SON EKLENENLER
latest

17 Ekim 2019 Perşembe

Osmanlıcanın muhteşem dönüşü

2013 Nisan’ında Son Devir’de yayınlanan bir yazı

ÜMİT ŞİMŞEK

Harf devrimi sadece alfabeyi değil, mantığımızı da değiştirdi. Bir gecede bir milleti okumaz-yazmaz hale getiren bu devrimle bize yabancı bir alfabe sunulurken, bunun gerekçesi “Kolay olan iyidir” mantığına dayanıyordu:

Önceden okuma ve yazmada zorlanıyormuşuz; yeni alfabe ise bize kolayca okuyup yazma imkânı sağlayacaktı. Kolay olan varken zora talip olmanın da bir mânâsı yoktu.

Fakat bu sunuş, konuyu bize bütün ihtilâtlarıyla açıklamıyordu:

Kolay okuyup yazacaktık, ama ne kadar okuyup ne kadar yazacaktık?

Neleri okuyup neleri okuyamayacaktık?

İlim ve irfan sahasında bu yabancı alfabe bizim ihtiyaçlarımızın ne kadarına cevap verecekti?

Bu sorular şimdi birçoğumuza mânâsız gelebilir. Çünkü zaman içinde ihtiyaçlarımızla yeni alfabenin bize sundukları arasındaki mesafe kapandı; lâkin alfabe bizim eski irfan seviyemize cevap verdiği için değil, bizim irfanımız alfabenin seviyesine indiği için! Bu arada kolaycılığa alışmış olmanın neticelerini de bütün sahalarda devşirmeye başladık:

Her türlü güçlükten ürkmek, her işin kolayına kaçmak, kolay yoldan para kazanmak, kolay yoldan şöhret sahibi olmak gibi alışkanlıklar toplumun paylaştığı temel değerler haline geldi. Alfabenin kolayı makbulse, başka işin zoruna kim neden talip olsun?

***

Tembellik, Batı alfabesinin bize yegâne armağanı değildi; o bir yandan da lisanımızdaki akrabalık bağlarını temelinden kopardı. Daha önce biz Osmanlıca okurken, ilk defa gördüğümüz bir kelimeyi bile tanımakta zorlanmıyorduk; çünkü bu hat bizi o kelimenin köklerine götürüyor ve hangi kelime ve mefhumlarla akraba olduğunu gösteriyordu. Böylece gözlerimiz bir kelimeyi okurken, beynimizde sadece bir kelimenin değil, daha birçok mefhumun bağlantıları da bundan elektrik alıyordu. Ve biz, bir düğmeye basıp pek çok lâmbayı birden yakıyorduk. Şimdi her lâmbayı tek tek yakmak ve kelimeleri birbirinden bağımsız şekilde teker teker öğrenmek zorunda olduğumuza göre, bu alfabe bize kolaylık mı getirmiş oluyor?

Ne var ki, biz Batı alfabesinin getirdiği zorluktan da kurtulmanın yolunu bulduk:

Onunla baş ederek değil, zor olan şeye erişmekten peşin peşin vazgeçerek!

Diğer lâmbalar yanmayıversin; fazla kelimeye, mücerret mefhumlara kimin ihtiyacı var? Bize birşeyi okutacaksanız, önce onu fazla fikirden ve zengin mefhumlardan arındırmalısınız. Hayatta en hakikî ilkemiz herşeyin kolayına kaçmak olduğuna göre, bir şeyin seviyesine çıkmakta güçlük varsa onu kendi seviyemize indiririz. Bizim yazıp çizdiklerimiz bir muhteşem eserin yanında sönük kalıyorsa, öyle eserleri zenginliklerinden soyutlayıp kendimize benzetiriz. Bunu da, kendilerini kolaycılığın pençesine kaptırıp zihnî melekelerini tatile çıkarmış kimselere kabul ettirmekte hiç zorlanmayız. Çünkü insanların birçoğu, tercüme ile sadeleştirmenin aynı şey olduğunu zannedecek ve aralarındaki farkı algılayamayacak bir hale çoktan düşürülmüşler ve belirli mihraklardan kendilerine sunulan herşeyi sorgusuzca benimseyecek duruma getirilmişlerdir. Bu durumdan kurtulmak, ancak yoğun bir zihnî gayretle mümkün olabilir; fakat buna da kolaycılık mânidir.

