SON EKLENENLER
latest

17 Ağustos 2019 Cumartesi

Siyasetin cemaat hali

ÜMİT ŞİMŞEK

Cemaatlerin siyasete girmesi çeşitli yönlerden değerlendirilebilecek bir konu olmakla birlikte, bizce bunların en önemlisi, cemaatlerin kendilerine bakan yönüdür. Cemaat-siyaset ilişkisinin en büyük zararı bu yönde ortaya çıkmakta ve cemaatlerin kendisini vurmaktadır. Gerçi “Bunu cemaatler düşünsün, bize ne?” diyebilirsiniz; fakat siyasete bulaşan cemaatler bu meseleyi bu yönüyle hiç düşünmedikleri ve düşünmeye niyetli görünmedikleri için, onlar adına düşünmek de, onları hayatın gerçekleriyle yüzleştirmeye çalışmak da yine başkalarına düşüyor.

Ancak hemen belirtelim: Bu konuda söylediklerimiz ve söyleyeceklerimiz, siyasete gayr-ı resmî olarak giren cemaatlerle ilgilidir. Siyasete açıktan giren, siyasî hedeflerini ve programını saklamaksızın faaliyette bulunan cemaatler bahsimizin haricindedir. Sözleriyle fiilleri birbirine uyum içinde bulunduğu müddetçe bu yöndeki değerlendirmelerimizi onlara teşmil etmek doğru olmaz. Bizim sözümüz, bizzat ve açıkça bir siyasî teşkilâtlanma içine girmeden ve siyasete girdiğini de kabul etmeden bizzat siyasî faaliyetlerde bulunan cemaatleri ilgilendiriyor.

***

Bir cemaatin siyasete bulaşmakla göreceği en büyük zarar, siyasetin ahlâkını benimsemektir. Bunu yapmaksızın siyaset yapamaz. Bunu yaptığı anda da ray değiştirmiştir; siyasetten tevbe-i nasûh ile ebediyen vazgeçmedikçe bir daha eski yerine dönemez.

Tekrar edelim: Siyasete açıkça girenlerin bu tehlikeden nisbeten salim kalmaları mümkündür; ziya en azından yaptıkları işi inkâr etmek gibi bir dertleri yoktur. Bütün benliğiyle siyasete gömülmüş halde iken kendilerini siyaset-üstü ilân edenler ise, daha işin başında iken yalana başvurmak suretiyle iddialarının tümünü kaybetmişlerdir. Doğruluk imanın, yalan nifakın ayrılmaz özelliği iken, kendilerini yalan beyanla tanımlayanların bu saflardan hangisine daha yakın düştüğünü düşünmek gerekmez mi?

Siyasetin bir özelliği yalancılık ise, diğer bir özelliği de hatâdan münezzehiyettir. Bildiğiniz gibi, siyasetçiler hiç hatâ yapmazlar. Bugün söylediklerini bir başka gün yalanlayabilirler, dün yalan dediklerine bugün doğru diyebilirler; fakat bu tamamen günün ve dün’ün özelliğine ait bir durum olup siyasetçinin kişiliğiyle bir ilgisi yoktur. Zira dün dündür, bugün bugündür, politikacı da politikacıdır. Eğer bugün halkın önüne çıkıp da “Ben hatâ ettim” diyecek olursanız, yarın hatâlı bir kul olarak hangi yüzle bir mevkie talip olabilirsiniz? Böbürlenmek ancak bizim gibi fâniler için kusur sayılır, politikacılar için vazgeçilmez bir ritüeldir; cemaatle yapılması halinde ise faziletinin kat kat artacağına dair bir rivayet yoksa da fiilî bir icmâ’ mevcuttur. Yalnız, bu işin şöyle bir riski bulunur:

Hergün cemaatle tekrarlayıp durduğunuz yalanlara çok geçmeden siz de inanmaya başlar, hattâ Allah huzurunda bu yalanlarınızdan ecir bekleyecek hale de gelebilirsiniz.

