SON EKLENENLER
latest

2 Mart 2019 Cumartesi

Tükürün zalimlerin hayâsız yüzlerine!

28 Şubat döneminde, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un zulüm karşısındaki tavrı ile ilgili olarak Akit gazetesinin Ümit Şimşek ile yaptığı ve 19-26 Temmuz 1998 tarihleri arasında sekiz gün süreyle tam sayfa olarak yayınladığı röportajın beşinci bölümü. Ramazan Gözübüyük sordu, Ümit Şimşek cevaplandırdı:

– 5 –

Bugünkü şartları biliyorsunuz. 28 Şubat süreci…

Benzer düşüncelere karşı Bediüzzaman’ın yazdığı muhtelif mektuplar ve bahisler vardır. Birkaç örnek zikredecek olursak:

“Benim bazı dostlarım, ehl-i dünya bana şüpheli baktıkları için, ehl-i dünyaya hoş görünmek için benden zahiren uzaklaşıyorlar, belki tenkit ediyorlar. Halbuki, kurnaz ehl-i dünya, bunların uzaklaşmasını ve benden çekinmelerini, o ehl-i dünyaya sadakate değil, bir nevi gösterişe, vicdansızlığa yorup o dostlarıma karşı fena nazarla bakıyorlar.

“Ben de derim: Ey âhiret dostlarım! Benim Kur’ân’a hizmetkârlığımdan uzaklaşıp kaçmayınız. Çünkü inşaallah benden size zarar gelmez. Eğer faraza musibet gelse veya bana zulmedilse, siz benden uzaklaşmakla kurtulamazsınız. O hal ile, musibete ve tokada daha ziyade hak kazanırsınız.”

“Canavar bir hayvana karşı kendini zayıf göstermek onu hücuma cesaretlendirdiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecavüze sevk eder. Öyleyse dostlar uyanık davranmalı, tâ dostların lâkaytlıklarından ve gafletlerinden, zındıka taraftarları istifade etmesinler.”

“Zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat’î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşî zalimin ayağını öpse, o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür. Hem başı gider, hem izzet ve haysiyeti mahvolur. Hem o canavar, vicdansız zalime karşı zaaf göstermekle, kendisini ezdirmeye cesaretlendirir. Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse, kalbini ve ruhunu kurtarır, cesedi bir şehid-i mazlum olur. Evet, tükürün zalimlerin hayasız yüzlerine!”

Bazı şeylere sessiz kalmak, görmezlikten gelmek…

Mümkün değil. Bediüzzaman, böyle birşeyin netice vermeyeceğini söylüyor ve diyor ki:

“Kardeşlerim, madem bir kısmın mâhiyetleri bu tarzdır; onlara, o kısma teslim olmak, bir nevi in­tihardır, İslâmiyetten pişman olmaktır, belki din­den sıyrılıp çıkmaktır. Çünkü o derece ilhadda ta­assup etmiş ki, bizim gibilerden yalnız teslimiyetle ve tasannu ile razı olmuyorlar. ‘Kalbini ve vicda­nını bırak, yalnız dünyaya çalış’ derler. İşte bu vaziyete karşı inayet-i Rabbâniyeye dayanıp me­tanet ve sabır ve tevekkül ederek dört sandık Ri­sale-i Nur eczaları o merkeze yetişip, kuvvetli ha­kikatlerle galebe çalmasına dua etmekten başka çare yoktur. Biz birbirimizden çekinmekle ve gü­cenmekle ve Risale-i Nur’dan çekilmekle ve on­lara teslim ve hattâ iltihak etmekle fayda verme­diği şimdiye kadar tecrübe edildi.”

İşte, böyle bir durum karşısında yapılması gerekeni, Bediüzzaman net bir şekilde söylüyor: inayet-i Rabbaniyeye dayanmak. Sadece ve doğrudan doğruya Allah’ın yardımına dayanıp metanet, sabır ve tevekkül ederek, eğer eserler müsadere edildiyse, daha fazlasını oraya göndermek… Yine hizmetini yapacaksınız, yine ulaştıracaksınız, yine neşredeceksiniz. Netice için ise yalnız Allah’a dua edeceksiniz. Bir defa, kesinlikle teslimiyet yoktur bu satırlarda. Kur’ân’a teslimiyet ise, yan gelip yatarak bir teslimiyet değil, aktif bir teslimiyettir. Âyet-i kerimede geçtiği gibi, “Siz Allah’a yardım ederseniz, Allah da size yardım eder.” Yani, önce biz, kendi kaderimize yardım etmeliyiz.

Afyon hapsindeki bir mektubunda da, ehl-i dünyanın, kendilerini “cemiyetçilikle” itham ettiğini söyler Bediüzzaman. Halbuki onların anladığı mânâda bir cemiyetçilik yoktur ortada. Fakat Üstad bundan çok farklı bir sonuç çıkarır. “Demek, bu zamanda ehl-i imanın birliğine pek çok ihtiyaç varmış ki, kader bizi burada topladı,” der. “Ehl-i dünya ‘Siz cemiyetsiniz’ der, zulmeder. Kader ise, ‘Neden lâyıkıyla bir cemiyet olmadınız?’ diye bizi tokatlar, adalet eder.”

Bediüzzaman, “Biz birbirimizden çekinmekle ve gücenmekle ve Risale-i Nur’dan çekilmekle ve onlara teslim, hattâ onlara iltihak etmekle fayda vermediği şimdiye kadar tecrübe edildi” diyor.

Yani, İslâma karşı, Müslümanları tavize zorlayan, inançlarını yaşamasını engelleyen durumlar ortaya çıktığı zaman veya yöneticiler tarafından bir haksızlık yapıldığı zaman Bediüzzaman’ın buna sessiz kalmayacağını mı gösteriyor bütün bunlar?

Sessiz kalıp kalmama konusunda şunu ayırd etmek lâzım: Bediüzzaman’ın bir müsbet hareket ilkesi vardır. Fakat bu ilke, haksızlığa boyun eğme yahut haksızlık karşısında kayıtsız kalma şeklinde anlaşılabilecek bir ilke değildir. Bu, sokağa dökülüp anarşi çıkarmamak, fiilî hareket ve isyan ve ihtilâl gibi yollara başvurarak zalimin yanı sıra pek çok mâsum insanın da zarar görmesine yol açmamak; fakat şartlar ne olursa olsun iman dâvâsından ve Kur’ân hizmetinden geri durmamak ve taviz vermemek şeklinde özetlenebilir. Bediüzzaman’ın şöyle bir sözü vardır: “İtaat etmiyoruz, fakat isyan da etmiyoruz.” Meselâ Türkçe ezan konusunda, “Biz buna itaat etmiyoruz ve bununla amel etmiyoruz” demiş, kendi mescidinde, kendi talebeleriyle beraber ezanı ve kameti asıl şekliyle okumaya devam etmiştir. Ama sokağa dökülüp bir isyan da çıkarmamıştır. İsyan olmayınca, ayaklanma olmayınca, sen beni neyle suçlayacaksın diyor. İtaat etmemek başka, isyan etmek bütün bütün başkadır diyor ve muhaliflerin her zamanda, her idarede bulunduğunu söylüyor. Hazret-i Ömer zamanında pek çok Yahudi var, Hıristiyan var; bunlar şeriatı kabul etmeyen kimseler. İngilizlerin idaresinde, Pakistan ve Hindistan’da kendilerine muhalif kitleler vardı. “Onların müsamaha ile baktıkları şeye, siz hangi cesaretle karşı çıkıyor ve bu hakkı bize vermiyorsunuz?” diyor.

Bediüzzaman TBMM’yi namaza davet etmişti. Bugün yaşasaydı yine bu daveti yapar mıydı? İrtica yasaları söz konusu; inançlı insanların üzerinde bir büyük baskı var. Çıkıp bir beyanname yayınlar mıydı?

Bu baskılar karşısında sessiz kalacağını tahmin etmek mümkün değil. Belki böyle bir ortamda yazacağı mektuplar birkaç cildi doldururdu. Keşke olsaydı, yazsaydı da biz de örnek alsaydık diye zaman zaman düşündüğüm oluyor, ama bir açıdan baktığımda da çok fazla bir eksiklik göremiyorum. Çünkü biz mevcut olandan yeterince istifade edemiyoruz. Bugünün hayatında yaşamış bir Bediüzzaman var. Bizim bugün çektiğimiz sıkıntılardan daha şiddetlisini çekmiş ve bir hizmet tarzı ortaya koymuş bir Bediüzzaman var. Biz bunu anlamaktan âciz kalırsak eğer, fazladan yazacağı birkaç cilt mektuptan ne ölçüde istifade edecektik, onu da bilemiyoruz. Bundan da ötede, elimizde bir Kur’ân var. Onu ne ölçüde anlıyor, ne ölçüde uygulayabiliyoruz? Hal ve hareketlerimizde ilk önce Kur’ân’a bakıp ona göre kendimiz için bir yön çizmemiz gerekirken, önce yönümüzü çizip sonra ona—gerekirse—Kur’ân’dan  delil arama yoluna gitmiyor muyuz çoğu zaman? Bu konuda ciddî eksiklerimiz var. Bu eksiklerimiz dururken, “Bediüzzaman şunu yazar mıydı, bunu yazar mıydı?” diye düşünmeye kendimizi çok fazla lâyık görmüyorum. Önce elimizdekini bir değerlendirelim.

