SON EKLENENLER
latest

15 Eylül 2018 Cumartesi

Sade Vatandaş "Milletvekilliğini kaldıracağım" diyor


 

Bir sade vatandaşımız, ülkenin ve dünyanın içinde bulunduğu durumlar karşısında çözümler üreterek bunları “iktidar vaadleri” olarak bir yerlere not ediyor. Kimseye “Şöyle şöyle yapın” demiyor; dese de kimsenin kulak asmayacağını herkes gibi o da biliyor. Sadece, “Üzerimde vebal kalmasın” kabilinden, “Ben iktidara gelince şunu şunu yapacağım” diyerek insanlığa karşı bir vaadde bulunmuş oluyor. Bize de bu vaadleri duyurmak kalıyor. Sade vatandaşımız diyor ki:

Anayasamız her ne kadar yasama görevini milletvekillerinden oluşan bir Meclise vermiş bulunuyorsa da, uygulamada bu görevi tamamen liderlerden oluşan çok küçük bir grubun büyük bir fedakârlıkla üstlenmiş bulunduğunu görüyoruz.

Görünüşe bakılırsa kanunlar Meclisteki oylamalarla çıkarılıyor veya reddediliyor; fakat oylamalarda kimin hangi yönde rey kullanacağı daha önceden kararlaştırılmış bulunuyor ve milletvekillerinin – çok nadir durumlar dışında – başka bir seçeneği kalmıyor.

Yine görünüşe bakılırsa, milletvekillerinin hangi yönde oy kullanacakları partilerin “yetkili” organlarında belirleniyor; gerçekte ise bu organların da bir lider kadrosu tarafından belirlenen kararları resmîleştirmekten öteye gidemediklerini görüyoruz.

Gerçi yakın geçmişimize baktığımızda, milletvekillerimizin liderlerine rağmen vicdanlarının sesini dinleyerek oy kullandıklarına dair bir veya iki vak’a görebiliyoruz: Tezkere oylamasında olduğu gibi. (Aslında bir vak’a diyecektim, ama her ihtimale karşılık bir tane de yanılma veya unutma kontenjanı olarak buna ekleyiverdim.) Ancak bu tek vak’a da lider kadrolarımızı uyandırdığı ve milletvekillerinin seçim yöntemleri, adayların seçim öncesi taahhütleri (tabii millete değil, liderlere karşı taahhütleri), onları yasama görevlerinin dışındaki zamanlarda da düşünme fırsatı bırakmayacak şeylerle meşgul etme gibi tedbirler almaya sevk ettiği için, parlamenterlerimizin “vicdanlarını dinleme” fırsatını bundan böyle asla yakalayamayacağını söylemek bir kehanet olmayacaktır.

Bu durum bizi iki şıkla karşı karşıya getiriyor:

Ya milletvekillerini lider kadrolarının egemenliğinden kurtarıp vicdanlarıyla baş başa bırakmak. Veya liderleri milletvekilleri ile uğraşmaktan kurtarıp yasama görevini doğrudan doğruya onlara vermek.

Birincisi daha sağlıklı bir yol olarak görünebilir; üstelik bu bizi sadece liderlerden değil, aynı zamanda çevresinden ve aile efradından da kurtarma gibi bir bonusu da beraberinde getirebilir. Ancak liderlik ve özellikle “kurtarıcılık” niteliklerine sahip kişiler böyle engellere pek aldırmazlar; onlar yine bir yolunu bulup yönetmeye ve kurtarmaya devam edeceklerdir. Onun için, bu şık, uygulanabilecek bir çözüm olarak görünmüyor.

Bu durumda, uygulanabilir tek alternatif olarak, parlamentoyu kapatmak ve yasama görevini siyasî partilerin liderlerine bırakmak kalıyor. Ben iktidara gelince aynen bunu yapacağım sevgili vatandaşlarım. Nasıl diyecek olursanız:

Tıpkı şirketlerin yönetimi gibi.

Seçimler yine yapılacak. Fakat bu milletvekili değil, sadece parti seçimi olacak. Her parti, aldığı oy oranına göre, ülke yönetiminde hisse sahibi olacak. Meselâ bir parti seçimlerde yüzde 35 oy almışsa onun ülke yönetimindeki hissesi yüzde 35, bir diğeri yüzde 8 almışsa onun da hissesi yüzde 8 olacak. Bunda baraj gibi şeyler de olmayacağı için, partiler arasında baraj-altı, baraj-üstü tartışmalarına da mahal kalmayacak. Böylece, alınan kararlarda önce hisse oranına göre salt çoğunluk aranacak, anlaşma sağlanamazsa daha sonraki oylamalarda en yüksek oy (daha doğrusu hisse) belirleyici olacak. Yani, 600 kişinin çok büyük masraflarla ve çok uzun zamanlarda ancak becerebildiği işi, altı kişi bir oturumda yapacak.

Buraya kadarki izahatımdan anlamış olacaksınız; siyasî partiler derken çok geniş kadrolardan ve sözümona karar organlarından bahsetmiyorum, sadece partilerin liderlerini kastediyorum. Onlar herşeyi herkesten iyi bildikleri, hiç hatâ yapmadıkları, hiçbir zaman koltuklarını ölüm veya kaset dışındaki bir sebeple terk etmedikleri ve kafalarındaki şeyi ne yapıp yapıp “tabanın kararı” olarak uygulatma gibi bir beceriye sahip oldukları için, yasama görevini de onların mümtaz şahsiyetlerine tevdi etmek, öteden beri dolambaçlı ve masraflı yollardan yapılmakta olan birşeyi çok daha sade, kestirme, seri ve ucuz bir şekilde gerçekleştirmek anlamına gelecek, hattâ çok büyük ihtimalle bu sayede dolar dahi eski seviyesine düşecektir.


11 Eylül 2018 Salı

Sapıklığı korumakta Avrupa'yı sollamışız

Avrupa’nın sapık telâkkilerini benimseme ve uygulama konusunda Avrupa ülkelerinin tamamını geride bıraktığımız, iftiharla açıklandı.

– Her türlü sapıklığı meşrulaştırma ve yaygınlaştırma amacına yönelik olarak hazırlanan mahut İstanbul Sözleşmesini çekincesiz olarak imzalayan,

– parlamentosundan geçiren

– ve bu sözleşme ile ilgili uyum yasasını bu kadar geniş ölçekte çıkarabilen yegâne ülkenin Türkiye olduğu, AK Parti grubu adına yapılan bir konuşmada açıklandı.

Bu açıklamaları, 2017 Mayıs’ında HDP’nin bir teklifiyle ilgili müzakereler sırasında AK Parti grubu adına söz alan Düzce milletvekili Ayşe Keşir yaptı.

Keşir, konuşmasının bir bölümünde aynen şunları söyledi:

“İstanbul Sözleşmesini çekincesiz imzalayan ilk ülke Türkiye’dir ve Parlamentosundan geçiren ilk ülke de Türkiye’dir. Ve akabinde, benim de mutfak çalışmalarında emek verdiğim 6284 sayılı Yasa çıkartılmıştır, biliyorsunuz, uyum yasası kapsamında İstanbul Sözleşmesi’nin. Ve bu yasa, bugün 25 maddelik bir temel yasadır. Geçmişte 4320 olarak dört maddeden oluşan ilgili yasa bugün 25 maddelik temel bir yasadır ve İstanbul Sözleşmesine imza atan hemen hiçbir ülke uyum yasasını bu ölçekte çıkaramamıştır.

“6284 sayılı Yasa, bu temel yasa 25 maddede bakın neler getiriyor: Türkiye için devrim niteliğinde, kadına yönelik şiddetle mücadele konusunda devrim niteliğinde düzenlemeler içermektedir. Israrlı takip ilk defa yasal düzenleme konusu olmuştur. 4320’de sadece nikâhlı eş üzerinde yapılan şiddet tanımlı iken nikâhlı eş olmayan, nişanlılık, flört ve arkadaşlık döneminde olan tüm şiddet fiilleri yine 6284’ün konusu olmuştur.” (Konuşmanın tamamı için bkz. http://www.akpartiduzce.org.tr/tr/haber/kesir-tbmm-genel-kurulda-hdp-grup-onerisi-aleyhine-konustu/31131#1.)

İSTANBUL SÖZLEŞMESİ

Avrupa Konseyi ile imzalanan İstanbul Sözleşmesi, kadınların maruz kaldığı şiddeti önleme görüntüsü altında, Avrupa’nın her türlü sapık telâkkilerini dayatan Anayasa-üstü hükümler içeriyor (tam metin için bkz. http://www.muharrembalci.com/hukukdunyasi/belgeler/800.pdf).

