsarken, en az geçmiştekilerin de çalışmalarında belli bir sorumluluk duygusunu yeğlemiş oldukları gerçeğini görmezden gelmektedirler.

YOK SAYILAN ULEMA VE İLİM DALLARI

“Ümmetin emanetleri” demek olan Sünnet’e ait bilgi ve belgelerin aslına uygun olarak korunması, anlaşılması  ve yorumlanması faaliyetlerinde kitaplık çapta emek sarf etmiş ulemanın en az günümüzdekiler kadar hassas ve hasbi davranmış olduklarını/olabileceklerini kabul etmemek için geçerli herhangi bir sebep bulunmamaktadır. Kasıtlı üretimde bulunanlar olmuşsa, onlar ve yapıp ettikleri amansız bir bilimsel tespit ve temizlikten geçirilmeye çalışılmış, cerh ve ta’dil gibi özel ilim dalları, uydurmacılar ve hadis diye uydurdukları sözler ile ilgili eserlerden oluşan mevzuât edebiyatı  diye kültür tarihimizde yerini alan edebi bir tür meydana getirilmiştir. Üstelik bu faaliyetler, özelde sünnet-i seniyyenin genelde dinin korunması niyeti ve derin bir sorumluluk duygusuyla yapılmıştır.

ÜMMETİ PEYGAMBERİNDEN SOĞUTMA ÇABALARI

Günün ihtiyaçları açısından kaynaklarımıza müracaat edilmesine engel olacak herhangi bir kural söz konusu değildir. Yeter ki bu ihtiyacı hissedip başvuranlar bilimsel yöntem ve Müslümanca yaklaşımı yeğlesinler. Yanlışı ve hatayı  usulüne uygun olarak tespit ve teşhir etmek her zaman için mümkündür. Ancak herhangi bir yanlışı genelleme yöntemi ve söylemi doğru değildir. Buradan doğacak genel bir güvensizlik, neticede ümmet ile ümmetin başı arasında bulunması gerekli saygı-şefkat ve uyum çizgisine zarar verir. Bundan da hiç kuşkusuz, aydınlatıldığı ve hizmet edildiği iddia edilen ümmet ve risalet kurumu  zarar görür. Böyle bir cinayete sebep olmanın ağır vebali de ona vesile  olanlara kalır.

Nakil ve rivayet usul ve kurallarına göre Hz. Peygamber’e nispetinde şüphe bulunmayan hadis-i şeriflerin bile bu konu “Kur’an’da yok” diye dikkate alınmaması, Sahih hadislerin “haber-i âhad” olmaları gerekçesiyle reddedilip hemen her konuda “mütevatir hadis” aranması, zaman zaman “Efendimiz böyle bir şey söylemez” diye Hz. Peygamber’e rol biçme girişiminde bulunulması, “ümmeti peygamberinden soğutma ve uzak düşürme” çabalarının yansımalarıdır.

ÂLİM VE ÂDİL KİŞİLERDEN BEKLENEN EYLEM

Peygamber Efendimiz ile ümmeti arasını soğutma ve ayırma anlamında bir teşebbüs herhangi bir Müslüman’ın işi olamaz. O halde düşünce, duygu ve davranış olarak bir bütün halinde, peygamber emanetlerine sahip çıkmak, bu noktada ümmet arasında bir ayırıma gitmeden “mâ ene aleyhi ve ashâbî = Ben ve ashabımın yolu üzerinde olanlar” beyanı çerçevesinde, daha açıkçası, ehl-i sünnet ve’l-cemaat/ Kitap ve Sünnet çizgisinde kalmaya bakmak ve onların sorumluluk bilinciyle çalışmak gerekmektedir. Zira ümmetin ana gövdesi bu çizgide yaşayanlardan oluşmaktadır. Pek tabiidir ki kimilerinin fütursuzca yaptıkları gibi  çok zayıf hatta uydurma rivayetleri ehl-i sünnet ve’l-cemaate mal ederek savunmaya kalkmak da sözünü ettiğimiz “Peygamber ile ümmeti arasını soğutma ve ayırma” hedefine hizmet eden “sınır tanımayan yorumlar“a farklı açıdan katkıda bulunmak anlamındadır.