Anlaşılan, gerek kişisel olarak, gerek cemaatler olarak, Bediüzzaman’ı yeterince tanımıyoruz. Üstadı değişik şekilde anlama söz konusu. Cemaatler bazında baktığımızda da farklı farklı görüşler var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bediüzzaman’ın yeteri kadar tanınmadığı bir vakıa. Ama cemaatlerin, grupların hareket tarzlarını teker teker ele alıp değerlendirmek de tabii ki bana düşmez. Daha ziyade ben ne ölçüde onu tanıyabiliyorum, tanıdığımı tanıtmak için ne yapabiliyorum? Benim zihnimi daha çok bunlar meşgul ediyor. Ama cemaatlerin içinde, Üstadın yeteri kadar tanınmamasından, yahut yanlış tanınmasından ıztırap duyan pek çok kimse var. Bu ıztırap kendisini hissettiriyor. Şurası bir gerçek ki, Üstad yeteri kadar tanınmıyor. Ve onun hizmetleri, Risale-i Nur hizmeti ve iman dâvâsı, yeteri kadar takdir edilmiyor.

[Devam edecek]

***

Bundan önceki bölümler:

http://www.yazarumit.com/o-kuranin-adami/

http://www.yazarumit.com/butun-cozumler-kuranda/

http://www.yazarumit.com/o-haksizlik-karsisinda-hicbir-zaman-susmadi/

http://www.yazarumit.com/furuat-sozu-bir-mugalatadir/

1 Mart 2019 Cuma

Füruat sözü bir mugalâtadır

28 Şubat döneminde, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un zulüm karşısındaki tavrı ile ilgili olarak Akit gazetesinin Ümit Şimşek ile yaptığı ve 19-26 Temmuz 1998 tarihleri arasında sekiz gün süreyle tam sayfa olarak yayınladığı röportajın dördüncü bölümü. Ramazan Gözübüyük sordu, Ümit Şimşek cevaplandırdı:

– 4 –

Bugün “irtica kanun tasarıları” karşısında tavrı ne olurdu? Üniversitelerde başörtülü kızlar okuyamıyor. Kahramanmaraş’ta Sütçü İmam, bir Fransızın Müslüman kadının başörtüsüne elini uzatması karşısında silâhına sarılmıştı.

Başörtüsü konusunda bunun bir örneği var. Bediüzzaman, hayatı boyunca hapisten hapse, sürgünden sürgüne nakledilmiş, ama bütün yargılanmalarında beraat kararı almıştır. Sadece tek bir mahkûmiyeti vardır. O da Tesettür Risalesi sebebiyledir. Bu mahkûmiyetten sonra da Tesettür Risalesini yayınlamaya devam etmiş, üstelik başına, bu mahkûmiyetle ilgili olarak şöyle bir not eklemiştir: “Mahkemeyi susturan Temyiz dilekçesinin savunmasından bir parça: Ben de adliyenin mahkemesine derim ki:  1350 seneden beri, Kur’ân’ın inişinden bu yana ve her asırda 350 milyon insanın sosyal hayatında, en kutsal ve hakikatli bir İlâhî prensibi 350 bin tefsirin tasdiklerine ve ittifaklarına dayanarak ve 1350 sene zarfında geçmiş ecdadımızın inançlarına uyarak tefsir eden bir adamı mahkûm eden haksız bir kararı, elbette yeryüzünde adalet varse, bu kararı red ve bu hükmü nakzedecektir.”

Onun tek mahkûmiyetinin bu konuda verilmiş olması, bu mahkûmiyetten sonra de tavrını hiç değiştirmeksizin görüşlerini neşir ve ilâna devam etmiş olması, sanıyorum, “Bugün ne yapardı?” sorusuna açıklık getiriyor.

17,5 yıl hapis cezasına çarptırılan Nurettin Şirin, cezaevinden üniversiteye başörtülü şekilde alınmayan kız öğrenciler için gönderdiği mektubunda, “Dışarıda olsaydım, kanımın son damlasına kadar yanlarında olurdum,” “Tabutuma başörtüsü bağlayın” gibi cümleler sarf ederken, inancına bağlı insanları da bu meselede sessiz ve duyarsız kalmakla suçlamıştı. Ve inançlı insanların sessizliğinden dolayı başörtüsü zulmünün sürdüğünü vurguladı. Bediüzzaman İstanbul Üniversitesinin önüne gidip bu zulme karşı çıkar mıydı?

Bediüzzaman’ın başörtüsü ile ilgili tavrını, zaten Tesettür Risalesinden, bu risale dolayısıyla aldığı mahkûmiyetten ve bu mahkûmiyete rağmen yazdıklarından görüyoruz. Burada, ayrıca bir de Üstadın “şeair” konusundaki hassasiyetini de dikkate almak lâzım. Şeair, simgelerdir. Başörtüsü simgedir diyorlar ya, doğrudur. İslâmın simgesidir ve yüzyıllar boyunca böyle olmuştur. Kâbe gibi, minare gibi, İslâmı hatırlatan ve İslâmı ilân eden bir simgedir başörtüsü. Simge, yani şeair konusunda, Üstadın tavrı son derece açık ve kesindir: Şeair umumun hukukunu, bütün bir toplumun hukukunu ilgilendirdiği için, şahsî vazifelerden daha önemlidir. Hattâ, nafile cinsinden dahi olsa, şahsî farzlardan daha önemlidir. Meselâ ezan, farz olmadığı halde bir simgedir, İslâmî bir şiardır. Dolayısıyla, şahsî farz namazlarımızdan daha önemli bir yeri vardır ve hiçbir şekilde feda edilemez. Nitekim Türkçe ezan okumama, Arapça ezan okuma yüzünden de Bediüzzaman’ın başına epey işler açılmış, ama hiçbir zaman bu hareketinden vazgeçmemiştir. Başörtüsüne gelince, o zaten, simgeliğinin yanı sıra, Allah’ın kitabına açıkça emredilen bir farzdır.

Arapça ezan okumuş muydu?

Gayet tabii. O yüzden takibe uğramış, mescidi basılmıştır. Böyle bir baskın üzerine kaleme aldığı bir mektuptaki şu ifadeler, belki biraz uzun tutacak ama, bu arada birçok suale de cevap verecektir sanırım:

Ey ehl-i bid’a ve ilhad! Altı sualime cevap iste­rim.

BİRİNCİSİ: Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşî, canavar bir çete reisinin bir usulü var, bir düsturla hükmeder. Siz hangi usulle bu acip tecavüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu ibraz ediniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz? Çünkü böyle hususî ibâ­dâtta kanun yapılmaz ve kanun olamaz.

İKİNCİSİ: Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürri­yette ve bilhassa medeniyet dairesinde, hemen umumiyetle hükümfermâ hürriyet-i vicdan düstu­runu kırmak ve istihfaf etmek ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek ve itirazını hiçe saymak ka­dar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize ‘lâdinî’ (laik) ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde, dinsizliği mutaassıbâne kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak, sizden sorulacak. Ne cevap vereceksiniz? Yirmi hükû­metin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadı­ğınız halde, nasıl yirmi hükûmetin birden itirazını hiçe sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir su­rette bozmaya çalışıyorsunuz?

ÜÇÜNCÜSÜ: Mezheb-i Hanefînin ulviyetine ve sâfiyetine münâfi bir surette, vicdanını dünyaya satan bir kısım ulemâü’s-sû’un yanlış fetvâlarıyla, benim gibi Şâfii’l-mezhep adamlara hangi usulle teklif ediyorsunuz? Bu meslekte milyonlar etbâı bulunan Şâfiî mezhebini kaldırıp bütün Şâfiîleri Hanefîleştirdikten sonra, bana zulüm suretinde cebren teklif edilse, sizin gibi dinsizlerin bir usu­lüdür denilebilir. Yoksa keyfî bir alçaklıktır. Öyle­lerin keyfine tâbi değiliz ve tanımayız!

DÖRDÜNCÜSÜ: İslâmiyetle eskiden beri imtizaç ve ittihad eden, ciddî dindar ve dinine samimî hürmetkâr Türklük milliyetine bütün bütün zıt bir surette, frenklik mânâsında Türkçülük namıyla, tahrifdârâne ve bid’akârâne bir fetvâ ile “Türkçe kamet et” diye, benim gibi başka milletten olan­lara teklif etmek hangi usulledir? Evet, hakikî Türklere pek hakikî dostâne ve uhuvvetkârâne münasebettar olduğum halde, böyle sizin gibi frenkmeşreplerin Türkçülüğüyle hiçbir cihette münasebetim yoktur. Nasıl bana teklif ediyorsu­nuz? Hangi kanunla? Eğer milyonlarla efradı bu­lunan ve binler seneden beri milliyetini ve lisanını unutmayan ve Türklerin hakikî bir vatandaşı ve eskiden beri cihad arkadaşı olan Kürtlerin milli­yetini kaldırıp onların dilini onlara unutturduktan sonra, belki, bizim gibi ayrı unsurdan sayılanlara teklifiniz, bir nevi usul-ü vahşiyâne olur. Yoksa sırf keyfîdir. Eşhâsın keyfine tebaiyet edilmez ve et­meyiz!

