SON EKLENENLER
latest

22 Haziran 2019 Cumartesi

Bir Nursî-Mursî kader ortaklığı daha

Şehid Muhammed Mursî’nin kaderi, bir konuda daha büyük İslâm âlimi Bediüzzaman Said Nursî’nin kaderiyle birleşti.

Tıpkı Said Nursî gibi, Muhammed Mursî’nin kabri de bilinmiyor. Ve her ikisinin kabri de darbecilerin ihanetine uğradı.

Bediüzzaman Said Nursî, kabrinin meçhul kalacağını daha hayatta iken haber vermiş ve “Dünyada sohbetten beni men eden bir hakikat, vefatımdan sonra da bu surette [kabrimin gizli kalmasına] beni mecbur ediyor” demişti.

Bediüzzaman’ın vefatından kısa bir süre sonra 27 Mayıs darbecileri onun kabrini tahrip ederek naaşını bilinmeyen bir yere taşımışlar, böylece onun haberi ve vasiyeti zalimlerin eliyle tahakkuk etmişti.

İhvân-ı Müslimîn lideri ve Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî de mahkeme salonunda şehit düştükten sonra, darbeci Sisi ve şürekâsı tarafından alelacele gizli bir yere defnedildi.

Bediüzzaman Said Nursî ile şehid Muhammed Mursî’nin bir diğer önemli benzerliği ise mahkeme salonunda namaz kılmalarıydı. Bu konudaki yazımız için bkz. https://yazarumit.com/mahkemede-namaz-kildiran-cumhurbaskani/

Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikasında yer alan bir mektubunda, kabrinin gizli kalmasının hikmetini anlatırken, önemli bir tevhid ve ihlâs dersini de şu sözleriyle veriyor:

“Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki firavunların dünyevî şan ve şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benlik, verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mânâ-yı harfîden mânâ-yı ismiyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile, eski zamandaki lillâh için ziyarete mukabil, ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ve şerefine ziyade ehemmiyet verir. Öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur’daki âzamî ihlâsı kırmamak için ve o ihlâsın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garpta, hem kim olursa olsun, okudukları Fatihalar o ruha gider. Dünyada beni sohbetten men eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu suretle, beni sevap cihetiyle değil, dünya cihetiyle men etmeye mecbur edecek.”

21 Haziran 2019 Cuma

İhvân'dan kim korkar?

2013 Eylül’ünde Son Devir’de İhvân-ı Müslimîn ile ilgili olarak yayınlanan yazılardan ikincisi

ÜMİT ŞİMŞEK

İhvân-ı Müslimîn’in kapatılma talebi, ilk olarak 1948 yılında ABD, İngiltere ve Fransa tarafından açıkça dile getirilmişti. Bugün arkasında aynı güçlerin yer aldığı bir darbenin eliyle İhvân bir kere daha kapatılma sürecine girdi. Kesinleşirse, bu İhvân’ın tarihinde ilk kapatılma olmadığı gibi, belki son da olmayacak. Düştüğü sanılan yerden İhvân yine kalkacak, yine derlenip toplanacak, önceki seferlerde olduğu gibi yine daha da güçlenerek yeni cepheler kazanacak. Ve Batı, yine İhvân’ın önlenemeyen yükselişini engellemek için İslâm âleminin dört bir yanındaki kuklalarını seferber edecek. Batı dünyası ve İslâm âlemi var oldukça bu husumet de böylece devam edip gidecek.

Batı’nın husumetini önlemenin tek bir çaresi varsa, onun değerlerini reddetmeyecek, bilâkis bu değerleri meşrulaştırarak damla damla İslâm âleminin damarlarına zerk edecek bir yol izlemektir. Bu yola bir kere girdikten sonra, adınız Müslüman olarak kalsa da, yeni kimliğinizi belirleyecek olan değerleri hoş görmeye, sonra hoşlanmaya başlar, sonra savunur, sonra benimser, sonra da tiryakisi olur ve bir daha terk edemezsiniz. Müslümanları dinlerinden ayırmanın imkânsızlığını çok daha önceleri anlamış bulunan Batı, yüzyıllardır onların inançlarını yozlaştırmak şıkkını takip etmekte ve yer yer bu konuda önemli başarılar da kazanmaktadır. Bunun bir yolu kendi denetimleri altındaki cereyanları desteklemek ve himaye etmek ise, diğer yolu da İslâmın değerlerinden taviz vermeyen cereyanları yoldan çıkarmak, yoldan çıkmayanları da bertaraf etmek yahut gözden düşürmektir.

