SON EKLENENLER
latest

3 Ağustos 2019 Cumartesi

Din tahrifinin çağdaş yöntemleri

Zamanımızda Müslümanların inançlarını ve toplum hayatlarını tehdit eden en büyük tehlikeler nedir diye sorulacak olsa, verilecek cevaplar arasında mutlaka “tahrif” de yer alacaktır, yahut alması gerekir.

Bizim de 233. Kur’an Buluşmasında ele aldığımız konuların en önemlisi “tahrif” konusu idi.

Kur’ân-ı Kerim birçok âyetinde bizi bu tehlike ile yüzleştiriyor. Yahudiler başta olmak üzere Kitap Ehlinin kelimeleri değiştirmek yahut mânâlarını kaydırmak suretiyle tahrif ettiklerini örnekleriyle açıklıyor.

Kitap Ehli” tabiri ise, aynı zamanda ilim/bilim mensupları anlamını da bünyesinde barındırdığı için, bugün “bilim” kisvesi altında dilimize sokulmuş bulunan bir kısım kavramları da hatıra getiriyor.

Bu tesbit ışığında, özellikle son yıllarda dilimize girmiş bulunan bazı kelime ve tabirleri incelediğimizde, oldukça ürkütücü bir tablo ile karşılaştık.

Meselâ, son birkaç yılda medyanın diline doladığı “homofobi” tabiri, gerçekte bir hastalığı ifade etmiyordu. Bu kelime, Kur’ân’ın lânetlediği sapıklıkları sapıklık olarak gören ve bundan kaçınan normal insanları damgalamak için dünya sapıklarının sistematik çabalarla Amerikan tıp literatürüne sokup oradan dünyaya ihraç ettikleri bir kelime idi.

Bir başka örnek olarak ele aldığımız “toplumsal cinsiyet” tamlamasının da planlı bir mühendislik faaliyetinin sonunda “cinsiyet” kavramının yerini aldığını ve her türlü sapkın eğilim ve davranışları bünyesinde toplayarak “mâsum” bir görünüşe kavuşturulmuş bulunduğunu gördük.

Onur” kelimesinin tahrifine en çarpıcı ve ürkütücü örnek ise, sapıklıkların her türünü bünyesinde barındıran hayâsızca gösteri ve etkinliklerin medyada “onur yürüyüşü, onur haftası” gibi isimlerle anılması idi.

Diğer taraftan, kâinat kitabının bazı kavramları da, pozitif bilimlerin dilinde tahrife uğramış ve “yaratıcı” yerine doğa, evrim, tesadüf gibi başka kavramların fail olarak yerleştirilmiş bulunduğunu da kaydettik.

Bunlar, 27 Temmuz Cumartesi sabahı gerçekleşen Kur’an Buluşmasının ağırlıklı konuları arasında idi. UTESAV organizasyonuyla MÜSİAD’ın Çobançeşme’deki genel merkezinde yapılan Buluşmalar yaz döneminde ayda bir, güz döneminden itibaren ise haftalık olarak Cumartesi sabahları 7:00-7:30 arasında simit-peynir-çaydan meydana gelen bir kahvaltı ikramıyla başlıyor ve 7:30-9:00 arasında sunumlu olarak gerçekleşiyor. Bundan sonraki ilk Kur’an Buluşması, 24 Ağustos Cumartesi olarak planlanmış bulnuuyor.

Son Kur’an Buluşmasının eksiiksiz video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

2 Ağustos 2019 Cuma

Mukaddes Değerleri Koruyuculardan Koruma Bakanlığı

 



Bir sade vatandaşımız, ülkenin ve dünyanın içinde bulunduğu durumlar karşısında çözümler üreterek bunları “iktidar vaadleri” olarak bir yerlere not ediyor. Kimseye “Şöyle şöyle yapın” demiyor; dese de kimsenin kulak asmayacağını herkes gibi o da biliyor. Sadece, “Üzerimde vebal kalmasın” kabilinden, “Ben iktidara gelince şunu şunu yapacağım” diyerek insanlığa karşı bir vaadde bulunmuş oluyor. Bize de bu vaadleri duyurmak kalıyor.

Vatanı koruma, Cumhuriyeti koruyup kollama gibi faaliyetler, zaman zaman unutulur gibi olsa da, genel olarak bizim gözde sporlarımız arasında yer alır. Özellikle darbe dönemleri, yakın geçmişe kadar, bu spora olan ilginin zirve yaptığı dönemler olurdu. Eğer – Allah muhafaza – 15 Temmuz darbe teşebbüsü de başarılı olmuş olsaydı, pek muhtemeldir ki, biz bugün hâlâ medyanın her türlüsünde “Cumhuriyeti koruma” temalı malzeme ile haşir neşir olmaya devam edecektik.

