Aldatmanın başka yolları


*

Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu
inkâr edenlere karşı
Bediüzzaman Said Nursî’nin
telif ettiği
bir mantık şaheseri

4

“TARAFSIZ MUHAKEME” adı altında Kur’ân’ı inkâr ettirme girişimi boşa çıktıktan başka, Kur’ân’ın bir beşer sözü olduğunu ima edebilecek hiçbir imkân ve ihtimal de kalmamış, böylece Şeytanın önündeki bütün yollar tıkanmış olmaktadır. Zaten Şeytanın peşin peşin “tarafsız muhakeme” hilesine başvurması da bu yüzdendir. Kendi iftirasını destekleyecek delillerden bütünüyle yoksun olduğu için, karşı tarafa önce kendi delillerini inkâr ettirmek, kendi kalelerini kendi elleriyle yıktırmak ve ondan sonra onları yeni baştan delil aramaya zorlamak ister—tâ ki kendisi, kendi iddiasına delil aramak zorunda kalmasın. Zira, delil getirmeye zorlandığında, münazaranın şu âna kadarki kısmında görüldüğü gibi, bütün deliller onun aleyhinde çıkmaktadır.

Fakat Şeytan Şeytandır. Delil yönünden büsbütün çaresiz kalsa da hile yönünden çaresiz değildir. İnsanın zayıf taraflarını ise pek iyi bilir. Onun tuzağına düşmeye hazır bir güruhun bulunduğu yerde Şeytan tuzaklarıyla işini rahatça görür, onları bir bir peşine takar, inkâr ettirir, isyan ettirir, her kılığa sokar ve kendi ardından Cehennemin dibine kadar sürükler.

Belki de Şeytanın en büyük zevki, dünyaca önemli sayılan insanlar arasından böylelerini bulup çıkarmaktadır. Bediüzzaman’ın “Bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın” sözüne karşı, o da “Nasıl kandıramam?” der. “Ekser insanlara ve insanların akıllı geçinen ünlülerine Kur’ân’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.”

Bediüzzaman’ın bu konudaki cevabı dört maddeden ibarettir:


Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük birşey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadardır denilebilir.


Yani, Kur’ân’ın kapağını açmamış, Allah’ın Resulü hakkında doğru dürüst bilgi edinmemiş, her ikisinin de insanlığı nereden alıp nereye getirdiğini görmemiş bir kimseye uzaktan uzağa Kur’ân’ı herhangi bir kitap gibi göstermek, yine uzaktan uzağa Allah Resulünü herhangi bir insan gibi göstermek ve bu suretle onu kandırmak zor olmayabilir. Çünkü bu bir cehalet istismarıdır; bilgi üzerine kurulmuş bir muhakeme değildir. Cahili cehlinde bıraktıktan ve aşağıda sayılacak birtakım nedenlerle ona bir de cehaletini hoş gösterdikten sonra, bilmediği konularda onu kandırmaktan kolay ne vardır?


Saniyen: Hem tebeî ve sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal birşey mümkün görünebilir.

Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş, “Ayı gördüm” demiş. İşte, muhaldir ki, hilâl o beyaz kıl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhali mümkün telâkki etmiş.


Herkes dünyayı kendi gözlüklerinin ardından seyreder. Gözüyle görmediğine inanmayacak kadar madde içinde boğulmuş olanlara bir peygamberin ve bir semavî kitabın değerini ve manevî boyutlarını anlatabilmek gerçekten pek güçtür. Böylelerinin hali, buharlı lokomotif icad edildiğinde buna inanmayan ve beygirsiz bir aracın kendi kendisine hareket edebileceğini havsalasına sığdıramayan köylüyü hatırlatır. O köylüye lokomotifi göstermişler; gözü önünde hareket ettiği halde yine inanmamış. Sonra lokomotifin her tarafını gezdirmişler ve ortada ata benzer birşeyin bulunmadığını göstermişler. Yine inanmamış, fakat gözüyle gördüğü şeyi kendi âlemindeki ölçülere uyduracak bir modeli bulup çıkarmaktan da geri kalmamış. “Şimdi anladım,” demiş. “Bu görünmeyen bir beygir olmalı!”