***

İhvân’ın kapatılmasına hepimizin eşit şekilde üzüldüğünü söyleyemeyiz. Düşünün ki, Bediüzzaman Hazretlerinin Risale-i Nur talebeleri ile İhvân-ı Müslimîn’i “iki mütevafık ve müterafık saf” olarak niteleyen sözlerini nakletmek bile bazılarımız tarafından sataşma olarak algılanabiliyor! Böylelerine göre İhvân artık Hasan el-Bennâ’nın çizgisini terk etmiş, siyasî gayeler peşine düşmüş, ehl-i dünyayı dışlayarak toplumda İslâmî değerleri hakim kılmaya çalışmış (bazıları da bunu ehl-i dünyanın diliyle “dini siyasete âlet etmek” şeklinde yaftalıyorlar!), Batı’yı karşısına almış, neticede İhvân ile beraber görünmek artık tehlike haline gelmiştir. Aslında İhvân ile beraber olmanın en sağlam gerekçelerini teşkil eden bu özellikleri onların aleyhinde bir delil olarak kullanmak, iliklerine kadar yabancılaşmış olmanın delili değilse nedir?[1]

Hilâfetin lâğvedilmesi üzerine bir çözüm arayışı neticesinde kurulan İhvân-ı Müslimîn’in başından beri siyasî hedeflere sahip olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçektir; Bediüzzaman da bunu pekalâ biliyordu ve bu bilgiyle Risale-i Nur talebelerini İhvân mensuplarıyla karşılıklı uyum ve refakat içindeki İslâm safları olarak ilân etmişti. Risale-i Nur’un siyasetle iştigal etmemesi  başka birşey, siyaseti İslâmın dışında telâkki etmek çok daha başka birşeydir. Risale-i Nur talebeleri ile İhvân’ın arasını bu noktadan açmak isteyenler, siyaseti Müslümanların girmemesi gereken bir saha olarak ilân etmek ve Müslümanların yönetimini ehl-i dünyaya bırakmak gibi bir hatânın içine düştüklerini ya göremiyorlar veya görmez görünüyorlar. (Bu itirazları yöneltenlerin ya bizzat politikanın içine girmiş, ya da ehl-i dünyanın politikalarını aktif olarak desteklemeyi bir hizmet esası olarak benimsemiş olmaları da meselenin ayrıca üzerinde durulmaya değer bir yönünü teşkil ediyor.)

***

Risale-i Nur talebeleri siyasetle meşgul olmazlar; çünkü onların hususî vazifesi iman hizmetidir. İman hizmetinin muvafık-muhalif farkı gözetmeksizin herkese karşı eşit bir şekilde verilmesi gerekir. İhvân-ı Müslimîn ise, fertten başlamak üzere toplumu ıslah etmeyi hedef alan bir hareket olmakla birlikte, onun hedefleri arasında yönetimin ıslahı da mevcuttur. Bu bakımdan, Risale-i Nur talebeleri ile İhvân-ı Müslimîn arasında metod farklılıklarının bulunması tabiidir. Bu metod farklılıkları hizmetlerin mahiyetiyle ilgilidir ve ikisinden birinin hatâlı olduğu mânâsını taşımaz. Böyle bir yanlış anlamanın önünü, Bediüzzaman, “mütevafık ve müterafık” nitelemeleriyle peşin olarak kesmiştir.

Farklı hizmet alanlarında bulunan ve hayatın farklı yönleriyle muhatap olan kişi ve toplulukların — ecnebîleşmemek ve yabancı değerlerin savunuculuğunu yapmamak şartıyla — elbette farklı tecrübeleri ve farklı bakışları olacaktır. İşte burası, Müslümanların birbirini tamamlaması gereken bir alandır; bu noktada taraflardan her birinin diğerinden öğreneceği şeyler ve alacağı dersler vardır.

Diğer yandan, tabiatı icabı hatâdan hâlî olamayan beşerin fertlerinde olduğu gibi topluluklarında da birtakım hatâlar mutlaka görülecektir. Taraflardan herhangi birinin bulunduğu yerden diğer tarafa bakarak sadece onlarda hatâ bulanlar, eğer kendi taraflarına bakıp orada da birtakım hatâlar göremiyorlarsa, asıl hatâlı tarafın kendileri olduğunu anlama vakti çoktan gelmiş demektir. Burada önemli olan iki şey vardır:

Birincisi, hatâların bizi biz olmaktan çıkaracak ve ecnebî değerlerini İslâm toplumlarına aşılama neticesini verecek bir mahiyet taşımaması.

İkincisi, kişilerin ve toplulukların hatâlarını düzeltme iradesine sahip olması.

İhvân-ı Müslimîn, bu iki hususun ikisinde de bütün İslâm âlemine örnek teşkil eden bir mevkide bulunduğunu şimdiye kadar pek çok kereler göstermiştir.

Defalarca kapatıldıktan sonra yeniden kapatılma noktasına gelinmiş olmasını bütünüyle İhvân’a ait bir hatâ olarak görecek olanlara gelince:

Onlar da kendilerine bakma zahmetine katlandıkları takdirde, defalarca kapatılma tecrübesi yaşamış ve artık muhtar bile olamayacakları ilân edilmiş bir kadronun yönetimindeki bir ülkede yaşadıklarını hatırlayacaklardır.