Sözleşme, biyolojik cinsiyet yerine her türlü sapıklığı “cinsel yönelim” adı altında ayrıcalıklı koruma altına alan “toplumsal cinsiyet” kavramını taraf ülkelere dayatıyor.

Aile kavramını “ev” olarak değiştiren Sözleşmede, eşlerin yanı sıra “partner” unsuru da getirilerek nikâhsız beraberlikler “evlilik” statüsüne kavuşturuluyor.

Sözleşme, kadınlar aleyhinde olabilecek her türlü ayrımı reddederken, kadınların lehindeki hiçbir hükmün ayrım telâkki edilemeyeceğini de hükme bağlıyor.

İstanbul Sözleşmesinin hükümleri, kanun hükmünde sayılıyor. Yürürlükteki kanunlarla bir çelişki söz konusu olduğu zaman kanun değil, İstanbul Sözleşmesi esas alınıyor. Sözleşme hükümleri yasama, yürütme ve yargı organları ile idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişilerin tümünü bağlıyor. Sözleşmenin aleyhinde Anayasa Mahkemesine başvurma yolu da kapanmış olduğundan, İstanbul Sözleşmesi kanun-üstü, hattâ Anayasa-üstü bir nitelik taşıyor.

Bu Sözleşme uyarınca çıkarılan 6284 sayılı kanun ise, her yıl 120-130 bin erkeğin sudan bahanelerle evlerinden uzaklaştırılmasına, binlerce erkeğin “eşinin ırzına tecavüz” suçlamasıyla 10-15 yıl gibi sürelere varan hapis cezalarına çarptırılmasına yol açmış bulunuyor (bkz. https://yazarumit.com/bati-tarafindan-hacklenmek-2053te-turkiye-nasil-bir-ulke-olacak/ ).

***

Toplumsal Cinsiyetten Toplumsal Cinnete

“Toplumsal Cinsiyetten Toplumsal Cinnete” adlı kitaptan alınmıştır. Kitaba şu adresten erişebilirsiniz:

https://www.kitapyurdu.com/kitap/toplumsal-cinsiyetten-toplumsal-cinnete/511945.html&filter_name=toplumsal%20cinsiyetten%20toplumsal%20cinnete

 

***

10 Eylül 2018 Pazartesi

Emine Karakaya'yı hatırlayan var mı?

Bundan önceki gönderide Batının Türkiye üzerindeki oyunlarını açıklayan yazısına yer verdiğimiz Kocatepe Üniversitesi öğretim üyesi ve islamianaliz.com sitesi yazarı Mücahit Gültekin, bu yazısında da erken evliliği ırza tecavüz suçu sayan kanunun zulmüne uğrayan 4 binden fazla mağdur ailenin yaşamakta olduğu felâketlere bir örneği dile getiriyor. Orijinaline http://www.islamianaliz.com/yazi/erken-evlilik-magdurlari-neyi-ifsa-ediyor-emine-karakayayi-hatirlayan-var-mi-3653#sthash.YMU4HRuJ.e8GjSp2H.dpbs adresinden ulaşabileceğiniz bu yazıyı biz de kamuoyunun vicdanına ve yetkililerin sağır kulaklarına sunuyoruz.

MÜCAHİT GÜLTEKİN

Emine Karakaya kim?

O üç yıl önce öldü. Ne onu, ne de kocası Levent’i tanıyoruz. Emine Karakaya ve kocasının temsil ettiği dram kimsenin umurunda mı? Böylesine alçak ve böylesine iki yüzlü bir dünyada neyin önemi kalıyor ki?

Emine ve kocasının, bir gazete haberinden öğrendiğimiz hikayesi şöyle:

“Ankara Altındağ’da Yenidoğan semtinde oturan Emine Özdemir ve Levent Karakaya, 2006’da birbirlerine âşık oldu. Emine o zaman 15, Levent ise 18 yaşındaydı. Kızın yaşı küçük olduğu için aile evlenmelerine izin vermedi. Gençler birlikte kaçtı. Emine’nin annesi Derya Özdemir, “Kızımı kaçırdılar” diye şikâyetçi oldu. Ancak aile büyüklerinin araya girmesiyle iş tatlıya bağlandı. Emine’nin annesi şikâyetini geri çekti. Genç çifte düğün yapıldı. Evlendiler, mutlu bir yuva kurdular. Seda ve Fırat adında iki çocukları dünyaya geldi. Ancak, markette asgari ücretle çalışıp evini geçindiren Levent’in peşini kamu davası bir türlü bırakmadı. Geçen 20 Şubat’ta (yani 2015’in Şubat’ında. O yıl Emine 24, Levent 27 yaşındaydı. Evliliklerinin üzerinden 9 yıl geçmişti.) 8 yıl 4 ay hapis cezası kesinleşince tutuklanan Levent Karakaya, Ankara Yenikent Cezaevi’ne konuldu. 9 yıl sonra gelen bu şok mahkeme kararı yüzünden genç kadın iki çocuğuyla birlikte ortada kaldı.

Aylık 400 TL olan kirayı ödeyemedi. Üç kira birikti. Ev sahibi ‘çık’ deyince, çaresiz evindeki eşyaları yok pahasına sattı. Emine Karakaya, daha sonra, iki çocuğuyla birlikte, pazarcılık yaparak geçinen babasının evine yerleşti. Genç kadın 8 Haziran günü eşini ziyaret için Yenikent Cezaevi’ne gitti. Üzülmesin diye ona dışarıda yaşadığı sıkıntıları söylemiyordu. Duygusal geçen ziyaretin ardından cezaevi kapısında fenalaşan genç kadın yere yığıldı. Emine, yapılan müdahalenin sonrasında eve gönderildi. Dinlenmeye çekildi. Ama kimseyle konuşmuyor, sürekli uyuyordu. Üzüntüden felç geçirdiği, sol tarafının tutmadığı anlaşıldı.

Ankara Numune Hastanesi’ne kaldırılıp tedaviye alınan Emine Karakaya 3 gün önce aniden fenalaştı. Yoğun bakıma kaldırılan kadının beyin ölümü gerçekleşti. Cezaevindeki Levent Karakaya’ya durumu akrabaları anlattı. Önceki gün tutuklu bulunduğu cezaevinden jandarmalar eşliğinde Ankara Numune Hastanesi’ne getirilen genç adam yıkıldı. Levent Karakaya, beyin ölümü gerçekleşen eşini 20 dakika ziyaret etti. Ardından yeniden cezaevine götürüldü. Babası Murtaza Özdemir ve annesi Derya Özdemir ise çaresiz, kızları Emine’nin başında beklemeye devam etti. Geride ise dul bir koca, iki küçük çocuk, yürekleri yanan akrabalar ve acı bir hikâye kaldı.”

*

Bu acı hikayeden 4 bin tane daha var.

Habere dikkat ettiniz mi? “Kamu davası” diyor. Yani, hiç kimse şikayetçi değil ama “hukukumuz” Levent’in yakasına yapışıyor. Çünkü “feminizm” hukukumuzun yakasına yapışmış. Leventleri hapse attırıncaya, Emineleri öldürünceye kadar da bırakmayacak.

Erken evlilik mağdurları; çocuk haklarının, kadın haklarının, yaşlı haklarının, insan haklarının iğrenç bir yalan olduğunu ifşa ediyor.

Emine ölmüş, kadın hakları savunucularının umrunda mı?

Çocuklar; anaları ölmüş, babaları hapse atılmış, yetim ve öksüz kalmışlar, çocuk hakları savunucularının umrunda mı?

Büyük anne-büyük babalar, kızları/gelinleri ölmüş, damatları/oğulları hapiste, yanıp yakılıyorlar, insan hakları savunucularının umurunda mı?

Emine Karakaya’yı Google’da aratırsanız, dünyanın bütün Emineleri çıkıyor ama Emine Karakaya çıkmıyor. Twitter’da arattım, dünyanın bütün Emine Karakayaları çıkıyor, Emine Karakaya çıkmıyor. Hatta, EMİNEM grubu çıkıyor, Mahmut Karakaya, Ferhat Karakaya (isimleri değiştirdim) çıkıyor, Emine Karakaya yok. Emine’nin sosyal medyada ölüsünü bile bulamıyorsunuz. Asıl sorun bu zaten. Emine’yi yasalarla öldürdüğümüz yetmiyor, onu kendi aramızda da öldürüyoruz. Onu hatırlanmaz kılıyoruz. Emine ölmeye devam ediyor.

Dünyanın bütün riyakarlıklarını şu üç kavramda bulabilirsiniz: “İnsan hakları”, “kadın hakları”, “çocuk hakları”.