Oysa bir hadis-i şerifte işaret buyrulduğu gibi, cahillerin yorumları, karıştırıcıların alıntıladıkları ve aşırıların bozdukları (تَأْوِيلَ الْجَاهِلِينَ , وَانْتِحَالَ الْمُبْطِلِينَ , وَتَحْرِيفَ الْغَالِينَ)  her devirde karşı çıkılması ve ortadan kaldırılması alim ve adil kişi ve kesimlerden beklenen eylemdir.[1]

Tek kelime ile karşılığı i’tidal demek olan sünnet-i seniyyenin kavranması, yaşanması ve anlatımında ifrat ve tefritten uzak mutedil ve bilimsel bir yaklaşım ve üslubun sergilenmesi, ümmetin en tabii beklentisi ve hakkıdır.

Rahimellahu imreen arefe kadrehu ve lem yeteadde tavrahu. “Değerini/gücünü bilen ve haddini aşmayan kimseye Allah rahmetiyle muamele etsin.”

[1] Bk. Beyhaki, es-Sünenü’l-kübra X, 354;Hadis için el-Albâni “Sahih” demiştir (Bk, Suheyb Abdülcebbar, el-Camiü’s-sahih li’s-sünen ve’l-mesânid, VIII, 248).

***

Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan’ın diğer yazısı:

http://www.yazarumitsimsek.com/ihtiyata-cagri/

 

6 Kasım 2016 Pazar

Çağdaş Mutezile iktidar savaşı veriyor

Yazar Metin Karabaşoğlu, bazı Risalelerdeki istihraçları bahane ederek Bediüzzaman’ı suçlamaya kalkanların ilmîlikten ve iyiniyetten bütünüyle uzak olduklarını ve insanları Bediüzzaman düşmanlığıyla zehirlemek istediklerini söyledi.  

 

TV 111’deki dizi röportajlarının 11’inci bölümünde ebced ve cifir konusunun İslâmî ilimler içindeki yeriyle ilgili olarak bazı önemli tarihî ve temel bilgileri veren Karabaşoğlu, Bediüzzaman’ın hangi risalelerinde ve hangi şartlar altında cifir hesabına başvurduğunu da açıkladı.

 

Metin Karabaşoğlu’nun konuşmasından bazı satırbaşları şöyle:

 

Bir eli yağda bir eli balda olarak değil. Kendine veya Risaleye bir paye biçerek değil. Ümitlerin darmadağın olduğu şartlarda küfre karşı direnci ve hizmet-i imaniyede gayreti muhafaza etmek için yazılıyor. Bugün Bediüzzaman’a 1. Şua’daki o istihraçlarından dolayı laf edenler 1935 yılının şartlarında yaşasalardı acaba ne yapacaklardı?

 

Bu noktada Bediüzzaman’a olan saldırı Ehl-i Sünnet geleneği içerisinde sağlam duruşu temsil eden bir Müslümana bugünün Mutezilesinin bir saldırısıdır. “Bunlar kötü bu darbe yapmaya kalkan işte bundan dolayı yaptı. Aslında bunların hepsi de aynı şekilde sen bana güven ben senin şeyin olayım. Ama ben istiyorum da bunlar olmasın da bir daha böyle yaşamaman için bunların hepsini yık geç” demek istiyorlar.

 

“Ben modern, pozitivist, rasyonalist muktedirlerin karşısında yenik bir zihnin adamıyım, ezik bir zihinle, ezik bir akılla düşünüyorum.” Bunu diyemiyor. Tutup kendisi özgür aklın ve özgür iradesinin temsilcisi, buna karşılık Ehl-i Sünnet çizgisi hep arıza çıkaran, ümmetin başına bela olan, ümmetin tedennisinin sebebi olan Fethullahçılığı üreten şeyler oluyor. Ve de bu söylemler üzerinden “İktidar benim dediğimi yapsın, benim gibi düşünmeyeni ezsin, meydan bana kalsın” demeye getiriyor.