***

[1] Bunlar FETÖ tetikçisi kalemler tarafından ileri sürülen iddia ve ithamlar idi. FETÖ’nün içyüzü ortaya çıktı çıkmasına, ama zihinlerde ve gönüllerde bıraktığı manevî tahribat çeşitli şekillerde kendisini hâlâ belli ediyor. Bu tahribatın başlıca belirtilerinden biri de, diğer Müslüman cemaatlere yönelik, “Biz doğru yoldayız, onlar yanlış yapıyorlar” şeklinde, Bediüzzaman’ın talebelerini şiddetle sakındırdığı mağrurane bakış açısıdır.

***

Bu konudaki diğer yazımız:

İslâm âleminin ikiz kardeşleri

19 Haziran 2019 Çarşamba

İslâm âleminin ikiz kardeşleri

ÜMİT ŞİMŞEK

Emirdağ’da, 1949 yılının bir Şubat gününde, hissettiği âni ve şiddetli bir rahatsızlık üzerine, Bediüzzaman Hazretleri talebesi Hüsnü Bayram’ı “Git gazetelere bak, İslâm âleminde menfi bir hadise mi var?” diyerek çarşıya göndermişti.

Hüsnü Bayram o günkü gazetelerde dikkate değer birşey göremedi. Ancak ertesi gün tekrar çarşıya gittiğinde, Bediüzzaman’ın bir başka talebesi ona gazetelerde aradığı haberi gösterdi:

Mısır’da İhvân-ı Müslimîn Cemiyetinin kurucusu Hasan el-Bennâ şehid edilmişti; bu arada cemiyet mensupları da geniş çaplı tutuklamalara ve işkencelere mâruz bırakılıyordu.

Bediüzzaman bu haberi aldıktan sonra, “Demek ki ben Mısır’daki kardeşlerimizin ahvâlinden müteessir olup hastalanmışım” dedi.

İhvân’a gelen darbeyi daha haber almadan kendi ruhunda hissedecek kadar onlarla alâkadardı Bediüzzaman. Anadolu’da Nur talebeleri ne ise, İslâm âleminde İhvân-ı Müslimîn de o idi onun gözünde. Bu ikisi için “İslâm’ın iki mütevâfık ve müterâfık saffıdır” diyerek aralarındaki karşılıklı uyum ve arkadaşlığı özel bir şekilde vurguluyordu. (Bkz. 2. Emirdağ Lâhikası, s. 34. Bütün Risale-i Nur Külliyatında “mütevafık” kelimesi sadece 3 yerde, “müterafık” kelimesi de 2 yerde geçer. Her iki tarafın birbirine karşı durumunu vurgulu bir şekilde ifade eden bu nadir kelimelerin özenle seçildiği anlaşılıyor.)

***

Bu iki hareket, zaten doğarken ikiz kardeş olarak dünyaya gelmişti. 1928 yılının baharında Anadolu’nun bir köşesinde Risale-i Nur’un ilk eseri telif edilir ve onun etrafında Nur talebeleri kenetlenmeye başlarken, aynı anda Mısır’da da Hasan el Bennâ’nın etrafında İhvân-ı Müslimîn Cemiyeti vücuda geliyordu.

Said Nursî de, Hasan el-Bennâ da dünyayı tehdit eden problemlerin Batı cemiyeti içinde doğduğunu ve buna karşı Batının değil, İslâmın öz değerleriyle çıkılabileceğini görmüştü. Temelden bir iman inşasıyla toplumu kurtarmaya çalışan Bediüzzaman gibi, Hasan el-Bennâ da bu dâvâyı temelden ele alıyor ve fertlerden başlamak üzere gittikçe genişleyen daireler halinde aile ve toplum yapısını düzeltecek topyekûn bir ıslah hareketini hayata geçiriyordu.

İhvân-ı Müslimîn hareketi çok kısa zamanda dalga dalga ülkeye ve İslâm âlemine yayıldı. Bu arada hareketin mensupları defalarca en çetin imtihanlardan geçtiler. Şehitler verildi, geniş çaplı tutuklamalar ve tahammülü imkânsız zulüm ve işkenceler yaşandı. Fakat her defasında İhvân yine ayağa kalktı, derlenip toparlandı ve daha da güçlenerek yoluna devam etti. Nihayet bu hareket, dâvâsından asla taviz vermeyen ve sahip olduğu herşeyi gözünü kırpmadan dâvâsı uğrunda feda edebilen insanlardan meydana gelen sapasağlam bir yapı halinde İslâm âleminde kök saldı. Risale-i Nur gibi, İhvân-ı Müslimîn hareketini de İslâm âleminin bağrından söküp atacak bir gücün mevcut olmadığını dünya defalarca gördü, hâlâ da görmeye devam ediyor.

