Bir mevsimin sözcüsü



ÜMİT ŞİMŞEK

BAHAR macerasını Cem gelincikte bırakmadı. Küçüklü büyüklü, rengârenk çiçeklerin her biriyle baharı ayrı ayrı yaşadı. Onlardan her biriyle dünyaya tekrar gözünü açtı. Her birinden birşeyler dinledi. Her biriyle dünyaya birşeyler anlattı. Dinledikleri de, anlattıkları da çok büyük şeylerdi. Alelâde insanlar, onu sadece bir çiçek olarak görseler de, Cem’in bulunduğu yerde bir çiçek bir dünya olup çıkıyordu.

“Şimdi yolculuk nereye?”

Bu soruyu kimi zaman içindeki Uzaylı sordu, kimi zaman da Cem içindeki Uzaylıya sordu. Yolculuk hiç bitmedi, biteceği de yoktu. Sorulacak bir soru varsa, o da yolculuğun yönü ile ilgiliydi. Böylece bir bahar geldi ve geçti. Gelip geçen baharı adım adım izledi Cem. Her gün, sürekli bir maceranın yeni bir bölümü oldu. Her bölüm, bir önceki kadar ilginç ve anlamlı hikâyeler sundu Cem’in meraklı ruhuna. Böylece mevsim gelip yaza dayandı.

“Bıktığın oldu mu hiç?”

“Daha doymadım ki!”

Uzaylı Cem’in niyeti, bu seyahatleri bütün bir seneye yaymaktı. Yalnız alışkanlık yapıp yapmadığını bilmek istiyordu. Bu dünyalıların bir kötü huyu varsa, o da tekrarlanan şeyleri olağan olarak görmeleriydi. Fakat Cem alışkanlık duvarını çoktan aşmıştı.

***

“Dinle, bak!”

Uzaylı işaret etti, Dünyalı dinledi.

Sesin geldiği yeri tam olarak kestiremedi Cem. Ağaçların bulunduğu yerden geliyor gibiydi; fakat yaklaşınca yönünü kaybediyordu. Gün boyu dinledi Cem. Gece de öyle. Derinden derine yankılanan, yaz gecelerinin alâmet-i farikası haline gelmiş bir sesti bu.

“Tuhaf,” dedi Cem. “Hem de çok tuhaf.”

“Nedir tuhaf olan?”

“Bu sesin bende uyandırdığı duygular. Bir çelişki var bu işte.”

Cem uzakları uzun uzun dinledi.

“Bir yandan yaz gecelerinin esintileriyle, hanımeli kokularıyla karışmış bir hoş hatırası var bu seslerin. Ama duyar duymaz insan bu sesin sahibi hakkında benliğine yer etmiş bir ön yargıyı hatırlamadan da edemiyor doğrusu.”

Cem’in hayali ilkokul günlerine gitti.

Bütün yaz boyunca harıl harıl çalışan bir karınca ile aylak aylak ötüp duran bir böcek vardı okudukları hikâyede. Ötüşünün hiçbir amacı yoktu böceğin. Sadece tembelliğinden ötüp duruyordu. Kış gelince tembelliğinin sonucunu görmüş, ama iş işten de geçmişti. Karınca ise çalışkan olduğu kadar da bencil ve acımasızdı. Kendisinden birkaç lokma ödünç isteyen ağustosböceğini “Bütün yaz keman çaldın, şimdi de oyna bakalım” diye tersliyordu.

“Bu ikilemi çözmenin bir yolu var; onu da biliyorsun” dedi Uzaylı Cem.

***

Küçük, incecik bir testereydi ağaç dalının kabuğu üzerinde çalışan. Bir santim kalınlığındaki dalın üzerinde binlerce defa gitti, geldi ve boylu boyunca bir yarık açtı. Açılan yarık, birkaç yüz ağustosböceği yumurtasını barındıracak bir yuvacıktı. Dal üzerinde işleyen testerecik ise, anne ağustosböceğinin yumurtlamakta kullandığı “ovipositor” adı verilen bir organından başka birşey değildi.

Yumurtalar yaz ortalarındaki bir zamanda düştü ağacın dalında açılan yuvaya. Ve orada altı hafta kadar kaldı. Sonra, yumurtalardan birer birer yavrular belirdi. Henüz böcek değildi yavrular; böcek olmak için önlerinde uzun mu uzun bir yol vardı.

Önce toprağa düştüler yeni bir doğuş için.

Düşen yavrular toprağa daldılar, ağacın köklerine doğru. Ne aradıklarını, ne yapacaklarını biliyorlardı.

Her biri ağacın köklerinden bir yere tutundu, orada kendisine bir yer edindi.

Bir yandan köklerin topladığı besinden kendi payını alıyordu genç böcek, bir yandan da yaratılıştan yaratılışa geçiyordu.

Günler, aylar, yıllar böylece geçti.

Galiba üç sene sonraydı — yoksa beş mi? Her ne ise, yaz mevsiminin günlerinden bir gün, ortalıkta yağış tehlikesi olmadığı bir sırada işaret aldı böcekler.

O sırada çoğu yerin bir metre kadar altındaydı.