 

İşaratü’l-İcaz’ı okudun mu? Okumadın. Bismillahirrahmanirahim 114 defa okunuyor, Kur’an okunurken her bir surede. Bunun tefsiri sadedinde 1. Sözü okudun mu? Okumadın. Rum suresi 50. Ayetinin dersiyle Haşir risalesini okudun mu? Okumadın. Kur’an’ın kelamullah oluşunun yine bir dersi olarak 12. Sözü, 13. Sözü okudun mu? Okumadın. Mucizat-ı Kur’aniye risalesi olarak 25. Sözü okudun mu? Okumadın. Kur’an’ın hakkaniyeti üzerine 20. Sözü okudun mu? Okumadın.

 

Kur’an’dan aldığı dağ gibi ana dersi görmeyip zor zamanın şartlarında Kur’an’dan bir teselli ve ümit namına yazılmış bir şeyi bağlamından ve yazılış sebebinden kopartarak sanki bütün mesele buymuş gibi, buraya indirgiyorsan bütün o hayatı ve bütün o emeği… Bir kere bu senin gözün, ayıp arayan göz, senin gözün güzellik görebilen bir göz değil. Sen iyi niyetli değilsin. Senin derdin Bediüzzaman’ı anlamak değil. Sen Bediüzzaman’ı kafadan mahkum etmişsin zaten. Zaten Bediüzzaman’a gıcıksın sen. Bediüzzaman’a düşmansın sen. Düşmanlığına malzeme bulup başkalarına da zehirlemek istiyorsun.

 

Yazar Metin Karabaşoğlu’nun konuşmasından ilgili bölümler:

 

Hurufilik, Kur’an’ı anlamanın cifir, ebced, Kur’an’dan remz ve işaret olarak bazı dersler ve haberler çıkarma meselesinin abartılması ve de buna indirgenmesidir. Bu bir sapma. Bu sapmaya karşı başka bazı tepkiler oluşmuş. İbn-i Teymiyye de muhtemelen böyle bir şeyle tepki vermiş. O tepkiyi anlayabiliyoruz ama İbn-i Teymiyye’nin tepkisi kıyıda kalıyor. İslami ilimler geleneği içerisinde hiçbir zaman hiçbir âlim tarafından cifirle, ebcedle bir takım remizler ve işaretler çıkarmak Kur’an’ı anlamanın merkezine yerleştirilmemiş. Ama ayetlerin açık ve sarih dersleri üzerine bir odaklanmanın yanında, bu asla ihmal edilmeksizin, ana omurga, ana gövde muhafaza edilerek Kur’an’ı anlamanın veya Kur’an’ın verdiği derslerin, Kur’an’ın verdiği haberlerin anlaşılması yoluna gidilmiş. “Dalının şöyle de bir budağı var” manasında böyle remizler ve işaretler çıkarmak da reddedilmemiş.

Bediüzzaman Şualar’da el-Hüccetü’z-Zehra’da, 15. Şua’nın en sonunda buna açık ve net bir şekilde değinir. Bu manada cifir ve ebcedle daha ziyade meşgul olan isimlere baktığımızda bunların buhran ve bunalım zamanlarının isimleri olduğunu görürüz. Mesela Cafer-i Sadık’a ağırlıklı şekilde atfedilir cifir ve ebcedle ilgili şey.

“MENEMEN’İN BİR KOPYASINI ÜZERİMİZDE DENEMEK İSTEDİLER”

Buhran ve bunalım. Yani İslam düşüncesinin veya İslam tarihinin buhranı ve bunalımı?

