SON EKLENENLER
latest

10 Ağustos 2019 Cumartesi

Reisü'l-Kurrâ Abdurrahman Gürses okuyor

Sadece diliyle değil, hayatıyla da Kur’ân okuyan bir efsane isimdi Abdurrahman Gürses. Okuyuşu kadar, yaşayışı da mü’minleri hayran bırakır, her haliyle bir nümune-i imtisal olduğunu gösterirdi. Her biri bugün Kur’an kıraatinde birer yıldız değerinde nice talebeler yetiştirmişti. 1999 depreminden kısa bir süre önce (10 Ağustos) aramızdan ayrıldı ve Beyazıt Camiinin haziresindeki istirahatgâhına tevdi edildi.

Vefat yıldönümünde onu pek nadir bulunan ses kayıtlarından birinde, 1968 yılında Ankara Hacıbayram Camiinde Hadîd sûresinden okuduğu bir aşr-i şerif ile yâd ediyoruz. Aşağıda, bu aşr-i şerifin Türkçe meâlini ve Reisü’l-Kurrâ Abdurrahman Efendi Hazretlerinin İslâm Ansiklopedisinden alınmış kısa tarihçe-i hayatını sunuyoruz:

Şunu bilin ki, dünya hayatı bir oyundan, bir eğlenceden, bir şatafattan, aranızda bir övünmeden, mal ve evlât yarışından ibarettir. O bir yağmur gibidir ki, bitirdiği ekin çiftçilerin hoşuna gider; sonra kuruyuverir de onu sapsarı görürsün. Sonra saman olur gider. Âhirette de çetin bir azap, bir de Allah’tan bağışlanma ve hoşnutluk vardır. Dünya hayatı ise aldatıcı bir menfaatten başka birşey değildir.

Rabbinizden erişecek bir bağışlanmayı ve öyle bir Cenneti kazanmak için yarışın ki, genişliği gök ile yerin genişliği kadardır ve Allah ile peygamberlerine iman edenler için hazırlanmıştır. İşte bu Allah’ın lütfudur; onu dilediğine verir. Gerçekten de Allah pek büyük lütuf sahibidir.

İster yeryüzünde olsun, ister kendi canlarınızda, sizin başınıza gelen ne varsa, daha Biz yaratmadan önce o bir kitapta yazılıdır. Bu ise Allah için pek kolaydır.

Tâ ki kaybettiğinize üzülmeyin, size verdiklerimizle de şımarmayın. Çünkü Allah büyüklük taslayan ve böbürlenenlerin hiçbirini sevmez.

Öyle kimseler hem cimrilik eder, hem de insanlara cimriliği öğütler. Fakat kim Allah’ın buyruklarından yüz çevirirse çevirsin, Allah’ın hiç kimseye ihtiyacı yoktur; bütün âlemlerin şükür ve övgüleri de Ona aittir.

Biz peygamberlerimizi apaçık delillerle gönderdik ve onlarla beraber kitabı ve ölçüyü indirdik ki,  insanlar adaleti ayakta tutabilsinler. Bir de demiri indirdik ki, onda çetin bir güç ve insanlar için yararlar vardır.  Bütün bunları, görmedikleri halde Allah’a ve peygamberlerine yardım edenleri  ortaya çıkarmak için Allah size verdi. Zira Allah, karşı konulmaz kuvvet sahibi ve herşeyin mutlak galibidir.

Hadîd sûresi, 57:20-25

Abdurrahman Gürses kimdir?

