SON EKLENENLER
latest

2 Ekim 2019 Çarşamba

Batının lâmbaları

Sekiz yıl önce öldüğü halde ne komşuları, ne yakınları, ne de tanıdıkları tarafından yokluğu fark edilmeyen bir adamın haberi geçenlerde medyaya aksetti. Aslında bu tür vak’alar en az yılda birkaç defa Avrupa’da cereyan ediyor. Böyle bir vak’a üzerine 2000’li yılların başlarında yayınladığımız yazıyı bir kere daha hatırlıyoruz:

ÜMİT ŞİMŞEK

Hamburglu Wolfgang Dircks, on sekiz katlı bir apartmanın bir dairesinde yalnız yaşayan 43 yaşında bir Alman vatandaşı idi. 1993 yılının sonlarında bir akşam evinde televizyon seyrederken öldüğünde, komşularının bundan haberi olmadı. Ertesi gün de kimse fark etmedi Wolfgang’ın öldüğünü. Ertesi hafta, ertesi ay, ertesi yıl da… “Niçin fark etsinler?” de diyebilirsiniz; Wolfgang’ın borçlarını, otomatik ödeme talimatlı banka hesabı gün geçirmeden ödüyordu.

Nihayet beş sene sonra banka hesabı suyunu çekince Wolfgang’ı arayan birisi çıktı. Ev sahibi kirayı almak için gelmiş, ancak zile cevap veren olmamıştı. Kapıyı zorla açıp içeri girdiğinde, televizyon karşısında oturmuş Wolfgang’ın iskeletiyle karşılaştı. Televizyon seti çoktan iflâs etmişti. İskeletin kucağındaki televizyon dergisinin 5 Aralık 1993 tarihli sayfası açık duruyordu. Odada “canlı” olan tek şey Noel ağacıydı; onun rengârenk lâmbaları hâlâ yanıp sönmeye devam ediyordu. Wolfgang’ın komşuları da, Noel ağacı gibi, durumdan habersizdi. Aradan geçen beş yıl içinde ne kimse Wolfgang’ın kapısını çalmış, ne ondan bir haber soran çıkmıştı.

Bu taraftan bakıldığında ne kadar ayıplanmaya değer bulunursa bulunsun, Wolfgang’ın hikâyesi, AB standartları içinde pek de yadırganacak bir olay sayılmaz. Avrupa gazetelerinde her ay buna benzer birkaç haber çıkar; ara sıra bu haberler karşısında “Ne oluyoruz, nereye gidiyoruz?” şeklinde bir iki ses çıksa da pek cılız çıkar; sonra herşey unutulur gider. Zira Batı uygarlığının değerler sistemi içinde varlık veya yokluğunuzun fark edilmesi, tümüyle maddî ilişkilerinize ve tüketim çarkı içinde kaç paralık yer işgal ettiğinize bağlıdır. Eğer aranan bir diri ve özlenen bir ölü olmak istiyorsanız, borçlu olmak ve borçlu ölmekten başka hiçbir şey bunu size o kadar kesin bir şekilde garantileyemez. Kimseyle aranızda bir alacak-borç ilişkiniz yoksa, fark edilmeniz için de bir neden yoktur; banka hesabınız elektrik faturalarını ödemeye devam ettiği sürece Noel lâmbaları iskeletinizi eğlendirmeye devam edebilir!

Yadırganacak birşey varsa, o da böyle bir uygarlıktan yarar umanların halidir. Gerçi bir tarafta İslâm dünyasının yoksulluğuna, diğer tarafta Batı uygarlığının ışıl ışıl manzaralarına bakıldığında, bu uygarlığın İslâm dünyasına refah getireceği hayaline kapılmak çok da zor değildir. Lâkin medeniyetleri karşılaştırırken lâmbalar yerine değerleri esas almak, çok daha sağlıklı sonuçlar verir. Bir de Rahibe Teresa’nın bir Üçüncü Dünya ülkesine ait şu anısına bakın:

Sekiz çocuğuyla günlerdir aç durumdaki bir anneyi haber aldığında, Teresa, ona bir miktar pirinç götürür. Anne pirinci alır almaz ortadan kaybolur, bir süre sonra döner. Geri dönünce, Rahibe Teresa ona nereye gittiğini sorar.