***

İhvân’ın bu kadar çetin imtihanlardan güçlenerek çıkmasını sağlayan en büyük özelliği, iç muhasebe yapabilme kabiliyeti olsa gerektir. Süleyman Hayri Bolay hocamız, 1950’li yılların başlarında Irak’taki bir toplantıda büyük âlim Emced Zehâvî’nin şöyle dediğini naklediyor:

“Biz her mağlûbiyetten sonra kendi içimizde bir muhasebe yapar ve bu mağlûbiyetin niçin başımıza geldiğini araştırarak dersler çıkarırız. Suçu kâfirlere, Yahudilere, münafıklara atmak kolaydır; fakat bunlar Resulullah (s.a.v.) zamanında da vardı. Bunlar o zaman tesirli olmayıp da şimdi tesirli olabiliyorlarsa, kusuru kendimizde aramamız gerekir. Biz de böyle yapıyor ve kendi hatâlarımızı bulup düzeltmeye çalışıyoruz.”

Hatâ yapmak da, hatâ yaptığını kabul etmek de beşeriyet özelliklerindendir ve bizim gibi hatâdan münezzeh, kusurdan muallâ kişi ve topluluklardan çok uzaktadır! “Biz şu meselede hatâ ettik” diyen bir büyüğü veya topluluğu en son ne zaman işittiğimizi hatırlamıyoruz bile. Fakat İhvân-ı Müslimîn’in sadece şu özelliğini örnek alıp da hayatımıza geçirebilseydik, ülkemiz de, İslâm âlemi de herhalde bugünkü durumundan çok daha başka bir yerde olmaz mıydı?

***

Geçenlerde Genç MÜSİAD ile UTESAV’ın birlikte düzenlediği panelde, İslâm âlemini avucunun içi gibi tanıdığını belli eden bir vukufla konuşan değerli ilim adamı Müfid Yüksel de İhvân-ı Müslimîn’i anlatırken, sözü bu hareketin Risale-i Nur ile tevafukuna getirdi ve her ikisinin buluşması halinde İslâm âleminin önüne yeni kapıların açılacağını söyledi. Bu, herhalde kaderin kesin bir şekilde belirlediği ve bizi de hazırlamakta olduğu bir netice olarak görünüyor. İki tohumun da aynı tarihte toprağa düşmüş olması, bu hüsn-ü âkıbetin bir müjdesi değil midir?

Tek bir hakikat, tesadüfe havalesi imkânsız bir zaman tevafuku ile Anadolu’da Risale-i Nur, Mısır’da İhvân-ı Müslimîn olarak filiz vermişti. Şimdi, iki taraftan ıslahata girişmiş ve hiçbir kuvvetin söküp atamayacağı bir şekilde İslâm âlemine kök salmış olan bu “mütevafık ve müterafık safları” sadece İslâm âlemine değil, bütün insanlığa beraberce güzel bir gelecek hazırlarken görmek zamanıdır.

***

[2013 Eylül’ünde Son Devir’de yayınlanan bir yazı]

"Demokrasi şehidi" ne demek?

15 Temmuz darbe teşebbüsünü takiben bazıları tarafından bilinçsizle kullanılan “demokrasi şehidi” şekilndeki uydurma deyimle ilgili olarak, 18 Temmuz günü aşağıdaki yazıyı yayınlamıştık. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Zaman zaman bazıları şu tür ifadeler kullanıyorlar: Demokrasi şehidi. Değerli kardeşlerim, böyle bir şey yok, demokrasi şehidi diye bir şey olmaz” şeklindeki uyarısının hatırlattığı bu yazıyı tekrar yayınlıyoruz.

Menfur darbe teşebbüsüyle ilgili yayınlarda maalesef yaygınlaşma istidadı gösteren bir deyim ortaya çıktı: “Demokrasi şehidi.”

Şehitlik, milletimizin en mukaddes değerlerinden biridir ve kaynağını doğrudan ve sadece İslâm dininden alır. Şehitliğin anlamını ve şartlarını bize bildiren, Allah ve Resulüdür. İ’lâ-yı kelimetullah uğrunda, din ve vatan müdafaasında canını verenlerin yanı sıra; canını, ailesini ve malını müdafaa ederken öldürülenlerin de şehit sayılacaklarını Peygamberimiz haber vermiştir.[1] Bunların yanı sıra, birtakım musibetler sebebiyle can verenlerin de mânen şehit sayılacakları, yine hadis-i şeriflerde bildirilmiştir.[2]

Bütün bu tanımlar ışığında baktığımız zaman, son darbe teşebbüsüne karşı vatanını, milletini, devletini ve mukaddes değerlerini yiğitçe savunurken can veren kahramanlarımızı yüce dinimizin şehit olarak tarif ettiğini her Müslüman açıkça görecektir. Evet, daha darbe teşebbüsünün ilk ânında âsî generali alnından vurarak bu menfur teşebbüsü akamete uğratmakta en birinci rolü oynayan ve bu sebeple öldürülen assubayımızdan başlamak üzere, kendilerini âsîlerin tanklarına ve silâhlarına siper ederek bu milleti ve vatanı büyük bir bâdireden canları pahasına kurtaran vatan evlâtlarını şehit olarak anmak sadece hakkımız değil, aynı zamanda onlara ve gelecek nesillere karşı bir görevimizdir. Fakat onlara Allah’ın verdiği bu en şerefli rütbeyi başka isim ve sıfatlarla sulandırmamak şartıyla!

