SON EKLENENLER
latest

27 Eylül 2019 Cuma

Depremle veya depremsiz: yaşamak yahut yaşamamak

Japonya’da depremleri takip eden intiharlar vesilesiyle 2012 Mart’ında Son Devir’de yayınlanan bir yazımızı, yaşadığımız son deprem münasebetiyle bir kere daha hatırlıyoruz:

ÜMİT ŞİMŞEK

Depremle yaşamaya alışmış bir ülke, şimdi intiharlarla yaşamaya alışıyor.

2011 yılının büyük depremi ile onu izleyen tsunamide 19 bin kayıp veren Japonya’da intiharlar bu rakamı gölgeledi. Felâketten sonraki Mayıs ayında intihar vak’aları bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 20 artış gösterdi. Felâket bölgesinde ise bu artış yüzde 39 seviyesinde idi. Böylece Japonya seneyi 30 binin üzerinde intiharla kapadı.

Gerçi son 14 yıldır Japonya’da intiharlar hiçbir zaman 30 binin altına inmemişti. Fakat bu defa tam düşüş eğilimi göstermişken, deprem-tsunami-nükleer sızıntı şeklinde ard arda gelen üçlü felâket, rakamı tekrar eski seviyesine yükseltti.

Depremi atlatan insanlar, üstelik bu konuda dünyaya örnek olacak bir disiplin sahibi iken, niçin kendi hayatlarına kendi elleriyle son veriyorlar?

Görünürdeki sebeplere bakarsanız, onlardan bir kısmı, deprem ve tsunamide yakınlarını kaybettikten sonra sağ kalmış olmanın verdiği suçluluk hissiyle, bir kısmı hayattan tamamen ümidini kesmiş olarak hayatlarına son veriyor, bazıları da arkalarında “Keşke hiç nükleer tesisimiz olmasaydı” şeklinde notlar bırakarak gidiyor.

Üstelik intiharlar sadece felâketzedelerle sınırlı değil; kurtarma ekiplerinde çalışanların da zaman zaman karşılaştıkları manzaralara dayanamayıp hayatlarına son verdikleri görülüyor.

Hemen her depremden sonra “Depremle yaşamaya alışmalıyız” diyerek bize örnek gösterilen ülkenin bugünkü durumu özetle bundan ibarettir.

***

’99 depremi sonrasında yazılı ve görsel medyada birbiri ardınca arz-ı endam eden uzmanlardan aldığımız kesintisiz jeofizik eğitimi, bizi de böyle bir bunalımın eşiğine getirmişti. Hangi kanalda bir deprem uzmanı görünecek olsa oraya kilitleniyor, ekran başında geçirdiğimiz saatlerden sonra kafamız bir kat daha karışmış şekilde, başka kanallarda başka uzman arayışına geçiyor ve günü böyle kapatıyor, ertesi gün ve daha sonraki günler bu işlemi başından sonuna kadar aynen tekrarlayıp duruyorduk.

Cevap aradığımız soru belliydi: Bir sonraki deprem nerede ve ne zaman olacak?

Uzmanlardan aldığımız cevaplar da birbirinin kopyası idi:

Bugün de olabilir, elli sene sonra da. Her an olabilir. Veya olmayabilir. Şurada da olabilir, burada da. Yahut olmayabilir de. Her an herhangi bir yerde olabilir veya olmayabilir!

Bu arada, uzmanlarımızın, hepsi aynı kapıya çıkan cevaplarında anlaşmazlığa düşerek birbirlerini yiyişine de arada sırada şahit oluyorduk.

Kişi başına düşen dehşet miktarı yeterli seviyeye ulaşmadığı zaman nöbeti başka mesleklerin erbabı devralıyordu. Meselâ bir radyo programında konuşan bayan psikiyatrist, büyük bir deprem beklentisi içinde olan bir dinleyicinin korkusunu, o günlerde İstanbul’u ziyaret etmek üzere olan ABD Başkanı Clinton ile gidermeye çalışıyordu.

“Bakın,” diyordu bayan psikiyatrist, “böyle bir tehlike olsa, koskoca Amerika Birleşik Devletleri Başkanı İstanbul’a gelir mi?”