İşareti alan, toprağı kazmaya başladı. Yerin altında, aynı anda binlerce tünel açılmaya başladı.

Kazdılar ve tırmandılar. Milim milim yükseldiler yıllar önce hayata gözlerini açtıkları dünyaya doğru.

Fakat bu defa farklı bir kılıkla çıkıyorlardı.

Üstelik çıktıkları kılıkta da fazla kalmayacaklardı.

Toprak delik deşik oldu. Deliklerden böcekler belirdi. Bir dağ yamacında hiç kusursuz bir haşir provası yaşandı. Çıkan niçin çıktığını ve ne yapacağını biliyordu.

Böceklerin her biri kendisine bir bitki veya ağaç gövdesi buldu, ona tırmandı. Tırmandığı yerde üzerindeki elbiseyi çıkardı.

Ortaya çıkan, saydam kanatlı, siyah beneklerle süslenmiş yeşil bedenli, çıkık gözlü birer ağustosböceği idi.

Her biri bir görevle gelmişti ağustosböceklerinin. Dişileri yumurta yapacak, erkekleri de yaz semâlarını tesbihatıyla çınlatacaktı.

Cem önce bir ağustosböceğini dinledi.

Gerçi bir mi, bin mi, ayırt edilecek gibi değildi. Çünkü ses stereofonikti. Parmak kadar böceğin karnına iki tane davul derisi gerilmiş ve bunların titreşimiyle stereo yayın yapan bir stüdyo kurulmuştu. Evet, ağustosböceği yayın yapmak üzere düzenlenmişti — karınca nasıl kırıntı toplamak için yaratılmışsa. Kimsenin ne kimseye bir üstünlüğü vardı, ne de kimseden aşağı kalır tarafı.

Bir ağustosböceğinin yanına, önce bütün bir ağaçtakileri, sonra bütün yamaçtakileri kattı Cem.

Koca bir yamacın dile geldiğini işitti.

Gerçi herkes kendi diliyle konuşuyordu orada. Konuşulanların kimi işitiliyor, kimi görülüyor, kimi tadılıyor, kimi hissediliyordu.

Bütün bunların yanı sıra, tatlı dilli, hoş sadalı tercümanları da vardı konuşanların.

Hiç kuşku yok, ağustosböceği de onlardan biriydi.

Onda kardelenin anlattıklarını dinledi Cem. Sonra gelincikleri dinledi. Başka çiçekler, ağaçlar, bitkiler, kelebekler, böcekler, toprağın ve havanın zerreleri ve daha niceleri, bir böceğin sesindeydi.

Günler ve geceler boyu göklere ve yere seslendi ağustosböceği. Şakıdı, şakıdı, şakıdı.

Yakından dinleyenler, sadece birkaç ağaçtan gelen sesin, insana başkaca birşey işittirmeyecek kadar yüksek olduğunu fark ediyorlardı. Fakat ne kadar yüksek olsa, ses asla rahatsız edici değildi.

Herşeyden önce yabancı değildi bu ses. Buranın, bu yamacın, bu dünyanın sesiydi.

Kimi zaman başka böcekler katıldı ağustosböceğine, kimi zaman çeşit çeşit kuşlar.

Fakat o hep oradaydı.

Susmadı, yorulmadı, acıkmadı.

Altı hafta boyunca yemeden, içmeden anlattı durdu ağustosböceği.

Ömrünün yetmediği yerde başkasına devretti anlatacaklarından arta kalanı.

O, aylarca süren hazırlıklardan sonra konserini veren bir virtüözdü.

Hayır, aylarca değil, yıllarca hazırlanmıştı bugünler için: gözlerden uzakta, mütevazi toprağın derinliklerinde.

Toprağın altına dirilmek için girmişti ağustosböceği.

Bir haşir müjdesiyle oradan çıkmıştı.

Çıkar çıkmaz, ağaç dallarından bir kürsü buldu kendisine, oradan sözcülüğünü yapmaya koyuldu.

O konuştu, dağlar dinledi.

O konuştu, günler ve geceler dinledi.

O konuştu, gökler ve yer dinledi.

Cismi küçükse de, görevi büyüktü ağustosböceğinin.

O da kendi çapında bir zakir başıydı.

Kış için birşeyler toplamasına ihtiyacı yoktu. Çünkü kışı değil, sonbaharı bile göremeyecekti.

Hattâ yarını değil, bugünü bile düşünecek hali yoktu. Daha doğrusu, düşünmesine gerek yoktu.

Çünkü ona gerekli olanı veren vermişti bir kere.

Bir defa bu dünyaya çıktıktan sonra onun işi yemek veya içmek değil, sadece verilen görevi yapmaktı.

Nitekim yaptı da.

Yemedi, içmedi, sadece anlattı.

Anlayan anladı, dinleyen dinledi ağustosböceğini.

Okuma yazma bilmeyenler de onun çalıp oynadığını sandılar.

Çünkü onların bu dünyadaki işi çalıp oynamaktan ibaretti.

Yahut onlar öyle sanıyordu.

***

Herşeyin Hikâyesini Merak Eden Adam: Tefekkür Gezileri

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kur'an mealleri din eğitiminde baş köşeyi almalı

Raşid Halifelerde iman-amel bütünlüğü