SON EKLENENLER
latest

1 Aralık 2017 Cuma

Hatırlanmak istenmeyen örnekler


Muhammed Gazalî’nin “İşlerini kadınlara bırakan milletler mahvolur” meâlindeki hadisin bazıları tarafından yanlış yorumlandığına dair beyanlarını bir önceki bölümde nakletmiştik. Gazalî’nin bu görüşünü destekleyen örneklere devam ediyoruz:
KENAN DEMİRTAŞ
– VI –
SEBE’ KRALİÇESİ
Kadının yöneticiliği konusunda bugün pek çok kimsenin hatırlamak istemediği başka deliller de var ve bunlardan birisi, belki de en önemlisi, Kur’ân’da yer alıyor: Sebe Melikesi Belkıs örneği. İşte bu konuda da Muhammed Gazalî’nin söyleyecekleri var:
“Resulullah (s.a.v.) Mekke’de Ashabına Neml sûresini okumuş ve onlara hikmeti ve zekâsıyla milletini imana ve kurtuluşa götüren Sebe Melikesinin kıssasını anlatmıştı. Vahiyle çelişen bir hükmün hadiste varid olması ise mümkün değildir!
“Sebe Melikesi Belkıs büyük bir saltanat sahibiydi. Kur’ân’da hüdhüd kuşunun dilinden o şöyle anlatılmaktadır:
“ ‘Ben kavmine hükmeden, herşeyden kendisine bolca verilen ve büyük bir tahta sahip olan bir kadın buldum. . . .’”[1]
“Hz. Süleyman Belkıs’ı İslâma davet etti, kendisinden inat edip büyüklenmekten vazgeçmesini istedi. Belkıs Hz. Süleyman’ın mektubunu alınca, ona nasıl cevap vereceğini düşündü.

30 Kasım 2017 Perşembe

Delilik ve cehaletin bini bir para!



KENAN DEMİRTAŞ
– V –
Muhammed Gazalî, Kur’ân’ın kadına verdiği hakların çağımızda kâğıt üzerinde kaldığını belirtiyor ve şu anda kadının gerek aile içinde ve gerekse toplumdaki durumunu bir keşmekeş olarak niteliyor:
“Son asırlarda kadının konumu kötüleşti. Kendisine cehalet ve toplumdan tecrit zorunlu görüldü. Ben bu gelişmelerden Kur’ânî hükümlerin tamamen ihlâl edildiğini anlıyorum; zira Kur’ân’ın bütün hükümleri kadının yararına yöneliktir. Örneğin, kadın artık çok nadir olarak mirastan pay galabiliyor. Evliliği konusunda çoğu zaman görüşleri sorulmuyor. Her yüz boşanmadan belki birinde hakkıyla nafakası veriliyor. Mehirlerine riayet edilmiyor. Canı istediği için erkeğin eşini dövmesi normal bir durum sayılıyor. Yani, karı-koca arasında bir problem olduğunda Nisâ sûresinin 35. âyeti gereğince hakem heyetinin kurulması gerekiyor. Ancak kadın böyle bir barış heyeti kurulamayacak kadar değersiz kabul ediliyor ve bu âyet kâğıt üzerinde kalıyor. . . . Asıl dehşet verici olan ise, İslâmı müdafaa eden veya onun adına konuşan kimselerin, tevârüs eden bu keşmekeşi savunmaya kalkışmalarıdır. Çünkü onlar – dar anlayışlı olmaları sebebiyle – İslâmın kendisinin bir keşmekeş olduğunu zannetmektedirler. Delilik ve cehaletin bini bir para!”[1]

29 Kasım 2017 Çarşamba

MEVLİD KANDİLİ MUHASEBESİ VE NİYAZI

PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN

Allah Teâlâ’ya hamd ü senâ, Resulü Hz. Muhammed Mustafa’ya salât u selâm, âl ve ashâbına ve onların yoluna güzelce tabi olanlara saygı ve ihtiram ile sözlerime başlarım.

Dostlar,

Gelin bu Mevlid Kandilinde sizinle birlikte biraz düşünüp, söyleşelim, dertleşelim.

Biz insan ve Müslümanız elhamdülillah. Allah’a ve son resûlü örnek kulu Hz. Muhammed’e, Allah’ın tüm peygamberleri aracılığı ile gönderdiği kitaplara ve peygamberlere -aralarında ayırım yapmaksızın- inanıyoruz. Meleklere, kadere ve bütün içeriğiyle âhiret’e inanıyoruz.