Sakarya’ya bağlı Hendek ilçesinin Soğuksu köyünde doğdu. Babası uzun süre bu köyün imamlığını yapan Hâfız Said Efendi, annesi Fatma Hanım’dır. On üç-on dört yaşlarında Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzetti. Ardından Hendek’te Abdurrauf Hoca’dan tâlim-tecvid, Hendek Yenicami Medresesi’nde müftü Ali Niyazi Konuk’tan sarf, nahiv ve fıkıh dersleri aldı. Daha sonra İstanbul’a giderek Ayasofya Soğukçeşme medreselerinde bir müddet tahsil gördü, Yenicami imamı Nuri Efendi gibi Osmanlı bakiyesi ulemâ ve müderrislerle tanışıp kendilerinden faydalandı. Erbilli Esad Efendi’nin sohbetlerine katıldı. Medreselerin kapatılması üzerine (1924) Hendek’e döndü ve 1934 yılına kadar burada kaldı. 1932-1933’te askerlik görevini yaptı. 1934’te tekrar İstanbul’a gitti ve Üsküdar’a yerleşti. Üsküdar Selimiye Camii imamı Fehmi Efendi’den İstanbul tariki Ahmed es-Sûfî mesleği üzere kıraat (aşere-takrîb) okudu ve 1937’de icâzet aldı. İlk resmî görevine 1938 sonlarına doğru Fatih Mihrimah Sultan Camii’nde imam-hatip olarak başladıysa da bir ay geçmeden Teşvikiye Camii’ne nakledildi. Burada yaklaşık beş yıl görev yaptıktan sonra 22 Mayıs 1944’te Beyazıt Camii’ne tayin edildi. 6 Haziran 1979’da emekliye ayrılıncaya kadar bu camide görev yaptı.

Gönenli Mehmet Efendi olarak bilinen Mehmet Öğütçü’nün vefatının (2 Ocak 1991) ardından reîsülkurrâ unvanını alıp ölümüne kadar bu görevini sürdüren Gürses imamlık vazifesinin yanı sıra Beyazıt Camii Kur’an Kursu, Nuruosmaniye Kur’an Kursu ve 1973’te bir dönem İstanbul İmam-Hatip Okulu başta olmak üzere çeşitli yerlerde tâlim ve kıraat dersleri verdi; bu arada davet üzerine gittiği Fas’ta Verş rivayetini okuttu. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı Haseki Eğitim Merkezi’nde 1976-1998 yılları arasında kıraat öğretti. Gayri resmî olarak icâzet verdiği pek çok talebenin yanı sıra burada 100’den fazla talebeye aşere-takrîb icâzeti verdi. Talebeleri arasında İsmail Biçer, Mehmet Çevik, Ramazan Pakdil, Mehmet Sevinç, Necati Kap, Sıtkı Gülle, Fatih Çollak, Mustafa Demirkan, Talip Akbal ve H. Osman Şahin gibi isimler zikredilebilir. Vakarı, tok gözlülüğü, temiz giyinişi, Kur’an hizmetine gönül vermesiyle tanınan ve zihinlerde müstesna bir yer edinmiş olan Abdurrahman Gürses 10 Ağustos 1999 tarihinde vefat etti ve Beyazıt Camii’nin hazîresine defnedildi. Gürses’in iki oğlu, bir kızı olup eşini ve bir oğlunu hayatta iken kaybetmiştir.

Abdurrahman Gürses, kıraat ilim mirasının Osmanlılar’dan günümüze intikalinde önemli bir görev üstlenmiş ve bu bağlamda bir kıraat öğretim usulü olan Ahmed es-Sûfî mesleğinin devam etmesini sağlamış olmasının yanı sıra döneminin önde gelen Kur’an okuyucularının başında yer almıştır. Tilâvet tarzı itibariyle harflerin telaffuzunda ve makam geçkisinde tekellüften kaçınan, eski İstanbul hâfızları ile Mahmûd Halîl el-Husarî, Abdülfettâh Şa‘şâî gibi Mısırlı okuyucuların tilâvetlerinden etkilenen ve bu yönüyle Arap-Türk sentezi olarak nitelendirilebilecek olan bir tavır benimsemiştir. Uzun nefesi, tiz ve pes ses perdeleri arasında âni iniş ve çıkışlar yapabilmesi, duruma uygun aşırlar seçmesi, tilâvetini uzun tutması ve okuyuşlarında zaman zaman tercî‘/tekrar yapması da onun tilâvet tarzının özellikleri arasında zikredilebilir. Mûsiki eğitimi aldığı bilinmemekle birlikte kulak dolgunluğuyla farklı makamlarda icrada bulunmuştur. Tilâvetlerinde genellikle rast, segâh ve hicaz, zaman zaman uşşak, bayatî ve acem-aşiran makamlarını kullanmıştır.

