SON EKLENENLER
latest

5 Mart 2019 Salı

Özgürlük mücadelesinin rehber ismi Bediüzzaman

28 Şubat döneminde, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un zulüm karşısındaki tavrı ile ilgili olarak Akit gazetesinin Ümit Şimşek ile yaptığı ve 19-26 Temmuz 1998 tarihleri arasında sekiz gün süreyle tam sayfa olarak yayınladığı röportajın sekizinci bölümü. Ramazan Gözübüyük sordu, Ümit Şimşek cevaplandırdı:

– 8 –

Bediüzzaman’ı mutlaka bir hocaefendiden mi öğrenmeliyiz? Yoksa başka şekilde, okuyarak da onu tanıyabilir miyiz?

Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikasının sonlarında yer alan, peş peşe yazılmış mektuplarında, kendisini görmeye gelip de göremeden dönenlerin bir kayba uğramadıklarını belirterek, “Risale-i Nur’ları okumak, benimle yüz yüze görüşmekten on defa daha kârlıdır. Herbir risale ile, benimle hakikî bir surette görüşmüş olursunuz” diyor. Tabii ki, onu iyi bilen, yıllarca Risale-i Nur’u tetkik etmiş, hattâ Bediüzzaman’ı tanımış ve onunla bazı hatıralar yaşamış olan ve bir bilgi ve tecrübe birikimine sahip olan kimselerin bu konuda rehberliğini, görüşlerini ve açıklamalarını yabana atmak mümkün değildir. Fakat ölçüyü kaçırmamak suretiyle. Benzetmek gibi olmasın, ama siz bir tefsir okursunuz, istifade edersiniz Kur’ân’ı anlama konusunda. Sizin kendi başınıza açmanız mümkün olmayan pek çok kapıların tefsirde açılmış bulunduğunu görürsünüz. Ama tefsiri esas kabul ettiğinizde, bu sizi çok yanlış yerlere götürebilir. Risale-i Nur’u anlama konusunda da, eğer Risale-i Nur’u esas kabul eder de onu daha iyi bilenlerin açıklamasını buna tabi olarak alırsanız, istifade edersiniz. Ama size yapılan açıklamaları esas kabul edip, daha sonra bunlara Risale-i Nur’dan delil arama yoluna giderseniz, varacağınız yer çok farklı olabilir.

Risale-i Nur’a da Kur’ân’a götüren bir yol olarak bakmamız gerekmiyor mu?

Zaten hedef olarak bunu almanız şarttır. Aksi takdirde Risale-i Nur’u anlayamazsınız.

Kur’ân’ı bir tarafa bırakarak sadece Risale-i Nur okumakla Üstadın yolunu takip etmiş olur muyuz?

Risale-i Nur’un, “Mucizat-ı Kur’âniye Risalesi” adında, bir Yirmi Beşinci Sözü vardır. Kur’ân’ın mucizeliğini anlatan ve bu konuda harikulâde örnekleri önümüze koyan çok geniş bir risaledir bu. Bediüzzaman, burada Kur’ân’dan bazı örnekler sunduktan ve bunları açıkladıktan sonra, “Sairlerini sen kıyas et; kuvvetin varsa istinbat et” der. Buradan da çok açık şekilde şu anlaşılıyor ki, Üstadın bize verdiği, Kur’ân’ı anlama konusunda ufkumuzu açacak nümunelerdir, ölçülerdir, metodlardır. Bu metodlarla kendisini donatmış bir insan, Kur’ân’a yöneldiği zaman, onu daha rahat ve daha geniş bir şekilde anlama ve yaşama imkânına kavuşur. Risale-i Nur sizi Kur’ân’a götürür, Kur’ân ile tanıştırır, size Kur’ân’ın kapısını açar. Kur’ân’ın ölülere okunacak bir kitap olmadığını size gösterir ve ondan mânâ cevherlerini çıkarmanızı sağlayacak bazı ipuçları verir. Siz o ipuçlarını iyice özümsemişseniz, Kur’ân’ı okuduğunuz zaman, daha önceki halinizden çok daha farklı ve geniş bir anlayış ve kavrayışla okuduğunuzu görürsünüz.

Ama, Risale-i Nur’da kalır da Kur’ân’ı dikkate almazsanız, istifadeniz çok sınırlı kalır. Aslında Kur’ân’ı okuma, inceleme ve anlama konusunda ne Risale-i Nur’dan, ne de başkasından izin almaya ihtiyaç da, imkân da yoktur. Çünkü Kur’ân’ın okunması, Âlemlerin Rabbinden gelen bir emirdir. Bu emir, başkalarının onayına bağlı bir dilekçe değildir. Zaten Bediüzzaman, “Kütüb-ü İslâmiye şeffaf olmalı; arkasında Kur’ân’ı göstermeli. Onlara bakanlar Kur’ân’ın ne demek istediğini anlamak için bakmalıdır” derken, kendisini ve talebelerini de bağlayan bir hüküm vermiştir. İnsanın hayat gayesi de bundan başkası değildir. Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ı yaşamak. Yahut, “Biz Kur’ân’ı yaşayarak anlamaya çalışırız” diyen Hazret-i Ömer’in izinden gitmek. Özeti budur işin.

Anlaşılan, sadece okuyarak olmuyor.

Eğer olsaydı, bugün bu halde mi olurduk?

Üstad cumhuriyetçi miydi?

Mahkemede bunu kendisi de ifade etmiştir. Yaşlı olan mahkeme reisini istisna tutup, diğerleri daha dünyaya gelmeden önce kendisinin cumhuriyetçi olduğuna dair, karıncaları besleyişini örnek gösterir ve onlara gösterdiği bu ilginin sebebini, karıncaların cumhuriyetçiliği ile açıklar. Fakat onun cumhuriyetçiliği, hürriyetin ve adaletin alabildiğine uygulandığı, meselâ bir Hazret-i Ömer devrinin cumhuriyetidir. Yoksa, kendisinin deyimiyle, “istibdad-ı mutlaka cumhuriyet adını takmak,” bir insanın cumhuriyetçiliği için ölçü teşkil etmez. Hazret-i Ömer devrine baktığımızda, kendisi hutbe okurken cemaatten bir kadının kalkıp ona itiraz ettiğini ve buna karşılık Hazret-i Ömer’in “Bu ümmetin kadınları da Ömer’den daha âlim” diyerek hakkı teslim ettiğini ve sustuğunu görüyoruz. Şimdi bir o anlayışa, bir de zamanımızda cumhuriyet adı verilen çeşitli yönetim biçimlerine bakın. Hattâ yakın zamanlara kadar, meşhur “halk demokrasileri” vardı. Demokrasi yetmiyor, bir de “halk” deyimi ayrıca kullanılıyordu. Tabii bu deyimi kullanmak, ne demokrasi ortaya çıkarıyordu, ne de cumhuriyet.

