Kitap korkusu


*


AHMET HAMDİ TANPINAR


1923 yıllarında Erzurum Lisesinde hoca idim. Mektebimizde Fransızca ders veren Abdülhakim Bey adında Mısırlı bir hoca vardı. Çok çabuk dost olmuştuk. Fransızcayı, İngilizceyi iyi biliyor, biraz yağlı, fazla tecvidli olmasına rağmen Türkçeyi de mükemmel şekilde konuşuyordu. Fransız gramerini iki ayda öğretmek için hususî bir metod bile icat etmişti. Bu cinsten icat sahiplerinin çoğu gibi, o da garip bir adamdı. Sene sonunda imtihanlarda çocukların hakikaten Fransız gramerini çok iyi bildiklerini gördük. Yalnız bir şey eksikti. Fransızca bilmiyorlardı. Tek başına metodun kâfi olmadığını ve her icadın icat sayılamayacağını ilk önce o imtihanda öğrendim.

Hakim Bey, ilk cihan harbinden evvel, Mısır’da başlayan milliyetçi talebe hareketlerine iştirak ettiği için memleketini terk etmeye mecbur kalmış ve Türkiye’ye gelmişti. Harp esnasında hükûmet bir müddet kendisinden şüphelenmiş, hattâ İzmir civarında bir yerde hapis bile edilmişti. Sonra serbest bırakılmış, daha sonra da iş vermişlerdi. Hapishane hayatını anlatmaktan çok hoşlanıyordu. İnsanlara ve eşyaya, muayyen ve dar zaviyelerden olsa bile, bakmasını bilenlerdendi. Oldukça kuvvetli bir musikî hafızası vardı. Hapishane türkülerimizin çoğunu öğrenmişti. Fakat çok hususî bir musikî zevkiyle yetiştiği için, Arap lâhni, söylediği türkülerin çeşnisini hemen bozar, büsbütün başka birşey yapardı. Hakim Beyin bu hususî musikî çeşnisi Arapçaya tercüme edilen Garp operalarında da kendini aynıyle gösterdi. Romeo’nun (Başa) Juliet’in (Hanum) olabileceğini onun tegannilerinde, bir evde oturduğumuz zamanlar öğrendim. Hülâsa hoşa giden tarafı çok, vefalı bir arkadaştı.

Yalnız bir kötü huyu vardı. Kitabı sevmez ve okumazdı. Gramer kitaplarından başka kitabı yoktu. Halbuki o yıllar benim okuma hızımın arttığı yıllardı. Konforsuz hayatımız — herşeyimiz ya karyolalarımızın altında, ya başlarımızın üstündeki raflarda idi — yalnızlık beni kitaba atmıştı. Mektepten çıkar çıkmaz yatağıma uzanır, yeni tanıdığım Dostoyevski ile, Erzurum’a kadar cebimde getirdiğim Baudelaire’i, İstanbul’dan bin güçlükle getirttiğim kitapları okurdum. Fakat asıl okuduğum bu ikisi idi. Fransız şairinin Darülfünun’da iken cazibesine kapılmıştım. Dostoyevski’yi ise yeni yeni tadıyordum. Muazzam birşeydi bu. Her an dünyam değişiyordu. İnsan ıztırabıyla temasın sıcaklığı her sahifede sanki kabuğumu çatlatacak şekilde beni genişletiyordu. Düşüncem âdetâ birkaç gece içinde boy atan o mucizeli nebatlara benziyordu.

Ciltten cilde atladıkça ufkum başkalaşıyor, insanlığa ve hakikatlerine kavuştuğumu sanıyordum. Hakim Beyle bir evde oturduğumuz için günlerimiz beraber geçiyor gibiydi. Beni hakikaten seviyordu. Bir eski zaman lalası gibi etrafımda dolaşıyor, bin türlü beceriksizliğimi dostluğunun yardımıyla düzeltiyor, hayatımı kolaylaştırıyordu. Fakat adamcağız tam bir ıztırap içindeydi. Beni bırakıp yalnızca sokağa çıkmaya razı olmadığı için, ben okurken bir avuç içi kadar odamızda, kendisine yeniden yoklanacak kilometrelerce mesafeler icat ediyordu. Yorulduğu zaman yatağına uzanır, öğrenilecek lisanın kendisine hiçbir suretle muhtaç olmayan gramer metodlarını düşünür, yahut da yukarıda bahsettiğim operalarını söylerdi. Fakat vaktini ne ile geçirirse geçirsin bir eli daima bana doğru, elimdeki kitabı alıp atmak için uzanmış dururdu. Aylarca bu tehdidin altında yaşadım. Hâlâ bile üzerimde izi vardır.