İşte Emine Karakaya, bu riyakarlığı ifşa ediyor ve onun gibi 4 bin tanesi daha.

Buradan Emine’ye sesleniyorum:

Kimsenin umurunda değilsin Emine. Hiç kimsenin. Sen de çocukların da anne-baban da… Kocan zaten değil; “Daha da beter olsun…” (Haberde dikkatinizi çekmiştir, karısının cenazesi için Levent’e “20 dakika” izin vermişler. Sonra tekrar hapishaneye…).

Dünyanın bütün Leventlerini onun yanına göndermeye, dünyanın bütün Eminelerini senin yanına göndermeye ahdetmiş bir hukukumuz var.

“Hukukumuz” dediysem, yanlış anlama. Yüzünü hiç görmediğimiz adamlar, hiç gitmediğimiz Brüksel’de yazdılar bu kuralları. Sonra bizim de hukukumuz oldu.

Kadın hakları mı? Onlar ne mi düşünüyorlar: “Olmaz olsun senin gibi kadın.”

Olmaz oldun ya zaten!

Senin hiç bir pazarlık gücün yok Emine.

Haberini yapan gazete bile senin için şöyle demiş: “Çocuk Gelin.”

Şunu iyice bil Emine: Onlara göre “çocuk” olman sorun değildi, “gelin” olman sorundu. O yüzden başına geldi bunlar.

Senin arkandan “ah” diyecek bir tek kadın hareketi yok bu dünyada. Senin tezini yazdıracak bir tek akademisyenimiz yok. Dünyanın en ipe sapa gelmez konularını tartışmaya devam ediyoruz.

Yalnızsın, bunu iyice bil. Onların aradığı “kadın” sen değilsin. Görüyorsun, “kadın hakları sopası” nasıl da şaklamaya devam ediyor, geride bıraktıklarının sırtında.

Bu hukuka göre, senin bir hayvan ölüsü kadar değerin yok.

Senin bir köpek kadar değerin yok Emine. Bizi “neler için” ağlattıklarını görüyorsun. Bizim sadece hukukumuz değil, acılarımız da ele geçirilmiş; merhametimiz, öfkemiz, korkumuz da ele geçirilmiş. Küresel vampirler neye üzülmemizi istiyorlarsa ona üzülüyor, neye öfkelenmemizi istiyorlarsa ona öfkeleniyor, neye merhamet etmemizi istiyorlarsa ona merhamet ediyoruz. O yüzden sana sıra gelmiyor. Düşünebiliyor musun Emine, seni bizim merhametimizle görünmez kılıyorlar!

Tam bu satırı yazdığımda sadece “köpek” yazıp Twitter’dan arattım. İlk sırada ne çıktı biliyor musun: “Hatay-Dörtyol’da bir sokak köpeğinin yaşadığı dram.”

Ama daha da ilginci, birkaç tweet sonra, 4 bin yıl önce, Sümer Kralı Ur-Namma’nın yazdığı bir tabletin üstündeki bir köpeğin ayak izleri!

4 bin yıl önce yaşamış bir köpeğin ayak izleri kadar değerin yok.

Öldün Emine, gerçekten öldün. 4 bin yıl önce yaşamış bir köpeğin ayak izi kadar da yoksun aramızda.

*

Biz, seni öldüren bu hukuktan yana değiliz. 

Bu riyakar duygusallıktan yana değiliz.

Biz senden yanayız. 

*

Ülkemizin bütün “yerli ve millilerine” sesleniyorum:

Emine’yi unutmayın. Çünkü o sizi asla unutmayacak.

Bize en çok söylediğiniz şeyi, Emine’nin hatırası için, bir kez de biz size söylüyoruz: “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın!”

Emine’yle karşılaşacağınız gün gelmeden bu zulme bir son verin. 

*

“Hangi suçtan dolayı öldürüldü?” diye sorulduğu zaman… (Tekvir, 8-9)

9 Eylül 2018 Pazar

Batı tarafından hacklenmek: 2053'te Türkiye nasıl bir ülke olacak?

Aşağıda, Kocatepe Üniversitesi öğretim üyesi ve islamianaliz.com sitesi yazarı Mücahit Gültekin’in hayatî önemi haiz tesbitlerini içeren bir yazı bulacaksınız. Bu yazıya daha önce de dikkat çekmiş ve Twitter’dan bağlantı vermiştik. Ancak sun’î gündemlerin peşinde savrulup duran kamuoyunda böyle ikazlara lâyık olduğu ehemmiyetle kulak vermek ve üzerinde uzun uzadıya düşünmek gibi bir âdet pek yaygın olmadığından, bu defa yazıyı bütün halinde burada iktibas ediyoruz. Okuyuculardan ricamız, http://www.islamianaliz.com/yazi/bati-tarafindan-hacklenmek-2053te-turkiye-nasil-bir-ulke-olacak-3626#sthash .57bJqSEO.EQgOZzdO.dpbs adresinden aslına ulaşabileceğiniz bu yazıyı okumak için ne yapıp yapıp hiç değilse yarım saatlerini ayırmaları, sonra yazıyı satır satır ve dikkatle, not alarak ve hiçbir ayrıntıyı kaçırmamaya çalışarak okumalarıdır. Okuyucularımız, ayrıca, gerek bir bütün olarak islamianaliz.com sitesinde, gerekse Mücahit Gültekin‘in bu sitedeki diğer yazılarında, ülkemizin ve ümmetin kaderini ilgilendiren gelişmelerle ilgili olarak kaçırılmaması gereken pek çok önemli tesbitler bulacaklardır.

MÜCAHİT GÜLTEKİN

Yazıya başlamadan önce okuyucularımızdan (hoşgörülerine sığınarak) iki istirhamım var:

Birincisi, yazı biraz uzun oldu, mümkünse lütfen sonuna kadar okuyun.

İkincisi, 15 dakikalığına olsun yazdıklarımı güncel politikanın etkisinden sıyrılarak okumaya çalışın.

Bir de kısa bir not: Yazı içinde bazı linkler veriyorum. Link verdiğim yerlerde lütfen önce linkteki görüntüleri izleyin. Bu linklerdeki görüntülerin rahatsız edici olduğu uyarısında da bulunayım. İzlemeye gücünüz yetmese de, izlemeye çalışın. Gücünüzün yetmeyeceğini düşünseniz bile, belki de yakın bir gelecekte zaten, kendi sokaklarımızda, okullarımızda ve caddelerimizde bu görüntülere tanık olacaksınız. Yazı sonunda verdiğim linkleri ise yazı bittikten sonra inceleyebilirsiniz.

 

Ex Machina (2004) filminde şöyle bir diyalog geçer:

-Çünkü test başarılı olursa sen insanoğlunun tarihindeki en büyük bilimsel olayın tam merkezinde olacaksın.

-Bilinçli bir makine yarattıysan ona insanoğlunun tarihi denmez, tanrıların tarihi denir.

*

Desmond Napoles 10 yaşında bir erkek çocuğu. New York’ta yaşıyor. LGBTQ topluluğunun aktif üyesi.

Desmond, 6 yaşındayken Karlar Ülkesi isimli animasyon karakteri Kraliçe Elsa’yla tanışmış. O zamandan beri kız elbiseleri giymeye başlamış. Zaten 5 yaşlarındayken bile Barbie bebeklerle oynamayı severmiş. Kraliçe Elsa, Desmond’un bütün hayatını değiştirmiş. Anne-babasından alışverişe gittiklerinde prenses kostümleri istemeye başlamış.

Anne-babası durumu bir terapiste danışmışlar. Terapist onlara, hiç bir şey yapmamalarını, doğal gelişimini desteklemelerini, oyuncak ve aktivitelerinde kendi zevklerini keşfetmesini tavsiye etmiş.

Desmond’un anne babası da öyle yapmış.

Desmond daha sonra, RuPaul adlı müzik grubuyla bir klipte oynamış. 2015’te (8 yaşındayken) Eşcinsellik Onur Yürüyüşü’ne katılmış. New York’ta çocuklar için bir kulüp kurmuş. Kulüpte amacı, gençlere ilham vermek, moda da yeni bir çizgi oluşturmakmış.

Kulübün adı, Haus of Amazing. Sloganı: “Sadece Sen Kendini Oluşturabilirsin”

Anne-babası Desmond’u destekliyormuş.[1] Annesinin arkadaşları onun “yolculuğu” adına Face’te bir hayran sayfası kurmuşlar.

Desmond, drag queen[2] olarak anılıyor.

(Dailymail’de Desmond hakkında başka bilgiler de veriliyor. Desmond’un nasıl bu hale getirildiği şüphesiz gizemini koruyor.)