Bu İslâm imanının gereği ve sonucu olarak dünya hayatında “Allah’a kulluk sınavı”nda olduğumuzu biliyoruz. Bu sınavın, sadece bir bilgi sınavı değil, amel ve uygulama sınavı, hayat sınavı olduğunun da bilincindeyizBireysel anlamda ergenlik-ölüm arası yaşanan bu sürekli kulluk sınavında sorumluluğun, Allah’a nasıl kulluk edeceğimizin öğretilmesine bağlı olduğunu da biliyoruz. Başarı için biz, rahmeti bol Rabbimin, işte böyle bir yetkiyle görevlendirdiği kılavuz ve rehberlere muhtacız.

İnsanlığın bu en köklü ihtiyacını son kez evrensel çapta karşılamak üzere görevlendirilen son elçi, Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem’dir. Bir âyette o bize şöyle tanıtılmıştır:

لَقَدْ مَنَّ اللَّهُ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ إِذْ بَعَثَ فِيهِمْ رَسُولًا مِنْ أَنْفُسِهِمْ يَتْلُوا عَلَيْهِمْ آيَاتِهِ وَيُزَكِّيهِمْ وَيُعَلِّمُهُمْ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَإِنْ كَانُوا مِنْ قَبْلُ لَفِي ضَلَالٍ مُبِينٍ

Gerçek şu ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden, yanlış inançlardan ve inançsızlıktan) onları arındıran, kendilerine kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermek suretiyle Allah, mü’minlere büyük bir lütufta bulunmuştur…”[1]

Kendisi de biz ümmeti karşısındaki konumunu  “inne meselî = benim konumum” diye başlayan beyanlarında, değişik açılardan ortaya koymuştur. Neticede de “aleyküm bi sünnetî = Size benim yaşayışımı takip etmek düşer” buyurmuş, bizimle arasındaki ilişkinin ittiba ve uyum ilişkisi olduğunu duyurmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de “..O elçiye uyarsanız, doğru yolu bulursunuz”[2] buyrulmuştur.

Öte yandan Allah Teâlâ, Hz. Peygamber ile aramızdaki ilişkinin temelini “النَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ  = Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden daha ileri/önceliklidir[3] diye belirlemiştir. Bu âyet, kimi müfessirlerce -haklı olarak- “Peygamber’in sünnetine uymak, mü’minler için kendi görüşleriyle amel etmekten önde gelir[4] diye anlaşılmış ve açıklanmıştır. Bu sebeple biz artık, “inneme’l-amelü’s-sahih hüve mâ vâfeka’s-sünne = Makbul kulluk, Sünnet’e uygun olan kulluktur” gerçeğiyle karşı karşıya bulunmaktayız.

 Peygamber Efendimiz, yüce rabbimizin emir ve yasaklarının nasıl uygulanacağı görevini, Kur’an-ı Kerim’i hayatıyla örneklendirerek yerine getirmiştir. Yani Peygamberimizin hayatı canlı Kur’an demektir. Bu sebeple Allah Teâlâ onu bize “en güzel hayat örneği” olarak takdim etmiştir.

َ لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيرًا

Andolsun ki sizin için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çok ananlar için Allah’ın resûlünde güzel bir örnek (hayat modeli) vardır”[5]

Hz. Âişe validemiz de onun ahlâkını/yaşayışını soranlara “Hz. Peygamberin ahlâkı/yaşayışı Kur’an’dan ibarettir”[6] cevabını vermiştir. Bu sözüyle Hz. Âişe, Kur’ân-ı Kerîm ile Peygamber Efendimizin hayatı arasındaki birlikteliği açık bir şekilde ifade etmiştir. Hz. Peygamberin sünnetini yaşamanın Kur’an’ı yaşamak demek olduğunu bildirmiştir.