Demokrat Parti ile ilişkileri nasıldı?

Organik bir yakınlığı yoktu. Onların, milletin hak ve hürriyetlerini koruma konusundaki hizmetlerini fevkalâde takdir ve tebrik etmiş, bizzat reyini de açıkça vermiş ve desteklemiştir.

Açıkça bunu ilân ediyor mu?

Seçim sırasında “Ben çok hastayım” demiş ve sandık başkanından, reyini kullanmak için sandığın kendisine getirilmesini istemiştir. Ancak bunun mümkün olmadığı belirtilince, “Benim reyim ehemmiyetlidir” deyip, bizzat giderek reyini kullanmıştır. Tabii, bu, Cumhuriyet Halk Partisine verilen bir rey değildir. Demokrat Partiyi de doğru hareketlerinde, meselâ İslâmî şeairin tekrar serbest bırakılması ve İslâm ülkelerine karşı tekrar yakınlaşma gibi konularda destekleyen mektupları, lâhikalarda mevcuttur. Yanlışları konusunda da ikazları vardır.

Demokrat Parti meselesini günümüze getirirsek, şimdi çeşitli partiler bu partinin misyonuna sahip çıkıyor ve benzer partiler de çok. En farklı görüneni ise, yeni adıyla Fazilet Partisi… Demokrat Parti, ANAP, DYP—şimdi hangisi ehven-i şer?

Bu çok ayrı ve dağınık bir konudur. Burada insanların birbirinden farklı kanaatlere de ulaşmaları mümkündür. O konulara girip fikir beyan etmek taraftarı değilim.

Üstada göre bakarsak…

Herkes “Üstada göre böyle” diyecektir. Neticede bu siyasettir ve siyaset de çok kaygan, kaypak bir zemindir.

Üstadın istediği vahdet değil mi?

Birlik. Hattâ talebelerine sık sık söylediği şöyle bir söz var: “Benim sizin hizmetinize ihtiyacım yok, sizin tesanüdünüze ihtiyacım var.” Ne var ki, böyle “birlik” gibi bir konuyu gündeme getirdiğinizde, kimse bir başkasının yanında birleşmeye razı olmuyor. Ama bu istenen bir şey mi? Burada çok farklı bir konuya giriyoruz.

Bir defa, meslek ve tarz itibarıyla herkes için birleşmek mümkün olmaz, doğru da olmaz. Ama çalışma alanı ve hizmet metodu farklılıklarını korumakla beraber, iman ehlinin birlik ve dayanışması konusunda Bediüzzaman’ın ürettiği çözümler vardır ki, “Birinci İhlâs Risalesi” adını verdiği Yirminci Lem’ada bunlar geniş şekilde ele alınmıştır. Bunlar arasında, “Dokuz Emir” adlandırdığı çözümleri burada sayalım isterseniz:

  1. Müsbet hareket etmektir. Yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklere husumet yahut başkalarını küçük düşürmek gibi şeyler onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.
  2. İslâm dairesi içinde, hangi meşrepte olursa olsun, sevgi, kardeşlik ve ittifak sebebi olabilecek pek çok birlik bağı bulunduğunu düşünüp ittifak ederek,
  3. Haklı her meslek sahibinin, “Mesleğim haktır veya daha güzeldir” deme hakkı vardır. Fakat başkasının haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim yolumdur, güzel yalnız benim meşrebimdir” demeye hakkı yoktur.
  4. Ehl-i hakla ittifa etmek, tevfik-i İlâhînin bir sebebi ve diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle,
  5. Dalâlet ehlinini cemaat şeklindeki hücumlarına karşı ferdî mukavemetin zayıf düştüğünü anlayarak ehl-i hak tarafındaki bir ittifak ile onlara karşı kuvvetli bir şahs-ı manevî çıkarmakla,
  6. Ve hakkı, bâtılın savletinden kurtarmak için,
  7. Nefsini ve enaniyetini,
  8. Ve yanlış düşündüğü izzetini,
  9. Ve ehemmiyetsiz, rekabetkârâne hissiyatını terk etmekle ihlâsı kazanmak.

Bu dokuz madde, Kur’ân’ın mutlak rehberliğinde anlaşan insanlar için, kabulü imkânsız şeyler değildir. Ve uygulandığı takdirde de, birlik diye bir problemimizin kalmayacağını sanıyorum.

Son olarak, Bediüzzaman’ı doğru bir şekilde anlama konusunda neler söyleyebiliriz?

Bediüzzaman Said Nursî’yi anlayabilmek pek kolay bir iş değildir. Herkes onun hayatında kendisinden bir parça bulur. Çeşitli meşreplerden insanlar, onun yaşayışında “İşte bu benim” diyebileceği bir kesitle mutlaka karşılaşır. Fakat bu parçanın ve bu kesitin ait olduğu bütünü tanımlamak, sathî bir nazarla ve alelusul araştırmalarla başarılabilecek bir iş değildir.

Bediüzzaman, dünyanın fırtınalı bir döneminde hayata gözünü açmış, buna bir de kendi hayatının fırtınalarını katmıştır.

Onun hayatı boyunca dünya ve ülke pek çok dönemlerden geçmiştir. Bu dönemlerden hiçbiri memleket için rahat bir dönem olmadığı gibi, bu rahatsızlıklar, Bediüzzaman’ın hayatına katlanarak aksetmiştir.

Bütün bu dönemlerde Bediüzzaman daima aktif, daima cevval, daima çağının önündedir.

Onu, bundan bir asır önce, aydınlarımızın dahi zihinlerinde berraklaşmamış ve birçoğu tarafından ürküntüyle karşılanan “hürriyet” kavramını, Doğu Anadolu’daki Kürt aşiretinin cahil insanlarına anlatırken görürüz.