BEŞİNCİSİ: Bir hükûmet, kendi raiyetine ve ra­iyet kabul ettiği adamlara herbir kanunu tatbik etse de, raiyet kabul etmediği adamlara kanu­nunu tatbik edemez. Çünkü onlar diyebilirler ki: “Madem biz raiyetiniz değiliz; siz de bizim hükû­metimiz değilsiniz.”

Hem hiçbir hükûmet iki cezayı birden vermez. Bir katili ya hapse atar veyahut idam eder. Hem hapisle ceza, hem idamla ceza bir yerde vermek hiçbir usulde yoktur.

İşte, madem vatana ve millete hiçbir zararım dokunmadığı halde, beni sekiz senedir, en yabanî ve hariç bir milletten câni bir adama dahi yapıl­mayan bir esaret altına aldınız. Cânileri affettiği­niz halde, hürriyetimi selb edip hukuk-u medeni­yeden iskat ederek muamele ettiniz. “Bu da vatan evlâdıdır” demediğiniz halde, hangi usulle, hangi kanunla biçare milletinize rızaları hilâfına olarak tatbik ettiğiniz bu hürriyet-şiken usulünüzü, be­nim gibi her cihetle size yabancı bir adama teklif ediyorsunuz?

Madem Harb-i Umumîde ordu kumandanları­nın şehadetiyle, vasıta olduğumuz çok fedakârlık­ları ve vatan uğrunda cansiparâne mücahedeleri cinayet saydınız. Ve biçare milletin hüsn-ü ahlâ­kını muhafaza ve saadet-i dünyeviye ve uhreviye­lerinin teminine pek ciddî ve tesirli çalışmayı hı­yanet saydınız. Ve mânen menfaatsiz, zararlı, ha­tarlı, keyfî, küfrî frenk usulünü kendinde kabul etmeyen bir adama sekiz sene ceza verdiniz. (Şimdi ceza yirmi sekiz sene oldu.) Ceza bir olur. Tatbikini kabul etmedim; cezayı çektirdiniz. İkinci bir cezayı cebren tatbik etmek hangi usulledir?

ALTINCISI: Madem sizlerle, itikadınızca ve bana edilen muameleye nazaran, küllî bir muhalefe­timiz var. Siz dininizi ve âhiretinizi dünyanız uğ­runda feda ediyorsunuz. Elbette, mâbeynimizde, tahmininizce bulunan muhalefet sırrıyla, biz dahi hilâfınıza olarak, dünyamızı dinimiz uğrunda ve âhiretimize her vakit feda etmeye hazırız. Sizin zalimâne ve vahşiyâne hükmünüz altında bir iki sene zelîlâne geçecek hayatımızı, kudsî bir şeha­deti kazanmak için feda etmek, bize âb-ı kevser hükmüne geçer. Fakat Kur’ân-ı Hakîmin feyzine ve işârâtına istinaden, sizi titretmek için, size kat’î haber veriyorum ki:

Beni öldürdükten sonra yaşayamayacaksınız. Kahhar bir el ile, cennetiniz ve mahbubunuz olan dünyadan tard edilip ebedî zulümata çabuk atıla­caksınız. Arkamdan, pek çabuk sizin nemrutlaş­mış reisleriniz gebertilecek, yanıma gönderilecek. Ben de huzur-u İlâhîde yakalarını tutacağım. Ada­let‑i İlâhiye onları esfel-i sâfilîne atmakla intika­mımı alacağım.

Ey din ve âhiretini dünyaya satan bedbahtlar! Yaşamanızı isterseniz bana ilişmeyiniz. İlişseniz, intikamım muzaaf bir surette sizden alınacağını biliniz, titreyiniz! Ben rahmet-i İlâhîden ümit ede­rim ki, mevtim, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek ve ölümüm başınızda bomba gibi patlayıp başınızı dağıtacak! Cesaretiniz varsa ilişiniz! Yapa­cağınız varsa göreceğiniz de var. Ben bütün teh­didâtınıza karşı, bütün kuvvetimle bu âyeti okuyo­rum:

 ‘Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar onlara “Halk size karşı toplandı; onlardan korkun” dedikleri zaman, onların imanı ziyadeleşti ve “Bize Allah yeter; ne güzel vekildir O” dediler.’ (Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.)”

Tekrar başörtüsüne dönecek olursak: Başörtüsü emrinin Kur’ân’daki mevcudiyetinin yanı sıra, bu emrin anlaşılmasında 1350 senede bütün tefsirlerin, bütün İslâm âleminin ve bütün İslâm âlimlerinin ittifakı da işin bir başka yönü. Bunu da Üstad delil olarak gösteriyor. Kur’ân’ın başörtüsü kavramını herkes başka türlü anlamış da, Bediüzzaman “Bu başı örtmek lâzım” diye ortaya çıkmış değildir. Ta başından beri, Resulullah’ın, Ashabın tatbikatından itibaren, bugüne kadar oybirliğiyle getirilen bir tarif vardır ve Üstad bu tarifi savunmuştur. Bu bir farz olmasaydı, sadece nafile nev’inden bir tatbikat olsaydı bile, Bediüzzaman bunu en önemli bir farz şeklinde savunacaktı. Çünkü kendi verdiği ölçü budur. Şeair, nafile nev’inden dahi olsa, şahsî farzlardan daha önemlidir. Hükmü budur Bediüzzaman’ın.

Yani, “Bu bir teferruattır” diye bir söz sarf eder miydi?

Böyle bir suali hatıra getirmek dahi, Bediüzzaman’ı hiç tanımamış olmayı gerektirir. Zaten burada usul ve füru’ noktasında bir mugalâta söz konusudur. Önce “füruat” deyimi kullanılmış, sonra “teferruat” denilmiş, neticede bu deyimin teferruat anlamında kullanıldığı anlaşılmış ve fetva da verilmiştir. Bu sözün bu şekilde anlaşılmaması gerektiği yönünde bir açıklama da bugüne kadar gelmemiştir. Oysa usul ve füru’ ayırımı, bir önem sıralaması ifade eden bir ayırım değildir. Tam tersine, füruat olarak bilinen şeyin hangi asla dayandığını gösterir ve onu, dayandığı asıl itibarıyla yüksek bir değere kavuşturur. İnkâr veya istihfaf söz konusu olduğunda, asıl ile fer’ birbirinden ayrılmaz ve birinin reddi yahut küçük görülmesi, diğerinin de reddi yahut küçük görülmesiyle aynı anlamı taşır. Zaten Allah ve Resulünün emir ve yasakları arasında bir önem sıralaması yapmak bize düşmez, kulluğa yakışmaz ve hiçbir İslâm âliminin hatırından da geçmez. Nitekim daha önce zikrettiğimiz âyet-i kerimede, “Allah ve Resulü bir işte hüküm verdiği zaman, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların artık o işte bir tercih hakkı olmaz” buyuruluyor.

[Devam edecek]

***

Bundan önceki bölümler:

http://www.yazarumit.com/o-kuranin-adami/

http://www.yazarumit.com/butun-cozumler-kuranda/

http://www.yazarumit.com/o-haksizlik-karsisinda-hicbir-zaman-susmadi/

 

28 Şubat 2019 Perşembe

O, haksızlık karşısında hiçbir zaman susmadı

28 Şubat döneminde, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un zulüm karşısındaki tavrı ile ilgili olarak Akit gazetesinin Ümit Şimşek ile yaptığı ve 19-26 Temmuz 1998 tarihleri arasında sekiz gün süreyle tam sayfa olarak yayınladığı röportajın üçüncü bölümü. Ramazan Gözübüyük sordu, Ümit Şimşek cevaplandırdı:

 – 3 –

Bu durum, siyasete karşı olmasından mı kaynaklanıyor?

Bediüzzaman için “siyasete karşıdır” diye bir şey söyleyemeyiz. Kendisinin bizzat katılmayışı başka birşeydir, siyasete karşı olmak başka birşeydir. Onun siyasete karşı olduğunu söylemek, hayatının bir bölümünü inkâr etmek olur.

Bildiğimiz kadarıyla Kur’ân’da siyaset reddedilmiyor.

Baştaki ölçüye dönelim. Bediüzzaman’ı anlamak için, ona Kur’ân’ın ışığında bakmak lâzım. Kur’ân siyaseti dışarıda bırakıyor mu? Bu mümkün değildir. Çünkü iman hadisesi, Allah’a hiçbir yerde, hiçbir şekilde ortak koşmamayı gerektirir. Bazı konuları Allah’ın—hâşâ—yetki sınırları dışına çıkardığınız zaman, ortada imandan geriye ne kalır? Bediüzzaman’ın iman dâvâsından söz ettiğimiz zaman, hayatın bir kısmını sınırları dışında bırakan bir imandan söz etmemiz hiçbir şekilde mümkün de olmaz, doğru da olmaz. Yalnız, bir iman dersi verdiğinizde, bunu bir siyasî görüşle veya bir siyasî tarafgirlikle özdeşleştirmeniz doğru olmaz. Çünkü hangi görüşte olursa olsun, herkesin o dersi almaya hakkı vardır. Nitekim Bediüzzaman, “İman dersi için gelene tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost-düşman, derste fark etmez” diyerek bu konuya açıklık getirmiş ve doğrudan doğruya Kur’ân’dan alınan hakikatleri, hiçbir ayırım göstermeksizin herkese vermekle mükellef olduğunu belirtmiştir.