***

Siyasetten uzak cemaat ile siyasete yakın cemaat arasında şöyle bir fark daha vardır:

Bunlardan birincisi vazifeye, ikincisi neticeye odaklanmıştır. Oysa İslâm itikadı neticeyi bütünüyle Allah’a tahsis etmiş, bizi sadece vazife ile yükümlü kılmıştır. Bu ise dinin sapasağlam bir şekilde korunmasını sağlayan en önemli unsurdur. Aksi takdirde, kendinizi neticeden sorumlu sayarsanız, daha iyi neticelere ulaşmak için Hakkın değil, halkın hoşnutluğunu kazanmaya kendinizi mecbur bilirsiniz. Bu da en temel ilkelerin “zamana, zemine, konjonktüre göre” ayarlanması sonucunu doğurur. Dinde tahrifat işte böyle başlar. Kendisini böyle bir konumda bulan bir topluluğun geriye dönüş ümidini tamamen kaybetmiş olduğunu söylersek mübalâğa etmiş olmayız. Maceranın bundan sonrası ise hepimizin malûmudur:

Cemaatin siyasetine uyan şeytanlar melek, melekler şeytan olur. Şeytanlara rahmet, meleklere lânet okunur. Yalan, ikiyüzlülük, rakibini bertaraf etmek ve hedefine ulaşmak için herşeyi mübah, hattâ vacip görmek, menfaatinden başka bir meşruiyet ölçüsü tanımamak gibi huyların cümlesi cemaatin sıfatları arasına girer ve yerleşir. Böylelikle, onları siyasete yaklaştıran herşey, o nisbette de İslâmdan uzaklaştırır. Hattâ o raddeye getirir ki, Müslümanlarla beraber görünmekten utanır hale sokar da başkalarının patronluğunda izzet arayışına sevk eder. Bunlar ne kadar koyun postuna bürünmüş olursa olsun, içlerindeki canavarı ortaya çıkarmak pek kolaydır: Bunun için çıkarlarına şöyle bir dokunmanız yeter!

***

Bir cemaatin gayr-ı resmî olarak siyasîleşmesi demek, bir sath-ı mâil içine düşmek demektir ki, bir kere hızını aldıktan sonra başlangıç ayarlarına dönmek pek zor, hattâ imkânsız hale gelir. Bu bakımdan, siyasette gözü olan topluluklar için en salim yol, bunu açıkça yapmak ve siyasî parti halinde örgütlenerek kendi adına siyasete girmektir. Fakat bu yolda da kendisinin gerçek gücünü (veya güçsüzlüğünü) açığa vurmak ve boyunun ölçüsünü almak gibi bir tehlike vardır.

Başkasının sırtından geçinip gitmek varken böyle bir riski kim göze alır?

— Son Devir, 19 Aralık 2013

16 Ağustos 2019 Cuma

Diyanet'ten beklenmedik bir 28 Şubat hutbesi

ÜMİT ŞİMŞEK

17 Ağustos depremi, 28 Şubat döneminin en karanlık günlerinde başımıza inen semâvî bir âfet idi. Ancak o günün yönetimi, bu âfeti Kur’ân-ı Kerimin ışığında okumayı yasaklamıştı. Camilerde okunan merkezî hutbeler depremin bütün vebâlini müteahhitlere yüklüyor, radyo ve televizyonlarda boy gösteren bir kısım ilâhiyatçılarımız da Kur’ân’ın semâvî felâketlerle ilgili uyarılarını bütünüyle inşaat sektörüne yönelik ikazlar şeklinde yorumlamak için yarışıyorlardı. Konuyu jeolog-mühendis-müteahhit üçgeninin sınırlarından taşırarak Allah’ın iradesi ile ilişkilendirmeye teşebbüs edenlerin icabına ise günün mahkemeleri bakıyordu.

Bugünkü Cuma hutbesini, sanki o günlere tekrar dönmüşüz gibi duygular içinde dinledim. Bir farkla:

28 Şubat hutbesini dinlerken işin nereye varacağını görünce sonunu beklemeden camii terk etmiştim. Bu defa, hüsnüzanla ve “Herhalde konunun maneviyat yönüne de sıra gelir” ümidiyle sonuna kadar bekledim. Ancak bütün kazancım, Kandilli Rasathanesi adına yapılabilecek bir basın açıklamasını hutbe niyetine dinlemekten ibaret kaldı.