Aynı Bediüzzaman, cephede bir yandan düşmana kök söktürürken, bir yandan da, gelecek nesillere emsalsiz bir miras olarak bırakacağı tefsiri kurşun yağmuru altında kaleme alan bir gönüllü alay komutanıdır.

Yine aynı Bediüzzaman, yıllar sonra, idamına mutlak gözüyle bakıldığı bir sırada, Afyon Hapishanesinin sobasız ve camı kırık koğuşunda ateşler içinde yatarken, kelâm ilminin “ilim, irade ve kudret” gibi en karmaşık ve ağır meseleleri üzerinde 15. Şuâ gibi bir eseri vücuda getirecektir.

Aynı şahsiyet, bir Rus generali karşısında ayağa kalkmayı İslâmın izzetine yediremediği için hayatını hiçe sayar, idam mangasının önüne çıkar.

Aynı Bediüzzaman, işgal altındaki İstanbul’da İngiliz askerleri tarafından köşe bucak aranırken, “Tükürün İngiliz lâîninin hayâsız yüzüne!” şeklinde yazılar yayınlamaktadır.

Aradan uzun yıllar geçecek, aynı Bediüzzaman, ileri yaşlarında, Anadolu’nun ücra köylerinden birinde dünyadan tecrit edilecektir. Ama onun kalemi yine yazmakta, bu arada Anadolu’ya yayılmış “Nur postacıları,” yönetimin bütün çabalarına ve yıldırmalarına rağmen, elyazısıyla çoğaltılmış 600 bin nüsha “yasak” eseri yurdun her köşesine ânında ulaştırmaktadır.

Buna karşılık, Bediüzzaman, “Şeyh Said isyanı” gibi hareketlerin içinde yoktur. Siyaset sahnesinde yoktur. Ve, çevresinde, herhangi bir emrini hayatı pahasına yerine getirmekten çekinmeyecek bir fedailer ordusu bulunduğu halde, âsâyişi ihlâl edecek bir hareketin içinde yoktur.

Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış döneminde başlayıp 27 Mayıs darbesinin arefesine kadar süren ve her safhası dolu dolu yaşanmış bir hayatı anlamanın, hiç şüphesiz, güçlükleri vardır. Bununla beraber, daha önce söylediklerimizi tekrar edecek olursak,

(1) ona daima Kur’ân’ın ve hayatın ışığında bakmak,

(2) geriye değil, ileriye bakarak onun hayatını incelemek

suretiyle, Bediüzzaman’ın daha kolay anlaşılabileceği düşüncesindeyiz. Çünkü bu iki unsur, bütün değişken şartlara rağmen, Bediüzzaman’ın hayatında hiç değişmeyen unsurları teşkil etmiştir. O daima hayatın içinde olmuş, daima Kur’ân’ın ışığında bakmış ve daima ileriye bakmıştır. Bugün dahi, Bediüzzaman’ı incelerken, geçmişteki bir şahsiyetin yaşayışına değil, onun ileriye dönük hedeflerine dikkat etmek gerekecektir. Onun “üç yüz sene sonraki yüksek asra” hitap eden Münazarat’ı telif edişinden bu yana henüz bir asır bile geçmiş değildir!

“İrtica” dedikleri şey bu olsa gerek!

Evet. Üç yüz sene sonrasına uzunan idealler irtica; saç, sakal ve başörtüsüyle devletin organlarını ve bu milletin üniversitelerini meşgul etmek çağdaşlık! Haksızlıkların insanı çıldırtacak raddeye vardığı bir dünyada yaşıyoruz. Ellerindeki “irtica” damgasıyla nereye hücum edeceklerini bilemeyen bir kısım insanlar, çağlar öncesinin firavunlarıyla yarışıyor. Kimden yetki aldıkları bilinmeyen bir küçük insanlar grubuna karşı, çoğunluk hak ve hürriyet mücadelesi veriyor. Bu arada bazıları, Kennedy’nin “Geçmişte timsahın sırtına binmeye kalkanlar, kendilerini timsahın karnında buldular” sözlerini hatırlatırcasına, zalimin gönlünü alma çabasında. İnsanların tutundukları dallar birer birer kırılıyor. Feryatları işiten yok. Mazluma acıyan yok. İnancını yaşamaktan başka suçu olmayan insanlar için, “Bunlar da vatan evlâdı” diyen yok. Birinin başına gelen musibet, “Beni ıskaladı” diye bir başkasını sevindirebiliyor. Ama sıranın kimde olduğunu bilen de yok.

En kötüsü, insanın, çevresine baktığında, “İşte mücadele böyle verilir” diyebileceği bir örnek de yok.

Yoksa, güvenilen ne varsa hepsinin birer birer eriyip gitmesi, asıl güvenilecek kaynağı bize gösteren İlâhî bir takdir olmasın?

“Eğer inanıyorsanız, mutlaka üstün olan sizsiniz.”

Acaba inanıyor muyuz?

“Allah size yardım ederse size üstün gelecek yoktur.”

Acaba yardım edecek mi?

“Siz Allah’a yardım ederseniz, O da size yardım eder.”

Deneyelim mi? Hayır, denenmez. O gerçek, inanılır ve yaşanır. Tıpkı Bediüzzaman’ın yaşadığı gibi. Bugünün insanına nümune teşkil edebilecek en yakın örnek, sanırız, Risale-i Nur Külliyatı Müellifi Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatıdır—eğer doğru anlaşılabilirse.

Yolu, metodu, hizmeti, siyaseti ne olursa olsun, hak ve hürriyetlerinin peşinde olan inanç sahiplerinin rahatlıkla örnek alabileceği bir hayattır o. Çünkü o, inanmış bir insanla baş edecek güce kâinatta kimsenin sahip olmadığını bilfiil göstermiştir.

Bize mi, üç yüz sene sonrasının insanlarına mı?

Onu da yaşarsak göreceğiz.