Yani Bediüzzaman’ın iman dâvâsı içinde siyaset de var.

Şimdi doktorun imanı olacak, şoförün imanı olacak, valinin imanı olacak da siyasetçinin imanı olmayacak mı? İman nedir; önce onun üzerinde duralım.

Üstadın, Emirdağ Lâhikasında, bir itiraz üzerine yazdığı bir mektup vardır. Bu itiraz, yanılmıyorsam bir Demokrat Parti milletvekilinin Nur talebelerine “Hocanıza selâm söyleyin. Bu iman konularını herkes biliyor. Daha başka şeyler yazsın” şeklindeki sözleridir. Bediüzzaman, aynı konuda gelen başka itirazları da toplayarak, şiddetli bir cevap yazar ve “Bazıları, herkesin ekmek ve su derecesinde muhtaç olduğu iman hakikatlerine ihtiyacı düşürmek desisesiyle derler ki: Herkes imanı bilir, bu konuda ders almaya ihtiyacımız yoktur” şeklinde bir giriş yaptıktan sonra, imanın tarifini yapar. Ona göre iman, “bütün kâinatı kuşatan rububiyetine, zerrelerden yıldızlara kadar herşey Onun tasarrufunda olduğuna ve Onun kudret ve iradesine tâbi bulunduğuna, mülkünde hiçbir ortağı bulunmadığına ve ilâhe illallah kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman etmek, kalben tasdik etmekle olur. Yoksa, ‘Bir Al­lah var’ deyip, bütün mülkünü esbaba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnat etmek—hâşâ—had­siz şerikleri hükmünde esbabı merci tanımak ve herşeyin yanında hâzır irade ve ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlarını ve gönderdiği elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman hakikati onda yoktur.”

Bugün bazılarının iman’dan anladığı şeyi ise, İngiliz Müslüman Colin Turner, İngiltere Kraliçesine gösterilen saygıya benzetir: Onlar kraliçelerine sonsuz saygı göstermekte, ama onu günlük işlerine karıştırmamaktadırlar. Fakat bu, İslâmın makbul saydığı ve Kur’ân’ın tarif ettiği bir Allah inancı değildir.

Allah’a inanmak ve varlığını kabul etmek yeterli olmuyor mu?

Yeterli olmadığını, Kur’ân bize yüzlerce âyetinde bildiriyor. Eğer bu yeterli olsaydı, Asr-ı Saadette ne Müslümanların, ne de Kur’ân’ın müşriklerle hiçbir problemi kalmazdı. Çünkü muhtelif âyetlerde Cenab-ı Hak, “Onlara ‘Gökleri ve yeri yaratan kimdir?’ diye soracak olsan, elbette ‘Allah’tır’ diyecekler” buyurur. Meselâ Nisâ Sûresindeki bir âyet-i kerimede, imanın son derece önemli bir şartı, bize şöylece anlatılır: “Rabbine and olsun ki, onlar, aralarında çıkan meseleler için sana gelip, senin hükmüne başvurup, sonra da senin verdiğin hükme, gönüllerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın razı olup teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.” Ahzâb Sûresindeki bir başka âyette de, “Allah ve Resulü bir işte hükmünü verdiği zaman, mü’min erkeklerin ve mü’min kadınların artık o işte bir tercih hakkı olmaz” buyurulmuştur. Bediüzzaman’ın ders verdiği imanı bu sınırların dışında değerlendirmeniz hiçbir şekilde mümkün olmaz. Onun eserleri, baştan sona, herşeyi her haliyle kuşatan bir mutlak rububiyetin izahından ibarettir. İman, böyle bir rububiyete tam bir teslimiyettir. Ondan başkasına kul olmamak, Ondan başkası önünde eğilmemek ve kimseye karşı da haksız bir şekilde üstünlük taslamamak tarzında, bir cesaret ve şefkati bir arada yaşamaktır.

Cumhuriyet ve Demokrat Parti döneminde idarecilerle karşı karşıya gelmiştir. İdareciler Üstadı hep sıkıştırdılar, ondan da ötede sürgüne gönderdiler. Ondan ne istiyorlardı?

Onların ileri görüşlülüklerinden olsa gerek. En azından, bizden daha ileri görüşlü olduklarını söyleyebiliriz. Biz bugün Bediüzzaman’ın iman dâvâsının nereye varacağını sezmekte âciz kalabiliyoruz. Elimizdeki kitaptan hergün bir parça okumakla yetinebiliyoruz. İman hizmetini bundan ibaret sayabiliyoruz. Ama, yeni yetişen nesilleri dinî değerlerinden soyutlamak, dinî hayatı camilerin dışına çıkarmamak ve tıpkı eski Sovyet yönetiminde olduğu gibi imanı vicdanlarda hapsetmek niyetinde olanlar, bir iman dâvâsının bu sınırlar içinde kalmayacağını, bu ateşin bir kere körüklendikten sonra zalimlere, diktatörlere, ihtilâlcilere meydanı boş bırakmayacağını sezmiş olmalılar ki, rahat bırakmadılar kendisini. İman hakikatlerinin gönüllerde yeşerdiği zaman hayata aksedeceğini, hayata aksettiği zaman önüne gelenin herkesin hakkına rahatça tecavüz edebileceği bir ortamın olmayacağını biliyorlardı. Bediüzzaman, Kastamonu Lâhikasındaki bir mektubunda, ehl-i imanın başına gelen musibetleri, yine ehl-i imanın zaafına bağlar ve meâlen şöyle der:

“Bu asrın acip bir özelliği, dehşetli cânileri de âlicenâbâne affetmektir. Hatta, binler cinayeti işleyen ve binlerce maddî ve manevî kul hakkını mahveden adamdan bir küçücük iyilik görse, bütün o cinayetleri unutup onu affeder ve ona taraftar çıkar. Bu yüzden, aslında azınlığın da azınlığı olan dalâlet ve tuğyan ehli, safdil taraftarlarla çoğunluğu elde eder. Musibet ise, çoğunluğun hatası yüzünden başa gelir. Böylece, bu safdil çoğunluk, musibetin devamı, hattâ şiddetlenmesi için kader-i İlâhîye fetva verdirirler, ‘Biz buna müstehakız’ derler.”

Yine bir başka mektubunda, Hûd Sûresinin “Zulmedenlere sakın meyletmeyin. Yoksa ateş size de dokunur. Sizin Allah’tan başka yardımcınız yok iken, sonra Ondan da yardım görmezsiniz” meâlindeki âyetini zikrederek, zalime taraftar olmama ve boyun eğmeme konusunda talebelerini şiddetle uyarır.

Bediüzzaman şimdi yaşasaydı nasıl bir tavırda bulunurdu? Haksızlıklar karşısında susar mıydı? Yoksa onu tekrar sürerler miydi?

Başına bir başörtüsü bağlayana yaptıkları muameleyi görün, siz karar verin.

Yani ne yapardı? Susar mıydı, bir köşeye mi çekilirdi? Yoksa başka bir ülkeye mi giderdi?

Bediüzzaman’ın bir köşeye çekildiği hiçbir dönem yoktur. Ülkenin kuş uçmaz, kervan geçmez bir köşesine, “Kendi kendisine burada unutulur gider” düşüncesiyle sürüldüğü dönemde, hayatının her ânı da tarassut altında bulunduğu halde, o bu ülkenin dağını, taşını, köyünü, kasabasını, şehrini matbaa haline getirmiş ve ülke sathında, kendisinin “Nur postacıları” adını verdiği bir teşkilâtla iman hakikatlerini yaymıştır. Telif edilen eserler, binlerce evin odalarında, yüklüğünde, odunluğunda, sabahlara kadar elyazısıyla çoğaltılmış, çoğaltılan eserler Nur santrallarında toplanarak Üstada gönderilmiş, herbiri tek tek tashih edildikten sonra yine aynı santrallarla yurdun ücra köşelerine ulaştırılmıştır. O dönemde “Nur talebeleri kırtasiyecilerde kâğıt bırakmadılar” şeklinde şikâyetlerin dile getirildiğini, 1950’li yıllarda Halk Partisi milletvekillerinin hükûmete “Nurcular kâğıdı nereden buluyorlar?” şeklinde soru önergeleri verdiğini biliyoruz.