Ancak o kadar yaygın ve etkili çapta olmasa da, bazı çevrelerde Cumhuriyeti koruma güdüsünün ara sıra nüksettiğini görebiliyoruz. Birkaç sene önce kapımı çalan biri kız diğeri erkek iki öğrenci “Biz Cumhuriyeti koruyoruz” diyerek ellerindeki dergiyi bana satmak istemişlerdi. İş ve İşçi Kurumunda bir tanıdığım olmadığı için kendilerini kartvizitle değil, ancak “kendilerine doğru dürüst bir iş bulmaları” tavsiyesiyle uğurlayabildim.

Bu koruyuculuk mesleği sadece vatan ve Cumhuriyetle sınırlı kalmadı. Zaman içerisinde Atatürkçü ve Cumhuriyetçi kesimden daha başka kesimler de bu sporu keşfettiler ve kendilerine has teknik ve taktiklerle hayata geçirdiler. Meselâ Ehl-i Sünneti korumak için şu anda ne kadar infaz timinin faaliyette bulunduğuna dair bir istatistik bulunmuyor; fakat bu timlerden herhangi birisi bir saldırıyı başlattığı zaman, hedefteki kişi veya kurumların Allah yardımcısı olsun! Böyle savaşlarda delil aranmıyor, aranmasına ihtiyaç da kalmıyor, çünkü “etiketleme” yöntemleri delilden çok daha seri ve etkili sonuçlar veriyor. Saldırılar sırasında edep, terbiye, ahlâk, insaf, vicdan, kul hakkı gibi ayak bağı olabilecek bütün unsurlar otomatik bir mekanizma ile devre dışı bırakılıyor, muharipler küfür dağarcığının zenginliği nisbetinde alkış topluyor, hasmın maddeten ve mânen çökertilmesinden başka hiçbir gayeye itibar edilmiyor.

Buna karşılık, bir kısım timler de dini ve dindarları hurafelerden, cemaat ve tarikatlerden korumak için savaşıyorlar. Bu arada Mehdîyi korumak için savaşan timlerle ümmetin itikadını Mehdî inancından korumak için savaşan timler arasında da şiddetli çatışmalara şahit oluyoruz. Daha sonradan ortaya çıkan timler ise, kendilerinin kullanımına terk edilmiş boş bir alan bulamayınca hizmetin bütününe talip oluyorlar ve İslâmı koruma, dini müdafaa gibi isimler altında örgütlenerek, kendilerine hedef olarak seçtikleri kimseleri göz kamaştırıcı törenlerle adlî mercilere hedef göstermek gibi faaliyetlerle insanüstü kahramanlıklarını sergiliyorlar.

Bütün bu irili ufaklı timleri göz önüne aldığımızda, memleketin sürekli bir şekilde koruma savaşları altında bulunduğunu görebiliyoruz. Ve bu savaşlarda taraflardan herhangi birinin hedefinde yer almayan bir Müslüman kalmamış bulunuyor.

Seçim vaadleriyle zaman zaman bu sütuna misafir olan Sade Vatandaşımız da bu durumdan hayli zamandır muztarip bulunduğundan, probleme bir çözüm bulabilmek için yoğun çabalar harcadı. Ve nihayet bu çabalarının sonucunda, yeni bir bakanlık ihdas etmeye karar verdi.

Özetle, Sade Vatandaşımız bize “koruyucu içermeyen bir yönetim” vaad ediyor.

Bunun için de, “Ben iktidara gelince, Mukaddes Değerleri Koruyuculardan Koruma Bakanlığı adı altında yeni bir bakanlık kuracağım” diyor.


31 Temmuz 2019 Çarşamba

Dindar-muhafazakâr gruplar LGBT ya da feminist hareketlerden ne öğrenebilir?

LGBT/Feminist hareketlerin ülkemizde adım adım sahneye koydukları oyunlara kamuoyunun dikkatini çekmeye çalışan yazılarıyla tanınan Kocatepe Üniversitesi öğretim üyesi ve islamianaliz.com sitesi yazarı Mücahit Gültekin, son yazısında, konuya bir başka açıdan yaklaşıyor ve bizi son derece ciddî bir muhasebeyle karşı karşıya getiriyor: Bu oyunun başarısında bizim ne kadar payımız var? Orijinaline   http://www.islamianaliz.com/yazi/dindar-muhafazakar-gruplar-lgbt-ya-da-feminist-hareketlerden-ne-ogrenebilir-3683#sthash.7vQmfvCM.UbS1xXJw.dpbs adresinden ulaşabileceğiniz yazıyı, üzerinde uzun uzadıya düşünülmesi, dersler çıkarılması ve gereğinin yerine getirilmesi niyet ve ümidiyle buraya alıyoruz:

MÜCAHİT GÜLTEKİN

LGBT dernekler her yıl 28 Haziran tarihinde dünyanın pek çok yerinde (en son Antarktika’da[1]) “Onur” yürüyüşü adını verdikleri bir yürüyüş gerçekleştiriyor. 23-29 Haziran tarihleri Türkiye’de de “onur” haftası olarak farklı etkinliklerle kutlanıyor ve 28 Haziran’da bir de yürüyüş yapılıyor.