– SON –

***

Bundan önceki bölümler:

http://www.yazarumit.com/o-kuranin-adami/

http://www.yazarumit.com/butun-cozumler-kuranda/

http://www.yazarumit.com/o-haksizlik-karsisinda-hicbir-zaman-susmadi/

http://www.yazarumit.com/furuat-sozu-bir-mugalatadir/

http://www.yazarumit.com/tukurun-zalimlerin-hayasiz-yuzlerine/

http://www.yazarumit.com/bizi-dusman-degil-dostlar-yaraladi/

http://www.yazarumit.com/bediuzzamandan-yamyam-kafasina-sorular/

4 Mart 2019 Pazartesi

Bediüzzaman'dan yamyam kafasına sorular

28 Şubat döneminde, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un zulüm karşısındaki tavrı ile ilgili olarak Akit gazetesinin Ümit Şimşek ile yaptığı ve 19-26 Temmuz 1998 tarihleri arasında sekiz gün süreyle tam sayfa olarak yayınladığı röportajın yedinci bölümü. Ramazan Gözübüyük sordu, Ümit Şimşek cevaplandırdı:

– 7 –

Üstadın, hatırladığımız kadarıyla “Zalimler için yaşasın Cehennem” sözü var. Bu sözü nerede, hangi maksada binaen söylemişti?

31 Mart olayları sebebiyle tutuklandığı ve yargılandığı Divan-ı Harp Mahkemesinde, beraat ettikten sonra söylemiştir bunu. Duruşmalar sırasında, darağaçlarında sallanan cesetler gözler önündedir. Bir de meşhur bir işkenceleri vardır, “domuz topu” şeklinde. İnsanları, ayakları başına gelecek şekilde top halinde bağlayıp sopayla vurarak yuvarlarlar. Ve Bediüzzaman’a da gelirler birgün gardiyanlar bu işkenceyi uygulamak için. Yalnız bu, Bediüzzaman’ın kendi anlattığı bir hatıra değildir. Orada görev yapan bir gardiyanın, daha sonra “Bekirağa Bölüğünde Neler Gördüm?” başlığı altında yayınlanan hatıraları arasında yer almaktadır. Gardiyanlar gelirler, fakat umduklarını bulamazlar. Bediüzzaman onların üzerine saldırır ve gardiyanlar korkup kaçarlar. Onun, idamdan da korktuğu yoktur. Hattâ savunmasının son kısmında, “sizin şu işkenceli hapishanenizin hali,” diyerek başlayan tasvirlerinde, gardiyanların ve memurların halini, gazetelerin neşriyatıyla ortalığı velveleye vermesini ve diğer hapishane şartlarını zikrettikten sonra, “Bütün bunlar, vicdanım beni tazip etmediği için, bana eğlence gibi geliyordu. Hattâ musibetlerin değişmesi, musikînin nağmelerindeki değişiklik gibi bana keyif veriyordu” der. Mahkemeye çıkarıldığında ise, darağaçlarında sallanan cesetler karşısında mahkeme reisinin “Sen şeriat istemişsin” sözüne karşı, “Evet,” der Bediüzzaman. “Şeriatın bir meselesine bin ruhum feda olsun. Fakat bu ihtilâlcilerin istediği gibi değil.” Bakın, şeriata değil, şeriatın sadece bir meselesine, bir değil, bin ruh feda eden bir Bediüzzaman var ortada. Bu ister bir başörtüsü olsun, ister herhangi bir haram-helâl meselesi. ..

O duruşmalar sırasında Bediüzzaman’ın dikkat çekici bir tesbiti daha vardır. Savunmasının baş taraflarında, “Siyaseti dinsizliklerine âlet edenler, kabahatlerini örtmek için, başkalarını irtica ile itham ederler” der. Neredeyse bir asır önceki teşhistir bu. Gelin, bugün bakın, manzara ne ölçüde farklılaşmıştır, eğer değişen bir şey varsa!

Bediüzzaman, bundan sonra, “on bir buçuk cinayetim” başlığı altında, kendi yaptıklarını sıralayarak bir savunma yapar. Sonra da, beraat kararı aldığı zaman, “Zalimler için yaşasın Cehennem” sözünü haykırarak Beyazıt’tan Sultanahmet’e kadar yürür. Yani, beraat kararı verenlere bir teşekkür, bir minnet borcu yoktur. Mahkûmiyet kararı belki onu hiç üzmeyecekti. Beraat kararı da bir sevince, bir feraha yol açmamıştır. Dâvâsı yine aynıdır: Zalimler için yaşasın Cehennem!

Üstad bugün de olsaydı aynı savunmayı yapar mıydı? Aradan 90 sene geçti. 1909’da gösterdiği tavrı aynı şekilde ortaya koyar mıydı?

Tekrar bir savunma yapmasına gerek kalır mıydı, bilmiyorum. Zaten yıllar sonra bu müdafaayı kendisi tekrar neşretmiştir. Az önce okuduğumuz ve mescidinin basılması üzerine yazdığı “Es’ile-i Sitte—Altı Sual” başlıklı bölümde, bundan daha şiddetli bir müdafaası var. O bahsin bir yerinde, “Dünyada hükûmet süren, hükmeden her kavmin, hattâ insan eti yiyen yamyamların, hattâ vahşî bir canavar çete reisinin bir usulü var, bir düsturla hükmeder. Ya siz hangi usulle bu tecüvüzü yapıyorsunuz? Kanununuzu gösteriniz. Yoksa bazı alçak memurların keyiflerini kanun mu kabul ediyorsunuz?” diyor. Tabloyu değiştirin, yılları değiştirin, başka tabloları ve yılları göz önüne getirin. Yine aynı tasvir edilen manzara çıkar.

İkinci olarak, Bediüzzaman, “İnsanlık âleminde umumiyetle hükmeden vicdan hürriyeti prensibini kırmak ve küçük görmek ve bütün insanlığa hakaret etmek ve bütün insanlık âleminin itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayaniyorsunuz?” diye sorar. İşte bugün bütün Avrupa’nın, Amerika’nın ve uluslararası insan hakları örgütlerinin dikkatlerinin yoğunlaştığı bir ülke haline geldik. Biri gidiyor heyetlerin, diğeri geliyor. Hakkımızda İnsan Hakları Mahkemesine açılan dâvâların sayısını bilen yok. Mahkûmiyet kararları peş peşe geliyor. Buna karşı ise, “Avrupa bizim işimize ne karışıyor, dünya bizim işimize ne karışıyor?” şeklindeki itirazlar da yamyam hukukunu andırmaktan öteye gidemiyor.