“Hutbenin neresi yanlıştı?” diye soranlar olacaktır. Yanlış olan şey, doğrulardan sadece bir kısmının ele alınmış olmasıydı. Bazan doğruların sadece bir kısmının söylenmesi, yanlıştan ve yalandan daha yanıltıcı olabilir. Semâvî felâketlerin de elbette ki insanların tedbiriyle ilgili yönleri vardır; fizik, sağlık, şehir planlaması, inşaat, siyaset, sosyal yardım gibi çeşitli uzmanlık alanlarına mensup insanlardan her biri, felâketlerin kendisini alâkadar eden yönleri hakkında konuşabilir, yorum yapabilir, halka yol gösterebilir. Bunlardan herhangi birisi, felâketlerde Allah’ın iradesini açıkça inkâr etmediği müddetçe işin bu yönünü dile getirmemiş olmaktan dolayı suçlanamaz; çünkü ondan beklenen kendi sahasıyla ilgili bir aydınlatmadan ibarettir. Ancak milleti dinî konularda sağlıklı bir şekilde aydınlatmakla resmen görevli olan Diyanet İşleri Başkanlığı, eğer doğal âfetlerden bahsedecekse, herşeyden önce bu konunun, Allah’ın iradesi ve kulların fiilleri ile ilgili yönlerini doğru ve yeterli bir şekilde açıklamak zorundadır. Kur’ân-ı Kerim ise, bu konuda son derece açık ve şiddetli uyarılar içermektedir. Diyanet İşleri Başkanlığının son hutbesinde bu uyarıların, en hafif tabiriyle, ihmal edilmiş bulunduğunu görüyor ve bu hutbeyi hazırlayan ve onaylayanlara, Bakara 159’un sadece Yahudi ve Hıristiyanları anlatmadığını hatırlatmak istiyoruz:

“Biz onları kitapta insanlara açıkladıktan sonra, indirmiş olduğumuz delilleri ve hidayeti saklayanlara gelince: Allah onları rahmetinden uzak tutar; lânet edebilecek olanlar da onlara lânet eder.”

Diyanet’imiz, felâketlere karşı nasıl tedbir alınacağı konusunda kendisine vazife çıkarmaya uğraşacağı yerde, kendi üzerinde bulunan sorumluluğun icabını yerine getirmeye gayret ederse, emin olun, felâketlerden korunmamıza da hizmet etmiş olur ki, zaten kendisinden beklenen, bu yönde bir koruma ve korunmadır. Bir memlekette zinanın her türlüsü kanun koruması altına alınıp genç yaşta nikâh ırza tecavüz muamelesine tâbi tutuluyorsa, sapıklığın Lût kavmine rahmet okutacak derecede iğrenç türleri Anayasa-üstü kanun ve sözleşmelerle himaye ediliyorsa, aile reisleri karısının bir telefonuyla sokağa ve hattâ hapse atılabiliyorsa, Kur’ân’ın kadın ve erkeklere yüklediği sorumluluklar temelden reddedilerek aile ve toplum düzenini zîrüzeber edecek teşebbüsler milletle inatlaşırcasına topluma dayatılıyorsa, adalet arayanların feryatları sağır kulaklardan geri dönüyorsa, Allah’ın azabını hangi mühendislik tedbiri geri çevirecektir, Diyanet’imiz bu sorunun da cevabını verebiliyor mu? Daha doğrusu, bu soruları sorabiliyor mu? Sormasa bile, hiç değilse, yaygınlaşan isyan ve tuğyânın umumî belâlaarı çekeceğini, genel ifadelerle olsun dile getirebiliyor mu? Kur’ân’ımız, sapasağlam evler inşa eden kavimlerin de azgınlıkta inat ettikleri zaman Allah’ın azâbından kurtulamadığını bize haber veriyor; Hicr sûresinin 82-83. âyetlerinden (aşağıda gelecek) Diyanet’imizin haberi yok mu?

Madem Diyanet’imiz bugünkü hutbesiyle bizim 28 Şubat dönemine ait hatıralarımızı canlandırdı; biz de borçlu kalmayalım, kendilerine Kur’ân-ı Kerim’in semâvî felâketlerle ilgili uyarılarından birkaç tanesini hatırlatalım. Bakarsınız, önümüzdeki haftalar içinde konunun bu yönünü de yeterli ve etkili bir şekilde ele alan bir hutbeyi dinlemek bahtiyarlığına erişiriz:

Keşke sizden önceki nesillerden, yeryüzünde bozgunculuğun önüne geçecek söz sahibi insanlar olsaydı! Lâkin, onlardan kurtuluşa erdirdiğimiz pek azı bunu yaptı. Zulmedenler ise daldıkları refahın peşine düştüler de mücrim olup çıktılar.
Yoksa Rabbin, ahalisi düzgün kimseler olduğu halde beldeleri haksız yere helâk edecek değildi.