Yürüyüş için 28 Haziran’ın tercih edilmesinin bir anlamı var. 1969 yılının 28 Haziran’ında Amerika’da Stonewall Bar’a takılan eşcinsellerle polis arasında bir çatışma çıkıyor, eşcinseller polis baskısına isyan ediyor. Stonewall Bar’da başlayan bu isyan günü LGBT hareketlerin “uluslararası” günü ilan ediliyor. Yani seçilen tarihin Türkiye’yle doğrudan bir ilgisi yok.

Ne var ki Türkiye’de 2015 yılında yapılan LGBT yürüyüşü Ramazan ayına denk geldi. Bazı İslami STK’lar buna tepki gösterdi. Ama LGBT dernekler yine de yürüyüşünü gerçekleştirdi ve “Şabanla Recebin Aşkına Ramazan Engel Olamaz” yazan bir de pankart kaldırdılar.

LGBT dernekler, “Yahu biz önünde sonunda halkı Müslüman olan, Osmanlı’nın yadigarı bir ülkede yaşıyoruz. Adamların dini duyarlılıkları var, onları kışkırtmayalım. Bir kaç hafta sonra yapıverelim” demediler. Eylemlerini yaptılar ve üstüne üstlük yukarıda gördüğünüz meşhur pankartı da kaldırdılar.

İslami Çevreler Niçin Kaale Alınmıyor? 

Kaldırdılar, çünkü Türkiye’deki İslami çevrelerden kesinlikle çekinmiyorlar. Onların ipe sapa gelmez, dünyanın en uçuk-kaçık tartışmalarıyla birbirlerini barbarlaştırdıklarını biliyorlar. Yukarıdaki pankartı kaldırdıkları sırada, İslami çevrelerin, özellikle kanaat önderlerinin, aydın ve alimlerinin “Kur’ancılık-hadisçilik”, “Evrenselcilik-Tarihselcilik” gibi tartışmaların içine gömülüp birbirlerini yemekle meşgul olduklarını biliyorlar. İslami çevrelerin iflah olmaz bir bölünmüşlük bataklığına saplandıklarını biliyorlar. İslami çevrelerin “tarih dışı” bir dünyada yaşamlarını sürdürdüklerini biliyorlar. İslami çevrelerin birbirlerine güvenmediklerini; rantla, makamla, koltukla girdikleri imtihanı kaybettiklerini biliyorlar. Onları ne caminin, ne cumanın; ne haccın ne de bayramın bir araya getiremeyeceğini; kimilerinin altı boş bir gururla, kimilerinin ise aşağılık kompleksiyle damgalandıklarını biliyorlar. 20-30 kişilik minnacık grupların bile dünyanın en tuhaf tartışmaları yüzünden bir kaç yıl içinde bir kaç parçaya daha bölüneceğinden eminler. Dünyanın en uyduruk meseleleri yüzünden birbirlerini tekfir edip durduklarını görüyorlar. O yüzden hesap kitap yaparken bu çevreleri dikkate almaya gerek duymuyorlar.

LGBT/Feminist Hareketlerin “Ümmet” Formasyonu

LGBT hareketler cinsel bir tercihin nasıl bir “dava” haline getirildiğinin, bu davanın nasıl uluslararası evrensel bir misyona dönüştürüldüğünün; onca dilsel, dinsel, etnik, mezhebi, coğrafi farklılıkların bir kenara bırakılıp tek bir amaç doğrultusunda nasıl bir araya gelinebildiğinin en ibret verici örneklerinden biridir (Lütfen, internetten “onur” yürüyüşü yapılan ülkeleri araştırınız. Onlarca ülkede, neredeyse birbirinin aynı görüntülere, kıyafetlere ve sloganlara şahit olacaksınız). LGBT hareketler aynen bir ümmet gibidir; gökkuşağı renklerinden oluşan tek bir bayrağın altında toplanabilen, her yıl 28 Haziran’da küresel ölçekte bir araya geldikten sonra bir sonraki yıla kadar teorik, kurumsal, siyasi, ekonomik, hukuki, edebi, sanatsal meselelerini belli bir öncelik sırasında tartışıp yeni stratejik hedefler belirleyen (“onur” yürüyüşü her yıl belirlenen bir “ana tema” çerçevesinde düzenleniyor), o hedefler doğrultusunda sonuç alıcı kararlar alabilen; dünyanın geri kalanındaki LGBT hareketlere duyarlı, o hareketlerin de sorunlarıyla ve kazanımlarıyla ilgilenen ve zaman zaman bir araya gelip birbirlerini dinleyen bir ümmet…[2] Bazen yaptıkları yürüyüşe “polis müdahalesine” rağmen yılmayan; yedikleri biber gazı ve jopları mücadelelerinin “haklılığının” bir kanıtı olarak alkışlayan bir ümmet…

Dahası aynı paradigmaya ama farklı önceliklere sahip hareketlerle de (feministler, çevreciler, hayvan hakları örgütleri vs) mümkün olduğunca birlikte hareket etmenin imkanlarını arayan, bulan ve bunu karşılıklı desteğe dönüştürebilen bir ümmet…

Örneğin, LGBT hareketlerin uluslararası organizasyonu olan ve kendi içinde 1200 (bin iki yüz) organizasyon barındıran ILGA -International Lesbian and Gay Association- 132 ülkede faaliyet göstermektedir.