1960’lı yılların sonlarında, Afrika ülkelerinden birinde bir yamyam yakalanmış ve bunun hikâyesi o günün gazetelerinde yer almıştı. Bu yamyam, çocuklarını, karısını, kaynanasını yemiş, bütün aileyi temizlemiş. Mahkemeye çıkarılıyor; fakat niçin mahkemeye çıkarıldığını da bir türlü anlayamıyor. Hakime çıkışıyor “Size ne oluyor?” diye. “Ben yabancı yemedim ki, kendi ailemi yedim!”

Şimdi birileri de “Biz eziyet ediyorsak kendi vatandaşımıza eziyet ediyoruz; dünyaya ne oluyor?” diye düşünüyorlar. Üstad ise, bu yamyam kafasına, yıllar öncesinden soruyor: “Bütün dünyayı küçümseyecek böyle bir davranışla siz hangi kuvvete dayanıyorsunuz? Hangi kuvvetiniz var? Kendinize ‘laik’ demekle ne dine, ne de dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde, dinsizliği kendinize mutaassıbâne bir din edinmek tarzında dine ve din ehline böyle bir tecavüz elbette saklı kalmayacaktır, sizden sorulacaktır. Ne cevap vereceksiniz? Yirmi hükûmetin en küçüğünün itirazına dayanamadığınız halde, nasıl bu bütün yirmi hükûmetin birden itirazını hiçe sayar gibi vicdan hürriyetini cebrî bir şekilde bozmaya çalışıyorsunuz?”

Bu sözleri ne zaman sarf ediyor?

1950’den önce, tek parti devrinde, Türkçe ezanın zorla okutulduğu yıllarda yazılmış bir yazı.

İşte, Bediüzzaman’ı takip edenlerin bu noktada, onun haksızlıklar karşısında gösterdiği tavrı gösterdiklerini, onu takip ettiklerini söyleyebilir miyiz?

Artık “Üstadı takip edenler” mefhumunu bir yana bırakmak lâzım. Üstad, birilerinin malı olmaktan çıkmış ve eserleri her yana yayılmıştır. Bakın, yıl sonuna doğru plânlanan ve iki yılda bir yapılan, Risale-i Nur ile ilgili bir sempozyum var. Şu ana kadar yurt dışındaki üniversitelerden bu sempozyuma gönderilen tebliğlerin sayısı 220. Bu rakam daha sonra kaça ulaşır, bilmiyorum. Şimdi siz hangi gruptan, hangi cemaatten, hangi peşinde gidenden söz edeceksiniz? Dünyanın malı olmuş, dünya onun peşinden gitmeye başlamış. Ha, Türkiye bunun kıymetini bilir mi? Bilirse kendi lehine. Türkiye’den çıkmış bir bilim adamı gösterin bana, onun hakkında düzenlenen bir sempozyuma, Amerika’dan Avustralya’ya kadar yurt dışındaki üniversitelerden 220 tebliğ gönderilsin! Bugüne kadar hangi ilim adamı, hangi profesör, hangi rektör, hangi berber bu ülkeye böyle bir şeref kazandırmıştır? Bir hukuk mücadelesinin çok ötesinde bir değeri vardır Bediüzzaman’ın ve eserlerinin. Biz hâlâ “O şöyle bir konuda sessiz kalır mıydı, kalmaz mıydı?” münakaşasında emekliyorsak, vah geri kalmış ülkenin zavallı evlâtlarına! Amerika’daki, Avrupa’daki adam, bizde olanı ve bağrımızdan çıkanı bizden çok daha iyi görebiliyor. Bir de bize bakın, nelerle uğraşıyoruz. Kazık kadar adamların boylarından utanmaksızın marşlar söyleyerek yasak kutladıkları bir ülke için Bediüzzaman gibi değerler pek lüks kaçıyor!

Yani, temel hak ve hürriyetler konusunda, vazgeçilemeyen haklar noktasında baktığımızda…

Vazgeçilme diye bir ihtimalin hayallerden dahi geçmemesi lâzım. Ve artık şunu da kesinlikle bilmek gerekir ki, Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u birilerinin, birtakım grupların, bazı şahısların hareketlerine ve beyanlarına bakarak yargılamak mümkün değildir, doğru da değildir. Ve bunun devri de kapanmıştır. Eserler ortada, herkesin ulaşabileceği yerdedir. İsteyen alır, istifade eder, isteyen onun hizmet tarzını benimser, “Ben de bu tarzı takip edeceğim” der.

Yani insanların anlaması çok mu kolay demek istiyorsunuz?

Elimizde kıstası olmayan bir konuyla karşı karşıya değiliz ki. Şimdi bir davranışı görüyoruz. Bunun Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a mal edildiğini görüyoruz. Ama Risale-i Nur orta yerde. Bunun ona uyup uymadığını anlamak için bizzat kendi gözlemlerimize başvurmak yerine, hâlâ birtakım ihtimaller peşine takılıyorsak, o bizim kusurumuzdur. Tahkik etmeyişimizdendir, araştırmayışımızdandır. Araştırmama gibi bir kusuru taşıyanların, başkalarını suçlamaya hakkı olmaz. Risale-i Nur’un bugün internette siteleri var, CD’leri var, indekslenmiş kitapları var, bu konuda yazılanlar var, hayatında Bediüzzaman’ı tanıyanların hatıraları var. Bunların hepsi yayınlanmış durumda. Bütün bunlar orta yerdeyken, Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u anlamak için doğrudan doğruya ona ulaşmak imkânı varken, dolambaçlı yollardan gelen haberlere iltifat etmek, Müslümana yakışan bir vasıf olamaz. İsrâ Sûresindeki bir âyet-i kerimede, “Bilmediğin şeyin peşine takılma. Kulak olsun, göz olsun, kalb olsun, hepsi bundan sorumlu tutulmuştur” buyuruluyor. Bu ağır bir mes’uliyettir. Bir Müslümanın, ister bir düşünce olsun, ister bir hizmet metodu olsun, peşine takılmadan evvel onu araştırmak gibi bir yükümlülüğü vardır.

[Sonu yarın]

***

Bundan önceki bölümler:

http://www.yazarumit.com/o-kuranin-adami/

http://www.yazarumit.com/butun-cozumler-kuranda/

http://www.yazarumit.com/o-haksizlik-karsisinda-hicbir-zaman-susmadi/

http://www.yazarumit.com/furuat-sozu-bir-mugalatadir/

http://www.yazarumit.com/tukurun-zalimlerin-hayasiz-yuzlerine/

http://www.yazarumit.com/bizi-dusman-degil-dostlar-yaraladi/

3 Mart 2019 Pazar

Kur'an medeniyetinin temel taşı: diğergâmlık

Arkanızda yetim çocuklar bıraktığınızı farz edin; onların nasıl muamele göreceğini düşünüp endişelenmez miydiniz?