Dostlar,

“Hukûku’l-Mustafa”[7] veya “Hukûku’n-Nebî” diye klasik ve modern kültür kaynaklarımızda araştırma konusu yapılmış olan Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in biz ümmeti üzerindeki haklarını şöylece sıralamak mümkündür:

  1. Hz. Peygambere İnanmak
  2. Hz. Peygamber’i Sevmek
  3. İtaat etmek
  4. Sünnetine uymak
  5. Getirdiği dini ciddiye almak
  6. Ümmetiyle ilgilenmek
  7. Din kardeşliğini öncelemek
  8. Saygılı davranmak
  9. Salât ü selâm getirmek

 

Dostlar,

Hz. Peygambere uymak, hiç şüphesiz, onun yaşayış biçimine, sünnetine hayatımızı uydurmakla mümkündür. Bir başka deyişle, onun hayatını taklit etmek, iman gereğidir. Bu, asla terim anlamında bir taklit değil, tam aksine İslâm kimlik ve kişiliğinin elde edilmesi için gerekli olan ittiba anlamında taklit demektir. Çünkü sadece Hz. Peygamberin hayatı dindir. Dini yaşamış olmak için onun nezih hayatının -imkânlar ölçüsünde- taklit edilmesi gerekmektedir. Nitekim o, bir hadis-i şerifte bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:

وحدثني عن مالك انه بلغه ان رسول الله صلى الله عليه وسلم قال :تركت فيكم أمرين لن تضلوا ما تمسكتم بهما كتاب الله وسنة نبيه

“Size iki şey bırakıyorum, bunlara sıkı sarıldığınız sürece asla sapıtmazsınız; Allah’ın kitabı ve nebisinin sünneti!”[8]

Otomatik hale gelmemek şartıyla sünnete uymak, mümini sürekli bir uyanıklık ve dolayısıyla kendine güven duygusu içinde yaşamaya alıştırır. Çünkü Hz. Peygamberin sünnetine uymak, her işi onun yaptığı gibi yapma esasına dayanır. Bu da müminlerde, Hz. Peygamberin iş ve davranışlarını, işlerinde ve davranışlarında örnek alma düşünce ve dikkatini geliştirir. Böylece Hz. Peygamberin ruhaniyeti günlük hayat programına düzenleyici bir unsur olarak yerleşir. Hayata manevi bir huzur ve rahatlık gelir. Çünkü en kısa tanımıyla sünnete uymak, müslümanca yaşamaktır.

 

Dostlar,

Hz. Peygamberi izlemenin, onun sünnetine uymanın mutluluğu sadece bu dünyada kalmaz, âhirete de uzanır. Nitekim bir âyet-i kerime bu durumu şöyle anlatır:

وَمَنْ يُطِعْ اللَّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ مِنْ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاءِ وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُوْلَئِكَ رَفِيقًا

“Allah’a ve peygamberine itaat edenler, Allah’ın nimetine eriştirdiği Peygamberler, dosdoğru olanlar, şehitler ve iyilerle beraberdirler. Bunlar ne güzel arkadaştırlar.”[9]

Öte yandan Hz. Peygamberi örnek almamanın, sünnetini yol bilmemenin acı sonucunu da bir âyet şöyle dile getirmektedir:

وَيَوْمَ يَعَضُّ الظَّالِمُ عَلَى يَدَيْهِ يَقُولُ يَالَيْتَنِي اتَّخَذْتُ مَعَ الرَّسُولِ سَبِيلًا  يَاوَيْلَتِي لَيْتَنِي لَمْ أَتَّخِذْ فُلَانًا خَلِيلًا لَقَدْ أَضَلَّنِي عَنْ الذِّكْرِ بَعْدَ إِذْ جَاءَنِي وَكَانَ الشَّيْطَانُ لِلْإِنسَانِ خَذُولًا

 “O gün, zalim kişi ellerini ısırıp, keşke peygamberle birlikte yol tutsaydım, vay başıma gelene! Keşke falancayı dost edinmeseydim. Ant olsun ki beni, bana gelen Kur’an’dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor”[10] der.

Hiç kuşkusuz bütün mesele, bizim ona hayatımızda ne kadar yer verebildiğimizde düğümlenmektedir. Öyle sanıyorum ki acı gerçek de işte tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Şimdi şöyle bir hayatımızın neresinde Hz. Peygamber bulunmaktadır? Bir düşünelim. Bir tespit yapalım.

 

Dostlar,

Size garip gelmiyor mu?

Yıllardır yazıp çizdiklerimiz ve konuştuklarımız ile kendi kendimizi, birbirimizi iman değerlerimiz ve dinimiz hakkında hep iknâ etmeye çalışıyoruz. Her düzeydeki etkinliklerin değişmeyen çizgisi, iknâ… Hisleri, duyguları ve aklı iknâ.. İlginç ve yeni yorumlarla dinleyenleri, izleyenleri ve okuyanları yani beni, seni, bizleri, sizleri  iknâ.. Hep fayda-zarar hesabı. Bu hesâbîlik içinde hasbîlik nerededir dersiniz?