Bizim mukaddesatımızda sadece bir “şehitlik” kavramı vardır; o kadar. Dinini savunurken de, ailesini savunurken de, malını savunurken de ölen şehittir; ancak bunlar din şehidi, aile şehidi, mal şehidi diye tasnif ve tarif edilmezler. Böyle bir tasnif, şehitliğe asıl kutsallığını kazandıran kaynakla bu kavramın arasındaki bağı koparmak anlamına gelir.

Şehitlik, bu ümmetin ve bu milletin tarih boyunca en yüksek bir değeri olmuş ve sayısız kahramanlar bu yüce mertebeye erişerek Allah’ın vaadine hak kazanmak için canlarını feda etmişlerdir. Onların hepsi de Allah için, din için, vatan için, millet için can veren insanlardı. Fakat onların hiçbiri ne demokrasi şehidi idi, ne kırallık, ne padişahlık, ne meşrutiyet, ne de başka bir rejimin şehidi.

Bedrin arslanları demokrasi için can vermediler.

Anadolu’yu bize vatan yapan ecdadımız demokrasi için can vermedi.

İstanbul’u fetheden atalarımız demokrasi için can vermediler.

İstiklâl Harbinin şehitleri demokrasi için can vermediler.

Çanakkale’yi yedi düvele mezar yapan  kahramanlar demokrasi için can vermediler.

Bugün onların izini takip ederek bu din ve bu vatan için canlarını Allah yolunda feda eden insanları “demokrasi şehidi” gibi dinin kaynağında olmayıp da sonradan icad edilmiş deyimlerle anmak, bu insanları o mübarek kafileden ayırmak anlamına gelir.

Bununla da kalmaz, “şehitlik” gibi tarih boyunca bütün nesillerimizin ulaşmak için hayatlarını verdiği en yüce bir rütbeyi ve en mukaddes bir değeri ruhundan soyutlar ve kabrin ötesinde hiçbir anlam ifade etmeyen maddî bir şöhret etiketinden ibaret hale getirir.

Bu darbe teşebbüsünün yarası iyileşir, acıları unutulur, tahribatı tamir edilir. Fakat mukaddes değerlerimizdeki aşınmaların yol açtığı tahribatı gidermek hiç kolay olmaz, hattâ mümkün dahi olmayabilir.

— Ümit Şimşek

***

İlk yayın tarihi

18 Temmuz 2016

***

[1] Bkz. Tirmizî, Diyât: 21; Nesâî, Muharebe: 23.

[2] Bkz. Nesâî, Cihad: 48; İbni Mâce, Cihad: 17.

17 Haziran 2019 Pazartesi

Mahkemede namaz kıldıran Cumhurbaşkanı

Mahkeme salonunda şehit olan Mısır’ın meşru Cumhurbaşkanı Mursî, göstermelik mahkemede yargılanmaya başladığı günden itibaren bir Müslüman lidere yakışan kahramanca bir tavır sergilemişti. Mursî’nin yargılanması sırasında hafızalara kazınan manzaralardan birisi de, duruşma kafesinde diğer tutuklu Müslüman Kardeşler üyelerine imamlık yaparak öğle namazı kıldırmasıydı. Bediüzzaman’ın mahkeme salonunda namaz kılışını andıran bu hadise ile ilgili olarak daha önce yayınladığımız bu haberi aziz şehidimizin ruhuna Fatihalar ile tekrar hatırlıyoruz.

 

Darbeyle görevinden uzaklaştırılarak tutuklanan Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi dün başlayan duruşmasında, diğer tutuklulara imamlık yaparak öğle namazını kıldırdı.

Mursî’nin mahkeme heyetini şaşkınlığa uğratan bu davranışı, Bediüzzaman Said Nursî’nin Afyon Mahkemesinde namaz kılışını hatırlattı. Kendisine ve talebelerine idamlık gözüyle bakıldığı yargılamanın duruşmalarından birinde ikindi namazının vakti girince Bediüzzaman mahkeme başkanından izin istemiş, başkan izin vermeyince namaz kılmak üzere kapıya doğru yönelmişti. Mahkeme başkanının “Mahkemede olduğunuzu unuttunuz herhalde” sözünü “Biz namazın hukukunu müdafaa için buradayız” şeklinde cevaplandıran Bediüzzaman, kimseye aldırış etmeden namazını kılmış ve duruşma daha sonra devam etmişti.

Mısır’da, darbeyle görevinden uzaklaştırılan Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi ile 14 sanığın yargılandığı davanın duruşmasında ilginç anlar yaşandı.

Duruşma salonuna ilk olarak getiren İhvan üyesi sanıkların üzerinde tutuklulara giydirilen “beyaz elbise”nin olduğu görüldü. Ancak Muhammed Mursî, yine Said Nursî’yi hatırlatan bir tavırla, elbisesini değiştirmeyi reddetti.