Çeşitli vesilelerle Mersafî, M. Halîl el-Husarî, Şeyh Sayfî, Abdülfettâh eş-Şa‘şâî gibi önde gelen kıraat âlimi ve kurrâlarıyla tanışma imkânı elde eden Gürses, şimdiki adıyla Uluslararası Melik Abdülazîz Kur’an Yarışması’nda jüri üyesi olarak Mekke’de bulunduğu sırada kıraat ilmine dair bazı ilmî toplantılara katılmıştır. Pakistan, Endonezya, Malezya, Tunus, Cezayir, Libya, Lübnan, Irak gibi ülkelerde düzenlenen tilâvet programlarına okuyucu olarak çağrılması, ayrıca Verş rivayetini okutmak üzere gittiği Fas’ta kendi adına bir Kur’an kursunun açılmış olması onun kıraat ve tilâvet birikiminin uluslararası düzeyde tanındığını gösterir. Gürses’in Takrîb Kavâid Defteri gibi bazı ders notlarının yanı sıra İslâm’ın Nuru adlı dergide yayımlanmış derleme ve tercüme niteliğinde yazıları vardır.

— TDV İslâm Ansiklopedisi

 

 

Reisü’l-Kurrâ Abdurrahman Gürses Hocaefendinin 1968 yılında Ankara, Hacıbayram Camiinde okuduğu Hadid sûresi, 20-25. âyetler.

9 Ağustos 2019 Cuma

Ya iman, ya hüsran!

Ey iman edenler! İçten ve kesin bir tevbe ile Allah’a dönün. Bakarsınız, Rabbiniz sizin günahlarınızı örter ve sizi, altlarından ırmaklar akan Cennetlere koyar. O gün, Allah’ın Peygamberi ve beraberindeki iman edenleri utandırmayacağı gündür.
Tahrim Sûresi, 66:8

 

ÜMİT ŞİMŞEK
(İslâm İnanç İlmihali’nden)

DÜNYANIN varlığı kadar kesin olan bir başka gerçek varsa, o da faniliğidir. Bunu herkes bilir. Fakat pek az kimse hatırlar.

Gariptir, bizi bu dünya hayatından ayıracak olan ölüm bize yaklaştıkça, biz ondan daha da uzaklaşırız.

O bize dost yüzünü göstermek ister, biz onu düşman belleriz.

Onunla barışacak olsak, dünya hayatımızın da tadı yerine gelecek; fanilik endişesi keyfimizi kaçırmayacak.

Fakat barışmak yerine kaçmayı tercih ettikçe, dünya da gittikçe yaşanmaz hal alıyor.

Herkes bu dünyanın bir parçasını birkaç günlüğüne kendi avucuna alabilmek için birbiriyle çekişiyor.

Evet, sadece bir parçasını, sadece birkaç günlüğüne…

Dünyanın en güçlü devletinin başında da olsa, insanın burada ele geçirebileceği şey bundan ibarettir.

Oysa Rabbine kavuşan bir insana bundan çok daha fazlası vaad edilmiştir:

Cennete en son giren ve Cennetteki derecesi en aşağıda bulunan kimseye, bu dünya kadar, hattâ dünyanın on misli kadar bir Cennet![1]

Üstelik üç beş günlüğüne değil, birkaç bin seneliğine de değil, ebediyen, sonsuza kadar.

Hem de içinde hiçbir dert, keder, tasa, korku, endişe bulunmayan bir mutlulukla beraber.

Farkında olsun veya olmasın, bu dünya üzerindeki herkesin en büyük meselesi işte bu:

On tane dünyayı kazanmak yahut kaybetmek!

***

Eğer ebedî bir âlemde bir dünya kazanmak için bizden bu dünya hayatının tamamı istenmiş olsaydı, yine pek ucuz düşerdi.