Bir türlü teslimiyet seviyesini yakalayamadık. “Duyduk ve uyduk[11] çerçevesinde kalamadık. “Sevdim” kâr-zarar diyemedik. İnancımızı “aşk” haline getiremedik. Muhammed İkbal, “din aşktır” diyor.[12] Aşk halini almamış dindarlığın sadece sözde kalacağını söylüyor. “Gerçi ‘lâ ilahe’ sesi gelirse de, kalpten gitmiş, yalnız dudakta kalmış”[13] diye yakınıyor.

Binlerce kez salavât okuyoruz, Hz. Peygamber’e. Belki yaptığımız tek şey bu en cömertçe.. Fakat hangi derinlikte? “Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden daha ileridir” derinliğine kaç salât ü selâmımız erişebildi? Gönlümüz dilimize ne ölçüde eşlik edebildi? Yoksa ağız alışkılığıyla mı yetindik, yetinmekteyiz.?

Dindarlığımızdan, ibadetlerimizden zevk alamadığımız şikâyetleri, ya da zevk almış gibi davranışlarımız ne anlama gelmektedir?

“Ballar balını buldum” diyen derviş, aşk olsun sana!

“Mallarım yağma olsun” derken, kaybedecek hiçbir şeyinin kalmadığını sen de biliyorsun.

Ya biz?

Biz, en küçük bir fedakarlığı göze alabilmek için kırk saat düşünüyoruz. Hem de “âmentü billah” diye diye…”Muhammed ümmetiyiz” diye diye…

Bi ebî ente ve ümmi ya Resûlellah = Anam-babam sana fedâ olsun Ey Allah’ın Resûlü!” diyen asr-ı saadet ağızları nerede?

Oysa o,

عن أبيه عن أبي هريرة

أن رسول الله صلى الله عليه وسلم قال من أشد أمتي لي حبا ناس يكونون بعدي يود أحدهم لو رآني بأهله وماله

 “Ümmetimden beni en çok sevenlerin bir kısmı; benden sonra gelip âilesini ve malını fedâ ederek beni görmüş olmayı isteyecek olanlardır”[14] diye sevgi dolu gönlü Hz. Peygambere yönelik özverili müminlerin asr-ı saadetle sınırlı olmadığını bildirmişti.

 

Dostlar,

Virân olası hanesi de, malı mülkü de, Allah’a olan sevgisi de ancak Hz. Peygambere bağlılığıyla bir anlam ifade ettiğine inananlardan olabildik mi? Böyle bir bilincin ve gayretin sahibi, böyle bir hedefin talibi miyiz?

Hayatımızın her aşamasında Hz. Peygamberi aramaya gerçekten kalkışabilir miyiz?

Ben bu soruyu kendime sormaya ve cevabını bu ölçüde hayatımda aramaya cesaret edemiyorum. Ya siz?

Bana böyle bir soru yönelten dostlara cevap olması niyetiyle sadece bir itirafta bulunuyor, bir ümidimi ve bir dileğimi dile getirebiliyorum:

 

Yâ Resûlellah,

biz sana;

Medyûn

Muhtaç

ve

Mahcup

hissediyoruz kendimizi.

Fakat senin müminlere;

Merhametli

Muhabbetli

ve

Müşfik

olduğunu biliyor, koruyoruz ümidimizi.

Kurbanın olayım,

Ne olur,

Çok görme bize şefaatini!

 

Buraya kadar okuyup benimle birlikte olduğunuz için sizlere teşekkür ve dua eder, dualarınızı beklerim. Ve’s-selâmü aleyküm.

 ***

Yazarın “Ashabının Dilinden Peygamberimiz” adlı eserinden

Kitaba şu adresten ulaşabilirsiniz:

http://www.ilahiyatvakfi.com/vitrin/ashbnn-dilinden-peygamberimiz-sallallahu-aleyhi-ve-sellem-smail-ltfi-akan-p4859.html

[1]Âl–i İmrân (3), 164

[2] El-A’raf (7), 158

[3] el-Ahzab (33), 6

[4] Bk. Kadı İyaz, eş-Şifâ-ı Şerif (tercüme, s. 55)