Mahkeme Başkanı Ahmed Sabri Mursî’ye seslenerek Mısır yasalarına göre tutukluların giymesi gereken “beyaz elbise”yi giymesini istedi.

Bunun üzerine Mursî “Rabia” işareti yaparak, “Ben Mısır’ın meşru Cumhurbaşkanıyım ve sizin meşruiyetinizi tanımıyorum” dedi.

Ülkenin meşru cumhurbaşkanı olarak görevini yerine getirebilmesi için serbest bırakılması gerektiğini belirten Mursî, “Cumhurbaşkanı” sıfatıyla mahkemede bulunduğu için hakimin kendisiyle konuşurken ayağa kalkmasını istedi.

“Ben Dr. Muhammed Mursî; şu an darbe sebebiyle buradayım. Mısır Cumhuriyetinin başkanı olarak burada zorla tutuluyorum. Bu, suç teşkil ediyor” diyen Mursî, kendisine yöneltilen suçlamaları cevapsız bırakıp, hakime hitaben “Meşru bir cumhurbaşkanını yargıladığın için seni, ceza mahkemesinde yargılatacağım” şeklinde konuştu.

Mursî, mahkeme başkanına hitaben “Yüce Mısır yargısının bir gün gelip de kanunlara göre suçlu, hain ve yıkıcı askeri darbeye alet olmasını yakıştıramıyorum” ifadelerini kullandı.

Mursî’nin duruşma salonunda bulunanlara, “Özgür Mısır halkına benden selâm iletin. Onlara ‘Kardeşiniz Mursî direnmeye devam edecek, dâvâsından vazgeçmeyecek’ deyin” şeklinde hitap ettiği belirtildi.

Bu sırada kızı darbeciler tarafından şehit edilen İhvan liderlerinden Muhammed el-Biltaci ile göz göze gelen Mursi, “Üzülme kardeşim, Esmâ Cennette” diyerek tesellide bulundu. Bu konuşma gergin olan mahkeme salonunda duygusal bir atmosferin oluşmasına yol açtı.

Mursî, duruşma kafesinde içerisinde diğer arkadaşlarıyla cemaatle öğle namazı kıldı. Namazda Mursî’nin cemaate imamlık yaptığı görüldü.

16 Haziran 2019 Pazar

Müslüman Besmele çekemeyeceği işi yapmaz

PROF. DR. İSMAİL LÜTFİ ÇAKAN

Her kültür ve medeniyetin kendisine özgü söze ve işe başlama cümleleri, usül ve üslubu vardır. İslâm kültürü demek olan Sünnet-i seniyyenin, ümmetin günlük hayatına kazandırdığı Tevhid merkezli bir başlangıç usûlü, hatta belli kalıplara sahip cümleleri ve  üslubu bulunmaktadır: Besmele ya da Allah adını zikretmek.

Herşeyden önce, Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim, besmele ve hamdele ile başlamaktadır. Vahyedilen ilk âyet-i kerimede de “ikra’ bismi rabbik, Rabbinin adıyla oku” cümlesi yer almaktadır. Şeâir-i İslâm’dan olan Ezân-ı Muhammedî ise, Allahu ekber diye lafza-i celâl ile başlamaktadır. Bu başlangıçlar, bizim medeniyetimizin öncelikle Allah’ı anma (zikrullah) edebine sahip bir besmele medeniyeti olduğunu göstermektedir.

Öte yandan besmelesizliğin, bereketsizlik demek olduğunu (ممحوق من كل بركة) bildiren rivayetler de medeniyetimize has -sözünü ettiğimiz- özelliği farklı yönden pekiştirmektedir. Konuya yönelik üç rivayet şöyledir:

Ebû Hüreyre radıyallahu anh‘den nakledildiğine göre, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

” كل أمر ذى بال لا يبدأ فيه ببسم الله الرحمن الرحيم أقطع  Bismillahirrahmanirrahim ile başlanmayan her değerli/meşru iş, bereketsizdir/sonuçsuzdur.”[1]

” كل كلام ذي بال لا يبدأ فيه بذكر الله فهو أبتر  Allah’ın zikri ile başlamayan her söz sonuçsuzdur/güdüktür.”[2]

“كل كلام أو أمر ذي بالٍ لا يفتح بذكر الله عَزَّ وَجَلَّ فهو أبتر أو قال أقطع”  Allah’ı anarak başlanmayan her anlamlı söz veya iş, bereketsizdir /sonuçsuzdur.”[3]

Üçünü örnek olarak sunduğumuz konuya ait rivayetlerin büyük çoğunluğu “bi’l-hamd” (el-hamdülillah ile), bir kaç tanesi de “bi zikrillah,” (Allah’ı anarak) başlamayan işlerin ve sözlerin sonuçsuz/güdük/bereketsiz olduğunu ifade etmektedir.

Söylenecek meşru bir sözün ve yapılacak meşru ve faydalı bir işin sonuçsuz kalmaması, güdük ve bereketsiz olmaması için başlangıçta yapılacak şey “Allah’ı anmak“tır. İster bismillah, ister elhamdülillah ister sadece Allah demek suretiyle bu vecibe  ve edeb yerine getirilmiş olur.