Bir başka çarpıcı/ibret verici örnek, 7 uluslararası örgütün üç transseksüel kişinin Türkiye’de ceza alması sonrası gösterdiği dayanışma ve bu dayanışmanın ne denli hızlı bir şekilde örgütlendiğidir:

26 Ekim 2011 tarihinde Ankara’da üç transseksüel kişi polise direnmek ve polise hakaret suçlarından ceza alıyor. Hükmün açıklanmasından sadece 6 gün sonra, 2 Kasım 2011 tarihinde aralarında ILGA’nın da bulunduğu 7 uluslararası örgüt Adalet Bakanlığı’na, Cumhurbaşkanı’na, Başbakan’a, İçişleri Bakanı’na, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı’na, TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu Başkanı’na mektup gönderip söz konusu kişilere yöneltilen suçlamaların düşürülmesini, polis ve mahkemelere ayrımcı uygulamalar nedeniyle soruşturma açılmasını talep ediyor.[3]

Dindar-Muhafazakar Çocuklar Kimin Tebliğ Alanı İçinde?

Bazı arkadaşlar yaptığımız sohbetlerde bu hareketlerin dindar muhafazakar çevrelerin çocuklarını da etki altına aldığını söylüyor, buna ilişkin çeşitli örnekler veriyorlar.

Bu çok doğaldır ve kaçınılmazdır. Çünkü gerek LGBT hareketlerin, gerekse feminist hareketlerin kendi içlerindeki bazı ihtilafları absorbe edebilme ve asıl hedeflerini gündemden düşürmeme gibi hayati bir kabiliyetleri var. “Erkek egemen ya da heteroseksist düzen” gibi ortak bir düşmanları var ve bu düşmanla mücadele her zaman gündemlerinin ilk sırasında. Onları birbirlerine bağlayan“ortak düşmanla mücadele” aynı zamanda onların entelektüel ve aktivist üretiminin en güçlü motivasyonu.[4]

O yüzden Müslüman coğrafyada tarihin belki de en zor olması gereken mücadelelerinden birini verip, hukuki ve politik sonuçlar alabiliyorlar. Kendi haklarını İstanbul Sözleşmesi gibi hukuk hiyerarşisinin en üstünde yer alan bir metnin içine gömüp, okullarda okutulan kitapları kendi değer yargılarına göre ayıklayıp, ETCEP gibi projelerle Milli Eğitim’e bağlı bütün okullarda yeni yetişecek nesillerin “cinsiyetçi”, “heteroseksist” ve “homofobi” olmaması için gerekli önlemleri alabiliyorlar.[5]

Mevzu bu kadar açık, bu kadar nettir.

İslami Çevrelerin Sızlanmaktan Başka Yapabileceği Bir Şey Var mı? 

İslami kesim, her yıl 28 Haziran tarihinde,  böylesi bir stratejik amaç birliğine sahip bir organizasyon karşısında ancak sızlanıp, şikayetlenebilir; bazen de yüzeysel tepkisellikler üretebilir, o kadar. Sonra yeniden birbirlerini yemeye, birbirlerini barbarlaştırmaya, birbirlerini tekfir etmeye döneceklerdir. Çünkü bu coğrafyada şu ya da bu gruptan olsun en kolay şey dindar-muhafazakar kitlenin birbirlerine saldırmasıdır. Bunu da “İslami mücadele” gibi hissettikleri sürece kadınlarını, erkeklerini ve çocuklarını feminist ve LGBT hareketlerin etkilemesi ve biçimlendirmesi kaçınılmazdır.

İslami çevrelerin en önemli sorunu, birlik olamamalarıdır. Dahası, “birlik” olabileceklerine inanmamalarıdır. Onları ne cami, ne cuma, ne Hacc ne de “Müminler ancak kardeştir” ayeti bir araya getirebilmektedir. Ne de “onlar birbirlerine karşı merhametli…“dir ayeti birbirlerine karşı saldırgan ve agresif dil kullanmalarının önüne geçebilmektedir. Bizi birbirimize karşı hiç bir şey ama hiç bir şey tutamamaktadır. Birbirlerinin açığını, yetersizliğini, çelişkilerini, zaaflarını ortaya çıkarmakla motive olan, bununla tatmin bulan bir anlayış çizgisinin çocuklarımızı götüreceği menzil, neo-liberal yeni sosyal hareketlerin işaret ettiği menzil olacaktır.