Kur’ân-ı Kerim, her bir mü’mini bu konuda bir vicdan muhasebesiyle karşı karşıya bırakıyor.

Verdiği ders ise: Kendi yetimlerinize nasıl muamele edilmesini istiyorsanız, yetimlere öyle muamele edin.

Nisâ sûresinin 9 ve 10’uncu âyetleri, geçtiğimiz haftaki Kur’an Buluşmasında bizi “diğergâmlık” konusuna getirdi. Bu konudaki âyetlerin ve hadislerin arasında dolaşırken, kendimizi kâh yetimlerin, kâh komşumuzun, kâh anne ve babamızın, kâh yoksulların, kâh mazlumların yerine koyduk. Hattâ, dili olmayan ve derdini anlatamayan hayvanların halini de düşündük.

Rahmet Peygamberinin ümmeti üzerinde nasıl titrediğini, onlar için geceler boyu nasıl gözyaşı döktüğünü gördük.

Hele bir de Cahiliye döneminde kızını nasıl kuyuya attığını pişmanlık içinde anlatan babanın hüznüne o Rahmet Peygamberinin gözyaşlarıyla nasıl ortak olduğunu görür gibi okuduk, dinledik.

Bütün bunlar, Kur’an-ı Kerimin âlemde benzeri olmayan muhteşem bir medeniyeti inşa ederken nasıl bir metod takip ettiğini gösteriyordu.

UTESAV organizasyonuyla MÜSİAD’ın Çobançeşme’deki genel merkezinde gerçekleşen 221. Kur’an Buluşmasının tam video kaydını aşağıdaki bağlantıda izleyebilirsiniz:

Kur’an Buluşmaları, Cumartesi sabahları 7:00’de kılınan sabah namazından sonra ve simit-peynir-çaydan meydana gelen bir kahvaltı ikramını takiben 7:30’da başlıyor ve 9:00’a kadar devam ediyor.

Programda hanımlar için de yer ayrılmış bulunuyor.

Bizi düşman değil, "dostlar" yaraladı

28 Şubat döneminde, Bediüzzaman ve Risale-i Nur’un zulüm karşısındaki tavrı ile ilgili olarak Akit gazetesinin Ümit Şimşek ile yaptığı ve 19-26 Temmuz 1998 tarihleri arasında sekiz gün süreyle tam sayfa olarak yayınladığı röportajın altıncı bölümü. Ramazan Gözübüyük sordu, Ümit Şimşek cevaplandırdı:

– 6 –

Ne kişisel olarak, ne de cemaat bazında tanıyamıyor muyuz? Risale-i Nur’u okuyup geçiyor muyuz?

Bu konuda çok değişik bir devreye girdiğimizi düşünüyorum. Risale-i Nur’u şu cemaatin veya bu cemaatin malı olarak görmek mümkün değildir. Bu Risale-i Nur’a haksızlık olur. Geçmişte böyle bir devir vardı ve olmalıydı. Çünkü Risale-i Nur insanın elinde bir ateş gibiydi; onu tutmak mümkün değildi. Onu, ancak, bu işi hayatının gayesi edinmiş ve ömrünü o uğurda feda etmiş bir grubun çabaları elden ele ulaştırabiliyordu. Ama bugün Risale-i Nur insanlığa mal olmuş durumdadır. Herkes bu eserlere nüfuz imkânına sahiptir. Bilgisayarınızın başına geçtiğiniz anda, birkaç tuşla herhangi bir konuyu rahatça araştırabilecek durumdasınız. Bu durumda Risale-i Nur’u kimse bir cemaatin, bir topluluğun sınırları içinde tutamaz. Zaten Üstadın kendi beyanları da onu belli bir topluluğun malı olarak göstermez. Meselâ, Emirdağ Lâhikasındaki bir mektubunda, tarikatlerle ilgili meşhur bir sözüne temas ederek şöyle der:

“Ben şimdiye kadar ‘Zaman tarikat zamanı değil; bid’atlar mani oluyor’ derdim. Fakat şimdi, Sünnet-i Seniyye dairesinde, on iki büyük tarikatin hülâsası olan Risale-i Nur’u her tarikat mensubunun kendi malı olarak görmesi lâzımdır.”

Bundan, Risale-i Nur’un, diğer cemaatlerden, gruplardan, tarikatlerden, teşekküllerden farklı bir şey olmadığı ve ona herkesin sahip çıkabileceği ve ondan herkesin istifade edebileceği neticesini çıkarabiliriz. Bediüzzaman’ın kendisi de, hangi inanışta, hangi cemaatte olursa olsun, herkesin örnek alabileceği bir dâvâ adamıdır. O, her türlü hizmetin ve düşüncenin temelini teşkil edebilecek bir iman temelini vücuda getirmiş ve her türlü inancın savunma şeklini hayatıyla ortaya koymuştur. Bugün onu örnek alan herhangi bir Müslüman, “Ben A cemaatinin, B cemaatinin yahut C cemaatinin bir mensubuyum. Ama ben de bir Said’im, ben de bir Bediüzzaman’ım” diyebilir.

Müslümanların haksızlıklar karşısındaki tavrı, Bediüzzaman’ı anladıklarını gösteriyor mu? Günümüz Müslümanları, haksızlıklar karşısındaki tavırlarıyla Bediüzzaman ile çelişmiyorlar mı?