[5] el-Ahzâb (33),21

[6] Müslim, müsâfirîn 139

[7] Bk. Kadı İyaz, Kitâbü’ş-şifâ bi ta’rifi hukuki’l-Mustafâ

[8] Muvatta, Kader, 3; et-Taç I, 47

[9] en-Nisâ (4), 69

[10] el-Furkân (25), 27-29

[11] Bk. el-Bakara (2), 285

[12] Bk. Câvidnâme, s. 198 (Ankara, 1968)

[13] Câvidnâme, s. 168

[14] Bk. Müslim, Cennet, 12

Âlem dolusu salâvat



Allah ve melekleri Peygambere salât ediyorlar. Ey iman edenler, siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.
Ahzâb Sûresi, 33:56
ALLAH RESULÜNÜN büyüklüğünü muhteşem bir tablo içinde tasvir eden bu âyet, biz mü’minlere de bu tablonun içinde yer alma çağrısı yapıyor.
Âyetin ilk olarak verdiği haber, Yüce Allah’ın ona salât ettiği şeklindedir. Allah’ın salât etmesi, rahmet anlamını taşır. Âyetin ifadesinde, bir de süreklilik vardır. Bu ise, “Âlemlerin Rabbi, sürekli olarak ona rahmet ediyor, ona rahmetini indiriyor” demek olur.
Bundan başka, Allah’ın meleklerinin de sürekli olarak Peygambere salât etmekte, yani rahmet duası etmekte oldukları haber veriliyor.
Şimdi, âyetin şu kısmının tasvir ettiği âlemleri bir düşünün:
Öyle bir âlem—yahut âlemler—ki, her an Rabbinden gelen bir rahmet yağmuru altındadır.
Bir yandan Âlemlerin Rabbinden rahmet inerken, bir yandan da, o yüce âlemleri dolduran, hadde hesaba gelmez, tasavvurlara sığmaz melek ordularından Ona rahmet duaları yükselmektedir. 

28 Kasım 2017 Salı

Kadın eve hapsedilir mi?




KENAN DEMİRTAŞ

- IV –

Muhammed Gazalî’nin en çok yakındığı davranışlardan birisi de, bir âyet veya hadisin tek başına ele alınarak, İslâmın o konudaki genel tutumunu dikkate almaksızın yapılan katı yorumlar. Kadınların evlerinde hapsedilmesi şeklindeki anlayış da bu yorumlar arasında yer alıyor. Muhammed Gazalî, bu konuda şu hadisin delil olarak gösterildiğine değiniyor:

“Ebû Dâvud, Tirmizî, İbni Sa’d ve Beyhakî, Resulullah (s.a.v.) eşlerinin Abdrullah bin Ümmi Mektum’u görmelerini hoş karşılamadığını, Abdullah’ın âmâ olduğunu söyleyerek itiraz ettiklerini, onlara ‘Siz de âmâ mısınız?’ buyurduğunu rivayet etmişlerdir.”

Gazalî, bu hadisin, kadının toplum hayatından soyutlanmasını netice verecek şekilde yorumlanmasını yanlış buluyor:

“Hadis âlimleri, bu hadisin mânâsı üzerinde çeşitli görüşler serd etmişlerdir. Kadının vazifesini anlatırken bu hadisi öne sürmek, Sünneti bilmemek demektir. Hayat tarzını ve toplum ile ittisalini anlatırken bu hadisi zikretmek, Sünneti bilmemek demektir. Niçin bu konuda Buharî’nin daha sahih, daha ince rivayet ettiği hadisleri zikretmeyiz?

“Buharî ‘Kadınların Savaşa Çıkması ve Erkeklerle Birlikte Savaşması Bahsi’ diye hususî bir bölüm tesbit etmiştir. Yine Buharî ‘Kadının Denizde Savaşa Çıkması Bahsi’ diye bir başlık zikretmiştir. Ayrıca Buharî’de yine ‘Kadınların Savaşta Erkeklere Su Taşımaları Bahsi,’ ‘Kadınların Savaşta Yaralıları Tedavisi Bahsi’ gibi bahisler var. Buralarda kadınlar hakkında hadisler naklediliyor.