Bunun bizim kültür ve edebiyat tarihimizde en meşhur örneğini, Süleyman Çelebi’nin (v. 825/1422) milletimizin büyük bir beğeni ile benimsediği Mevlid’inde görmekteyiz.

Hocasının,

sana mevlidçi diyorlar” sözü üzerine, Mehmed Âkif merhumun;

“….Keşke olabilsem! Nerde?…

Erişilmez ki, Süleyman Dede yükseklerde!”

diye takdir ettiği Süleyman Çelebi merhum Vesiletün’n-necât“ adlı meşhur mevlidine;

Allâh adın zikredelim evvela
Vacib oldur cümle işde her kula

Allâh âdın her kim ol evvel ana
Her işi âsan eder Allâh ona.

Allâh adı olsa her işin önü
Hergiz ebter olmaya ânın sonu

Bir kez Allâh dese şevkile lisân
Dökülür cümle günah misl-i hazân

İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen
Her murada erişür Allâh diyen

mısralarıyla başlamıştır.

Çelebi merhum, bu girişiyle “Allah’ı anma“nın, bir başka deyişle “ağzı besmeleli” olmanın gereğini yerine getirmiş, ümmete  de bu edebi gerekçeli olarak telkin ve tavsiye etmiştir. Çünkü besmele ve zikrullah, ilahlık ve kulluk (ulûhiyet ve ubûdiyet) gerçekliklerinin birbiriyle olan ilişkisini itiraf ve ilan etmek demektir.

Evet, Besmele bir intisaptır, bir irtibattır ve bir bağlılık itirafıdır. Evrenin yegâne yaratıcısını her meşru iş ve söz başlangıcında hatırlayıp dillendirmek O’ndan güç almak, kendi varlığını bir anlamda yok sayıp gerçek büyüğün emsalsiz gücünü itiraf etmek ve böylece kendi gücünü de takviye etmek anlamına gelir.

Bu durumu, işine besmele çekerek başlayan hemen herkes bir şekilde hisseder, işini daha bir güven ve şevkle yapar. Besmelesiz iş ve sözlerden mânevi zevk almak, tuzsuz yemekte tat aramak gibidir. Malzemesi ne kadar kaliteli, pişireni ne kadar işinin ehli olursa olsun, yemek tuzsuz ise, o ağız tadıyla yenmez, yenemez, sarfedilen emekler de boşa gitmekten, pişmanlık ve tartışma konusu olmaktan ve sonuçsuz kalmaktan kurtulamaz.

Besmele bereket, besmelesizlik bereketsizlik demektir. Nitekim halkımız da “besmelesiz işe Şeytan karışır” demek suretiyle bereketsizliğin gerçek sebebine ve yapılması gerekenin ne olduğuna dikkat çekmiştir. Yine halkımız, yaramaz kimseleri çoğu kere “besmelesiz” diye nitelendirir.

İslâm toplumu besmele toplumudur

Müslüman yavrularının doğumunu takip eden gün ya da günlerde  bir kulağına ezan, diğerine kâmet okunmasının yanında, anneler tarafından çocukları uyutmak için söylenen ninnilerde de besmele yer almaktadır. “Ninni der uyuturum, besmeleyle büyütürüm“, “Besmeleyle uyanır, o nurlara boyanır” gibi sözler “ninnilerde besmele” olgusunun delilleridir.

Ayrıca mektep ilâhilerinde besmeleye yer verilmesinin yanında, dua ve yakarışların kabulü için de besmele hürmeti dile getirilir ve  “Sen kabul eyle duamız besmele hürmetine” diye Allah’a yakarılır.[4] Bütün bunlar göstermektedir ki İslâm toplumu ve medeniyeti, ağzı besmeleli insanların oluşturduğu bir toplum ve  geliştirdiği bir medeniyettir.

Öte yandan eğitim ve kültür tarihimizde, saray erkanı ve devlet ricali çocukları kapsamında da olsa besmele cemiyeti diye de anılan, okuma çağına gelmiş çocukların hoca önünde besmele çekme (Bed’i besmele[5]) merasimi yapılırdı. Kur’an-ı kerim’i okumayı bitirince yapılan “hatim merasimi“, hafızlığı bitirince icra edilen hafızlık merasimi gibi okumaya başlarken yapılan bed’i besmele merâsimi de ağzı besmeleli müslüman olma ve yetiştirme yolunda anlamlı ve bir ölçüde kurumsallaşmış bir güzel başlangıç olarak dikkat çekmektedir.

Besmele çekmesini bilmeyen nesiller

Günümüzün teknoloji ürünlerininin iflah olmaz bağımlısı gençleri, sosyal medyanın kendilerine sunduğu gündemi takip etme telaşından başka kaygısı olmayan kimlikleriyle, daha doğrusu kimliksizlikleriyle yirmi dört saatlik bir günde kaç kez besmele çekmeyi düşünüp gerçekleştirebilmektedir?