Bütün bunlar içe yönelik eleştirinin, itirazın, muhalefetin olmaması anlamına gelmemektedir. Zaten sorun da bu değildir. Sorun, bu çevrelerin birbirlerini düşmanlaştırması, insandışılaştırması, barbarlaştırmasıdır. Birbirleriyle konuşmamaları, kavga etmeleridir; laf sokma, reddetme, ötekileştirme, başkalaştırma, haddini bildirme yarışıdır. Anlaşamasalar da nezaketi, edebi-adabı, görüşüp-konuşmayı, onca ortak noktada birlikte hareket etmeyi becerememeleridir. Birliktelikler yüzeysel ve geçici; ayrılıklar derin ve kalıcıdır. Birbirleriyle uğraşmayı çok ama çok sevmeleridir. Bu coğrafyada “meşhur” olan alimlerimizin, akademisyenlerimizin, entellektüellerimizin bir diğer akademisyenimizi, hocamızı, entellektüelimizi karşısına alıp onunla meşhur olması bir tesadüf değildir. Dindar muhafazakar kitlelerin ne kadar çağdışı olduğunu kanıtlamak için artık “Çağdaş Yaşamı Destekleme” filan gibi isimlerle anılan derneklere ihtiyaç yoktur.

İslami kesim birlik olmayı, kendi içinde bir barış dili kurmayı, ortak hareket edebilmeyi ve birbirini insanca dinlemeyi beceremediği sürece hiç bir sorununu çözemeyecek, bırakın dünyanın başka coğrafyalarına uzanmayı, kendi çocuklarına bile laf geçiremeyecektir.

Peki bunu yapabilir miyiz? Birbirimizi dinlemeyi, anlamayı ve hatta birlik olmayı becerebilir miyiz? Kesinlikle. Sadece bir ön şart var: Buna niyet etmek, buna inanmak, çaba göstermek, bu konuda kararlı davranmak.

***

İlk yayın tarihi: 2 Ocak 2019


[1] Bakınız: http://www.sivilsayfalar.org/2018/06/19/pride-dunyada-neler-oluyor/

[2] Örneğin ILGA Europe’un hazırladığı şu belgeyi inceleyebilrsiniz: https://www.ilgaeurope.org/sites/default/files/Attachments/makeitwork_turkish.pdf

[3] Mektubun tam metni için bkz.: https://www.tgeu.org/sites/default/files/Turkey_LTR_Conviction_10%202011_-Final-Nov_1_TR.pdf

[4] Bir tartışma örneği için bkz: https://tr.boell.org/tr/2014/06/16/baska-bir-aile-anlayisi-muemkuen-mue

[5] Örneğin bakınız 24. madde: https://orgm.meb.gov.tr/meb_iys_dosyalar/2015_08/20051746_rehberlik_klavuzu2.pdf?fbclid=IwAR1RTQPrkr_PtOiSIF0gf4wU2_ZbxB8M5kEIj5i2cH2WBwDeHG5WQRObBQ

30 Temmuz 2019 Salı

Diyanet'in "açıklayamamasına" dair

ÜMİT ŞİMŞEK

Diyanet İşleri Başkanlığımız, bir süredir sosyal medyada kan gövdeyi götürürcesine cereyan etmekte olan bir kavgada nihayet bir açıklama yaptı.

Açıklamanın ilgili taraflarını şu şekilde sınıflandırabiliriz:

(!) Mustafa İslâmoğlu, (2) İslâmoğlu’nu eleştirenler, (3) İslâmoğlu’nu eleştiren DİB personeli.

Açıklamayı konu olarak incelediğimiz zaman da, somut bir şekilde ifade edecek olursak, şöyle bir tasnif karşımıza çıkıyor:

(1) Mustafa İslâmoğlu’nun üslûbu, (2) İslâmoğlu’nun konuşmasını bir bütün olarak ele almanın lüzumu, (3) İslâmoğlu’nu eleştirirken eleştiri ahlâkına uygun hareket edilmesinin lüzumu, (4) bu âdâba riayet etmeyen DİB personelinin durumu.

Toplam 313 kelimelik açıklamanın 159 kelimelik kısmı, yani yarısı, doğrudan doğruya Mustafa İslâmoğlu’nu hedef alıyor ve onun beş sene önceki bir Ramazan sohbetinin bir yerinde geçen Hz. Hatice (r.a.) validemiz ile ilgili sözlerini eleştiriyor. Açıklamanın bu kısmı aynen şöyle:

Son zamanlarda sevgili Peygamberimizin mübarek eşi Hz. Hatice ile ilgili kamuoyunda bir tartışmanın varlığı dikkat çekmektedir. Açıkça bilinmelidir ki Hz Hatice, yaşadığı toplumda, asaleti, iffeti, saygınlığı herkesçe kabul edilen asil ve güzide bir hanımefendidir. İslam’ın zor ve sıkıntılı geçen ilk yıllarında daima Peygamber efendimizin yanında olmuş, yürekli bir hanım olarak bütün imkânlarıyla onu desteklemiştir. Hz. Hatice aile olmanın şeref ve sorumluluğunu omuzlamış muazzez bir isimdir. Müminlerin annesi olarak tarihimiz boyunca bütün Müslümanlar tarafından büyük bir saygı, hürmet, muhabbet ve minnetle anılmıştır. Dolayısıyla amacı, niyeti, bağlamı ne olursa olsun, iffet ve fedakârlığın sembol ismi, mümin yüreklerin ortak sevgisi, Peygamberimizin her daim övgüyle andığı eşi Hz Hatice validemize dair beyan ve yaklaşımlarda en küçük bir nezaketsizlik, dikkatsizlik yapılamaz. Onun Peygamber Efendimizle evliliğinden önceki ve sonraki hayatı, şahsiyeti ve hatırası hakkında özensiz ve saygısızca konuşulamaz. Bu bağlamda herkes gerekli hassasiyeti ve duyarlılığı göstermek, kullandığı kelimelere dikkat etmek, İslam’ın örnek şahsiyetlerinden bahsederken daha dikkatli olmak ve İslam’ın edep ve nezaketine uygun davranmak zorundadır.

Soyut olarak ele alındığında, bu uyarıların yerinde ve gerekli uyarılar olduğundan elbette şüphe edilmeyecektir. Ancak belirli bir kişinin belirli bir konuşması herkesin anlayacağı bir şekilde adres olarak gösterildiği için, “Acaba bu yerden göğe kadar haklı uyarıların yegâne muhatabı bu adres midir?” sorusuna da cevap aramamız gerekiyor.

İkinci paragraf, sanki bu arayışa cevap verecekmiş gibi başlıyor:

Diğer yandan herhangi bir meselede tepki vermenin ve kanaat belirtmenin en temel ilmi ve ahlaki prensibi, konuyu bütünlüğü içinde ele almak ve objektif bir yaklaşımla doğru anlamaktır. Parçacı ve önyargılı bir bakış çözüm değil sorun üretecektir.

Bu cümleler, açıklamayı kaleme alanların bu konuda bir problemin varlığından haberdar olduğunu gösteriyor. Nitekim bu konuda daha önce yayınladığımız “Mustafa İslâmoğlu Ne Dedi, Ne Demedi?” başlıklı makalede ele aldığımız gibi, Mustafa İslâmoğlu’nun Mehmet Okuyan ile birlikte yaptığı sohbetin bütününde Ümmehâtü’l-Mü’minîn (r.a.) için gerçekten saygılı bir dil kullanılıyor ve onların değeri etkili bir mantık yürütmeyle dile getiriliyordu; ve sohbetin bütünü dikkate alındığında bu husus kendisini açıkça gösteriyordu. Ancak sohbetin bir yerinde, o günün telâkkilerini tasvir ederken kullanılan bir tabir, sohbetin yayınlanmasından beş sene sonra birileri tarafından keşfedilerek, otuz saniyelik bir klip halinde, bu telâkkiyi İslâmoğlu’nun kendisine mal edecek şekilde tedavüle sokulmuştu. Eğer Diyanet İşleri Başkanlığının açıklamasında “en temel ilmî ve ahlâkî prensip” tarifiyle geçtiği gibi “konu bütünlük içinde ele alınsa ve objektif bir yaklaşımla doğru anlaşılsaydı,” hiç şüphesiz, bu ifadede bir kasıt bulunmadığı da anlaşılacak ve İslâmoğlu’na yöneltilen tenkitler, bir üslûp tenkidi seviyesinden daha ileri giderek maksadı aşmayacaktı.

Ne var ki, konunun âdil bir şekilde açıklığa kavuşturulmasında son derece önemli bir merhaleyi teşkil eden bu husus, 313 kelimelik açıklamanın içinde sadece 36 kelime ile ve soyut ifadelerle geçiştirilmiş, genel okuyucunun bu ifadeleri bu olaya tatbik etmesine yardımcı olunmamıştır. Bir problemin var olduğu ifade edilmiş, ancak “Tartışma konusu olan sohbet bir bütünlük içinde ele alınsaydı ne olurdu?” sorusunun cevabı verilmemiştir. İslâmoğlu’nun üslûbu üzerinde uzun uzadıya durduktan sonra çok kısaca temas edilerek geçilen bu sorunun cevabı da verilmeyince, olup bitenlerin bütün günahı İslâmoğlu’nun üzerine yıkılmış bulunmaktadır. İslâmoğlu ise uzun zamandır pek çok konuda – bu satırların yazarı da dahil – çoğumuzun damarına dokunan iddiaları ve üslûbunun keskinliğiyle gündeme gelip durduğu ve yoğun tepkileri üzerine çektiği için, Diyanet İşleri Başkanlığının bu açıklamasından yola çıkarak bütün bu olup bitenlerin vebalini Mustafa İslâmoğlu’nun omuzlarına yıkmak pek kolay bir yoldur, ama âdil bir yol değildir. Oysa adaleti ihmal ettiğiniz zaman elde din namına birşeyin kalmayacağını en iyi takdir edecek olan mercilerin başında Diyanet İşleri Başkanlığı gelmektedir.