Delilik ve cehaletin bini bir para

KENAN DEMİRTAŞ

– V –

Muhammed Gazalî, Kur’ân’ın kadına verdiği hakların çağımızda kâğıt üzerinde kaldığını belirtiyor ve şu anda kadının gerek aile içinde ve gerekse toplumdaki durumunu bir keşmekeş olarak niteliyor:

“Son asırlarda kadının konumu kötüleşti. Kendisine cehalet ve toplumdan tecrit zorunlu görüldü. Ben bu gelişmelerden Kur’ânî hükümlerin tamamen ihlâl edildiğini anlıyorum; zira Kur’ân’ın bütün hükümleri kadının yararına yöneliktir. Örneğin, kadın artık çok nadir olarak mirastan pay galabiliyor. Evliliği konusunda çoğu zaman görüşleri sorulmuyor. Her yüz boşanmadan belki birinde hakkıyla nafakası veriliyor. Mehirlerine riayet edilmiyor. Canı istediği için erkeğin eşini dövmesi normal bir durum sayılıyor. Yani, karı-koca arasında bir problem olduğunda Nisâ sûresinin 35. âyeti gereğince hakem heyetinin kurulması gerekiyor. Ancak kadın böyle bir barış heyeti kurulamayacak kadar değersiz kabul ediliyor ve bu âyet kâğıt üzerinde kalıyor. . . . Asıl dehşet verici olan ise, İslâmı müdafaa eden veya onun adına konuşan kimselerin, tevârüs eden bu keşmekeşi savunmaya kalkışmalarıdır. Çünkü onlar – dar anlayışlı olmaları sebebiyle – İslâmın kendisinin bir keşmekeş olduğunu zannetmektedirler. Delilik ve cehaletin bini bir para!”[1]

Kadının İslâm toplumundaki yerini ayrıntılı bir şekilde incelediği eserinde, çağdaş İslâm âlimi Muhammed Gazalî, İslâmın ilk dönemine göre kadının bu konuda çok gerilemiş olduğunu tesbit ederken, bir yandan da, başka toplumlarda kadının çok daha etkin olduğunu gözlemliyor:

“Kavmine önderlik yapıp, sakallı ve bıyıklı Arap siyaset adamını Altı Gün Savaşı ve diğer savaşlarda zelil eden o Yahudi kadınının;

“Kuzey Afrika ve diğer bölgelerde cesaret ve hamasetle Hıristiyanlaştırma faaliyetinde bulunan evli ve bekâr kadınların ve rahibelerin;

“Filistin mülteci kamplarında arkadaşlarımızın başlarında kalarak, ölü hayvan ve insan etleri yemeye tahammül eden o kadın doktorun;

“Ve Müslüman olmayan daha birçok kadınların dinleri ve toplumları için sarf ettikleri gayretler bana İslâmın zafer yıllarında Selef kadınlarının yaptığı o büyük cihadı hatırlattı.

“Onlar dine sarılmanın beraberinde getirdiği meşakkatlere cesaretle göğüs gerdiler, hicret farz kılındığı zaman da hicret ettiler. Senelerce Hz. Peygamberin mescidine sabah akşam coşkuyla giderek namazlarını kıldılar. Sıra savaşa gelince de savaştılar; ordunun ihtiyaç duyduğu önemli işlerde ve tedavi hizmetlerinde bulundular. . .”[2]

KADIN VE YÖNETİCİLİK

Kadının toplum hayatında bir yeri olabileceğine bir ölçüde inananlardan bile birçoğunun kabul etmekte zorlandıkları konu, kadının yöneticiliği. Muhammed Gazalî, bu konudaki yanlış anlayışların da yine âyet ve hadislerin eksik ve dar bir bakış açısıyla ele alınmasından kaynaklandığını söylüyor:

“Birtakım işler de var ki İslâm bunları ne emretmiş, ne de yasaklamıştır. Bunlar menfi ve müsbet mânâda tasarruf hürriyetimizin olması için Allah’ın mübah kıldığı şeylerdir. Hiç kimse bu hususlarda görüşünü din olarak ileri süremez. O sadece bir görüştür, o kadar.

“Belki de bu gerçek İbn Hazm’ın ‘İslâm hilâfet-i uzmâ (halifelik) dışında kadının her türlü görevi üstlenmesinde bir mahzur görmemiştir’ sözünde ifadesini bulmaktadır.

“İbn Hazm’ın bu sözüne, Kur’ân’ın ‘Allah’ın bazısını diğerlerine üstün kılması ve mallarından infak etmeleri sebebiyle erkekler kadınlar üzerinde gözeticidirler’[3] âyetine muhalif olduğu için karşı çıkanların olduğunu duydum. Âyet – İbn Hazm’ın görüşüne karşı çıkanların anlayışına göre – kadının herhangi bir işte erkek üzerine yönetici ve başkan olmasının caiz olmadığını ifade ediyormuş! Bu kabul edilemeyecek bir karşı çıkıştır. Çünkü âyetin devamını okuyan kimse, erkeğin idareciliğinin evinde ve ailesinde geçerli olduğunu anlar.