Başka bir ülkeye gitmek de Bediüzzaman’ın aklından geçebilecek bir tercih değildir. Nitekim talebeleri zaman zaman mektuplarında bu konuya temas etmişler, “Başka ülkelerde olsaydınız hayırla yad edilecek, el üstünde tutulacaktınız” şeklinde sözler söylemişler, Bediüzzaman ise buna karşılık kendisinin siper gerisinde durmayı sevmediğini, başka bir yerde dahi olsa buraya, bu ülkeye geleceğini muhtelif mektuplarında belirtmiştir.

Demokrat Parti zamanında mı bu sözleri sarf etti?

Muhtelif zamanlarda buna benzer ifadeleri vardır. Bediüzzaman, Demokrat Parti döneminde de çok rahat bir hayat yaşamadı.

Demokrat Parti ezanı Türkçeden aslî haline, Arapçaya yeniden döndürdü.

Bediüzzaman’ın merhum Adnan Menderes için kullandığı deyimler arasında “İslâm kahramanı” gibi deyimler vardır. Ama o devirde maruz kaldığı haksızlıklar için de, “Âlem-i İslâm için bu çok hayırlı olmuştur” der. “Çünkü bu devirde bizi rahat bıraksalardı, ‘Demek ki Nurcuların idare ile arası iyiymiş ki onlara ilişilmedi’ diyeceklerdi.”

Halkın aleyhine bir kanun tasarısı geldiği zaman sivil toplum kuruluşları bu kanun teklif ve tasarılarına karşı çıkıyorlar. Kamuoyu oluşuyor. Ve bunlar Meclis gündeminden çıkarılıyor. Yani, burada siyasetten tamamen kopukluk yok. Bugün Üstad millet aleyhinde ya da lehinde bir kanun teklifi Meclise geldiğinde nasıl bir tutum içerisine girerdi? Yani, millet aleyhine veya lehine olan konularda taraf olur muydu?

Bediüzzaman bu tür faaliyetlerde bulunmuştur. Talebelerini defalarca Ankara’ya göndermiş, bazı teşebbüslerde bulunmuştur. Mektuplar kaleme almıştır. Meselâ Ayasofya’nın ibadete açılması için mektupları vardır. İslâm ülkeleriyle yapılan anlaşmaları ve işbirliğini teşvik eden, zamanın Cumhurbaşkanına, Başbakanına ve Bakanlarına gönderilmiş mektupları vardır. Üstadın talebelerinden Tahsin Tola, onun izniyle milletvekili olmuştur. Gerek onun vasıtasıyla, gerekse diğer talebelerini Ankara’ya göndererek milletin menfaatine olacak bazı konuların gerçekleştirilmesi için teşebbüslerde bulunmuştur. Fakat bütün bunlar, bir siyasî partinin izinden gitmek, ona taraftarlık yapmak, onun politikasını savunmak şeklinde cereyan etmemiştir. Emirdağ Lâhikasındaki bir mektubunda, “Büyük Doğu, Sebilürreşad gibi yayın organlarını bütün ruh u canımızla alkışlıyoruz. Onları tebrik ediyoruz. Onlarla dostuz ve kardeşiz” dedikten sonra, siyaset noktasında kendi hizmetinin farklı bir konumda bulunduğunu ve dost-düşman herkese bu dersi hiçbir ayırım gözetmeksizin vermek zorunda bulunduğunu söyler.

[Devamı var]

***

Bundan önceki bölümler:

http://www.yazarumit.com/o-kuranin-adami/

http://www.yazarumit.com/butun-cozumler-kuranda/

28 Şubat'ın Ebu Cehil bağlantısı

28 Şubat döneminin içinden geçerken, tepkilerimizi ortaya koyma çabası bazı orijinal buluşların ortaya çıkmasına da vesile oluyordu. Birgün aklıma “28 Şubat’ı Ebu Cehil’in doğum günü ilân etsek nasıl olur?” fikri düştü. Malûm gazeteler o gün geldiğinde darbenin yıldönümünü kutlarken, biz de “Ebu Cehil’i anma günü” tertipler, onun mel’anetlerini anlatırdık. Bu arada, onun yaptıkları ile başkalarının yaptıkları arasında bazı benzerlikler çıkarsa, ne yapalım, bunlar tarihî gerçekler! Tabii, Ebu Cehil’in doğum günü olarak tesbit ettiğimiz tarihin doğruluğunu sorgulayacak olanlar da çıkabilirdi; ama onları da “İnanmıyorsanız araştırın, doğrusunu siz bulun” diye savuşturmak çok zor olmazdı.

Asıl zorluk, bu projeyi kabul ettirmekte çıktı. Kime bu konuyu açsam, alelacele konuyu kapatıveriyordu – 28 Şubat korkusundan ziyade Ebu Cehil korkusundan! En deli bildiğimiz insanlar bile bu konuyu açınca birden akıllarını başlarına alıyorlar ve “Olmaz öyle şey” deyiveriyorlardı. Bir kişi hariç: Abdurrahman Dilipak, bir deli-yi mutlak olarak bu konuda tam bir kafa dengi çıktı ve projeyi hemen sahiplendi. “Telif hakkı ister misin?” diye sordu. “28 Şubatçılara armağanımız olsun” dedim. O da hemen kaleme sarıldı, senaryonun ayrıntılarını doldurarak aşağıdaki yazıyı yazdı. 28 Şubat 2001 tarihli Akit gazetesinden:

 

ABDURRAHMAN DİLİPAK

Kardeşim Ümit Şimşek, işi-gücü yok oturup Ebu Cehil’in doğum gününü hesaplamış. “Emin misin? Son kararın mı?” diye sordum. “Evet” dedi.

Tarihi bilgi ve bulgular yanında “istihare” ve “istihraç” yöntemlerini de kullanmış. En azından farklı bir bulgu ortaya çıkana kadar bugünün “Ebu Cehil’i Anma Günü” olarak kutlanmasında büyük bir isabet olacağı görüşünde.

Burada bir takım “tecelli”lerin ve “tevafuk”ların, “emare”lerin söz konusu olduğunu, “erbabının bu işleri bildiğini” söylüyor.

Bu görüşlere ben de katıldığımı söyleyebilirim. Tabi siz isterseniz buna “Post Modern Darbe günü” der, bugünü kutlar, ya da “Ağlama günü” ilan edebilirsiniz.

Öyle hemen “Ebu Cehil” deyip geçmeyin, Ebu Cehil, yani “Cehaletin babası” sayılan bu adam aslında devrinin, sanat, siyaset ve ticaretini çok iyi bilen, “nüfuz sahibi” bir zât idi. O da bir “baba” idi, ama “Cehaletin babası”. Aslında bu özellikleri itibarı ile son derece popüler, zamanına göre çağdaş, kendine göre ilerici, seküler bir aydındı. Aristokrat bir aileden geliyordu. Derin güçlerle içli dışlı idi ve bir takım çevrelerle derin ilişkilere sahipti. Hiç kervanları Susurluk’tan geçti mi bilmem ama kendi de “derin” biri idi.

Hatta Kâbe duvarına asılan 10 önemli şiirin seçildiği, bugünkü Nobel Ödülü’nü hatırlatan, ya da Cannes Film Festivali’ne benzer bir sanat festivalinin sponsorları arasında bulunuyordu. Kısacası o da tıpkı “Ebu Leheb” (Elleri kurusun) gibi VIP (Very Important Person) “Çok Önemli Kişi” statüsüne sahipti.

Düzeni savunuyordu ve içinde bulundukları düzeni koruma adına ne gerekiyorsa yapıyordu. Bu yanı ile de kendinden sonra gelenlere önderlik, rehberlik, öğretmenlik yapmış oldu. O, bu anlamda bir ekol’dü. Hâlâ o ekole sıkı sıkıya bağlı olan darbeci gelenekten gelenler, açıkça onun adını anmazlar da, onun ruhunu şad ettiklerinde kuşku yoktur.

Dileriz ki o ekolden olanlar, Hitler’le, Stalin’le, Musolini ile, tüm darbeciler, çete ve mafya ile, rüşvetçilerle, devleti ve milleti soyanlarla birlikte haşrolsunlar.

Evet bundan böyle 28 Şubat, bir çok özellikleri yanında “Ebu Cehil’in doğum günü” olarak kutlanacak. O, çağının bilgilerinin önemli kısmına sahipti. Ama bilmediği bir şey vardı, o da “hakikatın bilgisi”. Onun için peygamberimiz ona “Cehaletin Babası” dedi.

“Kitap yüklü eşek” benzetmesini en çok hakedenlerden biri idi o!

Nasıl ki, kitabı sırtında taşımakla eşek alim olmuyor, o kitapları ezberleyerek bilgi hamallığı yapmanın alim olmaya yetmediğini anlatmaya çalışan bir sözdür bu söz! İster misiniz benim için Ebu Cehil’e hakaretten dava açılsın?..

Neden olmasın!

Onun bazı meziyetlerinden yukarıda söz ettik. Onlara ek olarak söylenecek başka şeyler de var. İlkeli bir adamdı ve kendi çizgisinde taviz vermeden yürüdü. Kendi kurduğu düzeni sonuna kadar savundu. İkiyüzlülük etmedi. Bu anlamda dürüsttü. Onun için onu günümüzün “Çağdaş Ebu Cehil”lerinden ayırmakta da yarar var!Ebu Cehil hakkında ansiklopediler bakın ne diyor.