 

Diyanet İşleri Başkanlığının açıklamasında, eleştiri ahlâkı üçüncü sırada ve 65 kelime ile, yine soyut ifadelerle şu şekilde yer almış bulunuyor:

Ayrıca doğruya ulaşma ve hakikati muhafaza etme adına eleştiriyi önemli bir değer kabul eden İslam düşüncesi, eleştiri ahlakını da eleştirinin kendisi kadar önemli görmüştür. Dolayısıyla eleştiri adına, hakaret ve küfür içeren ifadeler, kaba ve çirkin cümleler asla yüce dinimiz İslam’ın ilim ve ahlak anlayışıyla bağdaşmaz. İslam’ın ilke ve değerleri, örnek şahsiyetlerin güzide ahlakı, müminlerin annelerinin asil hayatları edep dışı ifadelerle hem anlatılamaz hem de savunulamaz.

Burada temas edilen problem açıklamanın sonunda ve kısaca yer almış olması sebebiyle, konunun tâlî bir yönünü ifade eder gibi görünüyor. Oysa gerçek hiç de böyle değildir; bu problem, bugün tartışma görünümü altında cereyan eden boğuşmanın, daha doğrusu linç teşebbüsünün temelinde yatan şeyin ta kendisidir. Twitter’da on binlere ulaşan mesajların çok az bir kısmına göz ucuyla bakmak bile, bu meselenin vahîm bir ahlâk buhranından haberler taşıdığını görmeye yetecektir. Hattâ bu konuya bir “eleştiri ahlâkı” gözüyle bakmak dahi problemi küçümsemek anlamına gelir. Çünkü – yüz tanede üç beş tanesini hariç bırakacak olursak – konuyla ilgili mesajların “eleştiri” adı verilecek şeyin uzağından bile geçmeyen, sadece aşağılama, sövme, tahkir, küfür, tehdit nev’inden muzahrafat içeren şeylerden ibaret olduğunu rahatça görebiliriz. Sövülen, aşağılanan, tahkir edilen ise, Allah katındaki değeri Ümmehâtü’l-Mü’minîn seviyesine ulaşmasa bile, Kâbe’nin seviyesinden daha yüksek olduğunda şüphe bulunmayan bir mü’mindir. Günahkâr da olsa, hattâ bid’at ehli de olsa mü’min yine mü’mindir; ve mü’minin Allah katında Kâbe’den daha değerli olduğunu bize öğreten de Peygamber Efendimizdir (s.a.v.).[1] Kaldı ki, kulların Allah katındaki değerleri arasındaki fark fazilet itibarıyladır, hukuk yönünden ise, “Bir olur ind-i İlâhîde Süleyman ile mur / Dergeh-i Hakta heman şah ile sâil birdir.”

Diğer yandan, mü’minler bir yana dursun, mel’un Yahudilere fazlasıyla hak ettikleri cevabı verirken dahi edebe riâyet etmenin önemine dair bir Hz. Aişe (r.a.) hadisini bundan önceki yazımızın sonunda nakletmiş bulunuyoruz. Buna mukabil, gerek İslâmî edep ve terbiyenin bir icabı olarak, gerekse birbirimizin hukukuna riayet mecburiyeti itibarıyla, bugün hiç de ümit verici bir durumda olmadığımız meydandadır ve bu gerçeğin en büyük şahitlerinden biri de, tartışmakta olduğumuz İslâmoğlu vak’asıdır. Diyanet İşleri Başkanlığının açıklaması ise, bu konuda ıslaha yönelik bir iradeyi aksettirmekte maalesef yetersiz kalmıştır. Nitekim Başkanlığın açıklaması haber sitelerinde “Diyanet’ten Mustafa İslamoğlu’na reddiye” “Diyanet İşleri’nden Mustafa İslâmoğlu’na çok sert Hz. Hatice tepkisi” gibi başlıklarla yer almış, eleştiri ahlâkı ile ilgili yönü ise kimsenin dikkatini çekmemiştir.

 

Son olarak, günlerdir Diyanet İşleri Başkanlığından merakla açıklama beklenen bir konuya da bu açıklama metninde 19 kelimelik bir cümleyle uzaktan uzağa temas edilir gibi olduğunu görüyoruz. Hatırlanacağı gibi, tartışmaların odağındaki Mustafa İslâmoğlu, bir Twitter mesajında, bir imam ile müftü arasındaki diyaloga dair ekran resimlerini Diyanet İşleri Başkanının dikkatine sunmuş ve bu kişiler hakkında işlem yapılıp yapılmayacağını sormuştu. Halen görevde olan bu Diyanet mensuplarının mesaj içerikleri ise, en hayâsız bir kimsenin bile midesini alt üst edecek iğrençlikte ifadeler içeriyordu. Böyle bir mesajlaşmanın muhatabı meselâ ünlü bir sahne sanatçısı olsaydı nasıl bir tepki verilirdi, bunu kesin olarak bilemiyoruz; ama Mustafa İslâmoğlu’nun mesajına iki gün sonra isteksizce verildiği aşikâr olan cevap (tabii kastedilen kimseler eğer bu iki görevli ise!) aynen şöyle:

Bu bağlamda nezaket ve eleştiri sınırlarını aşarak kaba ve yakışıksız ifadelerde bulunan Başkanlığımız mensuplarıyla ilgili de gereken işlemler yapılacaktır.