Bediüzzaman’ın düşünce tarzını gösterecek olan şey, sadece onun yaptıkları ve yaşadıklarıdır. Onun dışındaki insanların yahut grupların yaptığı şeyi esas alarak Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkında bir hükme varmak, sağlıklı netice ortaya çıkarmaz. Çünkü Risale-i Nur Külliyatı ve Bediüzzaman’ın mektupları günümüze kadar gelmiştir. Onu tanıyanların hatıraları orta yerdedir. Bu hatıra sahiplerinden bir kısmı da halen hayattadır. Buralardan bize yanlış bir bilginin intikal etme ihtimali yoktur. Bu yüzden, Bediüzzaman’ın herhangi bir konudaki tavrını belirleyebilecek kriterlere sahibiz. Meselâ, Hûd Sûresinde, “Zulmedenlere sakın meyletmeyin; yoksa ateş size de dokunur” meâlindeki âyet-i kerimeyi zikrettikten sonra, “ehl-i kemal bir zatın kâmilâne söylediği bir söz” diyerek, Namık Kemal’in şu mısralarını hemen bu âyetin peşinden nakleder: “Muîn-i zâlimîn dünyada erbab-ı denâettir / Köpektir zevk alan sayyâd-ı bîinsafa hizmetten.”

Yine, “Hücumat-ı Sitte” adı altında kaleme aldığı, ehl-i dalâletin iman ve Kur’ân hizmetkârlarını aldatmak, yıldırmak, sindirmek ve yollarından çevirmek için başvurdukları altı hileye işaret eden Bediüzzaman, bu hileler karşısındaki tedbirleri de ortaya koyar. Bunlardan birisi, korku damarıdır. Burada, “korkutarak insanları hizmetlerinden alıkoymak yahut kendi taraflarına geçirmek” şeklindeki hilelerini ve buna karşı, bu konularda herhangi bir korkuya yer olmadığını, esasen Allah’tan başka korkulmayla lâyık kimse bulunmadığını uzun uzun anlatır ve şöyle bir misal verir: “Bilerek yahut bilmeyerek ehl-i dalâletin hizmetinde kullanılma ihtimali olan biçareler, ‘Kalbimiz Üstad ile beraberdir’ diyerek onların hilelerine kapılırlar. Halbuki bu adamın hali şu misale benzer ki: Bir adam namaz kılarken karnındaki yeli tutamıyor, hades vaki oluyor. Ona ‘Namazın bozuldu’ dendiği vakit, ‘Neden bozulsun?’ diyor. ‘Kalbim safidir.’”

Kalben Üstada taraftar olmak başka bir şey, onu hayatında yansıtabilmek başka bir şey…

Yani onu takip ettiğini söyleyen insanlar, gruplar Üstadı takip edebiliyorlar mı?

Bu konuda bir değerlendirmeye girmek istemiyorum. Zaten onlar üzerinde bir değerlendirme mevkiinde değilim. Bunun yerine, objektif ölçüleri ortaya koymak daha doğru olur. Ama, Risale-i Nur’dan feyiz alan insanların hepsinin birden her hareketlerinde Üstadın izinde bulunduklarını söylemek biraz zor. Orada bir küllenme sözkonusu. Geçenlerde Millî Gazete’de, Sadık Albayrak’ın bir yazısını okumuştum. Bir “iman zaafı” teşhisi koyuyordu. Bence işin doğrusu da budur. Bediüzzaman’ın dâvâsı iman dâvâsıdır; gevşeklik de doğrudan doğruya iman dâvâsındaki bir eksiklikten ve imandaki bir zaaftan ileri gelmektedir.

Üstadın Kur’ân’ı anlamakla kalmayıp, aynı zamanda onu yaşamış olması, üzerinde durulması gereken önemli bir nokta. Burada, yaşama konusunda bir eksiğimiz sözkonusu. Meselâ, Şûrâ Sûresinde, mü’minlerin özellikleri sıralanırken, “Onların haklarına bir tecavüz vaki olduğunda, hep beraber yardımlaşarak haklarını alırlar” buyurulur.

Şimdi bu yardımlaşma var mı?

Şûrâ Sûresinde var da, bizde var mı? O ayrı bir konu… Bütünüyle yok olduğunu söyleyemeyiz. Bunun çok güzel örneklerini de yaşayabiliyoruz. Ama yeterince yaygınlaşmış değildir bu husus. Özellikle, “hak arama” konusu, günümüz insanı için oldukça yabancı bir kavram sayılabilir. Ama iman etmiş bir insan nasıl olur; Kur’ân bunu tarif ediyor ve inanan adamın özelliklerini tek tek sayıyor. Gerek Şûrâ Sûresinde, gerek Mü’minûn ve Furkan gibi diğer sûrelerde, “Onlar öyle kimselerdir ki…” diye başlayan sıfatlar sayılır. İşte, inanmış bir insanı, iman ile Yer ve Gökler Rabbine intisap etmiş ve iman dâvâsından bir nasip almış insanı belirleyen, bu özelliklerdir. Bunlardan bir tanesi de, Şûrâ Sûresinde sayılan, “haksızlık halinde yardımlaşarak hak arama” özelliğidir. Bu, başkasının değil, mü’minin özelliğidir.

İşte, Cerrahpaşa ve Çapa Tıp Fakültesindeki başörtüsü meselesi, daha doğrusu zulme dönüşen mesele… Burada yardımlaşılmazsa nerede yardımlaşılacak?

Oradaki temel felsefeye dikkat edersek, niye haklarına tecavüz edildiği zaman yardımlaşmak bir mü’minin temel özelliği sayılıyor? Yine Bediüzzaman’da bunun mantığını çok açık şekilde görebiliriz. Her namazın her rekâtında okuduğumuz Fatiha Sûresinin “Bizi doğru yola ilet” meâlindeki âyetinde, sırat-ı müstakimin tarifini yaparken, Bediüzzaman bazı ilginç şeyler söyler. Hergün, her namazda defalarca tekrarladığımız bir dilektir bu: “Bizi doğru yola ilet.” Zaten iletmiş; Müslüman olmuşuz. Daha niye tekrar edip duruyoruz? Mesele bu kadar basit değildir. Her konuda doğru yol, “sırat-ı müstakim” vardır. Meselâ kuvve-i gadabiye dalında biri ifrat, biri tefrit olmak üzere iki yanlış yol, bunların arasında bir de doğru yol vardır. Yanlışların biri korkaklıktır ki, hiçbir hakkını bilmez. Diğer uçta da hiçbir hak hukuk tanımaz şeklinde bir aşırılık vardır. Doğru yol ise, şecaattir ki, dinî ve dünyevî hakları için canını feda eder, bir karıncanın hakkına tecavüz etmekten de çekinir.

