SON EKLENENLER
latest

24 Haziran 2017 Cumartesi

SAPIKLIĞI ÖNCE ALLAH’IN KİTABINA SOKTULAR!


– II –
Sapıklığı sapıklık olmaktan çıkararak insanlara olağan bir davranış biçimi olarak sunmak, hattâ bunun da ötesine geçerek bir övünç kaynağı halinde pazarlamak, tarih boyunca insan ve cin şeytanlarının başlıca meşgalelerinden birini teşkil etmiştir. Onları bu konuda belli bir sınır içinde tutabilecek hiçbir ahlâkî ölçü bulunmadığını gösteren en bariz örnekler, Allah kelâmı kitaplarda yaptıkları tahrifattır.
Hz. Âdem ile eşinin Cennette iken çıplak oldukları, ancak yasak meyveyi yiyinceye kadar bunun farkında olmadıkları için çıplaklıklarından utanmadıkları iddiası, Tevrat’a sonradan monte edilmiş bir iftiradır. (A’râf sûresinin 27’nci âyeti, şeytan onları aldatıncaya kadar Hz. Âdem ile eşinin giyinik olduğunu bildiriyor.) Bu iftira, çıplaklığı utanılacak birşey olmaktan çıkarıp bir kemal mertebesi olarak insanların önüne koyar!
Tevrat’ı tahrif ederek ilk peygambere bu iftirayı atanların diğer peygamberlere reva gördükleri şeyler arasında ise, beşerin en aşağılık kısmı hakkında bile kolay kolay tasavvur olunamayacak seviyede rezil ve hayâsızca işler vardır. Dünyaya ahlâk ve fazilette örnek olarak gönderilen insanları hayâsızlıkta nümune haline sokma cür’etini gösterenlerin ne yapmak istediklerini anlamak çok mu zor?
ALLAH’IN KİTABI TAMAM, SIRA BEŞER ESERLERİNDE!
İnsanlar arasında hayâsızlığın her türlüsünü yaymak için Allah’ın kitabını tahrif etmekten çekinmeyenler, beşer eliyle yazılan kitapları değiştirmekten geri durmayacaklardı. Nitekim geri durmadılar.
Doğrudan doğruya nefsanî heveslere hitap ettiği için, fuhşiyatın bir “kişisel tercih” olarak dayatılması çok zor olmadı. Fakat sınır tanımayan yeryüzü sapıkları, işi burada bırakacak değillerdi.
Hayatın gerçeklerine ve bilimin açık verilerine rağmen, cinsel sapıklıkları da normal ve sağlıklı bir hayat tarzı statüsüne kavuşturmak için uzun soluklu bir mücadele verdiler.
Eşcinselliğin “utanılacak birşey, bir kötülük, veya küçük düşürücü bir durum olmadığını” söyleyen ve “bir hastalık olak sınıflandıralamayacağını” ileri süren Freud bu işin kapısını açmış, daha sonra Kinsey’in raporları da açık kapıyı biraz daha aralamıştı. Evelyn Hooker adlı bir psikologun 1957 yılında eşcinsel erkekler üzerinde yaptığı bir araştırma, dünya sapıklarının eline aradıkları malzemeyi verdi.
Hooker’ın yaptığı araştırma, aslında bir mutluluk ölçümünden ibaretti. Otuz normal ve otuz eşcinsel erkek üzerinde yaptığı çalışmada, bunların aralarında mutluluk açısından bir fark bulunmadığı sonucuna vardı. Hattâ, en tecrübeli psikologlar bile, deneklerin mutluluk karnelerini inceledikleri zaman, bunlardan hangisinin normal, hangisinin eşcinsel olduğunu anlayamamışlardı. Hooker ve benzerleri, bu araştırmadan “Madem eşcinseller de diğerleri kadar mutlu olabiliyorlar; öyleyse eşcinsellik bir hastalık değildir” sonucunu çıkarmakta çok fazla zorlanmadılar.
[Devam edecek]
***
Kaynak: yazarumit.com

23 Haziran 2017 Cuma

DİL BOZULUNCA AHLÂK DA BOZULUR


- I -
Lût kavminin torunları olmakla övünen sapıkların Ramazan ayında, bizim topraklarımızda, gözümüzün içine baka baka sergiledikleri hayâsızlıklar, bizi çok gecikmiş bir muhasebeyle karşı karşıya getiriyor:

Bundan otuz kırk sene önce hayalimizden bile geçmeyen şeyler bugün bu ülkede nasıl yaşanır hale geldi?

