SON EKLENENLER
latest

31 Ekim 2018 Çarşamba

Ümmet-Sünnet ilişkisini pekiştirmek

Ünlü hadis âlimi Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, ümmet-sünnet ilişkisini inceleyen yeni bir yazı kaleme aldı.

Hoca bu yazısında sünneti, ümmetin varlık sebebi olarak açıkladı ve “Sünnetin olmadığı yerde ümmet de yoktur” dedi.

Yazıdan satırbaşları:

***

Kur’an-ı Kerim’i kendisinin koruyacağını açıkça bildiren Yüce Allah, Kur’an’ın en özgün yorumu demek olan Sünnet’i de dolaylı olarak (zımnen) koruyacağını bildirmiş olmaktadır. Bu korumada vasıta Ümmet-i Muhammed’dir. Yani Yüce Allah sünnet’in korunmasını ümmet’e havale etmiştir.

***

Ümmetin geçmiş hizmetlerine hizmet katmak ve zenginleştirmek varken, kültürel savaşın yorgunları hatta satılmışları gibi, bilgi ve belgeleri yenilmişlik psikolojisi içinde uydurma olmakla, çağa ve akla uygun olmamakla vs. alelacele suçlayıp devreden çıkarmaya çalışmak, kendilerinin yaptıklarının dışında kimsenin emeğine saygı gösterme ihtiyacını hissetmemek, kişisel planda ilim adamı kimliğine, mensubiyet anlamında da ümmet bilincine yakışmayan yaban bir tavırdır.

***

İnandığınızı, sünnet örneğinde olduğu gibi yaşamazsanız, din diye  bid’atleri  yaşamaktan kurtulamazsınız. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in İslâm’ı yorumu ya da din pratiği demek olan Sünnet’ten uzak kalmak ise, ümmet-i Muhammed’in özgün kimliğine kökten aykırıdır.

***

Kişisel olarak her Müslüman’ın, bilimsel olarak her ilahiyatçının yapıp ettikleriyle ve yaşayışıyla ümmet-sünnet ilişkisine ne ölçüde sahip çıktığına, bu ilişkiyi pekiştirme yönünde mi yoksa pörsütme istikametinde mi emek harcadığına bakıp samimi bir özeleştiri mantığı içinde öz denetim yoluna baş vurması ihtiyacı bulunmaktadır.

***

İsmail Lütfi Hoca’nın her cümlesi zihinlere nakşedilecek değerdeki yazısı:

 

ÜMMET – SÜNNET İLİŞKİSİNİ PEKİŞTİRMEK

Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan

Ümmet-i Muhammed sosyal bir yapı olduğuna göre onu Yüce Yaratıcının iradesi istikametinde şekillendiren Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in sözleri, fiilleri/davranışları ve onayları/takrirleri yani sünnetidir. Daha açıkçası, Ümmet ve Sünnet kavramlarını Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e izafe ederek söyleyecek olursak, şöyle bir cümle kurmamız gerekir: Ümmet-i Muhammed, Kur’an-ı Kerim ekseninde Sünnet-i Muhammed ile inşa edilmiş sosyal bir yapı ve gerçekliktir.

O halde ümmet için en temel gereklilik, sünnetin fert ve toplum hayatından hiçbir sebeple dışlanmamasıdır. Çünkü ümmet ile sünnet, birbirinin yokluğunu kaldıramayacak olan iki “Peygamber emaneti”dir. Her ikisinin temelinde ve önünde de Kur’an-ı Kerîm bulunmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’i kendisinin koruyacağını açıkça bildiren[1] Yüce Allah, Kur’an’ın en özgün yorumu demek olan Sünnet’i de dolaylı olarak (zımnen) koruyacağını bildirmiş olmaktadır. Bu korumada vasıta Ümmet-i Muhammed’dir. Yani Yüce Allah sünnet’in korunmasını ümmet’e havale etmiştir.

Bu ulvi misyonun farkında olan ümmet, ilk nesli sahabilerden başlamak üzere, dine sahip çıkmış olmak için Kur’an’ın, dolayısıyla da dinin Peygamber yorumu demek olan Sünnet’i koruma yolunda fevkalâde titiz ve gayretli davranmış ve kendilerinden sonrakilere, -varsa uygulama seçenekleriyle birlikte-  aktarmaya çalışmışlardır. Nitekim Kazanlı âlim Musa Carullah Bigiyef’in de işaret ettiği gibi, “Hz. Peygamber’den sonra ümmetin risaleti dönemi başlamıştır.” Ümmet bu elçilik görevini, ibadet vecdi ve cihad coşkusu içinde peygamber emanetlerini koruyup sağlıklı bir şekilde nesilden nesle nakletmek ve henüz Müslümanlıkla tanışmamış olanlara da İslam’ı ulaştırmakla/tebliğ yerine getirmiştir.

İslâm’ın ilk nesli sahâbilerden itibaren izleme imkanı bulduğumuz “tebliğ görevi“ni yerine getirme gayreti ve “Hz. Peygamber’e söylemediği bir sözü ve yapmadığı bir işi/fiili isnad etmeme dikkat ve hassasiyeti” vazgeçilmez bir bilimsel disiplin olarak sürdürüle gelmiştir. Sünnet’e hizmet özünde vücut bulmuş hadis ilmine yönelik bilimsel ürünler, sözünü ettiğimiz tavır ve çizginin herkese açık deliller arşividir. İşte bu arşiv, ümmetin sünneti koruma gayretlerinin bilimsel göstergesidir.

Söz konusu arşiv üzerinde çalışacak olan çağdaş araştırmacıların öncelikle bu tarihi ve bilimsel gerçeğin farkında/bilincinde/idrakinde olmaları gerekmektedir. Kimi canlıların züccaciye dükkanına daldığı gibi bu arşive dalıvermek, söz konusu hassasiyetlere ve sorumluluk bilincine sahip olanların yapacağı iş değildir.

Ümmetin geçmiş hizmetlerine hizmet katmak ve zenginleştirmek varken, kültürel savaşın yorgunları hatta satılmışları gibi, bilgi ve belgeleri yenilmişlik psikolojisi içinde uydurma olmakla, çağa ve akla uygun olmamakla vs. alelacele suçlayıp devreden çıkarmaya çalışmak, kendilerinin yaptıklarının dışında kimsenin emeğine saygı gösterme ihtiyacını hissetmemek, kişisel planda ilim adamı kimliğine, mensubiyet anlamında da ümmet bilincine yakışmayan yaban bir tavırdır.

Ümmetin bilimsel faaliyet ve duruş olarak dinin özgün yorumu demek olan Sünnet’in bilgi ve belgelerini doğru algılaması; dini sağlıklı yaşamış olmak için de  onu Sünnet-i Muhammed üzere yaşamayı yegâne ölçü bilmesi ve benimsemesi gerekmektedir. Bu gereklilik ümmet-i Muhammed ile sünnet-i Muhammed ilişkisinin hayatımıza kazandırdığı en temel kimlik, en belirgin erdem ve en köklü sorumluluk kaynağı demektir. Zira Sünnet’in olmadığı yerde ümmet de yoktur. Çünkü aynı imanı paylaşan ümmet fertleri arasında bir alâmet-i fârika şeklinde görülmesi gerekli davranış ve uygulama birliği için,  “en güzel örnek” diye ilâhî takdir ve takdime mazhar olmuş Muhammedî uygulamalar yani sünnet, tartışmasız tek ölçü ve çerçevedir.

İnandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız, diye genel ve gerçek bir yargı vardır. Buna şu cümleyi de eklemek  mümkündür: İnandığınızı, sünnet örneğinde olduğu gibi yaşamazsanız, din diye  bid’atleri  yaşamaktan kurtulamazsınız. Resûl-i Ekrem Efendimiz’in İslâm’ı yorumu ya da din pratiği demek olan Sünnet’ten uzak kalmak ise, ümmet-i Muhammed’in özgün kimliğine kökten aykırıdır.

İnandığı gibi yaşamak” demek, “sünnet üzere, sünnette olduğu gibi, sünnetteki örneğe uygun olarak yaşamak”  anlamına gelmektedir. Ümmetin kıvamı ancak böylesi bir din pratiği ile elde edilebilir. Nitekim Kadı İyaz merhûmun belirttiğine göre, “Peygamber mü’minlere öz canlarından önde gelir..” âyeti[2] bazı müfessirlerce “Peygamber’in sünnetine uymak, kendi görüşüyle amel etmekten önceliklidir” diye yorumlanmıştır.[3]

O halde ümmet-sünnet ilişkisi, fikri alanda sünnet’i önde tutmayı, ameli alanda da ona göre yaşamayı gerekli kılmaktadır. Çünkü İmam Zührî’nin dediği gibi “Sünnete sarılmak kurtuluştur.” Nitekim Peygamber Efendimiz de “Kim benim sünnetimi benimseyip yaşarsa bendendir” buyurur.[4]

Kişisel olarak her Müslüman’ın, bilimsel olarak her ilahiyatçının yapıp ettikleriyle ve yaşayışıyla ümmet-sünnet ilişkisine ne ölçüde sahip çıktığına, bu ilişkiyi pekiştirme yönünde mi yoksa pörsütme istikametinde mi emek harcadığına bakıp samimi bir özeleştiri mantığı içinde öz denetim yoluna baş vurması ihtiyacı bulunmaktadır. Bunu hatırlatmak bu satırların yazılma amacı olduğu gibi, yazarı için de  -şayet kabul edilirse- “ümmet-sünnet ilişkisini pekiştirme” payıdır.

[1]  Bk. el-Hicr (15),  9

[2]     Ahzab sûresi (33), 6

[3]     Bk. Şifâ-i Şerif  Tercüme ve Şerhi, s. 55.

[4]     Abdürrezzak, Musannef, VI, 169.

30 Ekim 2018 Salı

Ezansız Semtler

YAHYA KEMAL BEYATLI

Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minâreler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler?

İşte bu rüyâ, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyâsıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları, havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübârek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur’an’ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitâbullâh’ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir rûh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbir’leri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.

Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetle yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenîleşen üst tabakanın çocukları ezansız yeni semtlerde alafranga terbiye ile yetişirken Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki, ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit ne yeni yaşayış, ne semt, hiçbir şey bu yavrulara Türklüğü hissettirmez.

* * *

Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi frenk semtlerinde yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nûru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescid peydâ olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hâsılı o toprağın o köşesi imana gelirdi; Beyoğlu’nu ve Galata’yı saran yeni yapıların yığını arasında o mescidlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cedlerimiz o kefere frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri bilâkis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler Müslüman ruhundan ârî, çorak ve kurudur. Bir Üsküdar’a bakınız bir de Kadıköyü’ne, Üsküdar’ın yanında Kadıköy Tatavla’yı [o zaman Rumların yoğun olduğu bugünkü Kurtuluş semti] andırır. Eski Türklerin rûhları ile yeni Türklerin rûhları arasındaki farkı anlamak isterseniz bu son asırda peydâ olan semtlerle İstanbul içlerini mukayese ediniz. Medenileştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabii ve hoş gören eblehler uzağa değil Balkan devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştan başa yenileşen o şehirlerin her tarafından çan kuleleri yükselir, Pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir. Manzara halkın dinini ve milliyetini hatırlatır. O şehirler bizim yeni semtlerimiz gibi millî ruhtan ârî değildirler. Artık Türk milletinin ruhu bir rayiha gibi uçtu mu? Hayır, büyük kütlede yine o ruh var, fakat biz son nesil bir sürü gibi büyük kafileden uzaklaştık, kaybolduk, fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, döneceğiz, tekrar büyük kafileye iltihâk edeceğiz. Yeni tarzda yaşayışla cedlerimizin diyanetini mezcedip, bizi bu çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufûnetten kurtaracak mürşidler, şairler, edibler, hatîbler yetişmedi; fakat gayet tabii bir revişle büyük kafileye kendi kendimize döneceğiz.

Dinsizliğin, kayıtsızlığın aksülâmeli başladı bile. Çocukluktan beri diyanet yolundan ayrılmamış olan kardeşlerimiz bizim gibi rücû hislerini itiraf edenlere henüz inanmıyorlar. Onlara tamamıyla iltica edeceğimiz zaman da bizi birden tanıyamayacaklar. Çünkü onlardan çok ayrı, çok uzak düştük.

