Diyanet'e ve İlâhiyatçılara: Bu âyetler neyi anlatıyor?

ÜMİT ŞİMŞEK

Aylardır depremle ilgili olarak konuşulanlar ve yazılıp çizilenlere toplu bir şekilde bakınca, “28 Şubat’tan bu yana ne değişti?” sorusu zihnimizi kurcalamaya başlıyor.

O günleri yaşayanlar hatırlayacaklardır: Depremin İlâhî bir ikaz olduğunu söylemeye teşebbüs etmek, insanın başını derde sokmaya yeten bir iş halini almış ve bazılarımızın başını gerçekten de derde sokmuştu. Buna karşılık bir kısım ekransever ilâhiyatçılarımız, İlâhî ikaz veya cezadan söz etmek bir yana dursun, neredeyse Allah’ın depremlerle hiçbir ilgisinin bulunmadığı mânâsına gelecek açıklamalarla günün yönetimini hoşnut etme yarışına çıkmışlardı. Bu arada, resmî politikayı dinî yönden gerekçelendirmeye matuf bir Cuma hutbesi de tedavüle sokulmuştu.

Yirmi yılı aşkın bir zaman sonra yine aynı manzarayla karşı karşıyayız:

Konuşabilen ilâhiyatçılarımız 28 Şubat’ın mazide kalmış olması gereken resmî görüşüne gerekçe yetiştirmeye çabalıyor. Meselâ bunlardan bir tanesi “Bilimsel Zihniyet Yoksunu Kafalar depremlerin gerçekleşmesini dini gerekçelere bağlamaktadır” diyor ve bu “kafaları” susturmak için yöneticileri göreve çağırıyor! Fakat konuşma hakkı aynen 28 Şubat’taki gibi tek taraflı: “İlâhî uyarı” sözünü ağzına alan öğretim üyesi ânında linç kampanyasının hedefi haline geliyor. Saldırılar sadece sosyal medyanın şuursuz infaz ekiplerinden gelmiyor; öğretim üyesinin mensup olduğu üniversite de “ivedilikle inceleme başlattığını” iftiharla açıklarken, henüz gerçekleşmemiş incelemeden çıkacak sonucu da aynı açıklamanın üslûbuyla ilân ediveriyor! Bu histerik atmosferde insan bir aklıselim çağrısını Diyanet İşleri Başkanlığından bekliyor, lâkin o da konunun manevî yönüne hiç temas etmeyen bir hutbe ile oyuna giriyor; hattâ bununla da yetinmeyip, depremin münhasıran maddî tedbirlerle ilgili bir mesele olduğu fikrini işleyen ikinci bir hutbe ile bu meseledeki konumunu iyice pekiştiriyor.[1]

***

Bu kavgadaki tarafları birbirinden ayıran en önemli özellik şu:

Konuya İlâhî ikaz açısından yaklaşanlardan hiçbirinin, meselenin bilimsel yönünü reddettiklerini görmüyoruz. Buna karşılık, “bilimsel” açıdan yaklaştıklarını söyleyenlerden de, meselenin manevî bir yönü olabileceğine dair tek bir söz işitmiyoruz.

Oysa herkesten önce Diyanet ve İlâhiyat camiasının bildiği ve bildirmesi gerektiği gibi, burada söz konusu olan, Allah’ın “tekvinî” ve “teşriî” olmak üzere iki tür kanunudur. Bunların ikisi de itaat ister, ikisinin de itaat ve isyan karşısında ödül ve cezası vardır. Şu farkla ki, tekvinî kanunlara itaat veya isyanın neticeleri âcil olarak bu dünyada görülür; teşriî kanunlarda ise hesabın tam olarak görülmesi âhiret âlemine bırakılmış bir iştir. Bununla beraber, teşriî kanunlara isyana karşılık uyarı veya cezalar bazan kısmen bu dünyada görülebilir. Bu gerçeğe işaret eden birçok âyetten bir tanesi de Şûrâ sûresinin “Başınıza ne musibet gelirse, kendi elinizle işledikleriniz yüzündendir” meâlindeki 30. âyetidir.[2]

Doğal felâketler olarak adlandırılan olaylar, her iki yönden de ele alınmayı ve tedbirli bulunmayı gerektiren olaylardır. Bu yönlerden herhangi bir tanesinde gösterilecek olan ihmal, diğer yöndeki tedbirlerle kapatılamaz. Siz Allah’ın teşriî kanunlarına riayet ederek günahlardan bir evliya hassasiyetiyle kaçınacak olsanız bile, bu yöndeki itaatiniz, kötü zeminde kötü malzemeyle kötü bir şekilde yapılmış bir evde oturmak gibi bir ayrıcalığı size sağlamaz. Bunun tersi de aynı derecede geçerlidir: Hiç kimse, teşriî kanunlara olan inkâr ve isyanını tekvinî kanunlara itaatle kapatıp da kendisini bu dünyada başına gelebilecek her türlü ikaz ve cezadan korunmuş sayamaz.

***

Bu manzara karşısında, bilim adamlarının doğal felâketlerden söz ederken konunun maddî tedbir yönünü dile getirmelerinde ve yaygınlaşmış ihmaller karşısında sürekli olarak bu tedbirleri vurgulamalarında yadırganacak bir taraf yoktur; bundan konunun manevî yönünü inkâr mânâsı çıkmaz. Buna karşılık, milletin manevî hayatıyla ilgili olarak omuzlarında büyük sorumluluklar taşıyan ilim ve diyanet ehlinin de teşriî kanunlar cephesini tamamlayıcı bir fonksiyonu yerine getirmeleri beklenir; ve onlar bu yöndeki ihmallerinden dolayı ciddî şekilde suçlanırlar. Çünkü onların ihmalleri, sıradan insanların ihmalleriyle kıyaslanamayacak ölçüde felâketleri davet etme potansiyeline sahiptir.