***

Buraya kadar yazdıklarımız, manzaranın karamsarlığı davet eden cephesiydi. Diğer cepheye gelince:

Bu söylediklerimiz, çoğunluk için geçerli olsa da, toplumun tamamı için geçerli değildir. Hattâ, çok uzak olmayan bir gelecekte, toplumun büyük kısmı için de geçerli olmayacağına dair işaretler çoğalıyor.

Osmanlıcanın son yıllarda halk arasında nasıl bir rağbete mazhar olduğunu fark etmeyenimiz var mı? İnsanlar, özellikle gençler, kendilerini atalarının o muazzam mirasına kavuşturacak bir yazıyı öğrenmek için akın akın kurslara koşuyorlar.

Bir şey daha: Osmanlıcanın cazibesi, herhangi bir bilgi veya becerinin hazzına benzemiyor; onda insanları çeken ve yazdıkça yazmaya, okudukça okumaya sevk eden birşeyler var. Buna inanmayan kimse, Osmanlıca öğrenmekte olan birkaç gençle konuşacak yahut Osmanlıca ders veren hocalarımızın herhangi birinden birkaç hatıra dinleyecek olsa, tereddütlerini bütünüyle izale edecektir. Onun için, anlık fotoğraflar her ne kadar bizi mirasımızdan çok uzakta gösteriyorsa da, büyük resme baktığımız zaman, temayülün tersine döndüğünü görebilir ve bundan meselâ yirmi-otuz sene yahut yarım asır kadar sonra manzaranın çok daha farklı bir fotoğrafa dönüşeceğini tahmin edebiliriz. Bir milletin tarihinde elli veya yüz senelik inkıtalar çok fazla birşey ifade etmez, büyük resmi değiştirmez. Millet, biraz gecikmeyle de olsa, bünyesine yabancı olanı mutlaka reddedecek ve kendisine ait olan değerlere dönecektir.

Bu arada olan kime olur denecek olursa:

Konuyla ilgili diğer bir yazımızda (bk. http://www.yazarumit.com/osmanlica-ve-risale-i-nur-nicin-bu-kadar-onemli/ ) delilleriyle açıkça gösterdiğimiz gibi, bir neslin geleceği, onun gençliğinde kullandığı dilin zenginliğine ve fikir yoğunluğuna doğrudan bağlıdır. Bu bilimsel gerçek ise, toplumun bu gidişini geriye döndürmek ve lisanımızı çoraklaştırmak için çabalayanlar hakkında hiç de uğurlu sayılmayacak bir âkıbeti haber veriyor:

Siz bugün kendi gençlerinizin beyinlerini çürütmek için vargücünüzle çalışırken, bizim gençlerimiz kendilerine ve milletlerine son derece parlak bir istikbal hazırlıyorlar. Çok uzak olmayan bir gelecekte sizin tantanalarınız dinip de herkesin takkesi önüne düştüğünde, siz de acı gerçekle yüzleşeceksiniz.

O zaman bizim nesillerimiz sizin nesillerinizi dövecek; söylemedi demeyin!

***

Konuyla ilgili diğer yazı:

http://www.yazarumit.com/osmanlica-ve-risale-i-nur-nicin-bu-kadar-onemli/

 

16 Ekim 2019 Çarşamba

Osmanlıca ve Risale-i Nur niçin bu kadar önemli?

Sadeleştirme” adı altında Risale- Nur’u hedef alan dehşetli bir suikastin hızını aldığı bir sırada, 2013 Mart’ında Son Devir’de yayınlandığı zaman, bu yazı bazılarını kudurtmuştu. Çok şükür ki, artık bu tür teşebbüsler önlenmiş bulunuyor. Daha da ötesi, o günden bu yana yüz binlerce genç Osmanlıca öğrendi ve bu rakam sürekli olarak yükseliyor. Bununla birlikte, yazıda dile getirmeye çalıştığımız bilimsel gerçekler, gelecek nesilleri tehdidi altında bulunduran tehlikenin vahametini ortaya koyuyor ve Risale-i Nur’un sadece iman kurtarmakla kalmayıp lisanımızı ve ruh sağlığımızı korumakta da yeri doldurulmaz bir hizmet ifa ettiğini gösteriyor.

ÜMİT ŞİMŞEK

İhtiyarlığınızda (eğer yolun başındaysanız, meselâ 60 sene sonra) sağlıklı bir beyin sahibi olup olmayacağınızı şimdiden bilmek mi istiyorsunuz?