Fakat bizden istenen şey sadece sağlam bir imandan ibarettir ki, bu, dünya hayatında da herşeyi yerli yerine oturtacak bir altın formüldür.

İnsan, imanı sayesinde bu dünyada başıboşluktan kurtulur, Yer ve Gökler Rabbinin aziz bir misafiri olur.

Ve yerin ve göğün bütün nimetleri, o aziz misafirin önüne seriliverir.

Ve fanilik denen kavram, bir başka kılığa bürünür, bir yenilenme olur.

Varsın geçip gitsin dünyanın süsleri, meyveleri, nimetleri, zevkleri. Nasıl olsa yerlerine yenisi gelir. Çünkü onlar fani ise de, onları gönderen Bâkidir.

Varsın dünya hayatı gelip geçiversin bir kısacık an gibi. Gidecek olan bir fani dünya, gelecek ise on tane bâki dünyadır.

Onun içindir ki, iman, sadece insana baki bir dünya kazandırmakla kalmaz, bu dünya hayatını da ağız tadıyla yaşanacak hale getirir.

Erkek olsun, kadın olsun, kim mü’min olarak güzel işler yaparsa, Biz ona huzurlu bir hayat yaşatır; yaptıklarının daha güzeliyle de ödüllerini veririz.[2]

***

Önümüzde, dünya kadar, hattâ dünyanın on misli kadar bir mülke ebediyen sahip olup olmamak şeklinde bir mesele varsa, dünyada hiçbir şey bundan daha önemli bir mesele haline gelemez.

Eğer insan ebedî bir âleme gözünü açtığında, ayağına kadar gelmiş olan böyle bir fırsatı kaçırmış olduğunu görürse, böyle bir pişmanlığı dünyanın hangi safâsı, hangi sultanlığı telâfi edebilir?

İnkâr edip de kâfir olarak ölenler azaptan kurtulmak için fidye olarak dünya dolusu altın verecek olsalar, hiçbirinden böyle birşey kabul edilmez. Onların hakkı acı bir azaptır; kendilerini bu azaptan kurtaracak hiçbir yardımcıları da yoktur.[3]

Kıyamet gününde kâfir, Allah’ın huzuruna getirilir ve kendisine sorulur: “Eğer dünya dolusu altının olsaydı, şimdi kurtulmak için hepsini feda eder miydin?” “Evet” der. O zaman ona denir ki: “Oysa senden istenen bundan çok daha kolay birşeydi.”[4]

Bizi bu dünyaya gönderip yerden ve gökten sayısız nimetlerle ağırlayan Rabbimizin bütün bunlara karşılık bizden istediği şey, sağlam bir imandan ibarettir. Öyleyse, bu dünya hayatının en büyük gayesi, öyle bir imanı elde etmek ve sapasağlam korumak olmalıdır. Bu ilk bakışta “Bir Allah var” demek kadar basit bir iş olarak görünebilir; fakat “Niçin ve Nasıl İman Etmeliyiz?” başlıklı bölümle beraber şirk tehlikesine dikkat çeken bölümler incelendiğinde, bu işin özel ve sürekli bir çabaya ihtiyaç gösterdiği görülecektir. Ancak iman için gösterilen çabalar, ebedî âlemdeki ödülün kokusunu da beraberinde taşır. Bu yüzdendir ki, imanı korumak ve geliştirmek için çalışmak demek, aynı zamanda, dünya hayatının huzur ve mutluluğu için de çalışmak anlamına gelir.

Sözün özü:

Bu dünyadaki mevkii, rütbesi, görevi, ünvanı, serveti, saltanatı ne olursa olsun, herkesi mutlak şekilde eşitleyen tek bir dâvâ varsa, o da iman dâvâsıdır.

Daha da özü:

Bu dünya hayatının bir sonucu varsa, o da, şöyle bir müjdeye lâyık olmaktan ibarettir:

Ey Âdemoğlu! Sen Bana dua ettiğin ve Benden af ümit ettiğin müddetçe, günahlarının  ne kadar çok olduğuna aldırmadan seni bağışlarım.