Evet. Cafer-i Sadık Ehl-i Beytin bir mümessili. Büyük dedesi Zeynelabidin Ali bin Hüseyin. Malum Kerbela’dan kurtulabilen tek kişi. Ehl-i Beytin Emeviler döneminde yaşadıkları ortada. Ehl-i Beyt, peygamber ailesi. Emeviler her tarafa hüküm sürmüş. İmam-ı Azamın da hocası kendisi. Ehl-i Beytin sıkıntıya maruz kaldığı bir dönem. Burada daire-i esbabda kuvvetli bir kuvve-i maneviye lazım kendi için veya Ehl-i Beyt için veya Ehl-i Beyti sevenler — ki her mümin sever — için. Orada vaziyet kötü de gözükse sıkıntı da gözükse “Üzülmeyin şu manalar, bu dersler var, bu da geçecek şu, şu şöyle istikbalde şöyle bir fütuhat olacağına buradan bir telmih bir işaret çıkıyor” şeklinde kuvve-i maneviye ve direnci sağlam tutmak amaçlanmış. Tıpkı Mehdi hadislerinde olduğu gibi.

Muhyiddin-i Arabi de böyle yapmış. Osmanlının son döneminde Bursalı İsmail Hakkı Bursevi mesela Esrarü’l-Huruf diye galiba böyle bir çalışma yapmış. Bediüzzaman hakeza. Bediüzzaman Barla’ya sürülmüş. Risalelerin telifine başlamış. Barla’da etrafında o risaleleri okuyan bir kitle de oluşmuş. Bir yandan duyuyor; “İmana şöyle bir saldırı var. Haşri inkâr eden şöyle şeyler var. Ders müfredatı değişmiş, haşa Allah’ı inkâr eden, maymun atamız, biz onun neslindeniz” filan diye böyle şiirlerle ilkokul çocuklarına güya küfrani bir anlayışın düşünüşün empoze edildiği bir ortam. Bütün bunların haberini alıyor Bediüzzaman. Buna karşı yazdığı risalelerle o küfrani taarruza karşı iman hakikatlerini, Kur’an hakikatlerinin muhafazası ve müdafaası namına eserleri yazmış.

Bu eserler sahipsiz de kalmamış, muhataplar bulmuş Barla, Isparta civarında. Ve giderek Ege’nin daha geniş bölgelerine doğru da yayılmış. Durum bu iken ne oluyor? Isparta’ya sevk ediliyor. Oradan da hepsi toplanıyorlar, güya bir gizli şey kurmuşlar ve devleti yıkma teşebbüsüyle bu eserler yazılmış gibi. Haşir Risalesi neresiyle devleti yıkacak? Mucizat-ı Kur’aniye risalesinin neresiyle devleti yıkacak? Sünnet-i Seniyye risalesinin neresiyle devleti yıkacak? Bediüzzaman, “Menemen’in bir taklidini, bir kopyasını üzerimizde denemek istediler” diyor. Oradan Afyon’a sevk ediliyor, Afyon’dan Emirdağ’a sevk ve saçma sapan gerekçeler üreterek idam talebiyle yargılıyorsunuz. Şartlar bu.

BEDİÜZZAMAN’I EBCED VE CİFİRLE İLGİLENDİREN ŞARTLAR

Bediüzzaman ve talebeleri hapiste idamla yargılanıyorlar. Dışarıya bakarsak, Kur’an harfleri yasaklanmış, öğretenler mücrim sayılıyor ve hapse atılıyor. Medreseler kapatılmış, neşriyat darmadağın edilmiş, dergahlar, tekkeler kapatılmış. Sarıkla gezeni, şapka giymeyeni hapse atıyorlar. Ezana müdahale edilmiş, hutbeye müdahale edilmiş, dini kitaplar darmadağın edilmiş. Kimisi hurda halinde hurda kâğıt olarak satılmış filan vs. Böyle bir dine, dini hayata, dini esasları ve dinin bütün göstergelerine dönük devlet eliyle külli bir taarruzun olduğu bir dönem. Ve siz hapistesiniz ve idamla yargılanıyorsunuz. O istihraçlar o şartlarda yazılıyor. Tıpkı Cafer-i Sadık ve sonraki ebced ve cifirle daha fazla meşgul olanların durumuna benzer şekilde.

