SON EKLENENLER
latest

7 Kasım 2019 Perşembe

Bir deve sağımı cihad mı, yetmiş senelik namaz mı?

– Ümmetin en küçük bir meselesini en büyük bir şahsî kemalât meselesinden daha üstün görmekte zorlanıyorsanız,

– Maddî veya manevî cihadın her türlüsüne ait en cüz’î bir hizmeti, bir faaliyeti, bir yardımı, bir desteği en büyük bir velâyet mertebesine tercih etmek hususunda zaman zaman tereddütler yaşıyorsanız,

– “Şunu şu kadar okursan veya şu kadar namaz kılarsan bu kadar sevap kazanırsın” şeklinde internette dolaşan ve çoğu zaman kaynağı ve sıhhati de şüpheli bulunan vaadlerin cazibesine kapılarak vaktinizin çoğunu şahsî kemalâtınıza ayırıyor ve bu sebeple cihad kıymetindeki hizmetlerin bir kısmından geri kalıyorsanız,

– “Böyle küçük meseleler için kıymettar vaktimi sarf etmektense, o çok kıymetli vaktimi zikir ve fikir gibi kıymettar şeylere sarf edeceğim deyip çekilerek ittifakı zayıflaştırmayınız; çünkü bu manevî cihadda küçük mesele zannettiğiniz, çok büyük olabilir” şeklindeki ikazların ciddiyetini her zaman iç âleminizde yeteri kadar yankılanmıyorsa,

– Ehl-i imanın her cepheden gelen en şiddetli maddî ve manevî saldırılara maruz kaldığı bir zamanda bu ümmetin imanına, birliğine, maddî ve manevî kurtuluşuna yönelik hizmetlerden herhangi birinin bir köşesinden bir günlüğüne, birkaç saatliğine, birkaç dakikalığına tutuvermenin Allah katında nasıl bir değer taşıdığını kesin bir haberden öğrenmek istiyorsanız, lütfen şu hadis-i şerifi okuyunuz ve okutunuz:

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor:

Resulullah’ın (s.a.v.) ashabından bir adam, bir vadiden geçerken bir tatlı su pınarına rast gelmişti.

Suyun güzelliği çok hoşuna gitti ve “Keşke insanlardan uzaklaşıp da şu vadide yerleşsem” diye içinden geçirdi. “Ama Resulullah’tan (s.a.v.) izin almadan olmaz” dedi.

Resulullah’a (s.a.v.) bunu anlatınca, o buyurdu ki:

“Bunu yapma. Çünkü sizden birinin Allah yolunda bulunması, evinde yetmiş sene namaz kılmasından daha üstündür. Allah’ın sizi bağışlayıp Cennete sokmasını istemez misiniz? Siz Allah yolunda cihad edin. Çünkü velev bir deve sağacak kadar zaman bile olsa Allah yolunda savaşana Cennet vacip olur.”

Tirmizî, Fedâilü’l-cihad: 17 (no. 1650)

6 Kasım 2019 Çarşamba

Şeriat rahmettir

ÜMİT ŞİMŞEK

Şeriatın değerini anlamak için birçoğumuzun kafasına saksı düşmesi gerekiyor. Çünkü Şeriati bir tür ceza hukuk sistemi zannediyoruz; bir de merhamet duygumuz yönünü şaşırmış bulunuyor.

Şeriat karşıtı bir gazetenin kendisini “laik” olarak tanıtan bir yazarı da İstanbul trafiğinde bunalınca Şeriatten imdad istemek zorunda kalmış. Sayın yazar, haklı olarak, bu dinin trafikte işlenen hatâlara karşı birer müeyyidesinin olması gerektiğini savunuyor.

Şeriati bir ceza hukuku sistemi olarak görmenin yanlışlığını bir tarafa bırakacak olursak, burada bir hakikat yakalanmış görünüyor. Bu hakikat, Şeriatin adalet ile iç içe tecellî eden rahmet yönüdür. Lâkin bu da ancak mağdurun bakış açısından net olarak görülebiliyor; zaman zaman saksıya duyulan ihtiyaç, işte bu bakış açısını yakalayabilmek içindir.