Vaktiyle en iğrenç, en şenî', en çok lânete lâyık olarak gördüğümüz şeyleri bugün nasıl umursamaz olduk? Umursamamak bir yana, bazı safdillerimiz -- yahut dost görünümlü can düşmanlarımız -- bunları nasıl açık açık savunabilecek hale geldi?

Bu soruların cevabına ulaşmak için en kestirme yol, dilimize bakmak olacaktır.

Çünkü bizi bozmak isteyenler, huyumuzdan önce dilimizi değiştiriyorlar.

Biz, bünyemize yabancı olan şeyler hakkında kendi öz kaynaklarımızdan aldığımız kelimeleri kullanmaktan vazgeçip başkalarının bize öğrettiği kelimeleri kullanmaya başladığımız anda, onların değer sistemlerine karşı teslim bayrağını çekmiş oluyoruz. İşin bundan sonra takip edeceği seyri de adım adım onlar belirliyor. Sözün kısası:

Kur’ân’ın “fuhşiyat” dediği şeyin bizim dilimizdeki adı “cinsel tercih” veya “özgürlük” olmuş, Resulullah’ın “hayâ” dediği şeyi de “fobi” olarak adlandırmaya başlamışsak, düşman bayrağını kendi topraklarımıza kendi elimizle dikmişiz demektir.

Bu gerçeği, ABD Yüksek Mahkemesinin eşcinsel evlilikleri yasallaştırması üzerine ülkenin en köklü ve etkili dergilerinden Atlantic’in internet sitesinde yayınlanan bir yazı, bir başarı sırrı olarak itiraf ediyor.[1]

Devam eden bir araştırmaya atıfta bulunan dergi, 2003 yılında kendileriyle mülâkat yapılan deneklerin “eşcinsel, gay, lezbiyen” gibi kelimeleri kullanırken zorlandıklarını, 2010 yılında yapılan mülâkatlarda ise aynı kelimeleri hiçbir rahatsızlık duymadan kullanabildiklerini kaydediyor. Bu süre içinde de, eşcinsel evliliklerini onaylayan Amerikalıların oranı yüzde 60’a çıkmış bulunuyor. (Bu arada derginin eşcinsel evliliğinden “evlilik eşitliği” şeklinde söz ettiğini de belirtmeden geçmeyelim.)

Amerikan halkının sapık evliliklere bakışındaki rahatlama, dilindeki rahatlamaya paralel şekilde gerçekleşmiş bulunuyor. Atlantic yazarı da, bu gerçeğe işaret ederek, dilbilimci Geoffrey Nunberg’den şu cümleleri naklediyor:

“İnsanların bir şey hakkındaki fikirlerini doğrudan değiştiremezsiniz. Fakat onların o şey hakkındaki konuşma biçimlerini değiştirebilirsiniz. Bu da onların fikirlerini değiştirebilir.”

Bu sözleri tercüme edecek olursak:

“Sapıklığın iyi birşey olduğu” yalanına insanları doğrudan inandıramazsınız. Fakat onlara, sapıklık hakkında olumlu çağrışımlar yaptıran kelimeleri pazarlayabilirsiniz.

"Bu kelimeleri bir kullanmaya başlasınlar; zaman içinde bu yeni dil onların sapıklık hakkındaki düşüncelerini de, duygularını da temelden değiştirecek ve onları her türlü hayâsızlığı kabule hazır hale getirecektir" demek istiyor lânetlenmiş mahlûkat!

[Devam edecek]

***

[1] Maureen Salamon, “My Son’s Boyfriend Is Not His Friend,” Atlantic, June 28, 2015, http://www.theatlantic.com/entertainment/archive/2015/06/friend-gay-relationship-language-evolution/397028/?utm

 ***
Kaynak: yazarumit.com

22 Haziran 2017 Perşembe

KERİZ AVCILARI UZAYDA!


Bizim bir Sülün Osman’ımız vardı, uygun müşteri bulduğu zaman, yerde olan herşeyi satardı. Galata kulesi, Galata köprüsü, Boğaz köprüsü, Dolmabahçe saat kulesi, tramvay, vapur, uçak gemisi gibi nice eşya onun elinden kaç defa gelip geçmiştir.