Bununla birlikte, meselenin manevî yönüne en küçük bir işarette bulunmanın dahi saniyeler içinde amansız bir linç kampanyasını tetiklediğini gördükçe, “Acaba bizim kaçırdığımız birşey mi var?” diye düşünmekten insan kendisini alamıyor. Eğer öyleyse ve bizim gerçekten kaçırdığımız birşeyler varsa, o takdirde Kur’ân-ı Kerimin en önemli mesajlarını içeren ve neredeyse tamamı doğal felâketlerle gerçekleşmiş helâk vak’alarını içeren kıssalarında akıl erdiremediğimiz şeyler anlatılıyor demektir. Bu durumda, bizim sıradan vatandaşlar olarak, Diyanet ve İlâhiyat ehlinden şu sorumuza cevap isteme hakkımız doğuyor:

Şu âyetlerde ne anlatıldığını bize anlatır mısınız? Özellikle Hicr sûresinin âyetlerinde “sağlam evler inşa edenlerin de helâk edildiğinden” söz edilmesi bizim kafamızı karıştırıyor; aydınlatıcı açıklamalarınızda lütfen bunu da dikkate alınız:

Keşke sizden önceki nesillerden, yeryüzünde bozgunculuğun önüne geçecek söz sahibi insanlar olsaydı! Lâkin, onlardan kurtuluşa erdirdiğimiz pek azı bunu yaptı. Zulmedenler ise daldıkları refahın peşine düştüler de mücrim olup çıktılar.

Yoksa Rabbin, ahalisi düzgün kimseler olduğu halde beldeleri haksız yere helâk edecek değildi.

Hûd, 11:116-117

 

Onlar hiç yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin âkıbetlerine bakmadılar mı? Oysa onlar kendilerinden daha güçlüydüler; toprağın altını üstüne getirmişler ve yeryüzünü bunlardan daha fazla imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri apaçık deliller getirmişti. Allah elbette ki onlara bir haksızlık edecek değildi; fakat onlar kendilerine zulmedip duruyorlardı.

Rum, 30:9

 

Senden önce de kendi kavimlerine Biz peygamberler gönderdik de onlara apaçık âyetler getirdiler. Sonra da cürüm işleyenlerden intikamımızı aldık. Mü’minlere yardım etmek ise üzerimize bir hak olmuştu.

Rum, 30:47

 

Âd ve Semud kavimlerini de helâk ettik ki, meskenlerinin hali size bunu açıkça göstermiştir. Şeytan onlara yaptıklarını süsledi ve onları yoldan çıkardı. Oysa onlar gerçeği görebilecek kimselerdi.

Karun’u, Firavun’u, Hâmân’ı da helâk ettik. Halbuki Musa onlara apaçık deliller getirmiş, onlar ise o ülkede büyüklük taslamışlardı. Fakat azabımızdan kaçamadılar.

Onların hepsini de günahlarıyla yakaladık. Kiminin başına taş yağdırdık. Kimini o korkunç ses yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de boğduk. Allah onlara haksızlık etmedi; onlar kendilerine zulmedip duruyorlardı.

Ankebût, 29:38-40

 

İçlerinden bir topluluk, onları sakındırmaya çalışanlara, “Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir azapla cezalandıracağı bir kavme niçin öğüt verip duruyorsunuz?” dediklerinde, onlar dediler ki: “Rabbimize karşı bir özür olsun diye. Bakarsınız, onlar da Allah’a karşı gelmekten sakınırlar.”

Onlar kendilerine verilen öğütü unuttuklarında, Biz de kötülükten sakındıranları kurtardık; zulmedenleri ise, yoldan çıkmaktaki ısrarları yüzünden, şiddetli bir azapla yakaladık.

A’râf, 7:164-165

 

Hicr ahalisi  de peygamberlerini yalanlamıştı.

Biz onlara âyetlerimizi verdik; onlar ise bundan yüz çevirdiler.

Onlar dağlardan güvenli evler yontarlardı.

Onları da bir sabah vakti o korkunç ses yakaladı.

Kazandıkları şeylerin onlara hiçbir faydası olmadı.

Hicr, 15:80-84


[1] 31 Ocak 2020 tarihli hutbe metni için bkz. http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/HutbelerListesi/Afetlere%20Kar%C5%9F%C4%B1%20Bilin%C3%A7li%20Olal%C4%B1m.pdf

16 Ağustos 2019 tarihli hutbe için bkz. http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/HutbelerListesi/Gu%CC%88venli%20Bir%20Hayat%20I%CC%87c%CC%A7in%20Afetlere%20Haz%C4%B1r%20Olal%C4%B1m.pdf

[2] Âyetin devamındaki “Üstelik birçoğunu da Allah affeder” ifadesi ise burada söz konusu olan günahların sadece teşriî kanunlarla ilgili bulunmadığını açıkça gösteriyor. Ayrıca bu âyetle ilgili olarak Hz. Ali’nin Resulullahtan (s.a.v.) rivayet ettiği hadis-i şerif de hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kadar açıktır: “Kim dünyada bir günah işleyip de bunun cezasına uğrarsa, Allah onu âhirette ikinci defa cezalandırmayacak bir adalet sahibidir. Kim bir günah işler de Allah onu örter ve bağışlarsa, Allah bağışlamış olduğu şeyi âhirette cezalandırmayacak bir kerem sahibidir.” (Hakim, Müstedrek, 2:483, no. 3664.)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kur'an mealleri din eğitiminde baş köşeyi almalı

Ramazan'ımız Kur'an ayımız olsun