Bunlar [sanki] çok rahat dönemlerde, asıl meseleyi bırakmışlar da böyle hurufi bir sapma içerisinde teferruatın teferruatını merkeze yerleştirmişler! – ki öyle bir şey yok. İşte Sözler, Risale-i Nurların en baş eseri Sözler’in neresinde cifir, ebced var? Mektubat… Temel risalelerin neresinde var? Eskişehir hapsi şartlarında 1. Şua’da bu mesele var. Hapis şartları var. Daire-i esbabda yok denilen bu şartlarda ehl-i imanın kuvve-i maneviyesini muhafaza etmek, özelde de yanında, onunla birlikte hapsedilmiş Nur Talebelerine “Bu devran böyle gitmez bu böyle olmayacak”, bu noktada bir ümit vermek sadedinde yazılmış.

28 ŞUBAT’TA SAKAL VE BIYIKLARIN KESİLDİĞİNİ, GÜMÜŞ YÜZÜKLERİN ELDEN ÇIKARTILDIĞINI GÖRDÜK

Şimdi bugünün şartlarında konuşmak çok kolay. 1935 yılında, bugün Bediüzzaman’a 1. Şua’da o istihraçlarından dolayı laf edenler 1935 yılının şartlarında yaşasalardı acaba ne yapacaklardı? Bir 28 Şubat şartlarında kimlerin neler olduğunu gördük. Kaç sakalın kesildiğini gördük, kaç bıyığın kesildiğini, kaç gümüş yüzüğün elden çıktığını gördük. Kaç şeklin şemailin değiştiğini gördük. İslami yayıncılığın tarzı bile değişti, kişisel gelişime döndü 28 Şubat şartlarında. O kadar kolay mı bu meseleler? Burada şimdi bu rahatlığın içerisinde laf etmek kolay. 1935’te olsa ne olacaklardı acaba? Bediüzzaman gibi küfrün karşısında dimdik durabilecekler miydi idamla yargılanırken? Yoksa yüzlerce, binlerce kişiyi teslim olmuş, boyun eğmiş, savrulmuş veya başka diyarlara kaçıp gitmiş olarak mı görecektik?

Şimdi [Risaleler] bu şartlarda yazılıyor. Bir eli yağda bir eli balda olarak değil. Kendine veya Risaleye bir paye biçerek değil. Ümitlerin darmadağın olduğu şartlarda küfre karşı direnci ve hizmet-i imaniyede gayreti muhafaza etmek için yazılıyor.

Bediüzzaman mahkemelerden mahkemelere sevk edildi. O eserlere ceza verdirmek için bekleyen savcılar vardı. Bilirkişilere gönderildi o eserler. O bilirkişiler de neticede ilahiyat camiasından veya Diyanet içerisinde görevi olan alim kişilerdi. Onlar “cifir diye bir ilim yoktur, ebced diye bir şey yoktur. Bu İslami gelenek içerisinde asla yeri olmayan astarı olmayan şeylerdir, bu bir sapkınlıktır” diye böyle bir rapor yazdılar mı? Yazmadılar. Çünkü İslami ilimler içerisinde, merkezde olmamakla birlikte böyle ilimlerin olduğunu İslami gelenek içerisinde bu şekilde ayetlerden tevafuklar ve harflerin sayısal değeri üzerinden bir takım dersler, çıkarımlar olduğunu biliyorlardı.

Bunun bir ilmi var. Hangi harf nasıl okunur, nasıl toplanır filan vs. bunun bir ilmi var. Kaldı ki mesela bununla ilgili Eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye diye bir eser vardır Muhiddin-i Arabi’ye atıfla. O yazmış mıdır kesin değil ama meşhur bir eserdir. Eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye Osmanlı tarihi içerisinde çok okunmuş bir eserdir. Çünkü orada Kur’an ayetlerinden çıkarımlarla, istihraçlarla, remiz ve işaretlerle Osmanlının yarınına dair bir tarih okuması var. Eş-Şeceretü’n-Nu’mâniyye bir inkarızdır neticede. Başlayan her şey biter. Ve bu bir dönem yasaklanmış. Çünkü hanedanın bitişine atıf şey yapıyor diye. Asırlarca var olagelmiş böyle bir kitap.

