Depremle veya depremsiz: yaşamak yahut yaşamamak

Japonya’da depremleri takip eden intiharlar vesilesiyle 2012 Mart’ında Son Devir’de yayınlanan bir yazımızı, yaşadığımız son deprem münasebetiyle bir kere daha hatırlıyoruz:

ÜMİT ŞİMŞEK

Depremle yaşamaya alışmış bir ülke, şimdi intiharlarla yaşamaya alışıyor.

2011 yılının büyük depremi ile onu izleyen tsunamide 19 bin kayıp veren Japonya’da intiharlar bu rakamı gölgeledi. Felâketten sonraki Mayıs ayında intihar vak’aları bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 20 artış gösterdi. Felâket bölgesinde ise bu artış yüzde 39 seviyesinde idi. Böylece Japonya seneyi 30 binin üzerinde intiharla kapadı.

Gerçi son 14 yıldır Japonya’da intiharlar hiçbir zaman 30 binin altına inmemişti. Fakat bu defa tam düşüş eğilimi göstermişken, deprem-tsunami-nükleer sızıntı şeklinde ard arda gelen üçlü felâket, rakamı tekrar eski seviyesine yükseltti.

Depremi atlatan insanlar, üstelik bu konuda dünyaya örnek olacak bir disiplin sahibi iken, niçin kendi hayatlarına kendi elleriyle son veriyorlar?

Görünürdeki sebeplere bakarsanız, onlardan bir kısmı, deprem ve tsunamide yakınlarını kaybettikten sonra sağ kalmış olmanın verdiği suçluluk hissiyle, bir kısmı hayattan tamamen ümidini kesmiş olarak hayatlarına son veriyor, bazıları da arkalarında “Keşke hiç nükleer tesisimiz olmasaydı” şeklinde notlar bırakarak gidiyor.

Üstelik intiharlar sadece felâketzedelerle sınırlı değil; kurtarma ekiplerinde çalışanların da zaman zaman karşılaştıkları manzaralara dayanamayıp hayatlarına son verdikleri görülüyor.

Hemen her depremden sonra “Depremle yaşamaya alışmalıyız” diyerek bize örnek gösterilen ülkenin bugünkü durumu özetle bundan ibarettir.

***

’99 depremi sonrasında yazılı ve görsel medyada birbiri ardınca arz-ı endam eden uzmanlardan aldığımız kesintisiz jeofizik eğitimi, bizi de böyle bir bunalımın eşiğine getirmişti. Hangi kanalda bir deprem uzmanı görünecek olsa oraya kilitleniyor, ekran başında geçirdiğimiz saatlerden sonra kafamız bir kat daha karışmış şekilde, başka kanallarda başka uzman arayışına geçiyor ve günü böyle kapatıyor, ertesi gün ve daha sonraki günler bu işlemi başından sonuna kadar aynen tekrarlayıp duruyorduk.

Cevap aradığımız soru belliydi: Bir sonraki deprem nerede ve ne zaman olacak?

Uzmanlardan aldığımız cevaplar da birbirinin kopyası idi:

Bugün de olabilir, elli sene sonra da. Her an olabilir. Veya olmayabilir. Şurada da olabilir, burada da. Yahut olmayabilir de. Her an herhangi bir yerde olabilir veya olmayabilir!

Bu arada, uzmanlarımızın, hepsi aynı kapıya çıkan cevaplarında anlaşmazlığa düşerek birbirlerini yiyişine de arada sırada şahit oluyorduk.

Kişi başına düşen dehşet miktarı yeterli seviyeye ulaşmadığı zaman nöbeti başka mesleklerin erbabı devralıyordu. Meselâ bir radyo programında konuşan bayan psikiyatrist, büyük bir deprem beklentisi içinde olan bir dinleyicinin korkusunu, o günlerde İstanbul’u ziyaret etmek üzere olan ABD Başkanı Clinton ile gidermeye çalışıyordu.

“Bakın,” diyordu bayan psikiyatrist, “böyle bir tehlike olsa, koskoca Amerika Birleşik Devletleri Başkanı İstanbul’a gelir mi?”

ABD Başkanına tevekkül etmeyi bir tedavi yöntemi olarak belirlemiş bulunan psikiyatristimiz, ne yazık ki, Clinton’un her zaman her yerde hazır ve herşeye kadir olmadığını dikkatten uzak tuttuğu için, ABD Başkanı memleketine döndükten sonra neyle ve nasıl teselli bulacağımızı da söylemiyor, böylece bu terapiden de maalesef sonuç alınamıyordu.

***

Bu çok sesli koroya bir de 28 Şubat ilâhiyatçıları katıldığında, Japonya’nın çağlar boyunca yakalayamayacağı seviyede bir intihar seferberliği için bütün şartlar ülkemizde olgunlaşmış bulunuyordu. Fakat milletin içine düşürüldüğü dehşet ne kadar büyük olursa olsun, bu, hiçbir zaman insanlara ölümü tercih ettirecek bir seviyeye ulaşamadı. Belli ki, bu milletin derinliklerinde (en iyisi derin millet diyelim), onu hayata bağlayan ve her türlü tahrip teşebbüslerine meydan okuyan birşeyler vardı.

Aslında milletin o kadar panik içine düşmesi için de temelde bir sebep yoktu. Fakat dönemin hakim anlayışı deprem yaratma yetkisini Allah’tan alıp fay hatlarına vermeye teşebbüs edince, deprem uzmanlarımız da bu konuyu bütün yönleriyle birden kendi kucaklarında bulduklarını sandılar.

Onlara düşen, “deprem” denen hadisenin müteaddit yönlerinden sadece pozitif bilimlere bakan yönü hakkında konuşmak, manevî yönünden sual edildiği zaman da “Bilmiyorum” diyerek soruyu ehline havale etmek idi. Fakat onlar, bu konunun bir de rububiyet, hikmet, adalet, rahmet gibi anlamları içine alan mânevî yönünün bulunduğu gerçeğini kabul etmediler ve bu kavramları bütünüyle reddettiler. Oysa konunun manevî yönünü ehliyetli ve sorumluluk sahibi ilâhiyatçılara bıraksalardı, yalancı çıkacakları bir alana hiç girmemiş olurlar ve kendi sözleri de halk nazarında itibar kazanırdı.

İşte, Japonya örneği de açıkça gösteriyor ki, konunun manevî yönünü ihmal edenlerin problemi depremle yaşamak değil, yaşayıp yaşamamak meselesidir. Zira, Yer ve Gökler Rabbinin mülkünde nefes alıp vermenin iki yolu vardır:

Ya mülkün sahibini tanır, Ona teslim olur ve Onunla yaşamanın rahatlığını yaşarsınız.

Veya, uyuşturucu etkisi yapan dünya meşgalelerine dalar, onlarla oyalanarak vaktinizi geçirirsiniz.

Fakat ikinci yolda, âniden ve hazırlıksız bir şekilde acı gerçekle yüzleşmek gibi bir risk vardır:

İnanmazsanız Japonlara sorun.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Raşid Halifelerde iman-amel bütünlüğü

Yöneticiler hesaba hazırlansın