Bugün neler okuduğunuzu söyleyin, yazdıklarınızı gösterin, yeter. Bu kadar bilgi, yarım asır sonraki durumunuz hakkında yüzde 85-90 isabet ihtimaliyle teşhis koymak için yetiyor.

David Snowdon tarafından gerçekleştirilen, yirmi yıldan fazla bir zamandır devam eden ve “Rahibe Araştırması” adıyla bilinen uzun soluklu bir çalışma, kişilerin kelime dağarcığı ve cümlelerindeki fikir yoğunluğu ile yaşlılıktaki kavrama yetenekleri arasındaki ilişkiyi inceledi. 75-106 yaş aralığındaki 678 rahibe üzerinde yapılan ve ölümlerinden sonra beyin otopsilerini de içine alan araştırmanın sonuçları arasında en çarpıcı olanı şu:

Gençliğinizde zengin bir kelime dağarcığına sahip iseniz; bir de okuduklarınız, yazdıklarınız ve konuşmalarınız uzun kelimeler ve uzun cümleler içeriyor ve yoğun fikirler taşıyorsa, yaşlanmaktan korkmayın. Çünkü bunama ihtimaliniz hemen hemen hiç yok demektir.

Buna karşılık, kelime dağarcığı sınırlı olan, kolay metinler okuyup bir-iki hecelik kısa ve basit kelimelerle konuşan kimselerin kavrama ve lisan becerileri yaşlılıkta hızla geriliyor ve Alzheimer bunlardan pek çoğunun kaçınılmaz âkıbeti oluyor.

Herkesin bu sonuçtan çıkaracağı bir ders var şüphesiz; araştırmayı yürüten Snowdon da bu hükümden hariç değil. Araştırmanın hikâyesini ayrıntılı bir şekilde anlattığı Aging with Grace adlı kitabında, Snowdon, bu neticeye vardıktan sonra meslektaşlarına şu soruyu sorduğunu naklediyor:

“Peki, çocuklarımız ne olacak?”

***

Bu, belki de David Snowdon’dan önce bizim sormamız gereken soru:

Bizim çocuklarımız ne olacak?

Türkçemizi arıtıp ayıklayarak içine sürükledikleri duruma ve bugün okunacak malzeme olarak ortada dolaşan şeylere bakacak olursak, ne kelime dağarcığı, ne de fikir yoğunluğu açısından çocuklarımızı parlak bir istikbalin beklemediği sonucuna varabiliriz. Bugün yapılan araştırmalar, yaşlı nüfustaki Alzheimer oranında Batıdan çok geri olmadığımızı, asıl vahim tabloların ise bundan yirmi otuz sene sonra çıkacağını gösteriyor. Medya ve eğitim sistemimizin sayesinde lisanımızın da bu tahminlerin gerçekleşmesine yardımcı olacak bir seyir takip ettiğini ayrıca belirtmeye ihtiyaç yok!

Elbette Türkçemiz bu duruma, dilin tabiî gelişmesi içinde kendiliğinden gelmedi. Harf devrimi ve öz Türkçecilikle başlayan ve sonra çeşitli kılıklara bürünerek hiç beklemediğimiz cephelerden bizi vuran bazı operasyonlar lisanımızı bu hale getirdi.

Alfabe değişikliği, bütün bir milleti bir gece içinde cahil duruma getiren ve daha ileri seviyedeki operasyonların tesirini peşin peşin sağlama alan, çok iyi düşünülmüş bir harekât idi. Gerçi öz Türkçeciliğin de bundan geri kalır tarafı yoktu. Çünkü Türkçenin fiil bakımından son derece zengin ve kıvrak, ama mücerret mefhumlar yönünden de bir o kadar yoksul bir yapıya sahip olduğunu, hiç şüphe yok ki, öz Türkçeciler de biliyordu. Ama bu yoksulluk, üzerimizde bir İlâhî lütuftan başka birşey değildi. Bu sayede biz mücerret mefhumlarımızı İslâmdan aldık ve kültürümüzü İslâmî mefhumların üzerine bina ettik. Neticede İslâm bizim ruhumuz, cesedimiz, etimiz, kemiğimiz oldu. Bu süreç içinde, üç dilin zenginlikleriyle yoğurulmuş, Osmanlıca denen harikulâde bir lisana sahip olduk. Ve bu lisanla biz sadece bir edebiyat değil, aynı zamanda bir de medeniyet inşa ettik. Fakat harf devrimi ile sadeleştirme cereyanları bizi yüzyıllar içinde ulaştığımız bir medeniyet seviyesinden aldı ve göz açıp kapayıncaya kadar taş devrine geri götürdü.