Dailymail’de çıkan habere ve Desmond’un fotoğraflarına şu linkten ulaşabilirsiniz: http://www.dailymail.co.uk/femail/article-5228857/A-10-year-old-drag-queen-founded-drag-club-kids.html

Desmond’un New York’ta “2017 Eşcinsel Yürüyüşü” ne katıldığı görüntüler için: https://www.youtube.com/watch?v=sEflH-gkvaska

Desmond, RuPaul ile birlikte: https://www.youtube.com/watch?v=mjvJhcCvIwA&t=6s

Eşcinsellere destek için çocukların yaygın olarak kullanıldığı ve çocukların cinsel yönelim hakkında eğitildiği başka pek çok örnek bulunuyor.

Bir örnek için bakınız: https://www.youtube.com/watch?v=OpxVs7UebyM

Ara Not: Cinsel Yönelim: Bir kişinin cinsel arzusunun, hemcinsine, karşı cinse ya da her ikisine birden yönelebileceğini anlatmak için kullanılan kavram. Gay, lezbiyen ve biseksüel kavramlarını içerir. İstanbul Sözleşmesi’nin 4. maddesi cinsel yönelimi legal güvence altına alır. 6284 Sayılı Kanun’un 2. maddesi, bu kanunun İstanbul Sözleşmesi’ni esas aldığını belirtir.

*

Desmond’un Daily Mail’de haberinin çıktığı günlerde (2 Ocak 2018), Yuval Harari de Davos’ta konuşuyordu. 23-26 Ocak 2018 tarihinde yapılan Davos Zirvesi’nde konuşan Harari[3] gelecekte bildiğimiz insan türünün sonunun geleceğini, yeni bir türle karşılaşacağımızı anlatıyor.[4] İnsanın gelecekte “beden, beyin ve zihin” tasarımı yapabilen yeni bir tür tarafından yönetileceğini söylüyor. İnsanın geleceğine “veri”ye sahip olanların hükmedeceğini belirten Harari, veriyi kontrol edenlerin yaşamı da kontrol edeceğini söylüyor. Veriye sahip olan bir kaç elin hükmü altındaki dünyada, insanlığın sınıflara ayrılmayacağını “farklı türlere” ayrılacağını vurguluyor.

Harari’nin konuşmasının belki de en çarpıcı noktası şurası: “Veri önemli” diyor Harari ve şöyle devam ediyor: “Çünkü öyle bir noktaya ulaştık ki, sadece bilgisayarları hacklemiyoruz, insanlığı ve diğer organizmaları da hackleyebiliyoruz.”[5]

Makinelerin hacklenmesinden bahsetmediğini tekrar vurgulayan Harari, “İnsanı hacklemek için” iki şeye ihtiyaç olduğunu söylüyor:  Çok büyük bir hesaplama/programlama gücüne ve çok fazla dataya/veriye; özellikle biyometrik veriye…

“Ne aldığımın ya da nereye gittiğimin datası değil, bedenimin ve beynimin içinde neler olduğunun datası” diyen Harari bunun geçmişte olmayan bir şey; yeni bir durum olduğunu söylüyor. Geçmişte istihbarat servislerinin bizim ne yaptığımızı, nereye gittiğimizi ve ne söylediğimizi bilse de yine de bedenimizde ve beynimizde neler olduğunu; nasıl hissettiğimizi ve ne düşündüğümüzü anlamlandıracak hesaplama ve biyolojik bilgiye sahip olmadıklarını belirtiyor. Bilgisayar ve biyoloji bilimindeki gelişmelerin şimdi bunu yapabilme imkânı verdiğini ifade ediyor. Bu iki bilim birleşince “elde ettiğiniz şey insanı hackleme becerisidir” diyor.

Harari canlı organizmaların biyolojik algoritmalar olduğunun altını çiziyor ve ekliyor: “Bizler bu algoritmaları nasıl çözeceğimizi öğreniyoruz.”

Biyometrik sensörler vasıtasıyla bedendeki ve beyindeki biyokimyasal işlemlerin bilgisayarlarda elektronik sinyallere çevrileceğini belirtiyor. Tam bu noktada Harari, bu yolla her hangi biri hakkında edinilecek bilginin, o kişinin kendisi hakkında bildiğinden daha fazla olacağını söylüyor. Konuyu açıklamak için seçtiği örnek ilginç: “Bir örnek vermek gerekirse 21 yaşıma geldiğimde, pek çok yılı reddederek geçirdikten sonra gay olduğumu farkettim… Pek çok erkek uzun yıllar bunu inkâr ederek yaşamakta ve kendileri için önemli olan bir şeyi bilmemekteler.”

Şimdi Harari’nin şu söylediklerini dikkatlice okuyalım:

“10 ya da 20 yıl içinde herhangi bir gence, algoritmaların, bu durum ne kadar hassas olsa bile, tam olarak ne olduğunu ‘gay ya da değil’ spektrumu içinde söylediğini bir düşünün. Algoritma göz hareketlerinizi, kan basıncınızı, beyin faaliyetlerinizi takip edip size kim olduğunuzu söyler.”

Harari, konuşmasının devamında, “Belki siz kişisel olarak böyle bir algoritmayı kullanmak istemeyebilirsiniz.” dedikten sonra; fakat siz kullanmak istemeseniz bile, bundan yine de kaçamayacaksınız, diyor.  Çünkü, Harari’ye göre, örneğin okulumuzdaki herhangi biri insanların cinsel yönelimlerini belirleyen böyle bir algoritmaya sahip olacak. Siz buna direnseniz bile, Harari’nin ifadesiyle: “Sınıf arkadaşlarınızdan ve kendinizden saklanmaya devam etseniz bile, Amazon’dan, AliBaba’dan ve gizli polisten gizlenemezsiniz. İnternette gezindiğinizde, videolar izlediğinizde ya da sosyal beslenmenizi çek ettiğinizde algoritmalar göz hareketlerinizi, kan basıncınızı ve beyin faaliyetlerinizi izlemekte ve onlar bilecekler. Onlar Coca Cola’ya şöyle derler, bu kişiye Cola’yı satmak istiyorsan, ‘Gömlek giymeyen kız reklamını değil, gömlek giymeyen erkek reklamını kullan.'”.[6]

Harari, bizi bizden daha iyi bilen algoritmaların arzularımızı tahmin edebileceğini ve duygularımızı manipüle edebileceğini ifade ediyor ve ekliyor: “Ve hatta benim adıma kararlar alabilirler.”

Harari, meselenin aslını konuşmasının sonlarına doğru açıklıyor. Ona göre, canlı organizmanın hacklenmesi insanlık tarihinin en büyük devrimi olacaktır. Şu ana kadar canlı yaşamı, organik biyokimyanın kanunlarına göre yürümüştür. Ama şimdi bu durum değişmek üzeredir. Bilim, doğal seleksiyon ve evrimin yerine “akıllı tasarımı” getirmektedir. Harari, bir yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için şu vurguyu yapıyor: “Bu akıllı tasarım, göklerdeki bir tanrının tasarımı şeklinde değil, bizim kendi akıllı tasarımımız.” Ona göre, gelecekte küçük bir elit grup, gelecekteki yaşam formlarını biçimlendirebileceklerdir. Harari konuşmasında anlattığı şeylerin bugün Amerika’da ve kendi ülkesi olan İsrail’de yapılmaya başlandığını belirtiyor.

Harari, konuşmasında farklı yerlerde yaptığı vurguyu yeniden yapıyor. Ona göre, bugün pek çok kimse verinin kontrolü denildiğinde alış-veriş, gizlilik mahremiyet gibi konuları anlıyor. Hâlbuki bu buzdağının görünen yüzü. Verinin kontrolü canlılık ve yaşamın kendisinin yeniden düzenlenmesini sağlayacak yeni bir güç var ediyor.

Harari’nin söyledikleri özetle şu anlama geliyor: “Örneğin, sizin cinsel yöneliminizi, sizi sizden daha iyi bilen infotek ve biyotek karışımı bir makine size söyleyecektir ve makinenin söylediği sizin söylediğinizden daha kesin ve dolayısıyla daha güvenilir olacaktır ve siz bu makinenin sizin hakkınızda vereceği karardan kaçamayacaksınız. Artık Tanrı’nın kanunları içinde hareket etmeyeceğiz. Yaşamın ve canlılığın kanunlarını biz kendimiz yapacağız”.

Harari Davos’ta konuşmasını yaptığı ay, Türkiye’de, 9 Ocak 2018’te yayınlanan bir haberin başlığı şöyleydi: “Gay İmam: Eşcinsel Dostu Camiler Açılmalı”. Bu konuya, yazının son bölümünde yeniden değiniyoruz.

*

30 Mayıs 2015 tarihinde bana gelen bir mailde, küresel güçlerin niçin eşcinselliğe bu kadar yoğun bir emek harcadığı, azınlık bir grup olmalarına rağmen niçin bu konuda ciddi politikalar uygulandığı sorulmuştu. Bir gün sonra şöyle bir cevap vermiştim (yazdığım maili olduğu gibi aktarıyorum):

Eşcinsellik küresel bir proje… Neden bu projeye bu kadar ciddi bir yatırım yapıyorlar? Çünkü bana göre bu projenin köklü politik sonuçları var. Kur’an’ın “Ateşe çağıran önderler” dediği bir grup/odak/karar verici bir merkez var. Bu merkezin çok önemsediği bazı projeler var. Bunlar arasında;

* Ölümsüzlük/antiaging

* Yapay zekâ/slikon beyinler/laboratuvar ortamında üretilmiş şuur/bilinç

* İnsan kopyalama/yaratma

* Geleceği okuma/bilme/kontrol altına alma

* Düşünceleri okuma/sinelerde saklı olanı bilme

Bu projelerin ortak bir yönü “elektronik yazılım” ve “genetik” merkezli projeler olmasıdır. Yazılım, fiziksel/mekanik programlamayı, genetik ise organik yazılımı/programlamayı içeriyor. Bu projelerin bir diğer ortak yönü Allah’ı (el-İlah=Allah) ilah yapan ve insanda olmayan vasıfları hedeflemesidir. Allah’ın sıfatlarından bazıları insanlarda da vardır ama sınırlı olarak… Örneğin habir sıfatı insanda da vardır ama sınırlıdır. İnsan herşeyi haber alamaz. Örneğin Allah En’am Suresi’nde “Gaybın anahtarları O’nun katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve her şey) apaçık bir kitaptadır. “ diyor.

Bu el-ilah olmanın bir gereğidir. İnsanoğlunun yeryüzünde kurduğu hiç bir haber alma (istihbarat) teşkilatı bu kapsamda olamaz. Ama bir gün gelir siz de bu bilgiye sahip olursanız, ilahlık iddianızın altını doldurabilirsiniz… O yüzden yaşadığımız çağa “bilgi çağı” deniyor. Küresel düzen kurucular, bilgiye ve bilmeye bu sebeple çok büyük önem veriyor. “Her yerde hazır ve nazırız” diyebilmeleri için bu gereklidir. Şimdilik bu düzeyden çok uzaktalar. Ama şeytan onları ümitlendiriyor. Örneğin facebook ve cep telefonu, elektronik yazılımı olan arabalar vs. vasıtasıyla bizim nerede olduğumuzu, konumumuzu bilebiliyorlar. Ya da elektronik çipi olan kimlik kartlarına sahip olduğumuzda kimlik kartımız yanımızda olduğu sürece nerede olduğumuzu bilme imkânına sahip olacaklar. Ama insana bütünleşik (deri altına ya da bir organa entegre) çip şeklinde kimlik kartları olunca her an nerede olduğumuzu bilecekler. Bu kimlik kartları muhtemelen harekete, sese, kokuya ve düşünceye duyarlı olacaklar (ne de olsa onlara göre düşününce beynimizde bazı hareketlilikler oluyor, vücudumuz bazı kokular yayıyor ve bazı kimyasallar harekete geçiyor) dolayısıyla yaptıklarımızdan haberleri olabilecek. Şimdilik bunu bazı alanlarda deniyorlar. Örneğin kredi kartları vasıtasıyla benim bu akşam eve kaç kilo prinç, kaç tane ekmek aldığımı bilme imkânına sahipler.

Şimdi, sorun şu ki; şu anda yaptıkları Allah’ın kurmuş olduğu düzende yaramazlık yapmaktan başka bir şey değil. Bazı ufak yaramazlıklar yapabiliyorlar. Ama ümit ettikleri (şeytan onları bu yönde oldukça motive ediyor), kendi kurdukları bir düzeni var edebilmek. Yani sadece kurulu düzende yaramazlık yapmak değil; düzeni yeniden kurmak istiyorlar. Eşcinsellik bu bağlamda düzeni değiştirmenin (cinselliğin kanunu) mikro bir uygulaması… Bana göre onlar tarih boyunca bazı insanlarda ve topluluklarda eşcinsel eğilimler olduğunu farkettiklerinde bunun doğuştan getirilebileceğini de düşündüler. Yani onlar “yönelim” kelimesini şimdilik bir iddia olarak dillendirseler de, altını doldurmaya çalışacaklardır. Çünkü sonuçta yaratılışa müdahale edebildiklerini gördüler.

Örneğin babasız çocuk yapabileceklerini gördüler. Diğer taraftan çocuk doğmadan önce cinsiyetini seçebilme yönünde de bazı yöntemler üzerinde çalışıyorlar. PGT olarak bilinen bir yöntemle bunun yapılabildiği bildiriliyor. O zaman şu soru ortaya çıkıyor: Çocuk doğmadan önce cinsel yönelimi de belirlenebilir mi? Burada ana sorun bir kişiyi heteroseksüel yapan fiziksel kuralı bulabilmek… Onların kafası şöyle çalışıyor: Kanunu bulabilirsek kanuna müdahale de edebiliriz. Evrende her şey bir kanun üzerine bina edildiğine göre önemli olan kanunu bulabilmek… Böyle bir durumda muhtemelen çiftler, çocuklarının cinsel yönelimini belirlemek için uzmanlara başvuracaklar. En azından çocuğunun eşcinsel olmasından çekinen çiftler heteroseksüel olması için önceden müdahale ihtiyacı duyacaklar…  Belki bazıları da eşcinsel olmasını isteyecekler… (Bazı kişilerin çocuğum eşcinsel olmasın diye uzmanlara başvurması, eşcinsellerin de -eşcinsellerin nasıl çocuğu olacak açıklayacağım- çocuğum eşcinsel olsun diye uzmanlara başvurmasına haklılık kazandıracaktır.) Dolayısıyla cinsiyeti de, cinsel yönelimi de planlama gücünü elde edecekler. Kaldı ki, çocuğun olma biçimini şimdilik kısmen belirleme imkânına sahip olduklarını düşünüyorlar.

Bir diğer nokta ise şu: Eşcinsellik görece olarak daha yaygın bir sapkınlık. Ama cinsel yönelim onların kafasında asla sadece eşcinsellik olarak yer almıyor. Cinsel yönelim niçin sadece hemcinsler arasında ve yetişkinler için sınırlandırılsın ki? Örneğin doğuştan pedofili, doğuştan nekrofili, doğuştan zoofili… olmaması için bir sebep var mı? Sonuçta cinselliğin amacı üremektir; haz bu amaca hizmet ediyor. Eğer üreme bir başka şekilde sağlanabilirse, evlilik gibi heteroseksüel bir ilişkinin dışında sağlanabilirse, örneğin eşcinsel bir çift (erkekse) yumurta bankasından[7] (neden olmasın?) sipariş ettikleri bir yumurtayla (belki de eşcinsel çiftin sperm karışımıyla) döllenerek her ikisinin bir çocuğu olmuş olur. Kadınlar için şimdilik bu sorun çözülmüş görünüyor zaten (çocuğun kız olma şartıyla)… Dolayısıyla üreme ve haz iki ayrı konu olmuş olur. Üreme için farklı seçenekler, haz için farklı seçenekler söz konusu olabilir.

Peki bütün bunlar neyi sağlıyor? Yani üreme biçimini, cinsiyeti ve cinsel yönelimi planlayabilmek?

Şimdi bir an için bütün bunları planlayabildiklerini düşünelim. Dünya nasıl olur? Üremenin ve cinsel hazzın plüralist bir tablosunu elde ederiz. İnsan topluluklarını oluşturan geleneksel düzen değişmiş olur. Yeni bir düzen ihtiyacı ortaya çıkar. Dinler kurulu düzen/ilahi düzenle uyumlu kurallara programlara sahiptir. Kurulu/geleneksel düzenin dışında bir düzenekle karşılaştıklarında problem yaşıyorlar.