“Hz. Ömer Medine çarşısının hisbe (zaptiye) görevini Şifa adlı kadına verdiğinde, onun yetkileri çarşıdaki erkeklere de, kadınlara da şamildi. O kadın helâle helâl, harama da haram diyerek adaleti ikame eder, anlaşmazlıkları engellerdi. Bir erkeğin hastanede çalışan doktor bir hanımı olsa, ona bu ilmî görevinde müdahale edemez, hastanedeki görevi üzerinde de bir baskısı olamaz.”[4]

Kadının yöneticiliğine karşı ileri sürülen görüşlerin dayandığı en önemli delil olarak, “İşlerini kadınlara bırakan milletler mahvolur” hadisi zikrediliyor. Muhammed Gazalî, bu hadisin senet ve metin açısından sahih olduğunu kaydettikten sonra, anlamı üzerinde şu yorumu yapıyor:

“İran (Pers) devleti İslâmın fethine maruz kaldığında, zorba ve aşağılık bir krallıkla idare edilmekteydi. Dini ise putperestlikti. Krallık ailesi şûrâyı tanımıyor, karşı görüşlere değer vermiyordu. Fertler arasındaki ilişkiler son derece kötüydü. Kişi emelleri uğruna babasını ve kardeşini öldürebiliyordu. Toplum ise sinmiş, herşeye itaat eder olmuştu. . . . İran ordusu yenildi. Devletin sınırları daralmaya başladı. Bu, yenilgileri durduracak dirayetli bir komutanın idarenin başına gelmesine kadar devam etti. Fakat siyasî putçuluk, milleti ve devleti hiçbir şeyden anlamayan genç bir kadına miras bıraktı. Bu ise devletin çökmekte olduğunun bir işaretiyde. Hz. Peygamberin bu konulara ilişkin sözü çok doğrudur ve oldukça açıklayıcıdır.

“Şayet İran’da iş şûrâ ile olsaydı, İran’a yönetici olan kadın İsrail’e hükmeden ve yönetimi sırasında askerî işleri düzgün yürüyen Golda Meir’e benzeseydi, belki de bu takdirde karışık duruma bir hal çaresi bulunabilirdi.”[5]

[Devamı var]

***

Bundan önceki bölüm:

Kadın eve hapsedilir mi?

***

[1] Muhammed Gazalî, Fakihlere ve Muhaddislere Göre Nebevî Sünnet, s. 73-74.

[2] A.g.e., s. 72-73.

[3] Nisâ sûresi, 4:34.

[4] Muhammed Gazalî, Fakihlere ve Muhaddislere Göre Nebevî Sünnet, s. 75-76.

[5] A.g.e., s. 76-77.

27 Kasım 2017 Pazartesi

Kadının toplum hayatında da, savaşta da yeri var



KENAN DEMİRTAŞ


– III –

SAVAŞTA KADIN

Sosyal hayatta bir kadın için düşünülebilecek en son yer, savaş meydanı olsa gerektir. Fakat Hz. Peygamberin uygulamasında kadınların katılmadığı hiçbir savaşın bulunmadığına da Prof. Dr. İbrahim Canan dikkat çekiyor:

“Cahiliyet devrinde kadına karşı işlenen haksızlıkların birçoğu, onların savaşamayacakları hususundaki yaygın bir kanaatten ileri geliyordu. Hz. Peygamberin, kadınlar hakkındaki bu inancı kırarak, onlara karşı beslenen küçümseme ve tahkir düşünceleriyle mücadeleyi hedefleyen uygulamaları var: bütün seferlere[1] kadınların katılımını sağlaması gibi.