Hakim Beyin söylediği opera parçaları, bilmem nedense, bana onun Shakespeare’i çok sevdiği fikrini vermişti. Hem gönlünü almak, hem de belki okumaya tekrar başlar da rahat ederim ümidiyle İstanbul’dan kendisine hediye etmek üzere bir İngilizce Shakespeare getirtmeyi düşündüm. Aylarca bekledikten sonra nihayet kitap geldi. Büyük sürprizi yapmak için akşamı zor ettim. Eve döndüğümüz zaman evvelâ kendi okuyacağım kitabı çıkardım. Sonra da ona Shakespeare’i uzattım. Hafızası yerinde, anlatacağı hatırayı, bütün teferruatıyla anlatabilen insanlardan olmadığıma şu anda çok müteessirim. Çünkü Hakim Beyle o anda aramızda geçen sahne hakikaten emsalsizdi. Dostum kitabı — İncil kâğıdına, bir tek ciltte basılmış nüshalardı — bir müddet ne yapacağını bilmeden elinde evirdi, çevirdi. Sonra yüzüme bakarak hakikaten sevimli bir hayretle “Bunu ne yapacağım?” diye sordu. Gözlerinde bütün bir çocuk masumiyeti vardı. “Ben kitap okumam,” diyordu. “Hele ecnebî dilinde hiç okumam. Bana Kur’an yeter. Zaten hâfızım. Sonra hafızamda Muallâkat var. Kelâm-ı Kibâr’ın en faydalılarını, hadislerin en sahihlerini biliyorum. Ben bu kitabı ne yapayım?”

Birden bire karşımdaki adam benim için hakikî bir uçurum olmuştu. Hâlâ bile. Hakim Beyi korkunç bir boşluk gibi düşündüğüm, gördüğüm olur. Kitabı sevmeyen ve korkan adam… Tecessüsünü öldürmüş insan… O günden sonra kitap meselesi daima aramızda bir münakaşa mevzuu oldu. Hakim Beyi kitaba alıştırmak için değil, sadece kitap düşmanlığının sırrını öğrenmek için. Her defasında, şu cevabı aldım: “Kitap, bir hakikat için okunur. Hakikat ise Allah’ın hakikatidir ve kendi kitabındadır. Onun dışında insan benliğinin yalanı ve karanlığı vardır. Bu karanlık çeşit çeşit şekillere girer ve aslında bizden çıktığı halde, her an bizi yeniden aldatır; dalâlete düşürür. Kendi yalanımla bile bile neden uğraşayım?..” Bazen bu müdafaa başka şekiller de alırdı: “Arap dili ve edebiyatı kâfi derecede zengindir. Garp medeniyeti son sözü söylüyor. Yapıcı kitap orada bulunmaz.” Hakim Beyin fikirlerini bir türlü değiştiremedim, ona hattâ hiçbir ezelî hakikatin, insanî hakikatle yan yana gelmekten zarar duymayacağını dahi anlatamadım. O zihnini, hayatına istikamet veren muayyen bir sistemden ayrı hisle yormak istemiyordu. Bununla beraber mutaassıp bir Müslüman, hattâ namazında, orucunda bir adam bile değildi.

Hakim Bey, kitap düşmanı idi. Düşünceyi insan için lüzumsuz, hattâ zararlı bulurdu. Kafasının bozulmamasını istiyordu. Gençliğinde okuduğu şeyleri de bir cemiyetin kefaleti ve vesayeti altında okuması, öğrenmesi lâzım olduğu için okumuştu.