Niçin canını feda eder? Çünkü o haklar bir başkası tarafından verilmiş, bağışlanmış bir şey değil, kendi satın aldığı bir şey de değil; doğrudan doğruya Allah’ın ona verdiği bir nimettir, bir emanettir. Allah’tan gelen şeyin değeri herşeyin üzerindedir; onu korumak için herşey feda edilir. Gözümüzü, kulağımızı, vücudumuzu nasıl korumak zorundaysak, bir insan olarak Allah’ın bize bağışlamış olduğu hakları da öylece korumak zorundayız. Çünkü onlar bize “Sultan”dan gelmiş hediyelerdir ve dünya ve içindekiler onun değerini karşılayamaz.

Haklarını bu şuur içinde koruyan ve kollayan kardeşlerimiz, arkadaşlarımız var. Ve bunlar, büyük fedakârlıklar ve pek büyük takdire lâyık tavırlar ortaya koyuyorlar ki, bunları küçümsemek mümkün değil. Bir üniversite önünde kendi temel hak ve özgürlüklerini en mâsum şartlar altında müdafaa etmeye çalışan, kimsenin hakkına tecavüz etmeden kendi hakkını korumaya çalışan insanlarımız var. Bunların gösterdikleri cesaret ve fazileti hiçbir şekilde küçümsemek mümkün değildir. Bu konuda çalışan teşekküller de var. Sözgelişi, Mazlum-Der’in fevkalâde ölçülü, bilgili, bilinçli ve fedakârâne gayretlerini, Şûrâ Sûresinden demin naklettiğimiz âyetin ışığında görmemek ve övmemek mümkün değildir. Ve bunlar o kadar büyük değer ifade eden gayretlerdir ki! Eğer gayb perdesi açılsa, bu hak ve özgürlük mücadelesi peşinde koşan insanların o konuda çektikleri sıkıntıların Allah katındaki ve Allah dostları yanındaki değeri görülecek olsa, herhalde o sıkıntılar büyük bir saadete dönüşecektir. Yani, ümitsiz değilim o konuda.

Üstadın savunduğu icraat noktasında, haksızlığa karşı çıkma noktasında onun yolunda gidilmiş olsa…

Onun yolunda gidilmiş olsa, o iman dâvâsı yeteri kadar anlaşılmış, savunulmuş olsa, bugün Türkiye’nin değil, dünyanın çehresi farklı olurdu.

Tamamen olmasa da, bir ölçüde de olsa… Hattâ bazı olumsuz açıklamalar ve geri çekilmeler nedeniyle başını açan kız öğrenciler oldu.

Maalesef, bizim en büyük yaramız da o zaten. Bizi düşmandan gelen tavır değil de, dosttan gelenler daha çok yaralıyor.

Bazı cemaat önderlerinin açılmayı gerektirecek açıklamalarının bunda etkili olduğu söyleniyor. “Başörtüsü füruattır” gibi. Öğrencilerin direncini kırıcı, bölünmelere neden olucu… Buna ne diyorsunuz?

Etkili olduğunu görmemek imkânsız. Tabii bu iddiaların da kendilerine göre savunmaları olabilir. Ama biz bunu duymuş değiliz. Böyle bir görüşü ortaya atanların, delilleriyle beraber ortaya çıkıp, bu işin ehilleriyle meseleyi tartışabilmeleri gerekir. Ama kimsenin böyle bir tartışmaya yanaştığını görmüyoruz. Sadece bir iddia ortaya atılmış, önceleri tereddüt meydana getirici bu iddia sonra daha da berraklaştırılacak şekilde tekrarlanmış, ama bunun savunması başkalarına bırakılmıştır. İddia sahibinin iddiasını savunması gerekir. Ama böyle bir savunma yok orta yerde. Umarım, işin yanlışlığı anlaşılmış ve görüşten rücu edilmiştir. Fakat neşredilen hatânın tevbesi de neşredilmelidir. Eğer böyle bir rücu varsa, ondan da haberdar değiliz.

Üstada göre peki?

Üstada göre böyle birşeyi izah etmek zaten mümkün değil. Demin size verdiğim örnekler bunun tamamen tersi yönünde. Risale-i Nur’un bir yerinde yahut Bediüzzaman’ın hayatında, bundan farklı tek bir şey göstersinler, bu konuda tavize mecal verecek bir emare bulup ortaya çıkarsınlar, ben bütün iddiamdan vazgeçeyim. Ama Risale-i Nur Külliyatı da, Bediüzzaman Hazretlerinin hayatı da orta yerdedir. İnanç konusunda, Allah’ın emir ve yasakları ile ilgili konularda Bediüzzaman’ın herhangi bir gevşekliğine yahut çekingenliğine rastlayamazsınız. Başörtüsü gibi hakkında sarih bir İlâhî emir bulunmayan hususlarda dahi bu böyledir. Meselâ, Üstadın başındaki sarığı çıkarmamak için verdiği mücadeleler vardır. İşte, Ankara Valisi ile makam odasındaki meşhur münakaşası… Vali, Bediüzzaman’ın başındaki sarığı zorla çıkartmak ister. O da “Bu sarık bu başla çıkar” der. Ve hattâ, Vali elini atıp, onun başından almak ister sarığı. O yine sarığını çıkarttırmaz. Ve “Başından bul!” diye, büyük bir gürültü ile ayrılır oradan. Bir süre sonra, Vali Nevzat Tandoğan, kendi başına kurşun sıkmak suretiyle intihar eder.

Dikkat ederseniz, Bediüzzaman’ın talebelerine sarık giyme şeklinde bir emri yoktur. Fakat bunun bir simge oluşu ve o yüzden hücuma uğraması sebebiyle, sarığı savunuşunda hayatını çekinmeden ortaya koymuştur.

Başörtüsünde de…

Zaten tek mahkûmiyeti var; o da başörtüsü sebebiyle. Ondan sonra da geri çekilmesi yoktur. Bir kere Üstadın başörtüsü gibi bir konuda taviz vermesi ihtimal dışı.

[Devam edecek]

***

Bundan önceki bölümler:

http://www.yazarumit.com/o-kuranin-adami/

http://www.yazarumit.com/butun-cozumler-kuranda/

http://www.yazarumit.com/o-haksizlik-karsisinda-hicbir-zaman-susmadi/

http://www.yazarumit.com/furuat-sozu-bir-mugalatadir/

http://www.yazarumit.com/tukurun-zalimlerin-hayasiz-yuzlerine/