Son çeyrek yüzyılda ise gökte olanları satmak moda oldu. Artık gezegenler parselleniyor, yıldızlar satılıyor, satılamayan evlâtlık veriliyor, ulaşılamayacak kadar sapa yerde olanlarına da müşterilerin isimleri konuluyor.

Bu maharetli tüccarların sayesinde, bugün Dünya üzerinde yaşayan 4 milyondan fazla insan için mehtaplı geceler çok daha farklı bir anlam ifade ediyor. Onlar Ay’a baktıkları zaman, oralarda bir yerde kendi arsalarının bulunduğunu düşünüyor ve bu arsalarla ilgili olarak geleceğe dair tatlı hayaller kuruyorlar. Bu 4 milyonun hepsinin de sıradan insanlar olduğunu düşünmeyin: Aralarında Barbara Walters gibi ünlü haberciler, Reagan ve baba Bush gibi iki tane Amerikan başkanı, Abramoviç gibi milyarderler ile adları saymakla bitmeyecek kadar çok sayıda artist makulesinden baylar ve bayanlar da var. (Dünyamızın ne kadar akıllı adamlar tarafından yönetildiğini de bu sayede öğrenmiş bulunuyoruz!)

Bütün bunlara Ay arazisini parselleyip “satan” kişi, onları, uzayla ilgili uluslararası yasa ve sözleşmelerde bazı boşluklar olduğuna inandırmış. Her ne kadar Uluslararası Astronomi Birliği (IAU) gibi yetkili kuruluşlar bu satış işlemlerinin şarlatanlıktan başka birşey olmadığını defalarca açıklamış olsa da, şu ana kadar hiç kimse Ay’daki veya başka yerlerdeki arazilerinden zorla çıkarılıp atılmadığı için, bu açıklamalara itibar eden olmuyor; tarafların karşılıklı memnuniyetleri içinde alışverişler sürüp gidiyor.

[Keriz avcılarının maharetleri bu kadarla bitiyor sanmayın; aşağıdaki bağlantıda bakın daha neler var:]


18 Haziran 2017 Pazar

İDAMDAN ÖNCEKİ SON SAATLER

İdam mahkûmu Çinli kadınların son saatlerini güle oynaya geçirmeleri bütün dünyayı hayrette bırakmıştı. Fakat bundan daha hayret verici olan şeyi kimse fark etmiyor!

Birinci tablo
İdam mahkûmu Çinli kadınların son gecelerini anlatan resimleri hatırlayacaksınız:
Elleri ve ayakları kelepçeli kadınlardan kimi tırnaklarına oje sürdürürken, kimi ertesi sabah giyeceği tişörtünü özenle katlıyor, kimi de yeni ayakkabılarını zincirli ayaklarına geçirmeye çalışıyor. İnfaza 9 saat kala hepsi birden şen şakrak poker oyununda; gardiyanlar da onların neş’esine seyirci kalmıyor, hep beraber gülüp şakalaşıyorlar. Arada sırada hüzünlenen birisi olursa, onun da bir şekilde avutularak eski neş’esini kazanması uzun sürmüyor. Zamanın bir şekilde “geçirilmesi” gerek! Dakikalar ve saatler uzamamalı, vakit geçmeli, bitmesi istenmeyen ömür bir an önce tüketilmeli!

İnfaz, sabahın erken saatlerinde, mahkûmların ensesine sıkılan birer kurşunla gerçekleşecek. İnfaza bir saat kala, mahkûm kadınlardan biri, ayaklarına parlak kırmızı renkte oje sürdürerek hazırlığını tamamlıyor. Bir başkası, üzerindeki beyaz tişörtün kendisini şişman göstereceğini düşünüp telâşlanıyor. Defileye çıkılacak olmasa da, insan içine çıkılacak! Gardiyanlar ve mahkûmlar seferber oluyor ve son anda bir siyah tişört bulunuyor.

İnfaza yarım saat kala, mahkûmlardan bir tanesi durumu biraz kavrar gibi oluyor ve ağlamaya başlıyor. Fakat gardiyanlar böyle durumlara yabancı değil. Saçına bir miktar jöle sürüyorlar; o da eski neş’esini kazanmakta gecikmiyor.
Bu arada, infaz mahalline götürülmek üzere odasından alınan bir mahkûmun, elleri ve ayakları zincirli şekilde yürürken, yanındaki gardiyanla birlikte gülmekte olduğunu görüyoruz.
***
Burada anlatılandan daha hayret verici olan, ancak kimsenin dönüp de bakmadığı bir başka durum için bkz: