İstibdat muhabbeti




ÜMİT ŞİMŞEK
Birbirinden farklı vesilelerle ortaya çıksa da, son zamanlarda iki önemli tartışmayı peş peşe yaşadık, hâlâ da yaşamaya devam ediyoruz. Bu tartışmalar – hakaretlerden, sövüp saymalardan, kör ve sağır tarafgirliklerden, haysiyet cellâtlıklarından ayıklandıktan sonra – derinlemesine incelenmeyi hak ediyor. Çünkü millet olarak içine girdiğimiz mücadelelerin ve bu mücadeleler içindeki sert dönemeçlerin ilerisinde bizi neyin beklediğini görmek zorundayız. Tabii ki bu arada sürprizlerle de karşılaşmamız kaçınılmaz olacak; doğru bildiğimiz yanlışlar yahut hiç bilmediğimiz doğrular belki de bizi zaman zaman ters köşeye yatıracak. Çünkü tarihi yaşarken görünen manzara, yaşanmış tarihi incelerken görünen manzara kadar net olamaz. Ve biz şu anda tarihi yaşıyoruz; şimdi yaşadıklarımızın geçmişteki veya başka coğrafyalardaki emsâlini yanlış veya eksik okuyacak olursak, hızla gelip geçtiğimiz dönemeçlerin bizi nereye çıkaracağını görmek imkânsız hale gelir ve yaşamakta olduğumuz tarihi de bizden sonraki nesillere bir ibret vesilesi yapmaktan başka birşey başarmış olmayız.
***
Sözünü ettiğimiz tartışmalardan ilki, Hüseyin Çelik’in kendi sitesinde on bir bölüm halinde yayınladığı Sultan 2. Abdülhamid ile ilgili yazı serisi etrafında cereyan etti.[1] Dış mihrakların ve içimizdeki mukallitlerinin bize “Kızıl Sultan” olarak tanıttığı Sultan Abdülhamid’i bu portrenin tam tersi yönde, olağanüstü kabiliyet ve başarılarla tarihe imzasını atmış bir dâhî yönetici olarak tanımaya başlamıştık ki, bu yazı serisi bizi üçüncü bir Abdülhamid portresiyle karşı karşıya getirdi. Bu portrenin tasvir ettiği Abdülhamid “Kızıl Sultan” değildi, ama “Ulu Hakan” olarak bildiğimiz kahramanın harikulâde özelliklerinden birçoğuna da o kadar ileri seviyede sahip değildi. Yazı serisinin tesbitleri arasında en önemli olanı ise, Abdülhamid idaresinin gerçekten bir istibdat yönetimi olduğu ve bu yönetim altında ünlü-ünsüz pek çok insanın zulme maruz kaldığı şeklinde idi.

Bu üç model arasında gerçek Abdülhamid’in portresini net bir şekilde ortaya çıkarmak, internetten ve siyasetten taharet şartıyla ve objektif verilere dayanmak suretiyle, ilmin kendi metodları içinde ve konunun uzmanları arasında tartışılarak varılacak bir neticedir. Konunun şu anda bizi ilgilendiren ve hiç değilse ana hatlarıyla üzerinde söz söylememize imkân veren verilere sahip olduğumuz yönü ise, Abdülhamid yönetiminin bir istibdat yönetimi olup olmadığı hususudur. Bu konuda varacağımız sonucun geleceğimize de ışık tutacağında şüphe yoktur; çünkü hayli zamandır işleyen bir propaganda süreci, halihazırdaki liderimize Abdülhamid rolü biçmiş bulunuyor. Bu rolün sorgusuzca benimsenmesi halinde yeni bir istibdat döneminin bizi beklemekte olma ihtimali hepimizi ciddî şekilde düşündürmelidir.
***
Sultan Abdülhamid’in yönetimini bir istibdat idaresi olarak gören ve bu sebeple ona karşı çıkanlar, sadece belirli bir zihniyetin mensubu olan kimseler değildi. Hüseyin Çelik, yazı serisinde, dönemin İslâmî hassasiyetleri ön planda olan aydınlarının neredeyse hepsinin Sultan Abdülhamid’e karşı olduğunu kaydederek Filibeli Ahmet Hilmi Efendi, Babanzade Ahmet Naim Efendi, İzmirli İsmail Hakkı, Ferit Kam, Eşref Edip, Mehmet Akif Ersoy, Elmalılı Hamdi Yazır ve Bediüzzaman Said Nursî’yi bunların arasında sayıyor ve “Bu aydınlar, baskı rejiminden dolayı münafık ve maskeli bir toplum oluştuğunun farkındaydılar. Onun için bu Müslüman aydınlar, Hilâfet kurumu ve sözümona din adına tesis edilen otoriter bir yapıdan değil, homojen bir yapısı olmayan, hürriyetçi ama İslâmcı olmayan Meşrutiyetçilerden yana oldular” diyor.
Abdülhamid’e muhalif olan âlimler arasında özellikle Bediüzzaman Said Nursî’nin bu konudaki görüşleri son derece nettir ve istibdadın her türlüsünü oldukça ağır ifadelerle reddetmektedir:
İstibdat tahakkümdür, muâmele-i keyfiyedir, kuvvete istinad ile cebirdir, rey-i vâhiddir, sû-i istimâlâta gâyet müsâit bir zemindir, zulmün temelidir, insâniyetin mâhisidir. Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husumeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren, hattâ herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne’l-İslâm îkâ edip, Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.[2]
Cehâletimizin silâhıyla, asıl bizi mahveden, içimizdeki, garip nâmlar ile hüküm süren parça parça istibdatlar idi ki, hayatımızı tesmîm etmiş idi. Fakat, yine kabahat, o küçük istibdatların pederi olan istibdad-ı hükûmete aittir.[3]
Sual: Şu pis istibdat ne vakitten beri başlamış, geliyor?
Cevap: İnsanlar hayvanlıktan çıkıp geldiği vakit, nasılsa bunu da beraber getirmiştir.
Sual: Demek şu istibdat hayvaniyetten gelmedir?
Cevap: Evet… Müstebit bir kurt, bîçare bir koyunu parça parça etmek, daima kavî, zayıfı ezmek, hayvanların birinci düstur ve kavânîn-i esâsiyesindendir.
Sual: Sonra?
Cevap: Şeriat-ı Garrâ zemine nüzûl etti; ta ki, zeminin yüzünü temiz ve insanın yüzünü ak etsin, şu insâniyetin siyah lekesini izâle etsin; hem de, izâle etti. Fakat, vâesefâ ki, muhît-i zamânî ve mekânînin tesiriyle, hilâfet saltanata inkılâp edip, istibdat bir parça hayatlandı. Ta Yezid zamanında, bir derece kuvvet bularak, başını kaldırdığından, İmam-ı Hüseyin Hazretleri hürriyet-i şer’iye kılıncını çekti, başına havâle eyledi. Fakat, ne çare ki, istibdadın kuvveti olan cehil ve vahşet, cevânib-i âlemde zaynâb gibi Yezid’in istibdadına kuvvet verdi.[4]
Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.[5]
Sultan Abdülhamid’den sonra hürriyet kılığına bürünmüş daha şiddetli bir istibdat nöbeti devraldığında, Bediüzzaman o yönetime olan muhalefetini de tutuklu olarak yargılandığı mahkemedeki savunmasında “Bu hükûmet zaman-ı istibdatta akla husumet ediyordu, şimdi de hayata adavet ediyor”[6] sözleriyle dile getirecekti. Ancak bu sözler, eski yönetime olan muhalefetinden pişmanlık anlamına gelmiyordu. Aynı müdafaasında Bediüzzaman, Sultan Abdülhamid’in istibdadını hürriyet zanneden adamlardan söz ediyor,[7] istibdadın bizatihî kendisi için ise “gebermiş istibdat” tabirini kullanıyordu.[8]
Bu arada şunu da önemle kaydetmek gerekir: İstibdada muhalefet başka, ecdad düşmanlığı başka şeydir. Aynı şekilde, ecdada muhabbet başka, istibdatperestlik ise bütün bütün başka şeydir. Bediüzzaman’ın istibdada muhalefetinde de, ecdada muhabbetinde de bu ayırım her zaman net bir şekilde görünür. O, daha sonraki istibdat dönemlerinde Sultan Abdülhamid’e “şefkatli sultan, veli padişah” gibi saygı ve övgü içeren ifadelerle atıfta bulunurken, aynı zamanda istibdat aleyhindeki telifatını neşretmekten de geri durmamıştır. Daha sonraki istibdat yönetimleriyle kıyas edildiğinde Abdülhamid yönetiminin istibdadının daha hafif kaldığını söylüyordu Bediüzzaman; ama bu, hiçbir zaman Abdülhamid devrine bir özlem mânâsını ifade etmiyordu. O, şeriat dairesindeki hürriyet ve meşrutiyetten başka hiçbir şeye razı değildi.