“Pirincin yarısını komşuma götürdüm,” der anne. “O da günlerdir bizim gibi aç.”

İşin bir başka ilginç yönü ise, anne ile çocukların, günlerdir sürüp giden açlıklarına rağmen, içinde bulundukları durumdur. Rahibe Teresa “Yüzlerinde açlık acısı vardı,” diyor. “Ama mutsuzluk veya üzüntü ifadesi görmedim.” (Meraklısına not: Pirinci paylaşan aç ailelerden biri Hindu, diğeri ise Müslümandır.)

Gövdesi hamburger yağıyla şişirilmiş Batı insanının suratında ise açlık acısı yok belki; ama mutsuzluğunu ve huzursuzluğunu bütün yüz hatları çok sesli bir koro halinde haykırıyor! Buna karşılık, lâmbaları var Batının—ruhundan sonra bedeni de çürüyüp gitse, o kurukafanın karşısında aynı coşkuyla yanıp sönmeye devam eden lâmbaları.

“Senin karanlıklı dehân, nev-i beşerin gündüzünü geceye kalb etmiş. Yalnız o sıkıntılı, zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için, yalancı, muvakkat lâmbalarla tenvir ettin. O lâmbalar sürurla beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar. Belki beşerin ağlanacak acı hallerindeki eblehâne gülmesine, o ışıklar müstehziyâne gülüp eğleniyor.”

Kendi insanına böyle bir cehennemî haleti armağan eden ve böyle bir sonu hazırlayan Batının, bir de bize revâ gördüğü şeye bakın:

İslâm dünyasının gırtlağına çizmesini dayamış, “Beni seveceksin” diyor!

 

 

30 Eylül 2019 Pazartesi

Depremi doğru okumak: 1

Aşağıdaki yazı, ’99 depreminden sonra, Ümran dergisinin Kasım 1999 sayısında yayınlanmıştı. Aradan geçen yirmi yıldan sonra tekrar böyle bir yazının tekrar yayınlanmasına ihtiyaç kalmamış olmasını dilerdik. Ne yazık ki, dünyaya bakışımız o günden bu yana gelişmeden ziyade ecnebîleşme yönünde değişim gösterdiği için, bugünkü durumu ele almadan önce, bakış açımızı doğrultmak için söz konusu yazıyı bir kere daha hatırlatmak ihtiyacını hissettik. Günümüz için ayrıca söyleyeceklerimiz de var; onlar da Allah nasip ederse arkadan gelecek ikinci bir yazıda.

ÜMİT ŞİMŞEK

Az bilmek, çok anlamak: işte en büyük ihtiyacımız.
James Ramsey Ullman

Ağustos depreminden sonra yerkabuğu ve hareketleri ile ilgili son derece yoğun bir bilgi bombardımanına tutulduk. Saatlerimiz, günlerimiz, gecelerimiz, uzmanları dinlemekle geçti. Onlar bize pek çok şey anlattılar. Ama biz sadece üç basit soruya cevap arıyorduk: Yeni bir deprem olacak mı? Ne zaman? Nerede?

İki aylık yoğun bilgi bombardımanından sonra vardığımız neticeyi özetleyecek olursak:

Her an her yerde herşey olabilir veya olmayabilir. Yahut hiçbir zaman hiçbir yerde hiçbir şey olmayabilir — veya olabilir. Yahut, bu iki ihtimalin ortasında, herhangi bir anda, herhangi bir yerde, herhangi birşey olabilir de, olmayabilir de.

Bu kadarını zaten depremden önce de biliyorduk. Fark eden, sadece, fert başına düşen dehşet miktarı oldu.