O, peygamberimizle hemen hemen yaşıt. Asıl adı Ebu’l Hakem Amr bin Hişam bin Al Mugire. Ona kısaca İbn’el Hanzaliya da diyorlardı. Mahzun ailesindendi. Onun için yazılan mersiyelerden birinde “hiçbir zaman kabalık ve cimrilik etmeyen asil ruhlu Mekke büyüğü” deniliyordu. Savaşı seven, sertlik yanlısı, yani şahinlerden biri idi. KSGK (Kureyş Savaş ve Güvenlik Kurulu) ‘na da üyeydi. Bedr Savaşı’nı Abbas b. Abdulmuttalib ile birlikte kumanda eden iki Kureyşli komutandan biriydi.

Bu savaşta hayatını kaybetti. Çatışmada Muaz b. Amr b. Cumuh ile birlikte Muavviz b. Afra tarafından öldürüldü. Peygamberimiz Mekke’den hicret etmeden önce Mekke’de Müslümanları, Lat, Menat, Uzza gibi kendi putlarına tapmadıkları için “düzene karşı çıkıyorlar” diye fişletmişti. Her kabileden bir kişi seçilecek ve bu kişiler hep birlikte peygamberimizin evine baskın yapacak ve peygamberimizi şehid edeceklerdi.

Bu planı Ebu Cehil hazırlamıştı. Yapılan fişleme sonucu tespit edilen öteki Müslümanların ise malları müsadere edilerek kendileri tutuklanacak, ya öldürülecek ya da Kureyş toprakları dışına çıkmaya zorlanacaktı.

Peygamberimiz onun için “Ümmetimin Firavunu” diyordu. Bir ezgide seslendirildiği gibi “Ebu Cehil ölmedi, ya Resulullah, Ebu Cehil kıtalar dolaşıyor…”

Habil ve Kabil arasındaki mücadele sürüyor. 28 Şubat günü tarihte neler olmuş, isterseniz bir de ona bakalım.

1- Ebu Cehil doğdu.

2- Post Modern darbe günü. BÇG doğdu ve herkes fişlendi. Büyük Gözaltı başladı. Okullarda Tek tip insan yetiştirmek üzere düğmeye basıldı. Medya, bürokrasi, yargı, akademisyenler, sivil toplum örgütleri brifinglendi.

3- Molla Fenari ilk Osmanlı Şeyhül İslam’ı oldu (1424)

4- Ömer Seyfettin doğdu (1884) 5- Körfezde Ateşkes imzalandı (1991) Selam ve dua ile.

27 Şubat 2019 Çarşamba

Bütün çözümler Kur'ân'da

28 Şubat döneminde, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un zulüm karşısındaki tavrı ile ilgili olarak Akit gazetesinin Ümit Şimşek ile yaptığı ve 19-26 Temmuz 1998 tarihleri arasında sekiz gün süreyle tam sayfa olarak yayınladığı röportajın ikinci bölümü. Ramazan Gözübüyük sordu, Ümit Şimşek cevaplandırdı:

– 2 –

Bediüzzaman, talebesinin kendi kardeşine verdiği bu cevabı işitince bundan sevinç duyar ve Barla Lâhikasında yer alan bir mektubu kaleme alır. Bu mektubunda Bediüzzaman, Hulûsi Beye hitaben, “Abdülmecid’in ziyadesini ziyade görmekliğin beni ziyade memnun etti” der ve arkadan bir âyet-i kerimeyi nakleder. Bu âyette, Hazret-i İbrahim’in putperestlere “Siz Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben mi sizin Allah’a ortak koştuklarınızdan korkacağım?” şeklinde cevap verdiği bildirilmektedir. Bediüzzaman, bu âyet-i kerimeyi naklettikten sonra, “millet-i İbrahim” sırrıyla, Hazret-i İbrahim Aleyhisselâma uymamız gerektiğini belirtir. Burada, Kur’ân’ın ölçüsünü ortaya koymuş, hadiseyi onun ışığında değerlendirmiş ve yolu o ışık altında göstermiştir. Bediüzzaman nerede ve ne zaman bir dâvâ ile ortaya çıktıysa, mutlaka onun Kur’ân’da bir dayanağı vardır.

Herşeyin reçetesi, her problemin çözümü, Bediüzzaman’a göre, ittibâ-ı Kur’ân’dır, yani, Kur’ân’a uymaktır. Risale-i Nur’u ve Bediüzzaman’ı değerlendirirken, onun hayatına ve hizmetine bakarken, mutlak surette, Kur’ân’ın koyduğu ölçü ve sınırları önümüze koyup ona göre bir değerlendirme yapmamız gerekir. Bu konuda, yine kendisi bize bir ölçü verir. Bediüzzaman’ın Sünuhat adlı eserinde, “Kur’ân’ın Hâkimiyet-i Mutlakası” başlıklı bir bölüm vardır. Orada, “İslâmî kitaplar şeffaf olmalı, ayna olmalı, gölge olmamalıdır” der Bediüzzaman.  “O kitaplara baktığınızda, arkada Kur’ân görünmeli. Meselâ, bir insan İbnu Hacer’e baktığı zaman, İbnu Hacer’in ne demek istediğini anlamak için değil, Kur’ân’ın ne dediğini anlamak için bakmalı. Eğer bugüne kadar İslâmî eserlere taksim olunan rağbet, bu şekilde, bütünüyle Kur’ân’a yönelmiş olsaydı, Kur’ân bugün sadece dilimizle okumak suretiyle feyz aldığımız bir mübarek derecesinde kalmazdı.”

Bu satırlarda ortaya konan ölçüyü, Risale-i Nur’u okurken bizim de hassasiyetle gözetmemiz gerekir. Risale-i Nur’a baktığınız zaman “Bediüzzaman ne diyor? Risale-i Nur ne anlatıyor?” sorusuna cevap araştırmaktan ziyade, Kur’ân’ın o konudaki irşadını bulmak, anlamak ve yaşamak niyetiyle bakarsak, tesbitlerimiz daha sağlıklı olur. Onun için, Bediüzzaman’ın herhangi bir sözünden, hareketinden, yahut Risale-i Nur’dan çıkarılıp da millete sunulan bir çözüm, eğer Kur’ân’ın irşadına ters düşüyorsa, o anlayışta mutlaka bir yanlışlık var demektir. Bunun sebebi de, Risale-i Nur yeterince şeffaf olduğu halde, bizim bu şeffaflığı zedeleyişimiz ve onun arkasında Kur’ân’ı göremeyişimizdir.

Efendim, şimdi Eski Said, Yeni Said meselesine gelelim. Eski Said Kur’ân’ı anlamamış mıydı? Yoksa Yeni Said bambaşka biri mi oldu? Çok mu değişti? İki Said’e nasıl bakacağız?

Bir defa, her insan gibi, Bediüzzaman’ın da kâinattaki tekâmül kanununa tabi olduğunu düşünmemiz gerekir. O bir noktada ortaya çıkıp belirdikten sonra hayatı boyunca sabit kalmış, donuk kalmış bir insan değildi. O, son ânına kadar bir değişim ve tekâmül içindedir. Meselâ, Risale-i Nur Külliyatının telifi tamamlandıktan sonra yazdıkları mektuplarında, “bir saatte bir senelik ibadet neticesini veren” bir tefekkürü yakalayabilmek için, ilk hayatından bu yana devam eden ve hemen her sene ayrı bir meyve veren arayışından ve bu arayışın verdiği en son meyvelerden söz eder.

Bediüzzaman’ın hayatındaki tekâmülün çeşitli safhaları vardır. Meselâ, ilk tahsil hayatında, sürekli olarak yeni bir metod arayışı içinde olduğunu görüyoruz. Daha sonra, Mesnevî-i Nuriye’yi yazdığı dönemde, çok şiddetli ve yoğun bir iç mücadele içinde bulunduğunu kendisi anlatıyor. Kendi ifadesiyle, bu eserdeki bahislerden her biri, o mücadelelerde kazanılan bir muharebenin neticesidir. Mesnevî-i Nuriye’de, Risale-i Nur’un aşağı yukarı bütün meselelerinin bir çekirdek halinde yer aldığını görürüz. Bunlar o zamanda bulunmuş, keşfedilmiştir. Sonradan, Cumhuriyet döneminde, onları genele intikal ettiren, geniş halk kitlelerinin istifadesine sunan bir üslûbun keşfedilmiş bulunduğunu görüyoruz. Böyle bir tekâmül seyri var.

İlk hayatında, Bediüzzaman, çok aktif bir şekilde sosyal hayatın içinde yer almıştır. Cumhuriyet döneminde, Barla’ya sürülüşünden itibaren ise, onun tamamen iman hizmetine yöneldiğini, sosyal ve siyasî hadiselerde aktif olarak rol almadığını görüyoruz. Bu dönemde, Bediüzzaman’ın koyduğu bir teşhis var. İşin temeli olan imanın tehlikeye düştüğünü, düşmekte olduğunu ve bunun başımıza büyük bir iş açacağını görmüştür. Öyle bir tehlike karşısında, asırlardan beri taklit yoluyla dededen toruna intikal eden bir imanın sağlam duramayacağı neticesine varmıştır. Dolayısıyla, temelin sağlamlaştırılması ve insanların taklit değil, tahkik yoluyla elde edilen ve çeşitli fırtınalarla sarsılmayacak sağlam bir imana kavuşmasını, zamanın en önemli meselesi olarak tesbit etmiştir.