Ey Âdemoğlu! Gökleri dolduracak kadar günahın olsa, sonra sen Benden af dilesen, Ben seni bağışlarım.

Ey Âdemoğlu! Hiçbir şeyi Bana ortak koşmaksızın Bana kavuşmak şartıyla, sen Benim huzuruma yeryüzünü dolduracak kadar günahla gelecek olsan, Ben seni bir o kadar bağışlamayla karşılarım.[5]

[Kur’ân’ın ve Kâinatın Dilinden İman Esasları: İSLÂM İNANÇ İLMİHALİ adlı kitaptan alınmıştır. Kitaba buradan ulaşabilirsiniz]


[1] Buharî, Tevhid: 36; Müslim, İman: 308.

[2] Nahl Sûresi, 16:97.

[3] Âl-i İmrân Sûresi, 3:91.

[4] Buharî, Rikak: 49; Müslim, Münâfikîn: 52.

[5] Tirmizî, Daavât: 98.

6 Ağustos 2019 Salı

Mü'min nasıl can verir?

İman eden ve güzel işler yapanlar için, gelecek olan hayatın güzelliği, kendisini daha ölüm ânında belli eder. Onun ruhunu teslim almaya gelenler, onun dostlarından başkası değildir. Şu kadar var ki, o dostları kendisi dünya gözüyle görmemiştir. İşte, ölüm ânı, o meçhul dostlarla tanışma vaktidir:

 “Rabbimiz Allah’tır” deyip de, sonra dosdoğru olanlara gelince, onların üzerine akın akın melekler iner ve derler ki: “Korkmayın, üzülmeyin, size va’dedilmekte olan Cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da âhirette de sizin dostlarınızız. Çok bağışlayan ve çok merhametli olan Allah’tan bir ağırlama olarak, orada canlarınızın çektiği her şey var, istediğiniz her şey orada sizin için var.”[1]

***

Berzah âlemine attığı ilk adımda, kişiyi bir sorgulama bekler. Bu dünyadan iman ile ayrılmış olanlar için, bu sorgulama, yukarıda geçen âyetin “dünya ve âhiret dostları” olarak nitelediği meleklerle bir tanışma niteliğindedir. Mü’minin kabre girer girmez karşılaştığı bu manzarayı, Peygamberimiz şu şekilde anlatıyor:

Onun yanına iki melek gelir ki, birinin adı Münker, diğerininki Nekir’dir. Ona “Şu adam [Muhammed Aleyhisselâm] hakkında ne diyorsun?” diye sorarlar. O da daha önce söylediği gibi der ki:

“O Allah’ın kulu ve resulüdür. Tanıklık ederim ki, Allah’tan başka hiçbir tanrı yoktur ve Muhammed de Onun kulu ve resulüdür.”

Bunun üzerine melekler “Senin böyle söylediğini biz zaten biliyorduk” derler.

Sonra kabrinde ona yetmişe yetmiş arşın genişliğinde yer açılır ve aydınlatılır.

Sonra da ona “Uyu” denir.

O “Dönüp de aileme haber verebilir miyim?” diye sorar.

Melekler ona “Sen uyumana bak,” derler. “Damat [veya gelin] uykusuyla uyu ki, onu ancak en sevdiği kişi uyandırır.”

İşte, o mü’min kul, yattığı yerde, Allah’ın onu dirilteceği güne kadar böylece uyur.[2]

Münker ile Nekir’in sorularını doğru olarak cevaplandıran mü’min kula, bu arada, Cennet ve Cehennemdeki yerleri gösterilir ve “Ateşteki yerine bak; Allah bunun yerine, sana Cennetten bir yer verdi” denir. Mü’min bakar, ikisini de görür.[3] Cehennemden ona gösterilen yer, iman edip güzel işler yapmadığı takdirde girmiş olacağı yerdir. Böylece mü’min hem ateşten kurtulmak, hem de Cennet gibi bir ödüle erişmek şeklindeki iki müjdeyle birden sevinir.

Devam için bkz:

— Ümit Şimşek, İslâm İnanç İlmihali