Bu gelenekte yeri ve karşılığı olan bir şey. Bazıları sünnete dayalı olduğunu inkar ediyorlar. Hayır, orada da var. Yahudiler geliyor “Senin ümmetinin ömrü kısadır” diyorlar. Huruf-u mukattadan hareketle. Resulullah başka ayetleri okuyor ve o zaman Yahudilerin morali bozuluyor. Böyle haberler var. Bazıları tutup Kabala filan bilmem ne diye bunu İslam dışı ilan edip Yahudilikle ilişkilendirme gibi bir tutum var. Oraya çok detaylı girilir de şu an girmeyeceğim.  . .  Ama niyet, bunu din dışı, İslam dışı, gelenek dışı bir şey haline getirmek. Milyarlarca insan var İslam davetine çağrılması gereken. Senin yaşadığın ülkede Allah’a iman, melaikeye iman, ahirete iman noktasında kafası karışık çok insan var. Ve bırakalım beş vakit namazı Cuma namazı kılmayan veya bayram namazı kılmayan milyonlarca insan var. Bütün bunları bırakıyorlar bu işlerle uğraşıyorlar. Namaz kılmayan insanı namaz kılması için çaba göstermek yerine alnı beş vakit secdeye inen insanın aslında kafir olduğunu ispat etmeye çalışıyorlar. Caminin içinden adımını atamamış insanı camiye davet etmek yerine caminin içindeki insanını “Aslında bu müşriktir bilmem ne” demeye çalışmak. Bu apayrı hastalıklı bir ruh hali.

Bu noktada Bediüzzaman’a olan saldırı Ehl-i Sünnet geleneği içerisinde sağlam duruşu temsil eden bir Müslümana bugünün Mutezilesinin bir saldırısıdır. Ve bu Mutezile güya İslami ana damarı o ümmetin cadde-i kübrasını temsil eden alimleri güya yanılmakla suçlarken, iktidar gücüne yaslanıp güçle kendi hükmünü dayatma uygulamasını, mihne uygulamasını onlar yapmıştır.

Dünün Mutezilesiyle aynı görüyoruz. Fethullahçılığın bir büyük zararı olmuş bu ümmete, onu Ehl-i Sünnete fatura etmek, Bediüzzaman’a, tasavvufa bütün o İslam mirasının o Ehl-i Sünnet çizgisinin taşıyıcısı ilim geleneğine bunu fatura etmek istiyolar. Oradan iktidara bir selam çakmak. “Bunlar kötü bu darbe yapmaya kalkan işte bundan dolayı yaptı. Aslında bunların hepsi de aynı şekilde sen bana güven ben senin şeyin olayım. Ama ben istiyorum da bunlar olmasın da bir daha böyle yaşamaman için bunların hepsini yık geç” demek istiyorlar.

“İKTİDAR BENİM DEDİĞİMİ YAPSIN, BENİM GİBİ DÜŞÜNMEYENİ EZSİN, MEYDAN BANA KALSIN”

Şu anda yaşananlar tam olarak bu…

Evet, Mutezile karakteri bu. Memun, Mutasım’ın arkasına saklanarak da bunu yaptılar. Bugün de aynısını yapmaya çalışıyorlar. Kendilerini herkesten daha özgürlükçü, Ehl-i Sünnet iradeyi kayıt altında tutuyormuş da, hele ki Eş’ari daha da kayıt altında tutuyormuş da İslam ümmeti bundan dolayı perişanmış da. Maturidi, Eş’ari itikadı, Ehl-i Sünnet itikadı bu ümmetin merkezindeyken üç kıtadan o fetihler oldu. Selçuklular Mutezile miydi? Osmanlı Mutezile miydi? Böyle anakronik saçma sapan bir tarih okuması.