Hûd, 11:116-117

Onlar hiç yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin âkıbetlerine bakmadılar mı? Oysa onlar kendilerinden daha güçlüydüler; toprağın altını üstüne getirmişler ve yeryüzünü bunlardan daha fazla imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri apaçık deliller getirmişti. Allah elbette ki onlara bir haksızlık edecek değildi; fakat onlar kendilerine zulmedip duruyorlardı.
Rum, 30:9

Senden önce de kendi kavimlerine Biz peygamberler gönderdik de onlara apaçık âyetler getirdiler. Sonra da cürüm işleyenlerden intikamımızı aldık. Mü’minlere yardım etmek ise üzerimize bir hak olmuştu.
Rum, 30:47

Âd ve Semud kavimlerini de helâk ettik ki, meskenlerinin hali size bunu açıkça göstermiştir. Şeytan onlara yaptıklarını süsledi ve onları yoldan çıkardı. Oysa onlar gerçeği görebilecek kimselerdi.
Karun’u, Firavun’u, Hâmân’ı da helâk ettik. Halbuki Musa onlara apaçık deliller getirmiş, onlar ise o ülkede büyüklük taslamışlardı. Fakat azabımızdan kaçamadılar.
Onların hepsini de günahlarıyla yakaladık. Kiminin başına taş yağdırdık. Kimini o korkunç ses yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de boğduk. Allah onlara haksızlık etmedi; onlar kendilerine zulmedip duruyorlardı.
Ankebût, 29:38-40

İçlerinden bir topluluk, onları sakındırmaya çalışanlara, “Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir azapla cezalandıracağı bir kavme niçin öğüt verip duruyorsunuz?” dediklerinde, onlar dediler ki: “Rabbimize karşı bir özür olsun diye. Bakarsınız, onlar da Allah’a karşı gelmekten sakınırlar.”
Onlar kendilerine verilen öğütü unuttuklarında, Biz de kötülükten sakındıranları kurtardık; zulmedenleri ise, yoldan çıkmaktaki ısrarları yüzünden, şiddetli bir azapla yakaladık.
A’râf, 7:164-165

Hicr ahalisi  de peygamberlerini yalanlamıştı.
Biz onlara âyetlerimizi verdik; onlar ise bundan yüz çevirdiler.
Onlar dağlardan güvenli evler yontarlardı.
Onları da bir sabah vakti o korkunç ses yakaladı.
Kazandıkları şeylerin onlara hiçbir faydası olmadı.
Hicr, 15:80-84

12 Ağustos 2019 Pazartesi

Bir şehidin son sözleri

Ona “Cennete gir” dendi. O ise “Keşke,” diyordu, “kavmim bilseydi,

“Rabbimin beni bağışladığını ve ikramlarıyla ağırladığını.”

Yâsin Sûresi, 36:26-27

 

ÜMİT ŞİMŞEK

Bu sözler, Yâsin Sûresinde kıssası anlatılan zâtın şehit edilirken ağzından dökülen sözler.

O zâtın kim olduğunu bilmiyoruz. Gerçi bu konuda birtakım rivayetler, yorumlar, yaygınlaşmış kanaatler var; ancak bunların hiçbiri kesinlik ifade etmiyor. Zaten Kur’ân da bu konuda bize bir bilgi vermiyor. Onun için, kıssada yer alan kişilerin kimler oldukları veya olmadıkları konusundaki tartışmalarla vakit harcamak yerine, kıssanın ruhuna eğilmek ve ondan kendimize hangi ibret derslerini çıkarabileceğimize bakmak en doğru yoldur. Bu sözler ise, kıssaya ibret gözüyle bakanlar için, gerçekten pek büyük dersler içeriyor.

Önce kıssanın tümüne kısaca göz atalım.

Yâsin Sûresinin 13’üncü âyetiyle başlayan kıssa, bir şehre gönderilen elçilerin yalanlandığını ve tehditlere maruz kaldığını anlatıyor. Elçiler önce iki kişi iken daha sonra bir üçüncüsüyle takviye edilmiş, ancak yine yalanlanmaktan ve tehdit edilmekten kurtulamamışlardı.

Bu sırada, şehrin uzak taraflarından koşarak bir adam gelir ki, kahramanımız işte bu adamdır. Kur’ân “bir adam” diyor — herhangi bir adam; muhtemelen büyük bir mevkii, şanı şöhreti olmayan, bizim gibi sıradan bir insan.

Ama onu sıra dışı yapan bir hamiyeti var. Bu hamiyet onu şehrin tâ diğer ucundan almış, buraya getirmiştir.  Anlaşıldığına göre, o, elçilere reva görülen muameleyi bir şekilde haber almış; bunu haber alınca da “Neme lâzım” dememiş, “Bu iş benim gücümü aşar” dememiş, dönüp kendi işine bakmamış, kalkmış, koşa koşa elçilerin yardımına gelmiştir.

Onun, elçileri destekleyen sözlerinde de büyük ibretler var; bu sözler de son derece değerli yöntemleri ders veriyor. Ancak bunlar ayrıca incelenecek bir konu teşkil ettiği için, biz burada, onun hamiyetinin bir başka yönünü yansıtan son sözleri üzerinde duracağız.

Bu hamiyetli adamın sözleri de şehir halkında bir insaf duygusu uyandırmıyor. Gerçi âyet açıkça onun öldürüldüğünden söz etmiyor; ama onun Cennetle müjdelendiğini ve Allah’ın ikramlarına eriştiğini bildirmesinden de, şehit edildiği anlaşılıyor.

Ve işte, burada, kahramanımızın o yüce ruh haletini yansıtan sözleri:

“Keşke kavmim bilseydi, Rabbimin beni bağışladığını ve ikramlarıyla ağırladığını.”

Bu sözlerde kin yok, düşmanlık yok, öfke yok, intikam duygusu yok.

Oysa haksız yere öldürülen bir adamın ağzından, kendisine böyle bir düşmanlığı reva görenler hakkında, bundan çok daha farklı sözlerin dökülmesi beklenirdi. Fakat o sözler, bu dünya hayatının daracık sınırları içinden olaya bakan, bu dünyanın sıkıntılarıyla üzülüp bu dünyanın sevinçleriyle ferahlanan bir adamın sözleri olurdu.

O zat ise, Rabbinin ikramlarına eriştiği yerden seslenmektedir.

Oradan bakıldığı zaman dünyanın hangi musibeti bir sinek vızıltısından daha önemli görünebilir?

Kahramanımız da artık dünya sıkıntılarını geride bırakmış, Cennet müjdesi ve Rabbinin ikramlarıyla baş başa kalmış halde iken, dönüp de dünyada başından geçmiş olan şeye bakmıyor. Onun yerine, bu küçücük dünyanın hiçbir şeye değmeyen inatlaşmaları yüzünden imandan ve ebedî mutluluktan yoksun kalan kavminin durumuna acıyor. Keşke, diyor, kavmim de bilseydi bu durumu. Keşke onlar da kendilerine hakkı getiren kimselerin sözüne kulak verselerdi de Rablerinden bir bağışlanmaya erişebilselerdi!

İşte bu, pek yüce bir ruh halidir ki, onda nefsin bir payı olmaz, dünyanın hiçbir garazı yer bulamaz. Öyle bir mertebede sadece Allah rızası düşünülür ve Allah’ın rahmetini Allah’ın kullarına ulaştırmak yegâne gaye olur.

Bediüzzaman’ın Kur’ân talebesini anlatan satırlarında yer alan “ehl-i imanın manevî yaralarını tedavi etmek iştiyakını yüksek bir derece-i şefkatte hissetmek” şeklindeki tanımları da bu haleti yansıtıyor.

Onun talebesi Hulûsi Yahyagil’in “Ben muhtaç olan kardeşlerime bu hakikatleri yetiştireyim de, Allah da şanına nasıl yaraşırsa bana öyle muamele eylesin diyorum, kendimi düşünmüyorum” şeklindeki sözlerinde de yine aynı yüce ruh halinin eseri okunuyor.

Bunlar da, Kur’ân’ın kıssalarından nasıl ibret çıkarmak gerektiğini bize pek güzel bir şekilde gösteren örnekler…

***

Âyetler ve İbretler kitabına şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz:

https://www.kitapyurdu.com/kitap/ayetler-ve-ibretler/361548.html