Şimdi her zamankinden fazla korkuyoruz. Her an herşeyden korkuyoruz. Yerkabuğundan korkuyoruz. Fay hattından korkuyoruz. Binalardan korkuyoruz. Enkaz altında kalmaktan korkuyoruz. Karadan korkuyoruz. Denizden korkuyoruz. Balıklardan korkuyoruz. Köpeklerin ulumasından korkuyoruz. Kuşların uçuşundan korkuyoruz. Sisten korkuyoruz. Sıcaktan korkuyoruz. Karanlıktan korkuyoruz. Dünyadan korkuyoruz. Yaşamaktan korkuyoruz. Ölmekten korkuyoruz. Terk-i diyar etmeye niyetlenmişken başka yerlerden gelen deprem haberleriyle, kaçacak yer bulamamaktan korkuyoruz.

Cehalet birikimi

Gerçi bilgimiz arttı. Yerkabuğu ve hareketleri hakkında pek çok şey öğrendik. Herbirimizin bilgi dağarcığında en az 50 saatlik bir jeofizik eğitimi var. Ama öğrendikçe ürktük. Öğrendikçe korktuk. Öğrendikçe dehşete düştük. Bilgi, hiçbir zaman böylesine terör estirmemişti kimsenin hayatında.

Oysa problem bilginin fazlalığında değil, tam tersine, eksikliğinde yatıyor. Ve bu gidişle başımıza gelenler hakkındaki bilgimiz, ne kadar artarsa artsın, eksikliğini korumaya devam edecek. Çünkü işin başından beri, haberin içermesi gereken en önemli unsuru, yani, “Kim?” sorusunun cevabını, bizi bilgilendirenlerden hiçbirisi vermiyor. Çizilen tabloda başıboşluk, gayesizlik, düzensizlik hakim. Faylar kırılıyor, kıt’alar kayıyor, tabakalar sürtünüyor, zemin oynuyor, deniz kayıyor, toprak göçüyor, yer yarılıyor… Niçin bütün bunlar? Bilen yok. Kim yapıyor? Sorulmaz bile. Herşeyin birtakım esrarengiz kanunlara göre, kendi kendine cereyan edip gittiği varsayılır.

Bu, bizim alışık olduğumuz, Batı usulü bilgi edinme şeklidir. Bu usulde fail sorulmaz, hikmet aranmaz. Henry Adams’ın deyimiyle, “işlenmemiş bilgiler halinde cehalet biriktiririz” yıllar boyunca; bunun adına da “eğitim” deriz. Günlük hayatın kargaşası içinde bu cehalet birikimi herhangi bir rahatsızlığını bize hissettirmeyebilir. Fakat insan bu dünya üzerinde ne aradığını düşünmeye başladığında, bunalımla karşı karşıyadır. Bazan perde kapanır gibi olur. Ecel, tıpkı bugün yaşadığımız gibi, gerçekliğini ve her an başa gelecek gibi olduğunu, bütün çıplaklığıyla hissettiriverir. İşte o an, kuru bilginin ötesinde birşeylere olan ihtiyacın en şiddetle yaşandığı andır. Eğer Batı usulü eğitimin bütün ihtiyaçlarımızı karşıladığı iddiasında samimî olan varsa, ölümü ortadan kaldırsın ve yerin ve göğün fiziksel şartlarını bize dost haline getirsin, bize ağız tadıyla bir hayat garantisi versin!