***

Şeriatin ne olup ne olmadığı konusuna girecek olursak, kolay kolay çıkamayabiliriz. Onun için, bir mânâda Şeriatin baştan başa rahmet demek olduğunu belirtmekle yetinelim. Şeriat rahmettir, çünkü onunla insan Âlemlerin Rabbine muhatap olma şerefine erişir, onunla iki dünyanın saadetine kavuşur, onunla Rabbinin en yüksek seviyedeki lütuf ve ihsanlarına mazhar olur.

Şeriatin bu dünyada insana lâyık gördüğü bir hayatın temel şartları ise huzur ve güvenliktir. Şeriatin öngördüğü toplum, insanların “Başıma birşey gelir mi?” endişesini taşımadan gece gündüz sokağa çıkabildiği, kimse tarafından rahatsız edilmeden evinde oturabildiği, gözü arkada kalmadan evini ve dükkânını kapatıp istediği yere gidebildiği bir toplumdur.

Böyle bir toplumda, bir kısım kafadarlar bir araya gelip de canının istediği yolu trafiğe kapatamaz; kapatmaya kalkarsa, Şeriatin buna müsamahası olmaz.

Böyle bir toplumda, bir kısım insanlar “hak arama” bahanesinin ardına sığınarak devletin veya şahısların mallarına zarar veremez, dükkânları yakıp yıkamaz, kimseyi korkutamaz, insanların ticaretine, alışverişine, ekmek parasına mâni olamaz. Bunları yapacak olanların Şeriat elini, ayağını, hattâ kafasını keser. (Bkz. Bir Mesaj Âleti Olarak Fesat.)

Toplumun huzur ve güvenliği söz konusu olduğunda, bir tercih karşısındayız demektir:

Kime merhamet edelim? Mâsumlara mı, yoksa suçlulara mı?

Şeriatin tercihi bellidir: O, toplumu merhamet kanatları altına alır, toplumun huzurunu bozan suçluya da adaletin kılıcını gösterir.

Hak arama, özgürlük gibi etiketler altında bir azgınlar güruhunu koruyup kollayanlar ise bunun tersini yapıyorlar:

Onlar suçluya merhamet gösterirken, suçsuz bir topluma karşı merhametsizlik ediyorlar. Böyle yapmakla, Şeriate yakıştırdıkları “şiddet”ten uzaklaşmış olmuyorlar, sadece onun yönünü değiştiriyorlar — üstelik lâyık olmayan tarafa doğru! Şimdi biz bu anlayışın meyvelerini, himaye gören suçlular ile huzurdan mahrum kitleler halinde topluyoruz.

***

Fakat toplumun vicdanı, bütün bu yoğun propagandalar arasından da göreceğini görüyor.

Aynı Şeriat karşıtı gazete, İran’daki bir infaz sahnesini yorumlu ve yönlendirici şekilde “vahşet” olarak sunduğu zaman, kendi okuyucusundan bile hiç umulmadık tepkiler alıyor ve haberin altı, bu infaz sahnesini tasvip eden yorumlarla doluyor. (Bkz. http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=11762071&tarih=2009-05-31 ).

Henüz “Kısasta hayat var” (Bakara, 2:179) hükmünü tasdik edecek seviyeye ulaşamamış olanlara gelince:

Onları da, en sonunda, Türkiye’nin bütün dağlarındaki toplam ayı nüfusundan daha fazlasını barındıran İstanbul trafiği insafa getiriyor ve “Neredesin Şeriat?” diye bağırtıyor.

5 Kasım 2019 Salı

Allah'ın ikramı işte böyle olur!