***

Dildeki bu çoraklaşmayı gerçekleştiren zihniyet, ne yazık ki, sadece bu operasyonları gerçekleştirenlere has kalmadı. Arkasından, dünün mirasını yarınlara ulaştırma istidadı taşıyan ne varsa, ya çürütülmek, ya da yozlaştırmak suretiyle tesirsiz hale getirilmek istendi. Bu operasyonların da önemli bir kısmında muvaffak olundu. Meselâ Elmalılı merhumun muhtevâsı kadar lisanıyla da harikulâde bir eser mahiyetindeki meşhur tefsiri, bir sadeleştirme furyası ile ortadan kaldırıldı. Artık isteseniz de bu tefsirin orijinalini bulamazsınız; insanlar daha az kelime ve daha az fikir yoğunluğu içinde Elmalılı’yı okuduklarını düşünerek beyinlerini dumura uğratmakla meşgul iken, hangi akıllı yayıncı orijinal Elmalılı tefsirini basmak için onca masrafın altına girer?

Bunun benzeri bir operasyon, bugünlerde Risale-i Nur Külliyatını hedef almış bulunuyor. Lisan bakımından en zengin, fikir bakımından en yoğun, edebî zevk bakımından en mütekâmil bir seviyeyi temsil eden bir şaheser, sığ bir dil ve düşünce dünyasında yetişmiş ellerde bu zenginliğinden ve yoğunluğundan soyutlanarak “sadeleştirilmiş” ve zevksizleştirilmiş şekilde, istikbalin nöroloji kliniklerine müşteri yetiştirmek üzere piyasaya sürülüyor. Bu suretle bir taraftan en muhteşem kültür ve medeniyet ürünlerimiz, diğer taraftan da nesillerimiz tahrip ediliyor. Aynen âyetin haber verdiği gibi:

“Bir iş başına geçtiği zaman, memlekette bozgunculuk yapmaya, ürünleri ve nesilleri helâk etmeye koşar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.” (Bakara, 2:205.)

Bu teşebbüslerin İsrail’i İslâm toprakları üzerinde meşru otorite ilân eden yerden kaynaklanması tesadüf müdür sanıyorsunuz?

 

 

14 Ekim 2019 Pazartesi

"Toplumsal cinsiyet" 2019'da tam gaz!

Çalışan annelere ayda 650 lira kreş yardımı yapılacağına dair Aile Bakanı tarafından yapılan açıklama, aile hayatını ve ona bağlı olarak bütünüyle toplum hayatını fesada uğratacağı gerekçesiyle yoğun tepkilere yol açtı. Açıklama Aile Bakanından geldiği için tepkilerin hedefinde de Bakan vardı. Ancak konu çoktan bir devlet politikası haline gelmiş ve Cumhurbaşkanlığının kamuoyuna açıklanan hedefleri arasında yer almış bulunuyor. Cumhurbaşkanlığı seçim kampanyasının vaadlerinden birisi de, “çalışan nüfus içinde kadın oranını yüzde 40’ın üzerine çıkarmak” şeklinde ilân ediliyordu. 2018 yılında yayınladığımız bir haberde, Cumhurbaşkanlığının 2019 hedefleri arasında yer alan ve Türk ailesinin geleceğini yakından ilgilendiren “hedeflere” şu şekilde temas etmiştik:

Feminist akımlar tarafından bayraklaştırılan ve mahut İstanbul Sözleşmesinin ruhunu teşkil eden “toplumsal cinsiyet eşitliği” Cumhurbaşkanlığının 2019 yılı programında da yerini aldı.

Programda, erken yaşta evlendiği için ırza tecavüz suçlamasıyla 10-15 yıllık hapis cezalarına çarptırılan 4 binden fazla gencin mağduriyetine yol açan uygulamaların da devam edeceği vurgulandı.

Çalışan nüfus içindeki kadın oranının arttırılacağı bilgisi de programda yer aldı.