Örneğin, taşıyıcı annelik uygulaması, ilahi dinlerin boş bulundukları bir uygulamayı temsil ediyor ve onlara göre dinin cevapsız bıraktığı bir şeyi ifade ediyor. Dinlerin bu uygulama karşısında afallaması onların hoşuna gidiyor. Asıl noktaya tekrar gelirsek, üremenin ve cinsel hazzın çoğulculaştırılması, yani bir erkek-kadın çiftinden oluşan geleneksel haz ve üreme düzenin bozulması yeni kurallar ve yeni bir düzen demektir. Yani homoseksüel, pedofilik, zoofilik vs. “aileler” olmuş olursa ve bunlar da doğuştan getirilebilirse, dinlerin hem karşısında hem de boş bulunduğu bir gerçekle toplum yüzleşmiş olur. Düzen değişirse geleneksel kanunların hepsi radikal bir şekilde yeniden düzenlenebilir.

Örneğin böyle bir dünyada ekonomi, hukuk, siyaset, kültür, sanat vs. köklü bir değişime gidecektir. Burada şöyle bir soru sorulabilir: Zaten şu anda adamlar kendi kurallarını uyguluyor, niye buna ihtiyaç duysun ki? Evet şu anda kendi kurallarını uyguluyorlar ama daha önce ifade ettiğim gibi kurulu düzen içinde kendi kurallarını uyguluyorlar. Yani düzeni kendileri kurmuş değil, mecburen düzenin işleyişine boyun eğmek zorundalar. Örneğin üreme için daha önce kadın-erkek birlikteliğine ihtiyaç vardı. Dolayısıyla kadın-erkeğin birlikteliği geleneksel/evrensel olarak aile kurumunu gerekli kılıyordu. Yani aile bir bakıma toplumsal yapının geleneksel üreme düzeninin “dayatılmış” bir kurumuydu. Burada en fazla şunu yapabilmek mümkündü: Nikâh akdiyle oluşmamış birliktelikleri de aile saymak… Dolayısıyla anne ve babanın somut olarak belli olduğu düzenin gerekliliklerini karşılayacak kurallar koymak zorundasınız. Yani kuralları yine siz koyabilirsiniz ama bu gerekliliğe göre koymak zorundasınız. Bu “gereklilik” dediğim şey can sıkıcı bir şey. Bu gerekliliği gerekli olmaktan çıkarırsanız bambaşka kurallar da devreye girebilir. Örneğin babasız çocuk yapabilmek mümkün olursa, babanın olmadığı bir “anne-çocuktan” oluşan ailenin kuralları bu gerekliliğe hapsolmayacaktır.

Burada yeniden, sizin belirlediğiniz bir düzenin kurallarını koymak, ilahi olandan arındırılmış bir şekilde daha çok “size” ait olacaktır. Hele hele anneye de ihtiyaç olmadan bir çocuk yapmak mümkün olursa o zaman işte gerçek bir tanrılık iddiası söz konusu olabilir. Ya da şöyle düşünelim, ölüleri diriltebilmek mümkün olsaydı, örneğin cinayet suç olmaktan çıkabilirdi. Ölüm diye bir şey olduğu için cinayetle ilgili yasalar düzenlemek “zorunda” kalıyoruz.

Şimdi bütün bunlar sonuçta “iktidar” kavramıyla açıklanabilir. İki soru burada önem kazanıyor. Birincisi bunların yapılabilirliği nedir? İkincisi bunları yapmanın insanoğluna maliyeti nedir? İki soru birbiriyle ilişkilidir. Çünkü bir şeyin yapılabilir oluşu, maliyetle de ilişkilidir. Yani bir olmazı oldurabilirsiniz ama onu oldurmanın maliyeti o kadar ağır olur ki, oldurabilmenin sürdürülebilirliği kalmaz. Varsayalım ki, ölümsüzlüğü bulduk. Kaynak ve yer sorununu çözemezseniz, bunun sürdürülebilirliği olmaz. Ya da yaşlanmayı durdurdunuz, ortaya çıkacak bazı sorunları çözmek zorundasınız (İn time/zaman karşı ve ada filmlerini izlemenizi tavsiye ederim).

“Yapılabilirlik” ile “yapabilmenin sonuçlarını” birbirinden ayırmalıyız. Bizim klasik/geleneksel görüşte bazı şeylerin yapılamayacağı düşünülüyor. Ama bence bunların en azından bazılarında yanılıyorlar. Örneğin klasik ulema aya çıkılamayacağı yönünde bazı Kur’an ayetlerine dayanarak karar bildirmişler. Ama çıkıldı. Benim anladığıma göre, kuralı/Allah’ın sünnetini değiştiremezsinizin anlamı, Allah’ın kuralını değiştirirseniz, başka bir kuralın devreye girmesini engelleyemezsinizdir. Eğer fıtrata uygun kuralları değiştirirseniz, bu ifsada neden olacaktır; kural budur. Müslümanlara düşen de bu ifsada karşı durmaktır. “(Resûlüm,) Sen yüzünü hanîf olarak dine, Allah insanları hangi fıtrat üzere yaratmış ise ona çevir. Allah’ın yaratışında değişme yoktur.  İşte dosdoğru din budur; fakat insanların çoğu bilmezler” (Rum 30).

*

Ben bu maili yazdığımda henüz Michio Kaku’nun “Zihnin Geleceği” ve Thomas Lemke’nin “Biyopolitika” kitabını okumamıştım. Kaku, kitabında, insan zihninden geçenleri okuyabilen bir makine yapıldığını (henüz ilkel düzeyde de olsa) söylemektedir. Lemke ise insanı gözetleme tekniklerinin “yaşamı denetleme” gibi bir imkan sunduğunu yazar: “Biyoteknolojik yeniliklerin etkisi hayat sürecinin dönüştürülebilir ve giderek artan derecelerde denetim altına alınabilir olduğunu göstermiştir; bu düşünceye göre insanın dokunmadığı bakir doğa düşüncesi köhneleşmiştir.”

*

Bütün bu olup biten gelişmeler ne anlama geliyor? Bütün bir insanlığı ve tabii ki Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor?

Öncelikle şu tespiti açıklıkla yapabiliriz: Türkiye halkı Batı’nın bütün kültürel/bilimsel operasyonlarına açık bir ülkedir. Dahası, Türkiye’de siyasal ve kültürel elit (çok az bir kesim hariç) yukarıda anlattığımız hemen hiç bir gelişmeyle yeterince ilgilenmemekte, bu operasyonlara karşı halkı bilgilendirmemekte, bu operasyonlara karşı direnmemektedir. Cemaatlerin ve hocaefendilerin durumu ise çok daha vahim.

Özellikle, “kadın hakları”, “çocuk hakları”, “insan hakları”, “hayvan hakları” “cinsiyet eşitliği” gibi kavramlara dayanan “hukuk” eliyle ülke insanı formatlanmaktadır.

Tanzimat ve Islahat Fermanı’yla başlayan “hukuki” metinlerle Türkiye’yi dizayn etme süreci bugün TMK ve TCK’daki değişiklikler, İstanbul Sözleşmesi, 6284 Sayılı Kanun, Hayvanları Koruma Kanunu, Cinsel İstismar Yasa Tasarısı gibi hukuki metinlerle devam ediyor.

Bu kanunlar ve sözleşmeler sonucunda Türkiye’nin geldiği durumu bir kaç maddeyle özetleyebiliriz:

1. Aile dağıtılıyor. Kadın kocasından, koca çocuğundan ayrıştırılıyor. Kısa bir süre sonra çocuk da annesinden ayrıştırılacaktır. Aile kamu denetimine açıldığı gibi, çocuğun kamulaştırılması da söz konusu olacaktır. 6284 Sayılı Kanun tamamen ailenin yok edilmesi amacına yönelik hazırlanmıştır.

2. İnsan ve hayvanın ontolojik olarak eşitlendiği bir düzen kuruluyor.

3. Cinsellik yaşı düşüyor ve çocuklar LGBT kurumlar tarafından “ayrımcılık yapmama, nefret söylemine karşı bilinçlendirme, toplumsal cinsiyet eşitliği hakkında bilgilendirme” bahanesiyle eşcinselleştiriliyor. Örneğin, 2005’te kurulan Türkiye’nin ilk eşcinsel derneği KAOS GL iki aylık bir dergi de yayınlıyor. 1994’ten beri çıkan derginin Mayıs 2017 sayısı “çocuk” temasına ayrıldı. Ayrıca dernek 2014 yılında“LGBT Çocuklar İçin Ne Yapmalı? LGBT Çocuklar İle Çalışan Öğretmenler İçin Kılavuz Kitabı” başlıklı bir çalışma yayınladı.[8]

Çalışmada “Okullarda LGBT Öğrenciler ve Aileleri İle Çalışmada Dikkat Edilmesi Gereken Noktalar” başlıklı bölüm öğrencileri iki farklı grup altında ele alıyor: “Ergenler” ve “Küçük Yaştaki Çocuklar”. Küçük yaştaki LGBT çocukların aileleriyle iletişimde şunlara dikkat edilmesi isteniyor:

“Öncelikli olarak aileyi doğru bilgilendirmek gerekir. LGBT kişiler ile ilgili bilimsel ve yönlendirici olmayan bilgiler verilmemesine dikkat edilmelidir. Ailenin hemen kabullenmesini beklememek gereklidir. Bu süreç içerisinde aileye sürekli destek verilmelidir. Ailenin şiddet uygulamasını, dışlamasını engelleyici çalışmalar yapılmalıdır. Bu çalışmaların, ailenin, çocuğu kabullenmesi ve korumaya başlamasını sağlamaya dönük bir şekilde yürütülmesi gereklidir.”