Ne var ki, İslâmî camia içinden bazı art niyetli çevreler, Sultan Abdülhamid’e muhalefet eden herkesi karalamayı başlıca meşgaleleri arasına katmışlardır ki, bunların hedef listesinde Mehmet Akif ve Elmalılı gibi ümmetin medar-ı iftiharı olan isimlerle beraber, Bediüzzaman da bulunmaktadır. Buna karşılık, bazı safdil dostların da, Bediüzzaman’ın Abdülhamid’e muhalefetinden dolayı sonradan pişmanlık duyduğuna dair şehir efsaneleri üreterek güya Üstadı müdafaa etmeye çalıştıklarını görüyoruz. Dün Abdülhamid’in lehinde söz söyleyebilmek cesaret istiyordu; bugün ise Abdülhamid’in gözü üstünde kaşı var diyen linç ediliyor. Zaman değiştikçe modalar da değişiyor; bu arada bağnazlık da, safdillik de modaya uyup bir şekilde varlığını devam etmenin yolunu buluyor.
Sultan Abdülhamid konusuna tekrar döneceğiz; ancak bundan önce yukarıda sözünü ettiğimiz diğer büyük tartışma ile ilgili olarak da söyleyeceklerimiz var.
***
İkinci büyük tartışmaya gelince: Geçtiğimiz günlerde, İslâmî camianın önemli kalemlerinden Ahmet Taşgetiren, bir televizyon sohbetinde, “12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat döneminde yazdım, kendimi bu zamandaki kadar kısıtlı bir duygu içinde görmedim” şeklinde bir söz sarf etti. Klavye başında pusuya yatmış trol orduları ise bu fırsatı kaçırmadı. Ânında bir linç kampanyası başlatıldı.
Aslında bu linç kampanyası, başlı başına, Taşgetiren’in sözlerini doğrulayan bir delilden başka birşey değildi. Çünkü eski darbe dönemlerinden hiçbirisinde insanlar böyle yoğun saldırılar karşısında kalmazlardı. Gerçi o zamanlarda sosyal medya yoktu, ama daha önemlisi, linç ruhu böylesine kollektif bir cinnet halinde toplumu sarmış değildi.
Aynı günlerde, Taşgetiren’i doğrulayan bir başka olay daha cereyan etti. Eski Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ile ilgili bir yazı yazan bir Milliyet yazarının yazılarına son verildi. Haber sitelerine yansıyan ve bugüne kadar yalanlanmayan – ve daha önce de emsâline alışageldiğimiz – haberlere göre, yüksek bir yerlerden gazetenin üst seviyedeki yetkilisine bir telefon gelmiş, bu yetkili de aldığı emri infaz ederek gazetecinin yazılarına son vermiş, söz konusu yazıyı da yayından kaldırmıştı.[9]
Ahmet Taşgetiren televizyon programındaki sözleriyle sadece bir hissiyatını dile getirmiş olmakla kalmadı, aynı zamanda, kendisini baskı altında hissettiğini söyleyemeyecek kadar kendisini baskı altında hisseden kimselerin hislerine de tercüman oldu. Hangi kesimden olursa olsun manzaraya basın dünyasının içinden bakanlar, bu kıyasla neyin kastedildiğini anlamakta güçlük çekmezler. Dışarıdan bakanların ise, bazı göstergelere dikkat ederek bunu anlamaları mümkündür. Meselâ şöyle bir soru sorabiliriz:
Kitle medyasında ciddî bir muhalefet izi gördüğünüz en son zamanı hatırlıyor musunuz?