ABD Başkanına tevekkül etmeyi bir tedavi yöntemi olarak belirlemiş bulunan psikiyatristimiz, ne yazık ki, Clinton’un her zaman her yerde hazır ve herşeye kadir olmadığını dikkatten uzak tuttuğu için, ABD Başkanı memleketine döndükten sonra neyle ve nasıl teselli bulacağımızı da söylemiyor, böylece bu terapiden de maalesef sonuç alınamıyordu.

***

Bu çok sesli koroya bir de 28 Şubat ilâhiyatçıları katıldığında, Japonya’nın çağlar boyunca yakalayamayacağı seviyede bir intihar seferberliği için bütün şartlar ülkemizde olgunlaşmış bulunuyordu. Fakat milletin içine düşürüldüğü dehşet ne kadar büyük olursa olsun, bu, hiçbir zaman insanlara ölümü tercih ettirecek bir seviyeye ulaşamadı. Belli ki, bu milletin derinliklerinde (en iyisi derin millet diyelim), onu hayata bağlayan ve her türlü tahrip teşebbüslerine meydan okuyan birşeyler vardı.

Aslında milletin o kadar panik içine düşmesi için de temelde bir sebep yoktu. Fakat dönemin hakim anlayışı deprem yaratma yetkisini Allah’tan alıp fay hatlarına vermeye teşebbüs edince, deprem uzmanlarımız da bu konuyu bütün yönleriyle birden kendi kucaklarında bulduklarını sandılar.

Onlara düşen, “deprem” denen hadisenin müteaddit yönlerinden sadece pozitif bilimlere bakan yönü hakkında konuşmak, manevî yönünden sual edildiği zaman da “Bilmiyorum” diyerek soruyu ehline havale etmek idi. Fakat onlar, bu konunun bir de rububiyet, hikmet, adalet, rahmet gibi anlamları içine alan mânevî yönünün bulunduğu gerçeğini kabul etmediler ve bu kavramları bütünüyle reddettiler. Oysa konunun manevî yönünü ehliyetli ve sorumluluk sahibi ilâhiyatçılara bıraksalardı, yalancı çıkacakları bir alana hiç girmemiş olurlar ve kendi sözleri de halk nazarında itibar kazanırdı.

İşte, Japonya örneği de açıkça gösteriyor ki, konunun manevî yönünü ihmal edenlerin problemi depremle yaşamak değil, yaşayıp yaşamamak meselesidir. Zira, Yer ve Gökler Rabbinin mülkünde nefes alıp vermenin iki yolu vardır:

Ya mülkün sahibini tanır, Ona teslim olur ve Onunla yaşamanın rahatlığını yaşarsınız.

Veya, uyuşturucu etkisi yapan dünya meşgalelerine dalar, onlarla oyalanarak vaktinizi geçirirsiniz.

Fakat ikinci yolda, âniden ve hazırlıksız bir şekilde acı gerçekle yüzleşmek gibi bir risk vardır:

İnanmazsanız Japonlara sorun.

23 Eylül 2019 Pazartesi

Zaferin üç maddelik ücreti

Rabbini hamd ederek tesbih et ve O’ndan bağışlama iste. Çünkü O, tövbeleri çok kabul edendir.
Nasr sûresi, 110:3

ÜMİT ŞİMŞEK

Yıllarca süren çilelerden, katlanılan eziyetlerden, verilen mücadelelerden sonra Müslümanlar emeklerinin meyvesini görmeye başlamışlardı. Onlar bu sonucu gerçekten hak etmişler, hak ettiklerini bilfiil göstermişler, zamanı gelince Allah da onlara lâyık oldukları zaferleri ve fetihleri peş peşe ihsan etmeye başlamıştı. Fetih sûresindeki bir âyette, Yüce Allah, Sahabenin bu durumuna “Zaten onlar buna lâyık ve ehil kimselerdi”[1] buyurarak işaret ediyor.

Fakat bir sonuca lâyık ve ehil olmak başka, o sonucu yaratmak ise bütünüyle başka birşeydir.