Toplumsal cinsiyet eşitliği, bilindiği gibi, feminist akımlar tarafından, biyolojik cinsiyete karşı alternatif olarak geliştirilen ve erkek-kadın arasındaki farklılıkların toplum tarafından belirlendiğini öne sürerek bu farklılıkların giderilmesini hedef alan bir kavram olarak literatüre girmiş bulunuyor.[1] 27 Ekim tarihli Resmi Gazetenin mükerrer sayısında yayınlanan Cumhurbaşkanlığı 2019 yılı programında toplumsal cinsiyet konusu şu şekilde yer alıyor:

Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamaya yönelik politika ve programların hayata geçirilmesi için toplumsal cinsiyete duyarlı bütçeleme araçlarının kullanılması, kadınların işgücüne katılımının artırılması, sosyal güvencelerinin sağlanması ile iş ve aile yaşamının uyumlaştırılmasına yönelik modellerin geliştirilmesi, karar alma mekanizmalarında kadınların aktif olarak yer alması ve kadına yönelik şiddetin azaltılması sağlanacaktır.

İstanbul Sözleşmesine uyum yasası olarak çıkarılan ve yüz binlerce erkeğin zorla evden uzaklaştırılmasına, binlerce genç erkeğin de eşlerinin ırzına tecavüz ettiği iddiasıyla 10-15 yıl gibi ağır cezalara çarptırılmasına yol açan 6284 sayılı kanunun da 2019 yılı içinde toplum içinde yeni yaralar açmaya devam edeceği, programdaki şu ifadelerde ortaya çıkıyor:[2]

Erken Yaşta ve Zorla Evliliklerle Mücadele Strateji Belgesi ve Eylem Planı (2018-2023) uygulanacaktır: Erken Yaşta Evliliklerle Mücadele 11 Eylem Planları izleme çalışması yapılacaktır. Erken yaşta ve zorla evliliğin önlenmesi için çalışan kamu kurumları ve sivil toplum kuruluşları bünyesinde görev yapan hizmet sağlayıcılara (kolluk görevlileri, sağlık personeli, sosyal hizmet görevlileri, yargı personeli, mülki idare personeli, vb.) yönelik çalıştaylar, seminerler ve eğitimler düzenlenecektir.

. . .

Kadına yönelik şiddetle mücadele politikası kapsamında hazırlanan Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Ulusal Eylem Planı (2016-2020) ile Erken Yaşta ve Zorla Evliliklerle Mücadele Strateji Belgesi ve Eylem Planı uygulanmaya devam edilmektedir.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin vaadleri arasında bulunan ve “kadınların işgücüne katılma ve istihdam oranlarının yükseltilmesi” konusu da 2019 Cumhurbaşkanlığı yıllık programında yer aldı. Programda, çalışan kadın oranında görülen yükselme bir başarı olarak kaydedilmekle birlikte, Avrupa Birliği ülkelerine yetişmek için daha önümüzde mesafe bulunduğuna işaret ediliyor:

Ülkemizde kadınların işgücüne katılma ve istihdam oranları son yıllarda önemli bir artış göstermiştir. Türkiye’de 2017 yılında kadınların işgücüne katılma oranı bir önceki yıla göre 1,1 puan artarak yüzde 33,6 olarak gerçekleşmiştir. Kadın istihdam oranı ise 2017 yılında 0,9 puan artarak yüzde 28,9 olmuştur. AB’ye bakıldığında, 2017 yılında kadınların işgücüne katılma oranının yüzde 51,8 olduğu görülmektedir. AB ülkelerinde kadın istihdam oranı 2017 yılında 0,6 puan artarak yüzde 47,7 olmuştur.

Diğer taraftan, bu politikanın, Cumhurbaşkanı tarafından öteden beri dile getirilmekte olan “üç çocuk” hedefini baltalamakta olduğu da, programda zımnen ifade edilmiş bulunuyor:

Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) verilerine göre ülke nüfusumuz 2017 yılı sonunda 80,8 milyona ulaşmıştır. Uzun süredir azalma eğiliminde olan toplam doğurganlık hızı yenileme seviyesi (kadın başına 2,1 çocuk) civarında durağanlaşmış, 2017 yılında da kadın başına 2,07 çocuk düzeyinde gerçekleşmiştir. Doğurganlık hızındaki uzun süreli aşağı yönlü hareketin temel nedenleri kadınların eğitim seviyesinin yükselmesi ve işgücüne katılımlarının artması, şehirleşme, geniş aile yapısının azalması ve ortalama evlenme yaşının yükselmesi olarak görülmektedir.