Gözü at görmek isteyen insana hayali at gösterecek, gösteremezse uyduracaktır. Bunun gibi, bütünüyle maddeye dalıp gitmiş bir gözle Allah Resulünü anlamaya çalışanlar da onun beşeriyet yönünden daha ilerisini hiçbir zaman göremeyeceklerdir. Onların görüp göreceği, tıpkı bizim gibi yaşayan, uyuyan, yemek yiyen, alışveriş yapan, sıcak ve soğuk çeken, düşman elinde eziyete uğrayan bir beşerden ibarettir. Fakat onun bir de peygamberlik yönü vardır. Her iki yönün bir arada nasıl göz önüne alınması gerektiğini ise, Bediüzzaman, On Dokuzuncu Mektupta şu şekilde anlatır:


Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ahval ve evsâfı, siyer ve tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki, o zât-ı mübarekin şahs-ı mânevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki, siyer ve tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor.

Çünkü, es-sebebü ke’l-fâil [Bir işe sebep olan, o işi bizzat yapan gibidir] sırrınca, hergün, hattâ şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemâlâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlâhiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidatla mazhar olduğu gibi, hergün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor.

Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinatın tercümanı ve sevgilisi olan o zât-ı mübarekin tamam-ı mahiyeti ve hakikat-i kemâlâtı, siyer ve tarihe geçen beşerî ahval ve etvâra sığışmaz. Meselâ, Hazret-i Cebrâil ve Mikâil iki muhafız yaver hükmünde gazve-i Bedir’de yanında bulunan[i][3] bir zât-ı mübarek, çarşı içinde bedevî bir Arapla at mübayaasında münazaa etmek,

birtek şahit olan Huzeyme’yi şahit göstermekle[ii][1] görünen etvârı içinde sığışmaz.

İşte, yanlış gitmemek için, her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibarıyla işitilen evsâf-ı âliye içinde başını kaldırıp hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nuranî şahsiyet-i mâneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili dinle:

Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü eder, büyür.

Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra, tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir.

Şimdi, o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdi, küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten büyük ve âli sıfatları ve keyfiyetleri var.

Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın evsâfını ağaç ve kuşun evsâfıyla raptedip bahsetmekte lâzım gelir ki, her vakit akl-ı beşer başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin—tâ işittiği evsâfı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa, “Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım” ve “Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır” dese, tekzip ve inkâra sapacak.

İşte, bunun gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, şecere-i tûbâ gibi ve Cennetin tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için, çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zâtı düşündüğü vakit, Refref’e binip, Cebrâil’i arkada bırakıp, Kab-ı Kavseyne koşup giden zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmâresi inanmayacak.[1]


Siyer kitapları, Allah Resulünün yüce ahlâkını ve Âlemlerin Rabbi katındaki değerini anlatan nümunelerle doludur. Fakat bütün bunlar, mânevî bir büyüklüğü tasvir eden örneklerdir. Sadece madde üzerinde teksif edilen bir bakış ise, ister istemez, varlık âleminde maddeden başka birşeyin mevcudiyetini düşünemez veya kabul edemez hale gelir. Darwin’in şu itirafları, bu gerçeğin canlı bir nümunesini vermektedir:

“Galapagos seyahati hatıralarımda, bir Brezilya ormanının ihtişamını seyrederken, ‘İnsanın zihnini dolduran ve yücelten hayret, takdir ve sadakat gibi ulvî hisleri yeterince ifade edebilmeye imkân yoktur’ diye düşündüğümü yazmıştım. İnsanın içinde, maddî vücudundan daha başka birşeylerin de bulunduğuna o zamanlar inandığımı hatırlıyorum. Fakat şimdi en muhteşem manzaralar bile bende böyle hisler ve böyle bir kanaat uyandırmıyor. Haklı bir şekilde, renk körlüğüne müptelâ olmuş bir adama benzetilebilirim.”[2]