“Ben modern, pozitivist, rasyonalist muktedirlerin karşısında yenik bir zihnin adamıyım, ezik bir zihinle ben ezik bir akılla düşünüyorum.” Bunu diyemiyor. Tutup kendisi özgür aklın ve özgür iradesinin temsilcisi, buna karşılık Ehl-i Sünnet çizgisi hep arıza çıkaran, ümmetin başına bela olan, ümmetin tedennisinin sebebi olan Fethullahçılığı üreten, bilmem ne böyle şeyler oluyor. Ve de bu söylemler üzerinden “İktidar benim dediğimi yapsın, benim gibi düşünmeyeni ezsin, meydan bana kalsın” demeye getiriyor.

ALÇAKLIK YAPIYORSUN

Nasıl semadan yağmur maddi anlamda bereket, rahmet vesilesi oluyorsa işte Kur’an insanlık semasını ve bütün zamanları, bütün mekanları kuşatmış şekilde ve o Kur’an asumanından o Kur’an semasından manalar her asırda ihtiyacına göre müminlerin dünyasına, müminlerin akıllarına, müminlerin kalplerine inmeye devam ediyor. Yazılmış binlerce tefsir her asırda bunun bir nişanesi. Kısacık bir yedi ayetlik Fatiha süresi üzerine binlerce tefsir yazılmış, yazılmaya devam ediyor. Nasıl bir bereket, bitimsiz bir hazine, bitimsiz bir okyanus. Muazzam bir semavi bereket olarak bu manalar devam ediyor.

Bediüzzaman, “Rabbimizin kelam-ı ezelisi bitimsiz bir ikram ve hazine bizim için” diyor. Bunların mana-yı sarihi vardır. Her bir ayetin asıl dersleri vardır. Asıl, açık en temel daveti manası vardır. Nasıl bir ağaç gibi düşünürsek orada da ağacın bir gövdesi var. Kökler ve gövde sonra dallar var. Dalların budakları var. Budakların daha da küçük dalcıkları var.

Mana-yı sarih ana gövdeyi temsil ediyor. Ondan sonra o mana-yı sarihe bağlı teferruatı dallar anlamına geliyor. O asıl mananın yanında dallar, o dalların budakları mahiyetinde böyle tabaka tabaka anlam mertebeleri söz konusudur Kur’an için, Kur’an’ın her bir ayeti için.

Bu anlam mertebelerinden biri. Tekrar vurguluyoruz. Asıl değil. 15. Şua el-Hüccetü’z-Zehra’nın son kısmını okuyorum. Çünkü bundan sonra işte o istihraçta bulunduğu 1. Şua gelecek. Onun izahını hazırlıyor. Burada hakikati olan, bir asla dayanan gelenekte yeri olan bir şey bu. Ben yalan ve yanlış, sapkın bir şey yapmıyorum dersi var burada. Bu mana içerisinde yaş ve kuru her şey varsa Kitab-ı Mübinde, Kur’an kitabın bir manası Kur’an’ı da ifade ediyorsa, Kur’an’da geleceğe dair de haberler açık ve net. Bu yarın olacak, ertesi gün bu olacak söylemiyor. O noktada açık bir haber saat-i kıyamete dair. Orada sürekli nazarımız ona çevriliyor. Bu dünya geçici, hesap var, o güne, o gün Rabbinizin huzuruna nasıl çıkacağınıza odaklanın, ona hazırlanın. O haber tartışılmaz sürekli hatırlatılır.

Şu dünya hayatında da gelecekte neler olacak buna dair, asıl mananın dalının budakları sadedinde diyor her asra dair böyle işaretler, remizler yaş ve kuru her şey içinde olan o kelam-ı ezelinin içinde bulunur. Bu akla mantığa aykırı mı? Değil. Bu itikada aykırı mı? Değil. Madem Kur’an, kelam-ı ezelidir, Kur’an’da böyle bir hasiyet beklenir.

Ondan sonra diyor ki Bediüzzaman, “Yazdığım risalede biz demiyoruz ki ayatın mana-yı sarihi budur.” Gele gele 1. Şua’ya gelenler sanki böyle bir şey de var. Bunu ilk Yaşar Kutluay yazmıştır. O makale denilen iftiraname, çarpıtma sonraki o bütün yazılanlar bunun papağanıdır diye söylüyorum hala o papağanlık devam ediyor.