* * *

Dört sene evvel Büyükada’da oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erken uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım. Büyükada’nın mahalle içindeki sâkit yollarından kendi başıma camie doğru gittim. Vâiz kürsüde vaaz ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatin gözleri bana çevrildi. Beni, daha doğrusu bizim nesilden benim gibi birini, camide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada o saatte toplanan ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Va’zı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların bu nazarlarını hissediyordum. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zaman gözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek-dil, yek-vücûd olarak gördüm. O sabah, o Müslümanlığa az âşinâ Büyükada’nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemaati idik. Namazdan çıkarken, kapıda Âyândan Reşid Akif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: “Bu bayram namazında iki defa mes’udum, hamdolsun sizlerden birini kendi başına camie gelmiş gördüm! Berhüdâr ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti!” dedi. Hem geldiğimi hem de bayramımı tebrik etti. Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik ettiler. Bu basit hadiseden pek samimi olarak mahzuzdular. O sabah gönlüm her zamandan fazla açıktı.

* * *

Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık, biz böyle bir sabah namazında anne millete tekrar dönebiliriz. Fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri hatırlayamayacaklar!

23 Nisan 1922, Tevhid-i Efkâr

29 Ekim 2018 Pazartesi

Münafıkları ortaya çıkaran günler

Bedir zaferinden sonra Müslümanlar yükselen bir güç olarak büyük bir hayranlık toplamış, bunun sonucunda da, samimi olarak hak dini seçenlerin yanı sıra, ikbal peşinde koşan pek çok kimse de Müslümanların safına katılmıştı.

Uhud savaşı, 1000 kişilik ordudan 300’ünün münafıklığını ortaya çıkardı. Bu, Resulullah’ın (s.a.v.) arkasında namaz kılan üç kişiden birinin münafık olduğu / olabileceği anlamına geliyordu.

Kalplere nüfuz etmek beşerin elinde olmadığına göre, münafıkları teşhis etmek ve onlara yapılacak muameleyi tesbit etmek, Müslümanların elinde değildi.

Kur’ân-ı Kerim, hayatın içine inen âyetleriyle, yaşanan olaylar üzerinden bize münafıkları nasıl tanıyacağımızı ve onlara nasıl muamele edeceğimizi öğretti.

O gün bugündür, Müslümanların bulunduğu her yerde münafıklar da hayatın bir gerçeği olarak karşımıza çıkıyor. Bilhassa ikbal günlerinde bu gerçek çok daha açık şekilde ortaya çıkıyor. Ve bizim de Kur’ân’ın bu derslerine olan ihtiyacımız kendisini bütün şiddetiyle hissettiriyor.

Kur’an Buluşmalarının 207. bölümünde Âl-i İmrân sûresinin 178-179. âyetlerini okurken, bu tesbitlerin yanı sıra, Kur’ân’ın münafıklara lâyık gördüğü “habis” sıfatı üzerinde de durduk ve şu sonuçlara vardık:

Bütünüyle temizlik üzerine binâ edilmiş olan İslâm, isyanın, günahların, bilhassa küfür ve nifakın pisliğinden de taharet ister.

Temiz olan şey temiz meyve verdiği gibi, habis olandan da ancak habis şeyler çıkar.

Münafıkların mü’minlerden ayırt edilmesi, taharetin bir icabıdır.

Fitneler, imtihanlar, çetin şartlar, zor günler, münafıkların mü’minlerden ayrılma vesileleridir.

Bütün bunlar, bizi, hayatın her alanında karşımıza çıkması muhakkak olan münafıkları teşhis etmenin ve onların tehlikelerinden sakınmanın hayatî önem taşıyan beceriler olduğu neticesine getirdi.

Bu beceriler ise, hiç şüphesiz, Kur’an ve Sünnet ile haşir neşir olmayı zaruret haline getiriyordu.

Kur’an Buluşmalarının 207. bölümüne ait video kaydını aşağıda izleyebilirsiniz:

UTESAV organizasyonuyla MÜSİAD’ın Sütlüce’deki genel merkezinde Cumartesi sabahları devam etmekte olan Kur’an Buluşmaları, sabah 7:00-7:30 arasında simit, peynir ve çaydan meydana gelen kahvaltı ikramıyla başlıyor ve 7:30-9:00 arasında sunumlu olarak cereyan ediyor. 2013 başından bu yana devam etmekte olan bu derslerde, âyet-i kerimeler tertip sırasına göre ele alınıyor ve zamanımıza bakan yönleri üzerinde özellikle duruluyor.

Kur’an Buluşmalarında hanımlar için de yer ayrılmış bulunuyor.