Bu arada kendisine çeşitli teklifler yapılıyor, değil mi?

Umumî vaizlik teklifleri var. Hiç şüphesiz, eğer Bediüzzaman o dönemde yönetimle iyi geçinmeyi kafasına koymuş olsaydı ve buna uygun bir siyaset izleseydi, bugün pek çok insanın “hizmet” aşkına rüyalarını süsleyen makamları çok rahatlıkla elde ederdi. Nitekim karşı taraftan kendisine doğru bu adım atılmış, ama o kendisine uzatılan eli geri çevirerek çok daha büyük ve önemli bir hizmete yönelmiş, bunun faturasını da son nefesine kadar, hiçbir pişmanlık ve tereddüt duymaksızın, seve seve ödemeyi tercih etmiştir.

[Devam edecek]

Bu dizinin birinci bölümü:

http://www.yazarumit.com/o-kuranin-adami/

26 Şubat 2019 Salı

"O, Kur'ân'ın adamı"

28 Şubat döneminde, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un zulüm karşısındaki tavrı ile ilgili olarak Akit gazetesinin Ümit Şimşek ile yaptığı ve 19-26 Temmuz 1998 tarihleri arasında sekiz gün süreyle tam sayfa olarak yayınladığı röportajın birinci bölümü. Ramazan Gözübüyük sordu, Ümit Şimşek cevaplandırdı: 

-1-

Bize Üstadı nasıl anlatabilirsiniz?

Üstadı kısaca tanıtmak mümkün değil; ama ona tanımaya yardımcı olacak bazı noktalara kısaca işaret etmek mümkün. Bir defa, Üstadı tanımak için iki şeye öncelikle dikkat etmek gerekir:

Birincisi, onun hayatına daima Kur’ân ışığında bakmak lâzımdır. Eğer Kur’ân’ı tamamıyla okur, bütününü dikkate alır, onun insanlara sürekli ikazlarını hayalimizin bir köşesinde canlı tutarsak, Bediüzzaman’ın hareketlerinde, üslûbunda, mesleğinde takip ettiği amaçlarında bir mânâ bulabiliriz.

İkinci olarak, Bediüzzaman’ı geçmişe değil, geleceğe bakarak anlamaya çalışmalıyız. Çünkü o geçmişte yaşayan bir insan değildir. Hattâ günümüzde yaşayan bir insan da değildir. Onun cismi bugünün Türkiye’sinde yaşamışsa da, bakışı, hayali ve idealleri hep daima geleceğe dönüktür. Onun yazılarında en yakın zaman biriminin, 50 sene sonrası olduğunu görebiliriz. Meselâ, bir mektubunda “şimdi ekilen tohumların mahsullerinin, eğer ıslah olmazsa 50 sene sonra vereceği neticelerden” söz eder, yöneticilerin dikkatini bu konuya çeker. Kendi çağdaşı olan muhataplarından ümidini kestiği zaman, onun 300 sene sonrasına dönerek, kendisinin dünya gözüyle göremeyeceği muhakkak olan nesillere hitap etmeye başladığını görürsünüz. Zamanından ümidini kesse de hayattan hiçbir zaman ümidini kesmemiştir. Onun bütün çabası, bütün ikazları, ileriye dönüktür. Onun bir idealini gerçekleştirmek için müsait zeminin kendi yaşadığı zamanda mevcut olup olmaması, Bediüzzaman için hiç önem taşımaz. O ideal mutlaka gerçekleşecektir. Bunu kendisinin görmesi önem taşımaz. O, idealinin canlandığı görmüş gibi bir hayat sürmüştür.

Üstad Bediüzzaman bir fikir adamı mıydı, bir müçtehid miydi? Kendisini nasıl anlatabiliriz?

Bediüzzaman’a çeşitli açılardan bakmak mümkündür. Ama daha kestirme ve şümullü bir ifadeyle, ona “Kur’ân adamı” demek daha doğru olur. Kendisinin ilmî gelişmesine, ilk tahsiline baktığımız zaman, o günün ilimlerini, özellikle dinî ilimleri alabildiğine hazmetmiş olduğunu görüyoruz. Ama, gerek toplumun içinde bulunduğu durum, gerekse bu ilimlerin tedris tarzları kendisini tatmin etmemiş ve yepyeni bir ihtiyacın ortaya çıktığını fark etmiş ve bu ihtiyaca cevap verecek bir çözüm arayışı içine girmiştir. Onun ilk hayatı bu arayışla geçer. Bu arayış, daha sonra Barla hayatıyla başlayan devrede, Risale-i Nur Külliyatını ve Risale-i Nur hizmetini ortaya çıkarmıştır.

Bu arayış sırasında Bediüzzaman’ın bütünüyle Kur’ân’a yöneldiğini görüyoruz. Kendisinin anlattığına göre, İslâmî ilimlerin 90 tane temel kitabını tamamen hafızasına almıştır ve her üç ayda bir tamamını hatmedecek şekilde bunları hafızasından geçirmektedir. Sonra der ki: “Bu 90 kitap, Kur’ân’ın mertebe-i arşiyesine yetişmek için bana birer basamak oldu. Sonra da onların hepsini bıraktım; hiçbirine ihtiyacım kalmadı. Bana Kur’ân kâfi geldi.”

Kur’ân’a ulaşmak için bu kitapları mı okumak lâzım?

Hayır. Hadise, bu kitapları iyice hazmeden bir fikir adamının, onlardan farklı bir metod geliştirmesidir. Bu metod, bence, ilm-i kelâmda bugüne kadar yapılmış olan en büyük yeniliktir. Risale-i Nur’un asıl değerini ve mahiyetini anlayabilmek için, onun disiplinler içindeki yerini tesbit etmek lâzım. Bana göre bu yer ilm-i kelâmdır. Çünkü Risale-i Nur, kelâm ilminin bütün konularını ele alır. Tabii, klâsik kelâm kitaplarının metod ve tasnifi içinde ele alınmaz bu konular. Ortada çok farklı bir tasnif ve üslûp vardır. Geçmiş dönemlerin eserlerinde, bu üslûbu bu ölçekte bulmanız mümkün değildir. Ama Bediüzzaman’ın hayatını Kur’ân ışığında değerlendirdiğimizde, bu üslûbun Kur’ân’dan alınmış olduğunu görüyoruz. Bediüzzaman, başta Allah’a iman olmak üzere, akaidin hemen hemen bütün meselelerine girmiş, ancak bu konuları ele alırken bütünüyle Kur’ân’ı kendisinine örnek almış ve onun canlılığından bir parıltıyı, bir beşerin takat getirebileceği ölçüde kendi eserlerine aksettirebilmiştir. Onun için, Bediüzzaman’ın eserlerindeki iman, sadece okunan değil, aynı zamanda duyulan, hissedilen ve yaşanan bir iman olarak ortaya çıkar.

Peki, Bediüzzaman’ı farklı kılan neydi? Onun her zaman konuşulmasının sebebi nedir?

Bir defa, Bediüzzaman, net bir dâvâ ile ortaya çıkmıştı. Onun, asrın hastalığı olarak teşhis ettiği bir hastalık ve buna karşı geliştirdiği bir çözüm, bir hizmet tarzı vardır. Bu, iman dâvâsı şeklinde özetlenebilir.

Bediüzzaman’ın dâvâsı sürdürülüyor mu? Onu takip ettiğini söyleyen birçok grup var.

Risale-i Nur Külliyatı devam ettiğine göre, sürüyor demektir. Eserler orta yerdedir. Okunuyorlar. Üzerlerinde çalışmalar yapılıyor. Ama ne ölçüde “Bediüzzamanca” bir iman dâvâsı sürüyor? Bu tartışılabilir. Kişiden kişiye değişen cevaplar da verilebilir. Ama, bence, doğruyu bulabilmek için, Bediüzzaman’ın tariflerinde imanın ne olduğuna bakmak lâzım. Onun imandan ne anladığını görmek lâzım. Bediüzzaman “iman dâvâsı” ile ortaya çıktığı zaman neyi kastetmiştir, onu anlayalım. Meselâ, imanı bir “intisap” şeklinde tarif eder Bediüzzaman. Kime intisap? Yer ve göklerin mutlak maliki olan Allah’a intisap. Yani, Ona ait olmak, Onunla beraber olmak, Onun adına hareket etmek, Onun adına yaşamaktır. Hadis-i şerifte de tarif edildiği gibi, “İmanın en üstünü, nerede olursan ol, Allah’ın seninle olduğunu bilmendir.” Ama bu “bilmek,” teorik bir bilgiden ibaret değildir. Yaşanan bir imandır. Bu iman yaşandığı, bu intisap ortaya çıktığı zaman ne olur?