Program, bu problemin çözümü olarak, “annelik” görevini kadınlardan devletin devralması formülünü esas alıyor:

Kreş ve gündüz bakım evlerinin desteklenmesi amacıyla özel sektöre yönelik teşvik uygulamaları hayata geçirilecektir. Yerel yönetimlere ait kreşlerin yaygınlaştırılması sağlanacaktır. Kamu sektörüne hizmet veren kreşlerin kontenjanlarının doldurulması amacıyla ilgili mevzuat gözden geçirilecektir.

***

Toplumsal Cinsiyetten Toplumsal Cinnete

“Toplumsal Cinsiyetten Toplumsal Cinnete” adlı kitaptan alınmıştır. Kitaba şu adresten erişebilirsiniz:

https://www.kitapyurdu.com/kitap/toplumsal-cinsiyetten-toplumsal-cinnete/511945.html&filter_name=toplumsal%20cinsiyetten%20toplumsal%20cinnete

 

 


[1] Konu ile ilgili bazı çarpıcı bilgiler için bkz.

https://yazarumit.com/bilim-tarihinin-en-ahlaksiz-deneyi-ve-gunumuzdeki-sonuclari/

https://yazarumit.com/bir-guncelleme-oykusu-2/

https://yazarumit.com/bati-tarafindan-hacklenmek-2053te-turkiye-nasil-bir-ulke-olacak/

 

[2] Bu konuya dair bilgi için bkz.

https://yazarumit.com/emine-karakayayi-hatirlayan-var-mi/

https://yazarumit.com/erkeklerin-kopek-kadar-degeri-yok/

https://yazarumit.com/sapikligi-korumakta-avrupayi-sollamisiz/

 

13 Ekim 2019 Pazar

Bütün ihtilâfların çözümü Resulullah'ın sünnetinde

Peygambere itaat konusu, Kur’ân-ı Kerimin üzerinde en güçlü bir şekilde durduğu konular arasında yer alıyor. 239’uncu Kur’an Buluşmasında okuduğumuz Nisâ sûresinin 64 ve 65’inci âyetlerinde de bu husus bütün açıklığıyla mü’minlere hatırlatılıyor ve ümmet içinde çıkan bütün ihtilâfların çözüm mercii olarak Resulullah’ın sünneti gösteriliyordu. Bu âyetlerin mealleri:

Biz hangi peygamberi gönderdiysek, Allah’ın izniyle kendisine itaat edilsin diye gönderdik. Eğer onlar da kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip Allah’tan af dileseler ve Peygamber de onlar için af dileseydi, elbette Allah’ı tövbeleri kabul edici ve çok merhametli bulacaklardı.

Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar aralarında başgösteren meseleler için senin hükmüne başvurup, sonra da senin vermiş olduğun hükme, gönüllerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar.

UTESAV organizasyonuyla MÜSİAD Genel Merkezinde gerçekleşen 239. Kur’an Buluşmasında bu âyetler ışığında yaptığımız tesbitlerin başlıcaları şu şekilde oldu:

  • Peygambere itaat Allah’a itaat ile eş tutulmuştur.
  • Allah’a ve Resulüne itaat hususunda ne Kur’an, ne de Hadis hiçbir sınırlama getirmemiştir. Her hususta mutlak itaat gereklidir.
  • Ümmet içinde kıyamete kadar çıkabilecek olan bütün ihtilâfların çözüm mercii Resulullah’ın sünnetidir.
  • Âyet, Resulullah’a hakemlik görevi verirken, ümmetini de onun verdiği hükme tam bir teslimiyetle itaat etmekle yükümlü kılmıştır.
  • Sünnetin hakemliğini ihmal ederek başka yollarda çözüm aramaya teşebbüs edenlerin buna muvaffak olamayacakları, âyetten açıkça anlaşılmaktadır. Bugünkü halimiz de bu gerçeği doğrulamaktadır.

Bu âyetleri okuduğumuz 239. Kur’an Buluşmasının tam video kaydını aşağıdaki bağlantıda bulabilirsiniz:

UTESAV’ın Erdemli Hayat projesi kapsamında cereyan eden Kur’an Buluşmaları, MÜSİAD’ın Çobançeşme’deki genel merkezinde Cumartesi sabahları 7:00-7:30 arasında sunulan ve simit-peynir-çaydan meydana gelen kahvaltıyı takiben 7:30’da başlıyor ve 9’a kadar devam ediyor.