Kâinat ve biz

Garanti ne gezer? Yerin altı ve üstü, gökler ve içindekiler, insana oranla çok büyüktür, çok güçlüdür ve bunlardan hiçbirisi “Aramızda insan var” demez. 7-8 büyüklüğündeki depremler ise, evrensel boyutlarda ele alındığında, varlığı bile hissedilmeyecek kadar küçük bir olaydır, hattâ “olay” bile değildir. Sözgelişi, 4-5 kilometre çapında bir asteroidin gezegenimize çarpması, dünya nüfusunun yarısını silmeye yetecek bir küçücük kaza teşkil edebilir. Nitekim buna yakın kaza tehlikelerini, Dünyamız, yakın tarihte, kılpayı denecek bir şekilde, birçok defalar atlatmıştır. Çevremizde, yakın gelecekte bir tehlike teşkil edebilecek ne kadar asteroid ve göktaşı bulunduğunu kimse kesin olarak bilmiyor. Zaten Dünyanın dışına çıktığınız andan itibaren hiçbir şey hayata dost değildir. Gökkubbemizde ışıl ışıl parlayan Güneş, ılık ışıklarını, her saniye yüz milyonlarca ton hidrojen bombasının yardımıyla bize gönderiyor. Güneş yüzeyindeki prominanslar, bazan 700 bin kilometre  yüksekliğe ulaşabiliyor, yani, üst üste konmuş 50 tane Dünyayı yutacak alevler halini alabiliyor. Ve Güneş, bu haliyle, Samanyolu içindeki yüz milyarlarca yıldızdan (Dünya nüfusunun en az yüz misli) sadece bir tanesini teşkil ediyor. Bu yıldızlardan herhangi bir tanesi, ölüm ânında Güneş Sistemini yutacak kadar dehşetli bir patlamayla gökleri sarsabiliyor. Samanyolunun evren içindeki durumu da, aynen Güneşin Samanyolu içindeki durumu gibidir. Yani, yeryüzünde nefes alan her insanın eline Samanyolu gibi bir galaksi tutuşturacak olsanız, tahmin edilen kâinattaki galaksilerin belki otuzda birini, belki yüzde birini saymış olursunuz! Şimdi gelin, bu evrende insan denen varlığın yerini bulun!

Bulsanız da, insan daha göz açıp kapamadan göçer gider bu dünyadan. Çünkü bu gezegenin ömrüne oranla bütün bir insan neslinin ömrü, 24 saatin son saniyesinden ibarettir. İşte, insan neslinin bütün kavgaları, depremler ve kasırgalar, evrendeki bu küçücük yerde, 24 saatin son saniyesi içinde cereyan eder. İnsanlar kendi kendilerine sınırlar çizerler burada ve bu saniyenin fraksiyonları içinde: “Buraya kadar benim, bundan sonrası Onun” diye. Sonra da, “Benim” dedikleri yere, nasıl olduğunu anlayamadan gömülüverirler birgün ansızın. Ama evrende kimse duymaz onların ne gelişlerini, ne gidişlerini. Kocaman iddialarından da kimsenin haberi olmaz. Olsa da kimse umursamaz. Göktekilerin, yerdeki sinek vızıltılarına kulak vermekten daha büyük ve önemli işleri vardır.

Yerin altı da üstünden daha güvenli sayılmaz. Üzerinde yaşadığımız yerkabuğu, gezegenimizin büyüklüğüne nispet edildiğinde, bir elmanın kabuğu kadar incecik kalıverir. Onun altında ise kayalar erimeye başlar. Sonra erimiş madenlere dönüşür. Volkanların püskürttüğü lavlar, hepimizin ayağı altında kaynayıp duran şeyden başkası değildir. Kıt’alar, işte bu alevden deniz üzerinde yüzer. Dağlar böyle kurulur, denizler böyle açılır. Bir Sanatkârın elinde Dünyanın yüzü yoğruldukça yoğrulur. Bütün bunlar olup biterken, ara sıra insan, ayağının altında yerin kaydığını hissediverir. Bu küçücük olay, birkaç saniye içinde on binlerce hayatı söndürür. İşte, o kadar… Öylesine basit, öylesine önemsiz birşey olarak görünür insanın hayatı bize verilen bilgilerin ardında.

Bir başka açıdan evren ve biz

Oysa manzaranın bir başka açıdan daha görünüşü vardır. Ve bu manzara, çok daha gerçekçi bir bakış açısını resmeder. Çünkü ilk bakış açısında, insan hayatını açıklayamazsınız; herşey onun aleyhindedir. Hattâ hayatın lehindeki olayların bile nasıl olup da bu şekilde geliştiği, hiçbir şekilde açıklanamaz. Diğer bakış açısı ise, hiçbir şeyi eksik bırakmadan, hiçbir sorunun cevabını gizlemeden, herşeyi olduğu gibi serer insanın gözleri önüne. Ve taşlar yerine oturmaya başlar.

Yeryüzü, Onun emriyle uysal kılınmıştır. Yoksa onu dizginleyecek güç, kimsenin elinde yoktur. Lavların üzerine kayalar yerleştirilmiş, kayaların üzerine toprak serpilmiş, onun üzeri rengârenk halılarla süslenmiştir. Evet, ayağımızın altında, saniyenin parçaları içinde bizi moleküllerimize ayıracak güçte bombaların yattığı doğrudur; ama bir başka doğru da, bütün bunların sahipsiz olmadığıdır.

Gökten her an göktaşları yağar, güneş rüzgârları eser, zararlı ışınlar her yandan Dünyamıza hücum eder. Fakat korunmuş bir semâsı vardır Dünyanın. Kat kat atmosferle bu gezegeni sarıp uzayın nâmütenâhi tehlikelerinden koruyan vardır.

Güneş, bu Dünyanın tavanında asılmış bir lâmbadır. Milyarlarca yıl, gücünden birşey kaybetmeksizin Dünyamızı ısıtıp aydınlatacak şekilde düzenlenmiştir.

Yerin ve göğün sahipsiz olmadığına en büyük delil, bizim burada bu muhakemeyi yapıyor olmamızdır. Biz bu muhakemeyi yürütürken, vücudumuzun kaç milyar hücresinin kanser kontrolundan geçtiği hakkında hiçbir fikir sahibi değiliz. Olmamız da gerekmez. Çünkü bu işler hep “kendiliğinden” yürümektedir. Denizleri göğe kaldırıp arıtarak yüzlerce kilometre öteden binlerce ton suyu taşıyıp boşaltmanın nasıl bir mucize teşkil ettiğini hiç düşünmeyiz bile; çünkü herşey sessiz sadasız, “çevreye rahatsızlık vermeksizin” yürümekte ve bu hizmetten dolayı bize hiçbir fatura çıkarılmamaktadır. Uzayda bir yöne doğru saniyede 30 kilometre, bir başka yöne doğru saniyede 220 kilometre hızla uçup giden, karnı erimiş madenlerle dolu bir gezegenin üzerine taş ve toprak serip sonra bu topraktan narin bir gelinciği çıkarmak nasıl bir sanat eseridir; bunun üzerinde durmayız. Çünkü gelincikler her zaman çıkar, sessizce çıkar, her mevsim milyarlarcası yeryüzünü süsler.

Dünya niçin var? Niçin bu kadar güzel? Niçin güzellikleri bu kadar çeşitli? Bülbülün sesinde, gülün renginde, anne kuşun şefkatinde, dağların heybetinde, mazlumun duasında, zalimin cezasında, yunusun yüzüşünde, kuğunun süzülüşünde güzellikler niye bu kadar farklı? Nasıl oluyor da insan bütün bu güzelliklerin hepsini fark ediyor, hepsinden zevk alabiliyor?

… ve Kur’ân’a dönüş

Böyle soruları Batı kafası elinin tersiyle iter. O itince biz de iteriz; çağdaş olmanın bundan başka yolu yoktur. Fakat bunlar, gerçek dünyanın gerçek sorularıdır. Cevapları, bizi gerçeklerin güzelliğiyle ve rahatlığıyla karşı karşıya getirir.

O zaman, ürküntü vermeyen bir dünyaya gözümüzü açıveririz. Ayağımızın altına baktığımızda, bizim için serilmiş bir döşek görürüz. Başımızın üstünde sapasağlam korunmuş bir tavan vardır. Evimizin altını çiçekler, üstünü yıldızlar süsler. İkisinin arasında ne varsa hepsi bizimle alâkadardır; hepsinin yaratılışında bizimle ilgili bir fayda gözetilmiştir. Her neye baksak onu yapanı biliriz; onun bizimle ilgisini buluruz. Biz bu dünyada, bu uzayda, bu evrende yabancı değiliz, kendi ülkemizdeyiz.

Fakat böyle bir bakış açısını kırkından sonra kazanmak da herkes için kolay olmuyor. Onun için, İlâhî takdirden söz etmek, birilerini ayaklandırmaya yetebiliyor. Rabbine bir fay hattı kadar olsun ilim ve irade atfetmek, birilerinin nefsine herşeyden ağır gelebiliyor. Yahut yerkabuğunun Allah’tan emir alması lâikliğe aykırı telâkki edilebiliyor!

Onun için, bu bakış açısıyla mümkün olduğu kadar erken çağlarda tanışmak, en sağlıklı yol olarak gözükmektedir — daha zihinler bulanmadan, Batının karanlık gözlükleri görüşümüzü bulanıklaştırmadan.

Başka bir deyişle:

Herşeyden önce, çocuklarımıza Kur’ân’ı öğretmeliyiz. Her kitaptan önce onu okutmalı, onun mânâ hazineleriyle çocukları tanıştırmalı, onun kâinata bakış açısını onlara benimsetmeliyiz.

Sonra dönüp yine okutmalı, yine okumalıyız. Tıpkı tekrar tekrar nefes aldığımız gibi.

Yaşadıklarımızdan çıkarmamız gereken derslerden en önemlisi bu olsa gerektir.

29 Eylül 2019 Pazar

Kur'an Buluşmasında "ülü'l-emre itaat" konuşuldu

Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere ve sizden olan ülü’l-emre de itaat edin. Birşeyde anlaşmazlığa düştüğünüz zaman onu Allah’a ve Peygambere  havale edin — eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız. Bu daha hayırlıdır; neticesi de daha güzeldir.

“Ülü’l-emir” ve “itaat” kavramlarını içine alan Nisâ sûresinin 59. âyeti, geçtiğimiz Cumartesi (28 Eylül) günkü Kur’an Buluşmasının konusuydu.

UTESAV organizasyonuyla MÜSİAD genel merkezinde cereyan eden Buluşmada, “ülü’l-emr” ifadesiyle kastedilen heyetler ve yöneticilerle ilgili âyet, hadis ve ulemâ yorumlarını özetledik.

Daha önceki Kur’an Buluşmalarında çeşitli vesilelerle ele aldığımız “itaat” kavramını da bu âyetin ışığında ve daha değişik bir açıdan inceledik.

Bu arada, okumakta olduğumuz âyet ön planda İslâm toplumunun yönetimini konu olarak alsa da, mânâsının her seviyedeki toplulukların yönetimini de kapsamına alan ve toplum hayatının bütün safhalarında mü’minleri başarı, huzur ve mutluluk yollarına ileten öğütler içerdiğini vurguladık.

Yöneticilerin şûrâya karşı sorumlu oldukları, mutlak surette adaletli davranmakla yükümlü bulundukları, adaleti terk ettikleri takdirde “sizden olan ülü’l-emr” tanımından çıkarak itaate liyakatlerini kaybedecekleri, ders boyunca temas ettiğimiz tesbitler arasındaydı.

Kur’an Buluşmalarının 237. bölümüne ait kesintisiz video kaydını şu bağlantıdan izleyebilirsiniz:

Erdemli Hayat projesi kapsamında cereyan eden Kur’an Buluşmaları, MÜSİAD’ın Çobançeşme’deki genel merkezinde Cumartesi sabahları 7:00-7:30 arasında sunulan ve simit-peynir-çaydan meydana gelen kahvaltıyı müteakip 7:30’da başlıyor ve 9’a kadar devam ediyor.