O, ortalama Müslüman Şark’ın, dinlenmek için aramıza gelip bizi metheden, methede ede anlatan frenklerin hayran oldukları Şark’ın bir nümunesiydi. Böyle olduğu için de huzur içinde, geniş kahkahalarını savurarak, operalarını, hapishane türkülerini söyleyerek, gramer metodları icat ederek yaşıyordu. Ömrü bulutsuz bir gökte, bir ebedîlik vehmini peşinden sürükleyerek seyrini yapan bir güneş gibi lekesiz ve arızasız geçiyordu. Hakim Beyi ilk tanıdığım kitap düşmanı olduğu için daima hatırlarım. İlk tanıdığım ve en az kızdığım… Çünkü kitabı toptan reddediyordu. Ve reddederken de muayyen bir teklifi vardı. Başka bir cins insanın peşinde idi. Hattâ belki de bu insanın, nesli kurumuş bir hayvan gibi günün birinde öleceğine de inanıyordu. Zaten meselesi oldukça karışıktı. Kitap düşmanlığı, onda, biraz da Garp istilâsına karşı duyduğu dargınlıktı. Ömrünün tek macerasından bu küskünlükle çıkmıştı. Garp sanatına, Garp tefekkürüne boykot yapıyor, bir devekuşu gibi kendi zihniyetinin kısır kumlarına başını gömüyordu. Bunu yaparken her muhitte yalnız kalacağını biliyor ve söylüyordu. Bununla beraber Hakim Bey hâlisti, bütündü; çünkü pazarlık yapmıyordu. Kitabı ve hattâ insanı toptan reddediyordu. Ondan sonra tanıdığım kitap düşmanlarının hemen hiçbiri hâlis değildiler. Hem insanı kabul ediyorlar, hem de düşüncesine bir had çekmek istiyorlardı. İnsanı korumaya hakları olmayan noktalarda korumaya çalışıyorlar, yani içlerinde ve dışlarında küçültüyorlardı.

Birgün Ankara Palas’ta, benden yaşlı ve çok zeki tanınmış bir münevverimizle konuşuyordum. Elimde bir Kafka vardı. Kitabı aldı, elinde evirip çevirdikten sonra yüzünü buruşturdu. Benim gibi zeki bir gencin — zekâmı bilmem ama, o zaman hakikaten bana genç denebilirdi — böyle mülevves şeyleri, bu cinsten dejenere muharrirleri okumasını hiç doğru bulmadığını, fakat kabahatin bizde olmadığını, asıl kabahatin bu gibi kitapları memlekete serbestçe sokan hükûmette olduğunu söyledi. Hayretimden donup kalmıştım. Bir lâhzada 1923 inkılâbından seksen sene evveline, Abdülmecid Hanın kitaba ve gazeteye sansür koyduğu devre dönüvermiştik. Kendisine düşüncemi söyleyince masasını bana bırakıp gitti. Hayatta övünebileceğim tek zaferim belki budur, yani kitaptan korkan, düşünceye had çekmek isteyen bu adamı yanımdan kaçırtmamdır. Kitaptan niçin korkarlar? Bunu bir türlü anlayamadım. Kitaptan korkmak, insan düşüncesinden korkmak, insanı kabul etmemektir. Kitaptan korkan adam, insanı mesuliyet hissinden mahrum ediyor demektir. “Bırak, senin yerine ben düşünüyorum!” demekle, “Falan kitabı okuma!” demek arasında hiçbir fark yoktur. İnsanoğlu herşeyden evvel mesuliyet hissidir ve bilhassa fikirlerinin mesuliyetidir. Ondan mahrum edilen insan, kendiliğinden bir paçavra haline düşer. Şüphesiz insanı korumamız lâzım gelen vaziyetler vardır. Fakat bu vaziyetler daha ziyade ferdin kendi dışındaki vaziyetleridir. Bir insanı kendi içinde, düşüncesinin mahremiyetinde korumaya hakkımız yoktur. Ortaçağdan bugüne kadar gelen zaman içinde insanlığın belki en büyük kazancı bu basit hakikati kendisine mâl etmesidir.

31 Temmuz 1951


Image by PublicDomainPictures from Pixabay

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kur'an mealleri din eğitiminde baş köşeyi almalı

Ramazan'ımız Kur'an ayımız olsun