“Ancak Hz. Peygamber kadınları normal olarak yemek yapmak, su taşımak, yaraları tedavi etmek gibi geri hizmetlerde istihdam etmiş, savaş sonunda elde edilen ganimetten onlara bir ikramda bulunmuş ise de diğer erkek mücahitler gibi eşit pay ayırmamıştır. Buna rağmen, belirtmeliyiz ki, bazı rivayetler, erkekler gibi kahramanlık gösteren bazı kadınlara, Aleyhissalâtü Vesselâm’ın, erkek mücahitlere olduğu şekilde ganimetten hisse ayırdığını ifade etmektedir. Uhud Savaşı sırasında bir kısım kadınların korunması için konmuş bulunduğu şatovarî bir binaya sızan bir müşriki öldüren Safiyye bintu Abdi’l-Muttalib radıyallahü anhâ[2] veya Hayber seferine katılan altı kişilik bir kadın grubuna da[3] savaş sonunda, erkeklere olduğu şekilde ganimetten pay verildiği belirtilmiştir.[4]

Gökler ve yer... Ve insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet

“Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah’ındır; sonunda bütün işler Allah’a döndürülür” meâlindeki âyet-i kerime, bizi Kur’ân’ın ve kâinatın sayfalarında hızlı bir seyahate çıkardı. Kur’ân-ı Kerim’in çeşitli konular arasında birden bire nasıl bizi göklere çıkarıp “büyük resmi” görmemizi sağladığını, bize nasıl bir ufuk genişliği ve iman kuvveti kazandırdığını, çeşitli örnekleriyle gördük.

Sonra yine ümmet, hayır, emr-i bilma’ruf, nehy-i anilmünker konularına döndük.

Bir sonraki âyette, Yüce Allah bu ümmeti “insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet” olarak niteliyordu. Bu ümmetten insanlığa yalnız hayır gelirdi, gelmeliydi. Yeryüzünde kötülüğün önünü kesecek ve iyiliği yayacak olan ümmet, bu ümmet idi. Nitekim yüzyıllar boyunca İslâm ümmeti bütün dünyaya iyilik yaydı.

Dünyanın bugünkü halinde de insanlığa hayrı dokunacak olan ümmet bu ümmetten başkası değildi. Âyet, bir bakıma, “Başkasından hayır beklemeyin” diyordu bize. Ve dünyanın durumu da bunu tasdik ediyordu.

Geçtiğimiz Cumartesi günkü 174’üncü Kur’an Buluşmasında, Âl-i İmrân sûresinin 109 ve 110’uncu âyetleri üzerinde durduk.

Uluslararası Teknolojik, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Vakfının (UTESAV) “Erdemli İş Adamı” projesi çerçevesinde 2013 başından bu yana devam eden Kur’an Buluşmaları, Cumartesi sabahları saat 7:00-9:00 arasında MÜSİAD’ın Sütlüce’deki genel merkezinde gerçekleşiyor.

Programımız simit-peynir-çay’dan meydana gelen bir kahvaltı ikramı ile başlıyor, 7:30’dan itibaren de sunum ve onu takiben soru-cevaplarla devam ediyor. İleri saat uygulaması sebebiyle, yarınki Kur’an Buluşması öncesinde de sabah namazı 07:00’de kılınıyor ve arkasından kahvaltıya geçiliyor.

Herkese açık olarak cereyan eden Kur’an Buluşmalarında hanımlar için de yer ayrılmış bulunuyor.

 

İslâm âlimleri de kadın hocalardan ders aldı



KENAN DEMİRTAŞ
– II –
Diğer yandan, Nisâ sûresindeki bir âyette, erkeklerin kadınlar üzerinde “kavvâm” olduğu da bildiriliyor. Ancak Prof. Dr. Canan, bu tanımın erkek ve kadın arasında bir üstünlük ve aşağılık meselesi olarak algılanamayacağını söylüyor:
“Ne hadislerde, ne âyetlerde cinslerden birinin diğerine üstünlüğü mevzuubahis değildir. Bu hususta en çok söz konusu edilen, ‘Erkekler kadınlar üzerine kavvâmdır (idareci ve hâkimdirler)’[1] âyeti daha yakından incelendiğinde, erkeğin mutlak bir üstünlüğünden ziyade her iki cinsin de mütekabil (karşılıklı) üstünlüklerine ve ayrıca toplum hayatının düzenlenmesinde erkeğe düşen noktayı temin etme görevine ve bu görevden gelen üstünlüğe dikkat çekildiği görülür.”
Büyük müfessir Elmalılı Hamdi Yazır ise, bu âyetin devamında gelen “Çünkü erkekler ve kadınların bir kısmını diğerine yaratılış açısından üstün kılmıştır” sözünü açıklar ve onun üstünlük ve değeri mutlak surette erkeklere tahsis etmediğine dikkat çeker: