İzafî adaletin görünmeyen yüzü



ÜMİT ŞİMŞEK
Sadece adalet-i mahzanın tatbikine imkân bulunmayan durumlarda istisnaî olarak uygulanabilecek bir ilke olan izafî adalet hayatımızın bir parçası haline gelmiş bulunduğundan, kural tersine dönmüş bulunuyor: Artık izafî adalet mümkün olduğu müddetçe adalet-i mahzanın uygulanamayacağı telâkkisi bize daha âşinâ geliyor. Belli ki, bir süre sonra bugünü arayacağımız günler de gelecek, “Adalet olsun da izafîsinden oluversin” diye yakınmaya başlayacağız.
İzafî adaletin sakıncaları üzerinde çok söz söylenebilir, nitekim kulak veren olmasa bile söyleniyor da. Fakat onun görünen zararlarından başka, bir de için için işleyen bir tahribatı daha var ki, hem farkına varmamız, hem farkına varsak bile umursamamız, hem de umursayacak olsak bile tamirine teşebbüs etmemiz hiç de kolay olacağa benzemiyor.

Yüzlerce 28 Şubat mağdurunun yirmi yıldan fazla zamandır hapislerde çürümekte oluşu, işte bu tahribat cümlesindendir. İşin hazin tarafı şurada ki, bugün iş başında bulunanların da bir kısmı 28 Şubat’ın mağdurları arasındaydı; ülkenin bugünlere gelişinde belki onlar kadar emeği bulunan ve onlarla aynı mağduriyeti paylaşan insanların yirmi yıldır ailelerinden uzakta, dört duvar arasında bir hayat yaşıyor olmaları onların yüreğini hiç mi sızlatmıyor? Bu mağduriyeti ortadan kaldıracak imkân yıllardır ellerinde bulunduğu halde böyle birşeye teşebbüs dahi etmemenin duyarsızlıktan başka bir açıklaması var mıdır?
Haydi yöneticiler duyarsızlaştı diyelim, kamuoyu bu konuda çok mu duyarlı davranıyor? Sivil toplum kuruluşlarının ara sıra yaptıkları açıklamalardan başka ciddî ve ısrarlı bir tepkinin ortaya konduğunu hatırlıyor musunuz? Ve bu açıklamalar da medyada ne kadar yer buluyor, kamu vicdanında ne kadar yankılanabiliyor? Hiç şüphe edilmesin, eğer yöneticilerimiz lütfeder de çıkması beklenen af kanununa 28 Şubat mağdurlarını da dahil ederlerse, biz de olup biteni unutur, üstelik büyük bir mağduriyeti giderdikleri için affı çıkaranlara minnet ve şükranlarımızı bile sunabiliriz. Ama yirmi sene sonra imiş, ne önemi var? Bu sürenin büyük kısmını ikbal ve iktidarla geçirenler için o kadarcık bir zaman göz açıp kapayıncaya kadar geçiverir. Siz yirmi yılın ne demek olduğunu, nâhak yere demir parmaklıklar arkasına tıkıldığı zaman doğan çocuğunu ancak askerlik veya gelinlik çağına geldiğinde kucaklayabilmenin ne demek olduğunu bilenlere soracaksınız.
***
Mazlumların iktidar yüzü gördükten sonra değişmeleri tarihte ender rastlanan bir durum değildir. Kendisi de bir Rus Yahudisi olan Isaac Asimov, bu gerçeğe hemcinsleri üzerinden şu satırlarla işaret eder:
“Şimdi Sovyet Yahudileri İsrail’e kaçıyorlar; çünkü dinleri sebebiyle eziyete uğrayacaklarından korkuyorlar. Halbuki onlar da ayakları İsrail topraklarına değer değmez Filistinlilere karşı acımasız İsrail milliyetçilerine dönüşmüşlerdi: Bir göz kırpışta mazlumiyetten zalimliğe geçiş! . . . Putperest Roma ilk Hıristiyanlara zulmederken Hıristiyanlar hoşgörü istiyordu. Peki, Hıristiyanlık iktidara geçtiği zaman hoşgörü var mıydı? Ne gezer! Bu defa zulüm ânında yön değiştiriverdi.”[1]
FETÖ ile mücadelede gelinen nokta, yine aynı duyarsızlaşmanın işaretlerini veriyor. Gerçi devletin bu örgüt eliyle sahneye konan bir darbe teşebbüsü geçirdiği ve bu tehdidin de henüz bütünüyle bertaraf edilmemiş olduğu bir vakıadır; bu tehlike ise, büyüklüğü nisbetinde teyakkuz istemekte ve her alanda alınacak tedbirleri gerektirmektedir. Ancak tedbir ile cezayı, tamir ile tecziyeyi birbirine karıştırmamak şarttır. Aksi takdirde, düzeltiyorum zannıyla yapılan işler hiç umulmadık alanlarda bozulmalara ve tamiri imkânsız hasarlara yol açabilir.
15 Temmuz darbe teşebbüsü, dehşet verici bir örgütlenmenin bizi geri dönülmeyecek bir noktaya kadar getirmiş bulunduğunu ortaya çıkardı. Bir ülkenin Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanının yaverlerine kadar en hassas mevkileri elde eden, devletin en mahrem sırlarını eline geçiren ve en amansız düşmanlarımızla açıkça işbirliği içinde bulunan bir örgütün hâlâ yeni hainlikler peşinde bulunduğunu dikkate almamak, hüsran ile son bulacak bir gaflet olur. Onun için, bu konudaki mücadelenin tedbir yönü, devletin hassas görevlerindeki personelin sıkı bir denetimden geçirilerek seçilmesi veya ayıklanması sonucunu ister istemez doğurmuştur. Ancak bu ayıklamalar, açık ve kesin deliller söz konusu olmadığı vak’alarda, hiçbir zaman tedbirin ötesine geçerek ceza seviyesine varmamalıydı. Oysa bu konudaki uygulamalar, birçok yerde, izafi adalet anlayışının vicdanları iyice duyarsızlaştırmış olduğuna dair işaretler vermektedir.
Bu tür itirazları dile getirdiğiniz zaman sizden örnek göstermeniz istenebilir. Oysa bir iki örnekle düzeltilemeyecek kadar yaygın bir uygulama söz konusudur; bu ise uygulamayı temelden düzeltmeyi gerektirmektedir. Bu yüzdendir ki, itirazlar için kurulmuş olan komisyon da kamu vicdanını tatmin etmekte çok yetersiz kalmış, kendisinden beklenen performansı gösterememiştir, zaten göstermesi de mümkün değildir. Bu, izafî adalet anlayışından yola çıkarak “Madem tehlike var, ne yapılsa mübahtır” anlayışına kilitlenmiş zihinlerle değil, en küçük bir kul hakkını bütün insanların hakkı kadar büyük bir mesele olarak gören[2] hassas vicdanlarla başarılabilecek bir iştir.
***
Ceza konusuna geldiğimizde, mesele daha da çetrefilleşiyor, çünkü herşey herşeye karışmış bir halde karşımıza çıkıyor.
Herşeyden önce, darbeci unsurları, kanunun öngördüğü en ağır cezaları fazlasıyla hak etmiş, hiçbir müsamahaya lâyık olmayan tek tip elbiselik unsurlar olarak yapının geri kalanından ayrı tutmak icap eder. Ancak burada da “Madem örgütle irtibatlıdır, örgüt de ihtilâlcidir, öyleyse bunlar da aynı cezaya lâyıktır” mantığıyla işi sınırlarından taşırmanın mazereti düşünülemez. Meselâ bir Ali Bulaç’ın, Nazlı Ilıcak’ın, yahut Altan kardeşlerin darbecilik ithamıyla ağırlaştırılmış müebbed hapse mahkûm olmalarını – her ne kadar teknik açıdan kararı meşru gösterecek bir mesnedi bulunacak olsa bile – kamuoyuna hangi adalet türüyle açıklayabilirsiniz? Bunlar kamuoyunun tanıdığı isimler; tanınmayanlar arasında kimin ne kadar haksızlığa uğrayabileceği konusunda ise kıyas ve tahminden ötede bir bilgi sahibi değiliz.
Örgütün bilfiil darbe teşebbüsüne iştirak etmiş unsurlarının dışında kalan kısmına gelince, bunların da taban ve tavan olarak iki ayrı grupta mütalâa edilmesi gerektiği, zaten öteden beri Cumhurbaşkanının beyanlarına da yansıyan bir gerçektir. Bunlardan yönetici kısmının ciddî şekilde hesap vermesinde ve kanunlar çerçevesinde hak ettikleri cezalara çarptırılmasında bir problem yoktur; bilâkis bu gereklidir. Tabana gelince, işte iki sebepten dolayı burada durup üzerinde ciddî şekilde düşünmemiz gerekiyor.
Birincisi: Taban, büyük ekseriyetiyle, tavanın vatan hainliğine varan emellerini benimsemiş değildir; tıpkı bugünkü yöneticilerimiz gibi, onlar da bu örgütün şaşaasına aldanarak büyük hizmetler gördüklerine inanmışlardır. Yöneticilerimizden farkları ise, gerçeği onlardan daha sonra görmeleri veya hâlâ görememiş olmalarıdır.
İkincisi: Toplumun bütün kesimlerine kadar nüfuz etmiş, neredeyse ağına düşürmediği kimse bırakmamış dedirtecek kadar büyük bir yekûn söz konusudur. Her ne kadar teknik olarak böyle olsa da, örgütün tabandaki faaliyetlerine şu veya bu şekilde katılmış olmayı da mücadelenin hedefindeki bir suç olarak gördüğünüz zaman, toplumun önemli bir kesimini kovuşturmak ve cezalandırmak zorunda kalırsınız ve bunun anlamı da ülkeyi büyük bir hapishaneye çevirmek olur ki, halihazırdaki gidişin böyle bir sonuca doğru seyrettiğini söylemek mübalâğa olmayacaktır.
İnsanlar bir ihbarla yakalanıp âkıbeti belirsiz bir maceranın kucağına düşüyorlar. Ve o andan itibaren, kendilerini tam bir belirsizlik içinde buluyorlar. Delillerin toplanması, dâvâ dosyasının hazırlanması derken aylarını, bazan yıllarını cezaevinde geçiriyorlar. Yargılama başladığında da ne kadar süreceğini, aylar veya yıllar sonra bittiğinde başlarına neyin geleceğini kimse tahmin bile edemiyor. Kendilerini kısa yoldan kurtarmak isteyenler itirafçı oluyor, itirafçı olanlar inandırıcı olmak zorunda kalıyor, inandırıcı olmak için bazı isimleri ihbar ediyorlar, ihbar edenler aynı maceraya baştan başlıyorlar, onlar da kurtulmak için başkalarını ihbar etmek zorunda kalıyorlar, ilh. Bu zincirin nereye kadar sürüp gideceği konusu ise kimsenin malûmu olmadığı gibi, kendisine zarar dokunmadığı müddetçe kimsenin de umurunda olmuyor.
Diğer yandan, suçlu olsun veya olmasın, böyle bir maceraya karışanların cezası sadece şahıslarına münhasır kalmıyor. Hattâ, takibata uğramasa bile sadece tedbiren görevlerinden uzaklaştıranların dahi önemli bir kısmı, kendisine yaklaşılmaktan korkulan kimse haline geliyor, işsiz kalanların veya tutuklananların aileleri perişan oluyor, açlığın kucağına itiliyor ve her türlü istismara açık hale geliyor. Tabii, burada suçun şahsîliği ilkesi açıkça ihlâl edilmiş bulunuyor. Yaraya tuz biber eken ve vicdanları kanatan şey ise, zaman zaman “mahkûm ailelerine yardım organize ederken yakalananlar” oluyor. Bütün bunların FETÖ ile mücadelede devlete itibar kazandıran işler olduğunu söyleyebilir misiniz?
Kaldı ki, FETÖ tarafından aldatılmış olmak, yöneten ve yönetileni ile bütün toplumun ortak bir suçudur. Üstelik, örgütün tabanı sadece onların irşad faaliyetlerine – neye âlet olduklarını bilmeden veya düşünmeden – katıldıkları halde, dönemin yöneticileri, onları devletin en ücra kademelerinden en üst mertebelerine kadar her tarafına yerleştirmek gibi bir vebali omuzlamışlardır. Devletin en hassas mevkilerini FETÖ’nün elemanlarına teslim edenler örgütün sadece irşad faaliyetine tabanda iştirak edenlerden hesap sormaya başladıkları zaman, adaletten veya adaletin izafiyetinden şüphe edecek olanları suçlamak için makul bir sebep gösteremezsiniz.
***
Bu arada, biz de kimseye haksızlık etmeyelim ve adaleti her halükârda korumanın çok zor ve ince bir iş olduğunu kaydetmeden geçmeyelim. Adalet ve onun eşanlamlısı olan kıst kelimelerinin her an iki tarafa da kayabilecek bir denge durumunu ifade ettiklerine, bir ilim adamımız şöyle işaret ediyor:
“Arapçada adalet anlamında kullanılan adl ve kıst sözcüklerinin “ezdad”dan olması, yani birbirinin zıddı olan iki anlamı içinde taşıması da oldukça ilginç ve dikkat çekicidir. Türkçede bugün adalet diye çevirdiğimiz adl ve kıst sözcükleri, Arap dilinde hem adalet, hakkaniyet hem de zulüm ve haksızlık anlamına gelmektedir. Bu iki sözcüğün etimolojik olarak böyle ikili bir içeriğe sahip olması adeta her söz ve davranışın bıçak sırtında olduğunu ve adalet olmadığı takdirde zulme kayabileceğini, bir bakıma denge durumunun dengeyi kaybetme potansiyelini içerdiğini ima etmektedir.”[3]
Böyle hassas bir denge bir kere gerçekleştiği zaman kendi haline terk edilerek sabit kalacak bir denge değildir; tıpkı vücudumuzun harareti ve kan basıncı gibi, adaletin de dinamik bir dengeleme faaliyetiyle sürekli olarak makul sınırlar içinde tutulması gerekir. Bu dengeyi bozma istidadı taşıyan unsurların en önemlilerinden birinin de “izafî adalet” kavramı olduğunu tahmin etmek zor olmayacaktır. Çünkü izafiyet kaypak bir kavramdır, sabit bir karşılığı yoktur; hele siyaset gibi daha da kaypak bir kavramla bir araya geldiğinde nereye kadar kayabileceğini kestirmenin de imkân ve ihtimali yoktur.
Tarih boyunca sayısız zulümlerin başlıca sebebini teşkil etmiş bulunan izafî adalet kavramı, bugün yol açtığı zulümlerin yanı sıra, bizi iki büyük tehlikeyle de karşı karşıya getirmektedir.
Bunlardan ilki güncel bir tehlikedir: Yaygınlaşan haksızlıkların yol açtığı tepkiler, kendisiyle mücadele edilen şeyi kuvvetledirme istidadını taşır. Zira ateş düştüğü yeri yakar, ateşin düştüğü yerde insanlar feryatlarına kulak verilmediğini görürlerse başkalarından yardım umar. Bu da mevcut iktidarın hayatî ölçüde kan kaybetmesi demektir. Bunun ise sonuçlarını önceden kestirmek hiç kolay değildir. Çünkü alternatiflerde, aksi yönde aşırılıklara giderek FETÖ’ye yeniden devlet kapılarını açma ihtimali vardır.
İkinci ve daha büyük tehlike ise, izafî adalet kavramının vicdanlarımızı köreltme ihtimalidir. ABD Başkanı Truman, tarihin en vicdansız kararını verirken aynen bu mantıkla hareket etmişti:
Eğer Japonya’ya atom bombası atılmayacak olsa, Amerikan askerleri ülkeyi işgal etmek zorunda kalacak ve iki taraftan da 500 bin asker ölecek, 1 milyon kadarı ise ömür boyu sakat kalacaktı. İki atom bombasıyla can veren 200 bin küsur kişi ise 500 binden daha düşük bir rakam teşkil ediyordu. Truman bu kararı verdi, sonra yatağına girip deliksiz bir uyku çekti, ömrü boyunca da hiçbir zaman bu kadardan dolayı en küçük bir pişmanlık taşımamakla övünüp durdu.[4] Netice ne kadar canavarca olursa olsun, işin içine izafiyet girince bu vahşet, âdil bir karar kılığına bürünebiliyor!
Acı bir gerçekle yüz yüzeyiz: Truman’ın gaddarlık seviyesini toplum olarak yakalamamız için fazla birşey kalmadı. Kalbi öldüren, öldürmese bile sağlam da bırakmayan siyasî boğuşmalar, zaten hassas bir dengede bulunan ve ihtimamla korunmak isteyen adalet duygusunu temellerinden sarsıyor. Tuttuğumuz tarafın yaptığı işler kimin ve kaç kişinin hukukuna tecavüz anlamına gelirse gelsin, bize masum görünüyor. Gerçi bu eskiden beri böyleydi, ancak şimdi toplumun büyük bir kesimi büyük mağduriyetler yaşıyor ve aynı toplumun kalan kısmı da bundan bir rahatsızlık duymuyor, duysa da üzerinde durmuyor. Bir an duracak olsak bile, aksi ihtimalleri hesaba kattığımızda izafiyet kavramı karşımıza çıkıyor ve bizi kendi kardeşlerimize karşı duyarsız hale getiriyor. Ve bütün bunlar toplum çapında cereyan ediyor; yani, kamu vicdanı kabuk bağlıyor. İşte bu, izafî adaletin – şiddet-i zuhurundan – görünmeyen yüzü!
Kıssadan hisse: Bir milletin vicdanından merhamet ve rikkat-i cinsiye duygularını kaldırmak istiyorsanız, uzun uzadıya çabalamanız gerekmez.
Onları izafî adaletle tanıştırın, sonra koltuğunuza kurulup olacakları seyredin.
[1] Isaac Asimov, A Memoir (e-book), Chapter 7, Bantam Books.
[2] Bkz. Mâide sûresi, 5:32.
[3] H. Yunus Apaydın, “Adalet Nedir: Mahiyet ve Keyfiyet,” Bilimname XXX5, 2018/1, s. 459-476. İnternet adresi: http://isamveri.org/pdfdrg/D02237/2018_35/2018_35_APAYDINHY.pdf
[4] Merle Miller, Plain Speaking: an Oral Biography of Harry S. Truman, New York: Berkley Publishing Co., 1973, pp. 244-248.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

SADE HAYAT

Gelin cahil olalım