Bu soruya cevap vermek eğer güçlü bir hafıza istiyorsa, basının baskı altında bulunduğuna dair delil aramaya ihtiyaç yok demektir. Bir düşünün “eski” zamanları: Dolar bir anda füze gibi fırlarken bir hükûmet yetkilisi “Kriz yok” diyecek olsa, bu tek söz kitle medyasında nasıl bir muhalefet kampanyasını tetiklerdi! Oysa hükûmet nice zamandır ekonomiden siyasete, eğitimden savunmaya kadar her alanda baş döndürücü icraatlar yapıyor; buna karşılık, eskiden icraatın karesiyle orantılı şekilde yoğunlaşan muhalefetten şimdi eser göremiyoruz. Bu durumda sormadan edemiyoruz: Medyamız gerçekten ıslah mı oldu? Yoksa bu tövbekârlık görünümünün arkasında başka sebepler mi yatıyor?
Bazı fikir gazeteleri ile belirli grupların görüşlerini seslendiren yayın organlarını bahsimizden hariç tuttuğumuzu bu arada hatırlatalım. Bunların tesir alanı sınırlıdır; bu alanın dışında ise, radikal şekilde bir siyasî görüşün taraftarı olmayan, yönlendirilmeye müsait büyük kitleler vardır ve kitle medyası dediğimiz yüksek tirajlı gazete, radyo, televizyon ve internet sitelerinin takipçileri de bunlardır. Bunları evcilleştirdiğiniz zaman vatandaş kitlelerini etkileyebilecek muhalefetten kurtulmuş, geri kalan medyaya fazla dokunmamak suretiyle de özgürlükçü olduğunuzu göstermiş olursunuz. Fakat ilk bakışta akıllıca görünen böyle bir stratejinin büyük riskleri vardır.
Hayatın gerçekleri ile kitle medyasının çizdiği pembe resimler arasındaki çelişki sonsuza kadar sır olarak kalmaz. Bu çelişkinin farkına vardıktan sonra da, insanlar, doğru haberleri almak ve/veya muhalefet ihtiyaçlarını gidermek için marjinal kaynaklara yönelmek zorunda kalırlar. Lâkin medyanın insanı formatlama özelliği asla küçümsenmemelidir. Bu tür medyaya takılan okuyucu, bir de bakmışsınız, zamanla takip ettiği yayın organının rengine bürünmüş ve sadece günlük siyaset konularında değil, genel olarak hayat görüşlerinde de derinlere işleyen değişiklikler geçirmiştir. Sonuç olarak, kısa vadede sesini kısarak kendinizi rahatlattığınız muhalefet, birazcık daha uzun vadede kemikleşerek büyümüş bir muhalefet olarak size geri dönebilir.
Diğer taraftan, kitle medyasının uysal bir hal almasının, iktidar cephesinde bir sempati husule getirdiğinde şüphe yoktur. Oysa kitle medyasının önemli bir kısmı, halkın inançlarını ve ahlâk telâkkilerini yozlaştırmak hedefine kilitlenmiştir ve bu konuda ıslah olmaları, Ayın yere inmesinden daha uzak bir ihtimaldir. Sırf müzmin muhalif konumunu terk ettiği için bu kısım medyayı tehlikesiz ve hattâ sevimli bularak onları takip edenlerin farkına bile varmadan nasıl formatlandıklarını görmek isterseniz, sadece şu “toplumsal cinsiyet” kepazeliğinde onların peşine takılan ve onlar gibi konuşup onlarla aynı hedefe tırmanmaya çalışan kişi ve kurumların bu duruma nerelerden ve nasıl geldiklerine bakmanız yeter.
Ahmet Taşgetiren bir gerçeği dile getirdi. Lâkin onun geçirdiği üç darbe döneminden sonuncusunu bile yetişkin çağında yaşamadığı halde onun cesaretini sorgulamaya kalkan evlâdı yaşındaki kalemlerden, Ahmet Taşgetiren’in ne söylediğini anlamalarını beklemek beyhudedir. “Her halk kendi ikliminin lisanını söyler” diyor Yahya Kemal. Bu kalemlerin ve bu trol ordusunun konuştuğu bu lisan, toplumu, birbirini anlamamakta yarışan, birbirine saldırmak için fırsat kollayan, kendi izzetini başkasının zilletinde gören bir gerilim ikliminin derinliklerine sürüklüyor. Asıl soru şu:
Bu manzarayı görmesi gerekenler acaba görüyorlar mı? Eğer görüyorlarsa, bu iklimi ortaya çıkaran başlıca etkenin kitle medyasını evcilleştirme politikası olabileceğini düşünüyorlar mı?