Kim âhiret kazancını isterse, Biz onun kazancını arttırırız.
Kim bir iyilik yaparsa, Biz onun güzelliğini daha da arttırırız.
O, iman edip güzel işler yapanların dualarına cevap verir; lütfuyla onlara istediklerinden fazlasını da verir.
Şûrâ Sûresi, 42:20, 23, 26

ÜMİT ŞİMŞEK

YUKARIYA aldığımız cümleler, aynı sûre içinde, çok kısa aralıklarla birbirini takip eden üç ayrı âyet içinde yer alıyor. Hepsi bir sayfalık bir aralık içinde geçen bu cümleler ortak bir özelliğe sahip:

Hepsinde de “fazlalık” müjdesi var.

Bunlardan birincisinde, âhiret kazancına talip olan ve bunun için çalışan kullara, hak ettikleri ödülden daha fazlası vaad ediliyor. Nitekim bu vaad daha başka yerlerde de ayrı ayrı vurgulanmıştır. Bu âyetlerden birinde, Allah huzuruna bir iyilikle gelen kimse on misli ödülle müjdelenmekte,[1] bir başka âyette ise, yedi yüz kat ödülden söz edilmektedir.[2] Âyetlerin gelişinden ve bu konuya değinen pek çok hadis-i şeriften anlıyoruz ki, vaad edilen ödülün alt sınırı on kattır; fazlalıkta ise bir sınır konmamıştır; bu tamamen Allah’ın lütuf ve keremine bağlıdır. O, dilediği kuluna, onlarca, yüzlerce, binlerce veya hiç hayallerden geçmeyecek bir fazlalıkla mükâfat verir.

Şûrâ Sûresinin âyetinde “Biz onun kazancını arttırırız” buyurulduktan hemen sonra, üç âyet ileride, yine bir fazlalıktan söz ediliyor:

“Kim bir iyilik yaparsa, Biz onun güzelliğini daha da arttırırız.”

Yani, yapılan bir iyilik, bir iyilik olarak kalmayacak, Allah onu arttırdıkça arttıracak, hem de bir güzellikle arttıracak, onu daha da güzelleştirecek, bir güzellik içinde ziyadeleştirecektir. Bu ifadede, aynı zamanda, iyilik yapan kulun iyilik yapma yeteneğinin arttırılması anlamı da vardır ki, ödülü asıl katlayan şey de budur. Çünkü yapılan her iyiliğe zaten kat kat sevap vardır; iyilik yapma yeteneğinin arttırılması ise, zaten kat kat artacak olan ödüllere vesile olan şeyin de katlanarak artması demektir. Tabii ki, artan iyilikler de Yüce Allah’ın lütuf ve ikramını celb edecek ve onlar da yine güzellik içinde artışlara vesile olacaktır. İnsan, Rabbinin lütfuyla iyilik ve güzellik yoluna bir kere girmeyegörsün, o kerem deryasından nasibine düşecek şeyi hangi akıl hesaplayabilir, hangi hayal kuşatabilir?

Şûrâ Sûresinin 23’üncü âyetinde bunu müjdeleyen Yüce Allah, üç âyet sonra, kullarına bir başka fazlalık vaad ediyor:

“O, iman edip güzel işler yapanların dualarına cevap verir; lütfuyla onlara istediklerinden fazlasını da verir.”

Lütuf ve ikramların artışına bir bakın:

Önce bir kazanç artışı.

Bir iyiliğe kat kat ödül.

İyilik yeteneğini arttırarak ödülde artışı daha da hızlandırmak.

Ayrıca kuluna bir de dua nimetini bağışlayarak “İşte kapım, istediğin zaman çekinme, çal” diye, Yer ve Gökler Rabbinin dergâhını göstermek.

Üstelik duaya bir de cevap taahhüt etmek.

Daha da ötesi, dua edenin istediğinden daha fazlasını vaad etmek…

Artık bundan daha fazlası nasıl olabilir diye insanın düşünecek takati kalmıyor.

Yalnız şu kadarını anlıyor insan:

Bu dünyada ne var ise, bitmez tükenmez kerem sofralarından bir lokma imiş.

Ve bu dünyaya gelişimiz, arkadan açılacak büyük sofralar için bir davet içinmiş.

Geri kalan herşey bir bahaneden ibaretmiş!


[1] En’âm Sûresi, 6:160.