4. Ülkemizde çocuklar manken olarak kullanılıyor ve çocuk mankenlerin kullanıldığı defileler yapılıyor. Bunun için daha önce kaleme aldığımız İstanbul Kids Fashion ve Yapısal İstismarın Görünmez Kılınışı yazımıza bakabilirsiniz.

5. Eşcinsellik, Anayasanın da üstünde yer alan uluslararası sözleşmelerle legal güvence altına alındı. 2011 yılında imzalanan İstanbul Sözleşmesi’nin 4. maddesi bu güvenceyi vermektedir.

6. 6284 Sayılı Kanun kadının kocası hakkındaki şikayetini “delilsiz, belgesiz” doğru kabul etmektedir. Kanun bu yönüyle hukukun evrensel ilkesi olan “masumiyet karinesini” hiçe saymaktadır. Bunun sonucunda her yıl yaklaşık 120-130 bin koca evinden uzaklaştırılmaktadır. İlginç olan şey, kadın şikayetinden vazgeçse bile devlet bunu kabul etmemekte, süreç kamu davasına dönüştürülmektedir. Kadının beyanının esas alınması, pek çok kocanın iftiraya uğramasına da sebep oluyor.

7. TCK’da 2004’te yapılan değişikliklerle, TCK’dan “edeb”, “ahlak”, “ırz”, “namus” gibi kavramlar çıkarılmış ve asıl önemlisi “evlilik içi tecavüz” kavramı getirilmiştir. Bunun sonucunda genç yaşta evlenen kocalar devlet tarafından tecavüz suçuyla tutuklanmakta ve 10-15 yıl gibi cezalara çarptırılmaktadır. Dahası, bu kişiler gerçek tecavüzcülerle aynı koğuşa konulmaktadır. Adalet Bakanlığı’ndan elde edilen bilgilere göre 4 bin kocanın “karısına tecavüz” suçundan hükümlü bulunduğu belirtilmektedir. Ancak bu rakamın çok daha fazla olduğu tahmin ediliyor.

8. 1988 yılında yapılan bir değişiklikle “süresiz nafaka” uygulaması getirildi. Buna göre koca eşiyle bir gün bile evli kalsa ömür boyu nafaka ödemek zorunda kalıyor.

9. 2015 yılında üniversitelerde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği dersi zorunlu hale getirildi.[9] (Bu karadan sonra ben, YÖK Başkanı’ndan randevu talep ettim. Bana, bir müddet sonra dönüldü ve başka bir yetkiliyle görüşebileceğim söylendi. Ben, başkanın kendisiyle görüşmek istediğimi bunun için bekleyebileceğimi söyledim. Hala bekliyorum.)

10. Milli Eğitim Bakanlığı Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ne uyumlu bir şekilde yeniden yapılandırılmaya başlandı. Ders kitapları elden geçirildi. Milli Eğitim Bakanlığı, 2016 yılında, Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı Okul Standartları El Kitabı’nı yayınladı.[10]

11. 2009 yılında Adalet Bakanlığı ile imzalanan protokolle 326 Aile Mahkemesi Hakimi ve Cumhuriyet Savcısına toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi verilmiştir.  2010 yılında Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanlığı ile imzalanan protokolle 17 bin din görevlisine toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi verilmiş, 2015 yılına kadar 100 bin Diyanet personeline bu eğitimin verilmesi planlanmıştır. Bunun dışında 2006 yılında 71 bin polise eğitim verilmiştir.[11]

12. AB tarafından fonlanan dernekler tarafından Türkiye’nin dört bir yanında yüzbinlerce kişiye toplumsal cinsiyet eşitliği, cinsel yönelim vb. eğitimler verilmiş ve verilmeye devam etmektedir.

13. Toplumsal cinsiyet eşitliği ve eşcinsellik konusunda AK Parti, CHP ve HDP arasında bir farklılık görünmemektedir. Bu konular, ilginç bir şekilde, Meclis’te hiç tartışma konusu olmamaktadır.

*

Yazının başından beri anlattıklarımızı ve Türkiye’deki hukuki düzenlemeleri dikkate alırsak, acaba yakın bir gelecekte nasıl bir Türkiye’yle karşılaşacağız?

1. Evlilik, çok tehlikeli ve riskli bir şey haline gelecek. (Nitekim, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının 2009’da yaptığı araştırmada aile kadınlar için “güvenilmez” bir yer olarak tanımlanmaktadır.)[12]  Erkekler evlenmek istemeyecekler. Çünkü erkekler bu kanunlarla bir kadınla değil, “devletle” evlenmiş oluyorlar. Bu sebeple, aile kurmak, sadece onurlarının değil, ekonomik geleceklerinin de ipotek altına girebileceği tehlikeli bir kurum olarak algılanacak.

2. Eşcinsellik yaygınlaşacak ve yaşı düşecek. Çocukların sınıflarında “eşcinsel arkadaşları” olacak. Hemen her apartmanda ya da sitede eşcinsel çiftlerin yaşadığı daireler olacak.

3. Okul öncesinden başlayan toplumsal cinsiyet eğitimi üniversiteye kadar devam edecek. Yaklaşık 20 yıl süren eğitim sonunda, feminist kalıplara göre şekillenmiş bireyler ortaya çıkacak; yeni bir erkeklik ve kadınlık biçimi ortaya çıkacak. Erkekler kadınsılaşırken, kadınlar erkeksileşecek.

4. Üreme teknolojilerinin de gelişmesiyle, cinsellik ve üreme birbirinden ayrılacak. İnsanlar, cinsel ihtiyaçlarını “gerçek kişi”den karşılarken, çocuk için “yumurta” ve “sperm” bankalarına başvuracaklar. Zira, gerçek kişiden çocuk sahibi olmak kanunlarda yer alan “velayet” düzenlemelerinden ve çocuğun eski eşle ilişkinin devam etmesine neden olmasından dolayı istenmeyen bir şey haline gelecek. Hatta, robotlarla birlikte yaşayan “aileler” görülmeye başlanacak. Nitekim geçtiğimiz yıl “Sophia” ismi verilen bir “kadın robot” dünyada ilk kez vatandaşlık aldı. Vatandaşlığı veren ülke ilginç: Suudi Arabistan.

5. Bazı partiler “kadın kotası” getirdikleri gibi eşcinsel kotası da getirecekler. LGBT’leri aktif siyasette daha sık görmeye başlayacağız. Örneğin bir LGBT üye Meclis Başkanı olabilir. Şüphesiz bu, demokrasinin gelişmişliğinin bir ölçütü olarak sunulacak ve İslam dünyasının ilk LGBT Meclis Başkanı’na sahip olmakla övünülecek. Ayrıca LGBT sendikalar, LGBT spor kulüpleri, LGBT meslek kuruluşları oluşmaya başlayacak. Cinsiyet değiştirme ameliyatları artacak. Tıpta kadın doğum uzmanlığı gibi, transseksüellik de bir uzmanlık haline gelecek. LGBT’lerin askerlik hakkı gündeme gelecek. LGBT komutanlar görülmeye başlanacak.

6. Çocukların cinsellik yaşı düşmeye devam edecek. Çocuğun cinsel hakları gündeme gelecek ve pedofili suç olmaktan çıkacak. Nitekim bugün bilimsel araştırmalardan gelen işaretler, pedofilinin, aynen eşcinsellik gibi doğuştan geldiğini ima eden sonuçlar veriyor.

7. Aile içi cinsel taciz haberleri artarak devam edecek. Bu durum “çocukların ailelerinden korunmasını” gündeme getirecek ve çocukların profesyonel kurumlara devrine dayanak oluşturacak.