***
İnsanların kendisini baskı altında hissetmesi ile ilgili tartışmalar, bizi yine Sultan Abdülhamid konusuna getiriyor. Çünkü bu tartışmalara, Abdülhamid edebiyatının zirve yaptığı bir atmosferde girmiş bulunuyoruz. Geçmişteki kara propagandanın tesirini gidermek niyetiyle atılan adımlar yeni bir Abdülhamid efsanesi ortaya çıkardı, sonunda da bu efsane bir modele dönüştü. Şimdi günlük politikada referanslar Abdülhamid idaresinden alınıyor. Bu senaryoda Cumhurbaşkanımız Üçüncü Abdülhamid rolünü oynuyor. Bütün iyilikler ondan geliyor, bütün kötülükler onun muhalifleri tarafından üretiliyor. Bizi bugünlere o kavuşturdu, özgürlüklerimizi o bize verdi. İslâm âlemini de o tek başına kurtaracak. Kim onu tenkit ederse haindir. O sultandır; dilediği zaman dilediği kimseyle istişare eder veya etmez. Kimlerle istişare ettiğini kimsenin bilmesi gerekmez. Ayrıca istişare sonucuna uyma mecburiyeti yoktur. Hattâ kanunlara uymakla da mükellef değildir; dilediği zaman kanunu da kaldırır veya değiştirir. Bütün bunların fetvaları ise geçmiş istibdat dönemlerinin arşivlerinde mevcuttur; mevcut değilse bile yenisini üretmek hiç de zor değildir.
“Bu modeli kim üretiyor?” diye soracak olursanız, konuyu tam can damarından yakalamış olursunuz. Elcevap:
Mabeyinciler.
Bu sınıf, merhum Sultan Abdülhamid’in de başının belâsıydı. İstibdat yönetiminin mahsulü olan bu sınıfı yok etmeden insan haysiyetine yaraşan bir hürriyet ortamını tesis etmenin imkânı yoktur. Resulullah’ın (s.a.v.) “Şeytan senden korkar” hitabına mazhar olan Hz. Ömer devlet başkanı sıfatıyla hutbede konuşurken, bir kadın, başıma birşey gelir korkusunun zerresini taşımadan, herkesin içinde ona itiraz edebiliyordu. Halk Hz. Ömer’den korkmadığı gibi onun memurlarından da korkmuyordu. Çünkü bir memur veya onun oğlu haddini aştığı zaman “Anaların hür doğurduğu insanları ne zamandan beri köleleştirdiniz?” diyerek onun tepesine binen bir imamın idaresi altındaydılar. Geçmişin baskı dönemlerinde korkusuzca hak ve hürriyet mücadelesi verenler bugünün hürriyet ortamında kendilerini baskı altında hissediyorsa, bunun sebebi yanlış model seçmiş olmamızdan başka ne olabilir? Özetle:
Ceddimiz Sultan Abdülhamid Hanı sevelim, sayalım, rahmetle yad edelim, iyi taraflarıyla analım, ama onun üzerinden efsaneler üretip kendimize model yaparak geçmişin talihsizliklerini tekrar bu millete yaşatmayalım. Yaşadıklarımızdan çıkarabileceğimiz derslerin belki de en önemlisi budur; diğer dersleri bu tesbitin etrafında inşa edebiliriz.
[1] Aslına http://huseyincelik.net/ adresinden ulaşabileceğiniz yazı serisinin genişçe bir özetini https://umitsimsek.blogspot.com/2020/02/kzl-sultan-ne-de-ulu-hakan.html/ adresinde bulabilirsiniz.
[2] Divan-ı Harb-i Örfî, http://erisale.com/#content.tr.15.443
[5] Divan-ı Harb-i Örfî, http://erisale.com/#content.tr.15.413
[6] Divan-ı Harb-i Örfî, http://erisale.com/#content.tr.15.385
[8] Divan-ı Harb-i Örfî, http://erisale.com/#content.tr.15.413

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kur'an mealleri din eğitiminde baş köşeyi almalı

Raşid Halifelerde iman-amel bütünlüğü