Ailelerdeki besmele cimriliği ya da aile bireylerinin yemeğe başlarken bile açıktan besmele çekmeyi unutmuş olmaları, çocukları da pek tabii olarak olumsuz etkilemekte ve selamsızlık gibi besmelesizlik de günlük hayatın her alanına yayılmaktadır.

Gusul abdestinden haberi olmayan yetişkinlerin yanına şimdi bir de besmele çekmesini bilmeyen, ya da besmele çekme alışkanlığı edinmemiş gençlerin eklenmesi, büyük bir acı ve uzun vadede  önlenemez bir felâket demektir. Çünkü İslâm toplum ve medeniyetinde mübah ve meşru olan küçük-büyük her işe besmele ile başlanır. Haram olan hiçbir işe ve söze de besmele çekilerek başlanmaz. Bilerek ve kasıtlı olarak harama besmele çekip başlamak kişiyi imandan eder, küfre iter. Mübah ve meşru işlere besmele çekmeden başlamak ise bereketsizliği davet eder.    

Besmele-iman ilişkisi

Besmele ile iman arasındaki ilişkiyi şu âyet-i kerimede açıkça görmekteyiz: “Eğer Allah’ın âyetlerine inanmış kimseler iseniz, besmele çekilerek kesilenlerden yiyiniz!.”[6]Allah’tan başkası adına kesilen” hayvan etlerinin yenilmesi haram kılınmıştır.[7]

Günlük hayatta besmeleli olmayı öğütleyen bazı hadis-i şerifleri de şöylece sıralamak mümkündür:

Hz. Âişe annemizden rivayet edildiğine göre, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“Herhangi biriniz yemek yiyeceği zaman ‘Bismillâh’ (Allah’ın adıyla) desin. Yemeğin başında eğer besmele çekmeyi unutursa, (hatırladığında) ‘Bismillâhi fî evvelihî ve âhirihî’ (Önünde de sonunda da Allah’ın adıyla) desin.”[8]

“Evden çıkarken “Bismillahi, tevekkeltü alallah, lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah” diyen, tehlikelerden korunur ve şeytan ondan uzaklaşır.”[9]

Câbir b. Abdullah radıyallahu anhüma’nın rivayet ettiğine göre, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

“(Evine girdiğin zaman) besmele çekerek kapını kapat. Çünkü Şeytan (besmeleyle) kapanan bir kapıyı açamaz. Besmele çekerek lambanı söndür. Besmele çekerek, (enine koyacağın) bir tahta parçası ile de olsa yemek kabını(n ağzını) ört. Yine besmele çekerek su kabını(n ağzını da) ört.”[10]

Berâ’ radıyallahu anh’den nakledildiğine göre Hz. Peygamber yatağına yattığında, “Allâhümme bismike ahyâ ve bismike emût ” (Allah’ım! Senin isminle yaşar, senin isminle ölürüm) buyurur; uykudan uyandığında da Elhamdülillâhillezî ahyânâ ba’de mâ emâtenâ ve ileyhi’n-nüşûr”=Canlarımızı aldıktan sonra bizi dirilten Allah’a hamdolsun; diriltmek yalnız ona mahsustur)buyururdu.[11]

Allah kendisinden ve babasından razı olsun, Abdullah İbn Ömer’in naklettiğine göre, cenâze kabre konulurken Hz. Peygamber şöyle derdi: “Bismillâhi ve alâ milleti Resûlillâh ” (Seni) Allah’ın adıyla ve Resûlullah’ın dini üzere (kabre koyuyoruz).[12]

Bütün bu rivayetler, müslüman hayatının doğumdan ölüme kadar, Allah’ın adıyla ve Allah adına yapılan işlerle, söylenen sözlerle bezenip donatılmış, ve değerlendirilmiş bir hayat olduğunu daha açıkçası olması gerektiğini göstermektedir. Besmele hayatın bereketlendirilmesi demektir. Esasen iyi, olgun müslüman da -yazının başlığında işaret ettiğimiz gibi- besmele çekemeyeceği işi yapmayandır.


 

[1] Suyuti, Camiü’l-ehadis, xv, 314(Ruhavi(ö. 612/1215), el-Erbeun‘den naklen)  ; Kenzu’l-ummal, I, 555

[2] Abdurrezzak, Musannef, VI, 189

[3] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, II, 359 (Hds. no: 8697)

[4] Konuyla ilgili geniş bilgi için bk. “Besmele” md. DİA, V, 529    -540

[5] Bk. Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, I, 192-193 (İstanbul, 1971)

[6] el-En’am (6), 118

[7] Bk. el-Maide (5), 3

[8] Tirmizî, Et’ıme, 47; Ebu Davud, Et’ime 15;İbn Ma’ce, et’ime 7; Dârimî, Et’ime 1

[9] Tirmizi, Daavâ 34

[10] Ebû Dâvûd, Eşribe, 22

[11] Müslim, Zikir, 59

[12] İbn Mâce, Cenâiz, 38