8. Çocuğa şiddet konusu daha fazla gündeme gelecek. Kadınların kocalarını şikâyet edebildikleri “Alo 183” hattı, öğrencilerin öğretmenlerini şikâyet edebildikleri “Alo 147” hattı gibi, çocukların da ebeveynlerini şikâyet edebildikleri müstakil bir hat kurulacak.[13]

9. Kadına şiddet konusu popülerliğini yavaş yavaş yitirirken, “hayvana şiddet” konusu daha ciddi bir hukuki temele oturtulacak. Hayvanın hukuki kimliği daha sık tartışılacak. Kurban meselesi yakın bir gelecekte hukuki bir konu olarak karşımıza çıkacak.

10. Çocukların doğar doğmaz cinsel yönelimleri tespit edilecek ve ona göre eğitim verilecek. Kimlik kartlarında “cinsiyeti” ibaresinin dışında “cinsel yönelimi” ibaresi de yer alacak. Cinsiyet ibaresinin karşısında sadece “kadın-erkek” değil, trans kimlikler de yer alacak. Toplumsal cinsiyet eşitliği dersinin zorunlu kılındığı gibi “cinsel yönelim dersi” de zorunlu kılınacak. Cinsel yönelim dersleri okul öncesinden itibaren başlayacak. Çocukların cinsel yönelimlerini denetlemek isteyen anne babalar ya da öğretmenler “ayrımcılık” gerekçesiyle cezalandırılacak.

11. Nüfus sadece kız erkek olarak değil, aynı zamanda cinsel yönelimleri temelinde de planlanabilecek. Kişilerin cinsel yönelimleri kendileri ve anne-babalarından bağımsız olarak makineler tarafından belirlenecek. Yani sizin iddianız değil, makinenin söylediği esas alınacak. Zoofili ve pedofili normalleşecek.

12. Et yemek, hayvan hakları temelinde ele alınacak.

13. Eşcinsel imamlar konusu daha sık gündeme gelecek. Ya eşcinseller için ayrı camiler açılacak, ya da cami cemaatleri eşcinsel tercihleri bilinen bireyleri cemaatten dışlayamayacak. Muhtemelen yakın bir zamanda bir grup eşcinselin “cami eylemine” tanık olacağız.[14]

14. Drag queen çocukların sayısı artacak. Drag queen kulüpler ve yarışma programları yaygınlaşacak.

*

Aktardığımız bu tablo Türkiye (ve dünya) için abartılı bir tahmin değildir. Nitekim bunlardan bazılarına zaten şahit oluyoruz. Bazı maddeler daha yakın bir gelecekte mümkün olabilecekken, diğer bazıları için biraz daha fazla zaman gerekiyor.

Türkiye bugün itibariyle Harari’nin deyimiyle “biyolojik hackleme”nin hedefinde olan bir ülke. Daha radikal değişimler için Türkiye’de gerekli olan hukuki yapı ve kültürel temel oluşturuldu, oluşturuluyor.

Türkiye’de kısa süreli ranta konsantre olmuş politik düzey, insanın yeniden biçimlendirildiği bu yeni sürece teşne olmaktan, yataklık yapmaktan başka bir şey yapmıyor.

Meclis’teki partilerin hiç biri, milli ya da manevi değerlere dayanan hiç bir uygulamayı hayata geçirmeye cesaret edemiyor. Bu konuda atılacak en küçük adım, “özgürlük”, “homofobi”, “ayrımcılık” gibi sopalarla etkisiz hale getiriliyor.

Türkiye’nin dikkati, cemaatlerin de teşne olması sebebiyle, saçma sapan gündemlere mahkûm ediliyor. Türkiye’yi bekleyen hiç bir gerçekçi tehlike üzerinde düşünülmüyor.

AK Parti’nin oportünist tutumu, yukarıda saydığımız bütün gelişmelere hem siyasi/hukuki meşruiyet kazandırıyor, hem de dindar muhafazakâr kitlenin eleştiri/tepki kabiliyeti öldürülüyor.

Bu süreçten şüphesiz ilk olarak siyasiler ve hemen sonrasında ise, aydınlar, alimler, STK’lar ve bütün bir halk olarak hepimiz sorumluyuz.

Türkiye için işlemeye devam eden felaket tablosunun durdurulması için güçlü bir iradeye ihtiyaç var. Bunun için yeter olmasa da gerek şart olan bir kaç maddeyi şöyle özetleyebiliriz:

1.Türkiye AB üyeliği sevdasından vazgeçmelidir. Uyum yasaları adı altında Türkiye halkının Batılı modelde yeniden inşa edilmesi açık bir ihanettir. “AB uyum süreci” temelinde imzalanmış, özellikle insana, topluma ve kültüre dönük bütün sözleşmeler feshedilmelidir. CEDAW, İstanbul Sözleşmesi ve 6284 Sayılı kanun acilen iptal edilmelidir.

2. Türkiye, ülke üzerinde tahakküm kuran bütün Batılı yapıların dışında yer almalı, bu yapılarla bağımsız bir ilişki kurmalıdır.

3. Türkiye hem kendi bölgesinde ve hem de küresel ölçekte antiemperyalist blokta yer almalıdır.

4. Üniversitelerdeki eğitim Batılı kültürel kalıpların dayatmasından kurtulmalıdır. Özellikle sosyal bilimler, bu bağlamda çok ciddi bir filtreden geçirilmelidir.

5. Toplumsal cinsiyet eşitliği, çocuk hakları, hayvan hakları gibi adlar altında yapılanan kurumlar takip altına alınmalı, bu kurumların yurt dışı bağlantıları araştırılmalıdır.

6. LGBT örgütler acilen kapatılmalıdır. Bu kurumların pedofilik eylemlerle ilişkileri araştırılmalıdır. 

7. Türkiye’de siyasal partiler, STK’lar ya da cemaatler en azından Batı tahakkümünden kurtulmak gibi ortak bir payda üzerinde hareket etmelidir. İçerideki hiç bir tartışmanın (ihanet ve işbirlikçiler hariç) bundan daha hayati olmadığına ilişkin toplumsal bir bilinç var edilmelidir.

8. Bu adımları atarken karşılaşacağımız hiç bir bedelden çekinmemeliyiz. Zira sosyal, ekonomik ya da askeri baskılardan korkmanın bedeli, benliğini/kimliğini tamamen kaybetmek ve Batı tarafından hacklenmek olacaktır.

*

Slogan ve hamasetle yürüyen Türkiye, sözünü ettiğimiz iradeyi gösteremezse, İstanbul’un fethini işaretleyen 2053 tarihi, Türkiye’nin Batı tarafından hacklendiği bir tarih olabilir.

 


[1] Desmond’un ebeveyniyle yapılan röportaj: https://www.youtube.com/watch?v=-w5X4aD6mo8

[2] Bu kavram, kadın elbiseleri giyen ve abartılı makyajlarıyla şov yapan erkekler için kullanılıyor.

[3] Harari Türkçeye de çevrilen Hayvanlardan Tanrılara Sapiens İnsan Türünün Kısa Bir Tarihi ve Homo Deus Yarının Kısa Bir Tarihi kitaplarının yazarı.

Konuşmasının tamamını şu linkten izleyebilirsiniz: https://www.youtube.com/watch?v=RDAZ1DrTRKA

[4] Cüneyd Zapsu’nun 2018 Davos toplantısı ve Harari’nin konuşmalarıyla ilgili açıklamaları için bakınız: https://www.youtube.com/watch?v=4EDORSxv4CI&t=1s

[5] Hacklemek: Bilgisayar literatüründe kullanılan bu kavram, izinsiz olarak bir sistemi ele geçirmek, işleyen bir sistemi çökertmek, işleyen bir sisteme yeni yazılım kodları ekleyerek sistemin farklı amaçlar için kullanılmasını sağlamak gibi anlamlara geliyor.

[6] 2015’te Hürriyet’te yayınlanan bir haber beyin hacklemenin başarıldığı bilgisini veriyor: http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/keyif/beyin-hacklemek-mumkun-mu-28202522

[7] Yumurta bankasının, sperm bankası kurmaktan daha zor olduğu belirtiliyor. Yine de yurt dışında bazı ülkelerde yumurta bankaları var. Bakınız: https://gaiadergi.com/dondurma-ya-da-yumurta-bankasi/

[9] YÖK’ün yayınladığı Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Tutum Belgesi için bkz.: http://www.yok.gov.tr/documents/10279/22712333/YOK_Tutum_belgesi.pdf/

[11] Bu bilgiler Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın yayınladığı Kadına Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı 2012-2015’ten alınmıştır. Bakınız: http://kadininstatusu.aile.gov.tr/data/54296cb3369dc32358ee2c51/Kad%C4%B1na%20Y%C3%B6nelik%20Aile%20%C4%B0%C3%A7i%20%C5%9Eiddet%20Ulusal%20Eylem%20Plan%C4%B1%20(2012_2015).pdf