Üstadın Münazarat’ta tarif ettiği gibi, iman ile Kâinat Sultanına kul olan kimse, artık başkasının kulluğuna tenezzül etmez. Onun imanından gelen şehameti, kahramanlığı, başkasına kulluk etmeye ve başkası önünde eğilmeye izin vermediği gibi, yine imanından gelen şefkati de, başkasının hakkına tecavüz etmeye ve başkası üzerinde tahakküm ve istibdat kurmasına da müsaade etmez.

Bu iman, izzetin bütünüyle “Allah’a, Resulüne ve mü’minlere ait olduğuna” inanan bir kimsenin imanıdır. O iman, her nerede bulunursa bulunsun, her an üzerinde Yer ve Gökler Rabbinin gözetimi, arkasında Onun yardımı bulunduğuna, gözüyle görmüşçesine inanan bir insanın imanıdır. O iman, gökleri ve yeri tesbihatıyla çınlatan bir muhteşem musikinin nağmeleriyle mest olmuş, bütün kâinatı cezbeye getiren o nağmeler arasında sivrisinek vızıltılarının keyfini kaçırmasına hiçbir zaman müsaade etmeyen bir insanın imanıdır.

Bediüzzaman Cumhuriyetten önce çeşitli savaşlara katıldı. Ermenilere ve Ruslara karşı talebeleriyle birlikte çarpıştı. Onun bu mücadeleleri ve daha sonra dönemin devlet adamlarına karşı cesaretle karşı çıkabilmesi, onun Kur’ân’a bağlılığından ve Kur’ân’ı anlamasından mı kaynaklanıyor?

Tamamen ondan. Zaten, özellikle Cumhuriyet devrindeki hayatına baktığımızda, onun elinde Kur’ân’dan başka birşeyin kalmamış olduğunu görüyoruz. Onun Kur’ân’dan aldığı derse şöyle bir örnek verebiliriz:

Yirmi Altıncı Mektupta, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki devlet politikasını şiddetle tenkit eden bir bahis vardır. Tabii, bu bahis, tıpkı Risale-i Nur Külliyatının diğer bölümleri gibi, yazıldığı zaman, kitap olarak basılmıyor. El yazısıyla, elden ele çoğaltılarak yayılıyor ki, bu dahi o dönemde çok sıkı bir tarassut altında takip edilen ve suç olarak muameleye uğrayan bir hareket… Bu bahis, Bediüzzaman’ın kardeşi merhum Abdülmecit Ünlukul’un eline geçtiği zaman, çeşitli mahzurların doğabileceği endişesiyle, bunun mahrem tutulması gerektiğini ifade etmiş. Bunun üzerine, Bediüzzaman’ın talebelerinden—ki Üstadın kendi tabiriyle “Nurun birinci talebesi”—merhum Hulûsi  Yahyagil’in bu konuda Ünlükul’a verdiği bir cevap vardır. Hulûsi Bey, o sırada orduda muvazzaf subaydır ve yanılmıyorsam, üsteğmen rütbesindedir. Bu cevapta, Hulûsi Bey, Abdülmecid Efendinin endişelerinin yersiz olduğunu belirtir.

[Devam edecek]

25 Şubat 2019 Pazartesi

. . . Ve Ahmet Taşgetiren haklı çıktı

İslâmî camianın önemli isimlerinden Ahmet Taşgetiren’in kuruluşundan bu yana emek verdiği Altınoluk dergisi ile yolu ayrıldı.

Ahmet Taşgetiren, bu ayın başlarında katıldığı bir televizyon programında “12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat döneminde yazdım, kendimi bu zamandaki kadar kısıtlı bir duygu içinde görmedim” şeklinde bir cümle kullanmış, bunun üzerine sosyal ve asosyal medyanın tümünde birden bir linç kampanyasının hedefi haline gelmişti.

Son olarak, Taşgetiren’den, 33 yıldır hizmet ettiği Altınoluk dergisi ile Karar gazetesindeki yazıları arasında bir tercih yapması istendi. Taşgetiren, yazılarından vazgeçmeyeceğini bildirince, derginin doğumundan bu yana kesintisiz şekilde devam eden bir beraberlik sonlanmış oldu.

Altınoluk dergisi, 1986 Mart’ında Taşgetiren’in attığı “Andını Hatırla” başlığıyla yayın hayatına atılmıştı. Derginin ilk sayısında, o zaman Tercüman gazetesinde çalışmakta olan Ahmet Taşgetiren’in “Sonsuz Bîat” başlıklı yazısı, Ahmed Maraşlı imzasıyla yayınlanmıştı. Yazı, şu ifadelerle sona eriyordu:

Bîat, zor günün sözleşmesidir. Zor günde yaşanacak, bir sözleşmedir. Bütün şartları zordur.

Allah soruyor: “Muhammed ölür veya öldürülürse ökçelerinizin üzerinde gerisin geriye mi döneceksiniz?”

Bu sorunun altında “Hani bîat etmiştiniz” ihtarı gizlidir. Bu ihtarı Hazret-i Peygamber’in vefat ettiği gün Hazreti Ebu Bekir Hazreti Ömer’in sakalından tutarak yapar.

Elinde kılıç “Kim Muhammed öldü derse boynunu vururum” diye dövünen Hazret-i Ömer’i sarsar ve;

“Kim Muhammed’e tapıyorsa, bilsin ki o ölmüştür. Kim Allah’a tapıyorsa o bakidir; Ölmez!” der.

İslam’ın zor gününü görenler, içlerinde bîat sıcaklığı hissediyorlarsa, bir “Lebbeyk, lebbeyk” diyebilme heyecanı yaşıyorlarsa, bir feda oluş duygusuna ulaşabiliyorsa, hala diriliklerini kaybetmemişler demektir. Mü’min bîatini sık sık yenileyen insandır. İçinde hep bir bîat sınavı yapan, yüreği ilk bîatle son bîat arasında buluşturandır. Bîat, İslam’ı yaşamanın ve yaşatmanın bedelini belirler. O bedeli ödemeye hazır olanlar, ümit olunur ki, Allah huzuruna onun sevgili Peygamberi ile elele tutuşmuş olarak gireceklerdir.

Otuz üç yıl önce bir Mart sayısıyla yayın hayatına başlayan Altınoluk dergisi, önümüzdeki Mart ayından itibaren yoluna Ahmet Taşgetiren’siz devam edecek.

İslâmî camianın önde gelen yazarlarından Ahmet Taşgetiren, geçtiğimiz yıllarda Star gazetesinde yazmakta iken, bazı yazılarının sansürlenmesi üzerine yazılarına son vermiş, uzunca bir aradan sonra da Karar gazetesinde yazmaya başlamıştı.

***

Ahmet Taşgetiren’in tartışma konusu olan televizyon konuşmasıyla ilgili yazımız:

İstibdat muhabbeti

24 Şubat 2019 Pazar

Kur'ân medeniyetinin temelinde güzel söz var

Kur’an Buluşmalarının 220. bölümünde yetim ve kadın hakları ile miras hukukuna dair âyetler gündemimizdeydi.

Nisâ sûresinin 5-8. âyetlerini okurken, kendimizi bir fazilet medeniyetinin adım adım inşasını âdeta gözümüzle görüyormuş halde bulduk.

Âyetler sadece herkesin hakkını bildirmekle kalmıyor, bunu yaparken insanların içindeki fazilet tohumlarının da yeşermesine zemin hazırlayan öğütler veriyordu.

Bunlar arasında en dikkat çekici olanı ise, güzel söz ile ilgili olan öğütler idi. Gerek miras taksimi sırasında, gerekse aklı başında olmayan kimselere karşı Kur’ân bize güzel ve gönül alıcı sözler söylemeyi emrediyordu. Aynı öğüt, daha başka sûrelerde de farklı vesilelerle tekrarlanıyordu. Gördüğümüz örneklerden birkaç tanesi:

Kullarıma şunu da söyle ki, sözün en güzelini söylesinler. Yoksa Şeytan aralarına fesat sokar. Çünkü Şeytan insana apaçık bir düşmandır.
İsrâ, 17:53

Güzel bir söz, bir affediş, ardından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır. Allah ise Ganî ve Halîmdir.
Bakara, 2:263

Rabbin, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi ve anne-babaya iyilikte bulunmanızı emretti. Onlardan biri veya her ikisi senin yanında yaşlanacak olursa, onlara öf bile deme, onları azarlama; onlara güzel söz söyle.
İsrâ, 17:23

Onlara bakacak durumun olmadığı için Rabbinden umduğun bir rızkı aramak üzere onlardan yüz çevirmek zorunda kalırsan, hiç olmazsa onlara gönül alıcı bir söz söyle.
İsrâ, 17:28

UTESAV organizasyonuyla MÜSİAD’ın Çobançeşme’deki genel merkezinde cereyan eden Kur’an Buluşmaları, Cumartesi sabahları 7:00’de kılınan sabah namazından sonra ve simit-peynir-çaydan meydana gelen bir kahvaltı ikramını takiben 7:30’da başlıyor ve 9:00’a kadar devam ediyor.

Programda hanımlar için de yer ayrılmış bulunuyor.