İşaratü’l-İcaz’ı okudun mu? Okumadın. Bismillahirrahmanirahim 114 defa okunuyor, Kur’an okunurken her bir surede. Bunun tefsiri sadedinde 1. Sözü okudun mu? Okumadın. Rum suresi 50. Ayetinin dersiyle Haşir risalesini okudun mu? Okumadın. Kur’an’ın kelamullah oluşunun yine bir dersi olarak 12. Sözü, 13. Sözü okudun mu? Okumadın. Mucizat-ı Kur’aniye risalesi olarak 25. Sözü okudun mu? Okumadın. Kur’an’ın hakkaniyeti üzerine 20. Sözü okudun mu? Okumadın.

Şimdi Bediüzzaman ve Kur’an denilince kardeşim elinde kapı gibi İşaratü’l-İcaz’ı görmeyen gözün, elinde kapı gibi Sözler’i görmeyen gözün, bütün bunları görmüyor gele gele Şualar’ın sonunda orada 30 civarında ayetten yapılan istihraçları görüyorsa ve Bediüzzaman’ın Kur’an’la hemhal oluşunu buraya indirgiyorsan, kusura bakma, sen alçaklık yapıyorsun.

BEDİÜZZAMAN’A DÜŞMANSIN SEN, BAŞKALARINI DA ZEHİRLEMEK İSTİYORSUN

Bir kere sıralamaya bakarsın: Bu adam önce ne yazdı? Önce Muhakemat’ı yazdı, Kur’an’ı anlamada bir usul çalışması olarak. Önce tefsir mukaddimesi diyor zaten. Sonra ne yazdı? İşaratü’l-İcaz tefsirini yazdı. Sonra? Sözler’i yazdı. Sonra? Mektubat’ı yazdı. Sonra? Lem’alar’ı yazdı. Sonra? Eskişehir hapsinde idamla yargılandıkları o karanlık şartlarda 1. Şuadaki bu istihraçları yazdı. Adamın derdinin bu olmadığını anlarsın değil mi? Sıralamaya bak: en sonunda ve de çok karanlık bir zamanda. Burada buna indirgemediği apaçık ortada. Kur’an’ın ana manası üzerine zaten bir ömür verdiği, bunun için kendi anladığı bir şekilde bunu ümmetle paylaşmak için yazdığı ortada. Ve sorun arıyorsan al sana İşaratü’l-İcaz, Muhakemat. İşaratü’l-İcaz’dan başlamalı. İlk sorunu orada bul. Gel Sözler’e, Mektubat’a devam et. 1.Şuayı hepsinden sonra gel. Hala vicdanın elveriyorsa diyeceğini de Bediüzzaman’a.

Kur’an’dan aldığı dağ gibi ana dersi görmeyip zor zamanın şartlarında Kur’an’dan bir teselli ve ümit namına yazılmış bir şeyi bağlamından ve yazılış sebebinden kopartarak sanki bütün mesele buymuş gibi, buraya indirgiyorsan bütün o hayatı ve bütün o emeği… Bir kere bu senin gözün, ayıp arayan göz, senin gözün güzellik görebilen bir göz değil. Sen iyi niyetli değilsin. Senin derdin Bediüzzaman’ı anlamak değil. Sen Bediüzzaman’ı kafadan mahkum etmişsin zaten. Zaten Bediüzzaman’a gıcıksın sen. Bediüzzaman’a düşmansın sen. Düşmanlığına malzeme bulup başkalarını da zehirlemek istiyorsun.

***

Metin Karabaşoğlu’nun konuşmasının tam metnine ve diğer bölümlerine şu adresten ulaşabilirsiniz:

http://www.risalehaber.com/bediuzzamani-ebced-ve-cifiri-kullanmaya-mecbur-kilan-karanlik-anlar-288382h.htm