[2] Bakara Sûresi, 2:261.

3 Kasım 2019 Pazar

Savaş izninin veriliş zamanıyla ilgili hikmetler

Allah’ın Resulü (s.a.v.) ile ona iman edenler, İslâmın ilk günlerinden itibaren şiddetli düşmanlıklara ve baskılara maruz kaldılar. Ancak Müslümanlara şiddetin her türlüsünü uygulayan müşriklere fiilen karşı koyma ve savaşma izni, belirli bir zaman sonra verildi.

Bu arada Müslümanlar boş durmadılar. İnen âyetlerin ve Resulullah’ın irşadıyla, muhteşem bir medeniyetin kuruluşunda rol oynayacak bir formasyon kazandılar.

Tabii ki bu kolay bir süreç değildi; onlar bir yandan da düşmanlıkların en şiddetlisine maruz kalıyorlar, ancak bu ağır şartlar onların daha da sağlam ve güçlü bir yapı kazanmalarına yardımcı oluyordu. Bilhassa namazın ve zekâtın bu eğitimde çok önemli bir rolü vardı.

Nihayet, İlâhî iradenin belirlediği vakit geldiğinde, savaş izni verildi ve bu izinle birlikte Müslümanlar düşmanlarına maddî kuvvetle karşı koymaya ve zafer üstüne zaferler kazanmaya başladılar.

Ancak savaş izni ve emri, herkesi birden hoşnut etmemişti. İşin garip tarafı, daha önce “Niçin hâlâ savaşmıyoruz?” deyip duran bir kısım insanların da savaşla emrolundukları zaman işi ağırdan almalarıydı.

Nisâ sûresinin 75-77. âyetleri, işte bu tip kimselerin durumlarını ele alarak, mü’minlere yaraşan şeyin, zulüm altında inleyen kardeşlerinin yardımına koşmak ve gerektiğinde de bu uğurda savaşmak olduğunu bize hatırlatıyor.

Aşağıda meâlini bulacağınız bu âyetleri, 2 Kasım Cumartesi günü UTESAV organizasyonuyla MÜSİAD genel merkezinde gerçekleşen 242’nci Kur’an Buluşmasında okuduk ve konuyla ilgili sorulara cevap aradık, İslâm âlimlerinden bazı önemli tesbitleri aktardık.

Size ne oluyor ki Allah yolunda savaşmıyorsunuz? Oysa çaresiz erkekler, kadınlar ve çocuklar, “Ey Rabbimiz! Ahalisi zalim olan bu beldeden bizi çıkar. Bize yüce katından bir dost gönder; yüce katından bir yardımcı gönder” diye dua edip duruyorlar.

İman edenler Allah yolunda savaşırlar. İnkâr edenler ise tâğutun yolunda savaşırlar. Siz de şeytanın dostlarıyla savaşın. Gerçekte, şeytanın hilesi pek zayıftır.

Vaktiyle kendilerine “Ellerinizi savaştan çekin; namazı kılın, zekâtı verin” denilen kimseleri görmedin mi? Onlara savaş farz olduğunda, içlerinden bir zümre, Allah’tan korkar gibi, hattâ daha da şiddetli bir korkuyla insanlardan korkuyorlar ve diyorlar ki: “Rabbimiz, bize niçin savaşı farz kıldın? Keşke yakın bir zamana kadar bize biraz daha mühlet verseydin!” De ki: Dünyanın safâsı pek azdır. Âhiret ise, takvâ sahipleri için daha hayırlıdır; orada kıl kadar bir haksızlığa uğramayacaksınız.

242’nci Kur’an Buluşmasının kesintisiz video kaydını aşağıdaki bağlantıda izleyebilirsiniz:

Kur’an Buluşmaları, Cumartesi sabahları 6:50’de kılınan sabah namazından sonra simit-peynir-çaydan meydana gelen bir kahvaltı ikramını takiben 7:30’da başlıyor ve 9:00’a kadar devam ediyor.

Programda hanımlar için de yer ayrılmış bulunuyor.