“Gereken işlemlerin” ne olacağı meçhul, ama kesin olan birşey var, o da, açığa alma şeklinde bir tedbire en azından bugüne kadar ihtiyaç duyulmamış olmasıdır. Bundan ise, dillerinde alenen sapık ilişkilerin en iğrenç türlerine dair küfürler dolaşan insanların Diyanet cüppesiyle insanlara rehberlik etmesinde bir sakınca görülmediği sonucuna varıyoruz.[2]

 

Netice olarak, Diyanet İşleri Başkanlığının açıklaması, doğruları içermekle beraber, doğrular arasında tenasübü gözetmediği için, Başkanlığın görev ve sorumluluklarıyla mütenasip bir açıklama olamamış, son derece önemli noktalarda “açıklayamama” olarak kalmıştır. Bu durum, açıklamanın biraz aceleye gelmiş olma ihtimalini de hatıra getirmektedir. Yine de ümidimizi bütünüyle kaybetmiş değiliz. Konu, güncel olayların sınırları dışına çıkmak suretiyle ve kamuoyunda hakim hissiyatın tesirinden âzâde bir şekilde Din İşleri Yüksek Kurulunda bütün boyutlarıyla ele alındığı takdirde, bütün taraflara yol gösterici bir açıklama ile bu durumun telâfi edilebileceğini umuyoruz.

Ayrıca şunu da hatırlatalım ki, konu bir İslâmoğlu meselesi değildir. Birisine husumeti olan bir başka kişi, hasmının yüzlerce konuşmasının bir yerinden bir cümle çıkarıp onunla bu kadar geniş çapta bir kavganın fitilini ateşleyebiliyorsa, herhangi bir günde aynı âkıbet herhangi birimizin başına gelebilir. Bugün onun, yarın başkasının, öbür gün bir başkasının başına gelecek olan şeylerin ülkeyi bir savaş meydanına çevirmesi çok uzak bir ihtimal olarak düşünülmemelidir. Olayların nasıl bir neticeye varacağını sağlıklı bir şekilde görebilmenin şartı, onları olduğu şekliyle değil, yöneldiği istikamet itibarıyla dikkate almaktır. Tartıştığımız konu ise, taraflardan hiçbirinin iddia ettiği istikamete doğru bir gidişi göstermiyor. Diğer taraftan, ilim tarihimize baktığımız zaman, bugün bizim tehlikeli görerek savaş sebebi saydığımız düşüncelerden daha aşırılarının bile sükûnetle tartışılarak cevaplandırıldığı dönemleri görmekte zorlanmıyoruz. Hattâ, bugün sahip olmakla övündüğümüz ilim mirasımızın neredeyse tamamının böyle bir sükûnet içinde vücuda getirilmiş olduğunu söylemek mübalâğa olmayacaktır.

Diyanet İşleri Başkanlığı, bugün bulunduğumuz kavşakta, bizi bütün tarafların menfaatine olacak böyle sükûnetli ve emin bir ortama yönlendirebilecek imkân ve kapasiteye sahiptir. Ve biz de ondan bu kapasitesini etkin bir şekilde kullanmasını bekliyoruz.


[1] Abdullah ibni Amr (r.a.) anlatıyor: Resulullahı (s.a.v.), Kâbe’yi tavaf ederken gördüm, şöyle diyordu: “Ne hoşsun, kokun ne kadar hoş senin! Ne büyüksün, hürmetin ne büyük senin! Ama Muhammed’in nefsi elinde olana yemin olsun ki, mü’minin Allah katındaki hürmeti senin hürmetinden daha büyüktür;  Allah onun malını, canını ve hakkında hayırdan başka bir zan beslemeyi haram kılmıştır.” (İbni Mâce, Fiten: 2).

[2] Fakat biz yine de hüsnü zannı elden bırakmayalım: Belki de Diyanet’imizin bu çekingenliği, İstanbul Sözleşmesinin getirdiği yükümlülükler cümlesinden olarak kaç yıldır devlet personeline verilmekte olan ve her türlü “cinsel yönelimi” eşitlik ve hoşgörüyle karşılama yükümlülüğü getiren eğitimlerin bir sonucudur, kimbilir?


Konuyla ilgili bundan önceki yazımız:

Mustafa İslâmoğlu ne dedi, ne demedi?