Sûrenin başında, “Allah’ın yardımından” söz edilmişti. Daha başka âyetler de yardım ve zaferin ancak Allah tarafından ihsan edildiğini açıkça bildirir:

Elbette yardım ve zafer, ancak karşı konulmaz bir kudrete sahip olan ve herşeyi yeryi yerince yapan Allah’tandır.[2]

Zafer ve yardımı veren yalnız Allah’tır. Çünkü Allah karşı konulmaz bir kudret sahibi ve herşeyi yerli yerince yapandır.[3]

Başka bir âyet de, Allah’tan gelen yardımı “güzel bir imtihan[4] olarak niteler. Allah’ın ilim ve irfan sahibi kulları ise, böyle nimetleri “Bu Rabbimin lûtfundandır; nimetine karşı şükür mü, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınıyor”[5] diyerek kabul eder ve bir şükür vesilesi yaparlar.

Mü’minlere ait olan bu özellik, nimetlerin Allah’tan geldiğine inanmayan inkârcıların, kendi gücüne güvenerek böbürlenen ve Allah’ın ona ihsan etmiş olduğu imkânları insanlar üzerinde bir baskı aracı olarak kullanan zorbaların tamamen tersine bir durum ortaya çıkarmaktadır.

Onun içindir ki, İslâm tarihinde zaferler ve fetihler insanüstü güçlere sahip olduğu farz olunan kahramanlar üretmemiş, halk üzerinde bir tahakküm ve zulüm vesilesi halini almamıştır.

Bilâkis, İslâm dini, Allah’tan başka hiç kimse önünde eğilmeyen izzetli bir duruş sergilerken bir taraftan da Allah’ın hiçbir kulunu hor görmeyen ve en küçük bir hukuku dahi çiğnemekten şiddetle kaçınan fatihler yetiştirmiş ve bunları insanlık âlemine yiğitlik ve fazilet nümuneleri olarak sunmuştur.

Okumakta olduğumuz bu son derece özlü sûre de, bu benzersiz başarının anahtarını, Allah’ın yardımına mazhar olanlara Kur’ân’ın verdiği üç öğütle açıklıyor:

Tesbih, hamd, istiğfar.

İşte, herhangi bir işte, herhangi bir seviyede İlâhî lütuf ve yardıma erişen insanın önüne fazilet ufuklarını açacak ve her türlü suiistimalin önünü kapayacak olan anahtarlar bunlardır.

Fetih sonrası

Allah’ın yardımı, zafer ve fetih, Müslümanlara son derece zorlu günlerin sonunda gelmişti. Bu süre içinde Müslümanlar müşriklerin her türlü düşmanlığına, zulümlerine, işkencelerine maruz kaldılar. Böyle bir sürecin sonunda Müslümanlara değil de başka bir orduya zafer nasip olacak olsa, herhalde ilk yapacağı işlerden bir tanesi, kendilerine bunca zulmü yaşatanlardan bunun hesabını en çetin bir şekilde sormak olurdu.

Fakat gerek Mekke’nin fethinde, gerekse daha sonraki fetihlerde, Müslümanlar geçmişin hesabına takılıp kalmadılar, intikam peşine düşmediler. Tam tersine, onlar girdikleri yerlere ancak barış ve huzur getirdiler. Çünkü Rableri onlara kin ve intikam peşine düşmeyi değil; tesbih, hamd ve istiğfarda bulunmayı emretmişti. Kur’ân’ın ve Resulullah’ın eğitiminden geçen insanlar geçmişin hesabına takılıp kalmıyor, bakışlarını istikbale yöneltiyor, Allah’ın kendilerine sunduğu yeni imkânlar için O’na hamd edip yeni yeni fetihlerin peşine düşüyorlardı.

Bu ruh hali, fetihlerin çoğunlukla kalem ve kelâm vasıtasıyla cereyan ettiği zamanımızda, çok daha büyük ve etkili bir “silâh” halini almış bulunuyor. Medet umdukları her yerde şiddet ve nefretle karşılaşan, kurtuluş arayışları hüsranla sonuçlanan, merhamet ve muhabbete susamış gönüller, İslâm’ın barış ve esenlik atmosferini solumak imkânını buldukları anda hak dine açılıveriyorlar. Gönüllerin her biri, fethedilen bir Mekke oluyor, onlardan her birini İslâm’a açmaya vesile olan muhabbet kahramanları birer fatih hükmüne geçiyor.

Fakat İslâm fatihlerine böbürlenmek, kibirlenmek, yaptıklarıyla övünüp durmak hiç yakışmıyor. Bu yüzden, onlar da Nasr sûresini dillerinden ve gönüllerinden düşürmüyorlar, Rablerini hamd ile tesbih edip O’ndan bağışlanma dileyerek yeni yeni fetihlerin peşine düşüyorlar.

Zafer ve fetih karşısında Müslümanın takınması gereken tavırla ilgili olarak Nasr sûresinin verdiği ders, aslında, hayatın bütün alanlarında, her seviyede başarılar için uygulanacak ölçüleri içeriyor.

Bu ölçüler, bir öğrencinin, bir işçinin, bir memurun, bir ev hanımının, bir yöneticinin, bir öğretmenin, özetle, toplumun her bir ferdinin hayatına yön verecek ve onu her seferinde daha büyük başarılara hazırlarken, bir yandan da Rabbinin hoşnutluğunu ona kazandıracak bir kapasiteye sahiptir.

Bu kapasiteden en yüksek ölçüde yararlanmak için, Allah’ın bize lütfettiği en küçük bir başarıda dahi, kendimizi bu sûrenin muhatabı yerine koyarak tekrar tekrar onu okumalı ve tefekkür etmeliyiz.

***

Namaz Sûreleri Tefsiri’nden alınmıştır. Kitaba şu bağlantıdan erişebilirsiniz:

http://www.ilahiyatvakfi.com/vitrin/prddet.php?pid=8181

***

NAMAZ SÛRELERİ TEFSİRİ YAYINLANDI

[1] Fetih sûresi, 48:26.

[2] Âl-i İmrân sûresi, 3:126.

[3] Enfâl sûresi, 8:10.

[4] Enfâl sûresi, 8:17.

[5] Neml sûresi, 27:40.

22 Eylül 2019 Pazar

Hayatımız, âdil ve güvenilir olmamıza bağlı

Bir toplumu ayakta tutan iki temel kavram, 236. Kur’an Buluşmasının ana konuları idi: emanet ve adalet.

UTESAV organizasyonuyla MÜSİAD Genel Merkezinde gerçekleşen Buluşmada, Nisâ sûresinin 55-58. âyetlerini okuduk.

Bu âyetlerin sonuncusunda, emanet ve adalet kavramları bize şu şekilde ders veriliyordu:

“Allah size emanetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hüküm verdiğinizde de adaletle hükmetmenizi emrediyor. Gerçekten de Allah size ne güzel öğütler veriyor! Şüphesiz ki Allah herşeyi işitir, herşeyi görür.”

Konuyla ilgili olarak okuduğumuz daha başka âyet ve hadisler de bu iki kavramın din ve toplum hayatımızı ayakta tutan iki ana direk olduğunu açıkça gösteriyordu.

Ne var ki, bu iki önemli kavramın ikisi de, hadis-i şeriflerde, âhir zamandaki çöküşte ilk olarak hayatımızdan çekilecek kavram olarak haber veriliyor ve bu durum da, ne pahasına olursa toplum hayatımızda bu iki özelliği tekrar canlandırmak için çalışmamız gerektiğini gösteriyordu:

İnsanlar öyle aldatıcı seneler görecek ki, o zamanlarda yalancılar tasdik edilip sadıklar tekzip edilecek; hainler emin, eminler hain muamelesi görecek.
İbni Mâce, Fiten: 24

Bu ümmetten ilk olarak kaldırılacak olan, hayâ ve emanettir; siz Aziz ve Celil olan Allah’tan bunları isteyin.
ed-Dürrü’l-Mensûr (Süyûtî)

İslâmın kulpları birer birer sökülecek. Bir kulp sökülünce insanlar ondan sonrakiyle uğraşacaklar. İlk sökülen kulp hüküm (adalet), son sökülen de namaz olacak.
Müsned, 5:251; Müstedrek (Hakim), no. 7104; Sahih (İbni Hibban), no. 6715

Erdemli Hayat projesi kapsamında cereyan etmekte olan Kur’an Buluşmalarının 236. bölümüne ait video kaydını şu bağlantıdan kesintisiz olarak izleyebilirsiniz:

Kur’an Buluşmaları, MÜSİAD’ın Çobançeşme’deki genel merkezinde Cumartesi sabahları 7:00-7:30 arasında sunulan ve simit-peynir-çaydan meydana gelen kahvaltıyı müteakip 7:30’da başlıyor ve 9’a kadar devam ediyor.

Programda hanımlar için de yer ayrılmış bulunuyor.