İçlerinden, kendilerine Onun âyetlerini okuyan, onları arındıran ve onlara kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamberi göndermekle, Allah mü’minlere gerçekten pek büyük bir lütufta bulunmuştur. Yoksa onlar daha önce apaçık bir sapıklık içindeydi.
Âl-i İmrân, 3:164
Allah’ın bize bahşettiği lütufların en büyüğü olan Âhirzaman Peygamberinin (s.a.v.) risaleti, 202’nci Kur’an Buluşmasının ana konusu idi.
Âyet ve hadislerin ışığında “minnet” kavramını inceledikten sonra, risaletin insanlık âlemi için nasıl bir nimet teşkil ettiği üzerinde durduk. Bu arada yaptığımız tesbitler, bizi Resulullah’ın tarihte misli görülmemiş ve görülemeyecek ölçekteki mucizesine getirdi. O, insanlığa öğrettikleri ile
– cahil ve vahşî bir kavimden,
– onların kökleşmiş kötü âdetlerini kaldırmış,
– en güzel âdetleri ve huyları onlarda yerleştirmiş,
– o kavmi ilimde, irfanda, ahlâkta, fazilette bütün dünyaya ve bütün çağlara örnek hale getirmiş,
– bir kitap ile bir medeniyet kurmuş,
– ve bütün bunları bir çeyrek asırdan daha az bir zaman içinde yapmıştı.
Buna karşılık, henüz Nübüvvet nuruyla müşerref olmamış veya ona karşı direnen toplulukların durumu ise çeşit çeşit sapıklıklar halinde ibret tabloları sergiliyordu. Bugün dünyada şahit olduğumuz ve kısmen bizim toplumumuza da sirayet etmekte olan zulüm ve ahlâksızlıklar bunu apaçık gösteriyordu.
UTESAV organizasyonuyla Erdemli İş Adamı projesi kapsamında cereyan eden Kur’an Buluşmaları, Cumartesi sbahları 7:00’de simit, peynir ve çaydan meydana gelen kahvaltı ikramıyla başlıyor ve 7:30-9:00 arasında sunumlu olarak cereyan ediyor. 2013 başından bu yana devam etmekte olan bu derslerde, âyet-i kerimeler tertip sırasına göre ele alınıyor ve zamanımıza bakan yönleri üzerinde özellikle duruluyor.
Kur’an Buluşmalarında hanımlar için de yer ayrılmış bulunuyor.
Kur’an ve Hadis, kamu malından iğne kadar birşeyi bile zimmetine geçiren kimseyi korkunç bir âkıbetin beklediğini haber veriyor.
Âl-i İmrân sûresinin 161-163’üncü âyetlerini okuduğumuz 201’inci Kur’an Buluşmasında ağırlıklı konumuz “kamu malını zimmetine geçirenlerin âkıbeti” idi.
Âyet-i kerime bu konuda bizi ciddî bir şekilde uyarıyor, hadis-i şerifler ise oldukça ayrıntılı bir şekilde, kamu malına hıyanet edenlerin âkıbetini Cehennem ateşi olarak haber veriyordu. Üstelik bu hıyanetin küçüğü, ufağı, önemsizi de yoktu; iğne kadar yahut ondan daha küçük bir şey bile karşılığını ateş olarak bulacak ve Peygamber şefaati de bu konuda hiçbir fayda vermeyecekti.
Konuyla ilgili olarak okuduğumuz birçok hadis-i şeriften iki tanesi şu mealde idi:
Hayber günü Resulullah’ın (s.a.v.) ashabından bir grup gelerek “Filân kimse şehit oldu, filân kimse şehit oldu” dediler. Birisinin yanından geçerken “Bu da şehit” dediler.
Resulullah “Hayır,” buyurdu. “Ben onu zimmetine geçirdiği bir hırka – veya aba – ile Cehennemde gördüm.”
Cumhurbaşkanımızın haber verdiği "İslâmın güncellenmesi" konusunda şimdiye kadar alınan mesafenin özeti.
ÜMİT ŞİMŞEK
“Toplumsal cinsiyet,” Batı dünyasındaki orijinal adıyla “social gender,” mahut İstanbul Sözleşmesiyle birlikte lisanımıza girdi. Ama iyi niyetle girmedi, girdikten sonra da hiç rahat durmadı.
Öz be öz feministlerin malı olan bu deyim, feminizmin temel kavramlarından biri olarak tedavüle sokulmuştu. LGBT şemsiyesi altında yer alan sapık cereyanlar namuslu insanları damgalamak suretiyle kendi sapıklıklarına yol açmak için nasıl “homofobi” şeklinde bir kavram uydurdularsa,[1] aynı yolun yolcusu olan feministler de kuşatmayı bir başka koldan tamamlamak üzere bu tabiri geliştirdiler.
O gün, Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir fayda vermez.
Tâhâ Sûresi, 20:109
ÜMİT ŞİMŞEK
İLÂHÎ rahmetin en parlak tecellîlerinden biri de şefaattir. Şefaat vasıtasıyla Yüce Allah hem kullarını af ve ikramlarına eriştirir, hem de onların arasında birbirine karşı muhabbet ve merhamet vücuda getirir.
Şefaatten söz eden birçok âyet vardır. Bunlardan bir kısmı, bâtıl dinlerinden vazgeçmeyen, Kur’ân’ın çağrısına kulak asmayan, kıyamet gününde de ayrıcalıklı muamele göreceklerine inanan, yahut Allah’a ortak koştukları şeylerden şefaat uman kimselere hitap eden âyetlerdir ki, onlara hiçbir şefaatin yarar sağlamayacağını kesin bir dille bildirir.
Şefaatle ilgili diğer âyetler ise iki şeyi birden ispat ederler:
(1) şefaatin varlığı,
(2) şefaatin tümüyle Allah’ın iznine bağlı olduğu.
Âyetü’l-Kürsî’nin şefaatle ilgili cümlesi, bu âyetlere verilebilecek bir örnektir:
Onun katında, Onun izni olmadan şefaat edecek kim var?[1]
Bu tür âyetler, Allah’ın izni olmaksızın kimsenin şefaat edemeyeceğini açık bir dille bildirirken, bir yandan da, bazı kimselere Allah’ın şefaat izni vereceğini müjdelemektedir. Tâhâ Sûresinin âyeti de böyledir:
“O gün Rahmân’ın izin verdiği ve sözünden hoşnut olduğu kimseden başkasının şefaati bir fayda vermez” buyururken, Allah’ın şefaat izni vereceği kimselerin bulunduğunu haber vermekte, üstelik onların sözünden Allah’ın hoşnut olacağını da bildirerek şefaat hadisesine daha da hoş bir çeşni katmaktadır.
Nedir şefaati bu kadar anlamlı ve gerekli kılan şey?
Yüce Allah, sonsuz rahmetiyle, dilediği kullarını doğrudan bağışlayacağı yerde, niçin onlardan bir kısmını diğer bazı kullarının aracılığıyla bağışlamayı murad etmiş olabilir?
Bu soruyu diğer taraftan da sorabiliriz:
Ya şefaat olmasaydı?
O zaman, başta peygamberler olmak üzere, hiç kimsenin kimseye dönüp bakmadığı, mü’minlerin birbirine karşı merhamet duymadığı, bu dünyadaki muhabbet ve merhametlerin tamamen sonuçsuz kaldığı bir kıyamet gününden söz etmek gerekirdi. Peygamberler ümmetlerine Allah’ın buyruklarını tebliğ etmiş olmaktan ötede bir iş yapmış olmayacak, bu dünyada onların çağrısına kulak vermiş olan insanlar ise kıyamet gününde peygamberlerini kendilerine ilgisiz bir halde bulacaklardı. Şefaat edebilecek diğer insanlar da aynı durumda bulunacak, onlar da bir kere kendilerini kurtardıktan sonra diğer kardeşlerini umursamadan Cennete kapağı atmaya bakacaklardı.
Oysa bu dünyada Yüce Allah, kullarına böyle bir hedef göstermemiştir. Onları daima birbirini gözetmeye, birbirinin sıkıntısına çare bulmaya teşvik etmiş, bir kısım kullarına da, başka insanlar için kendisini feda edecek derecede üstün bir ahlâk nasip etmiştir.
Hattâ, insanların birbirine muhtaç şekilde yaratılmalarının ardında da bu anlam saklıdır. Bu sayede kullar Rahmân’ın rahmet ve şefkatine kendi çaplarında birer ayna olmakta, kendileri o rahmetin cilveleriyle beslendikleri gibi, başka kullara da yine o rahmetin parıltılarını yansıtmaktadırlar.
Bu dünyanın gelip geçici sıkıntıları karşısında kullarını birbirine kenetlenmiş, birbirine şefkat ve muhabbetle kucak açmış görmekten hoşlanan bir Rab, kıyamet gününün dehşeti karşısında onları birbirine sırt çevirmiş halde mi bırakır?
O gün, hiç şüphe yok ki, pek dehşetli bir gündür. Fakat şunda da şüphe yok ki, İlâhî rahmetin en muhteşem tecellîleri, inanan kullar için, o dehşetin ardından gülümseyecektir.
Ve o tebessümle ilk olarak kurtuluş müjdesine erişenler, yine hiç şüphe yok ki, Allah’ın rahmetinden en fazla nasip sahibi olan ve kardeşlerine karşı en ziyade şefkat besleyen kullar olacaktır.
O nasip sahiplerine öyle bir zamanda en ziyade yaraşacak olan şey ise şefaattir; Rabbinin ebedî Cennetlerde hazırladığı ikramlara koşarken, kardeşlerinden kucaklayabildiği kadarını da beraberinde götürebilmektir.
Zaten Cennet, Allah’a dost olan kulların hep birlikte yaşayacağı, ebedî bir mutluluğu beraberce paylaşacağı bir yerdir ki, Cenneti Cennet yapan şey de bu beraberliktir. Öyle anlaşılıyor ki, rahmeti herşeyi kuşatan Allah, kullarının bu ebedî beraberliğini daha da tatlandırmak için onların kalbine böyle bir şefkat ve muhabbet yerleştirmiştir.
Bu şefkat ve muhabbet vasıtasıyladır ki, Yüce Allah,
(1) şefaat edilene, kendisini elinden tutmuş kimselerle beraber olmaktan gelen bir mutluluğu,
(2) şefaat edene de, sevdiğini kurtulmuş görmekten gelen bir bahtiyarlığı,
kat kat nimetleri içinde tattırır.
Bu dünyada Allah için kulların birbirine duyduğu muhabbetin sonucu işte böyle bir beraberliktir.
Onun için, insanın muhabbet kanallarını kimlere karşı açık tuttuğuna şimdiden dikkat etmesinde “sonsuz” yararlar vardır.