İşte, maneviyata bütünüyle kapalı bir zihin, böylece, herşeyin olduğu gibi, Kur’ân’ın ve Peygamberin de manevî değerini düşürücü telkinlere açık duruma gelmiştir. Böyle kişiler, başka alanlarda kazandıkları şöhret maneviyattaki renk körlüklerine bir deva teşkil etmediği için, isimlerinin ve ünvanlarının büyüklüklerine mütenasip bir muhakeme ve sezgiyi gösterememektedirler. Onun için, Şeytanın “Pek çok kimseye Kur’ân’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim” şeklindeki övünmesi, akıl ve ilim hesabına değil, olsa olsa inat ve cehalet hesabına kaydedilecek bir zafer teşkil eder!

Şeytanın bu konudaki sözlerine verdiği dört maddelik cevabın üçüncü maddesinde ise, Bediüzzaman, onun bir başka hilesini de şöyle açıklar:


Salisen: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır.

Adem-i kabul [kabulden kaçınmak] bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.

Amma inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur.

O halde, senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey Şeytan, bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve mağlâta ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, çok muhâlâtı intaç eden küfür ve inkârı, o bedbaht, insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun.


Burada Bediüzzaman iman ile inkârın mahiyetleri arasındaki önemli bir farka ve bu farkın doğurduğu bir sonuca işaret etmektedir. İman ilim üzerine kurulur; inkâr ise bilgiye ihtiyaç göstermez.

İman eden kimse, bir dâvâ sahibidir. O, birşeye inanmakta, inandığı şey hakkında bilgi edinmekte, kendisine göre deliller getirmektedir. Aynı şeye inananlar bir araya geldiğinde birbirlerine güç katarlar. Onlardan birinin getirdiği delil, diğerlerinin de dâvâsına kuvvet verir. Çünkü aynı şeye, aynı pozitif bilgiye dayanarak, aynı nedenlerle inanmaktadırlar.

İman etmekten kaçınan kimse ise, bir hüküm ve bir dâvâ sahibi değildir. O, sadece bir hükme varmaktan kaçınmaktadır; onun için, “İnanmıyorum” şeklindeki beyanı, bir hükümsüzlük bildiriminden ibaret kalır. Hakkında bir hüküm sahibi olmadığı şeyle ilgili olarak bilgi edinmeye, delil araştırmaya mecbur olmaz. Ama bu hükümsüzlük bir iddia şeklini alır da sahibini delil göstermeye zorlarsa, bu defa, Şeytanın bu münazaradaki durumu gibi, köşeye sıkışıp kalır.

Bu hakikate Bediüzzaman çeşitli eserlerinde değişik yönlerden yaklaşır. On Yedinci Lem’ada, kâfirlerin ve dalâlet ehlinin, sayıca ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bir iman hakikatini inkâr etmelerinin hiçbir önem ve değer taşıyamayacağını şu örnekle anlatır:


Meselâ, bütün İstanbul ahalisi, Ramazan’ın başında ayı görmediğinden nefyetse, iki şahidin ispatıyla o cemm-i gafîrin nefiy ve ittifak sukut eder [çoğunluğun inkârı ve oybirliği, iki şahidin ispatı karşısında reddedilir]. Madem küfrün ve dalâletin mahiyeti nefiydir ve inkârdır, cehildir ve ademdir [bilgisizlik ve yokluktur]; küffârın kesretle ittifakı ehemmiyetsizdir. Ehl-i hakkın, hak ve sabit ve sübutu ispat olunan mesâil-i imaniyede [imana dair meselelerde], şuhuda istinad eden iki mü’minin hükmü, hadsiz o ehl-i dalâletin ittifakına râcih olur, galebe eder.

Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökleki hilâl-i Ramazan’ı görmeyen der ki: “Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.” Başkası da “Nazarımda yoktur’ der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet veremez.

Fakat ispat edenler demiyor ki, “Benim nazarımda ve gözümde hilâl var.” Belki “Nefsü’l-emirde, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür” der.[3]


Kur’ân’a iman edenlerle inkâr ehli arasındaki tartışmada, bu tespit kendisini son derece net bir şekilde belli eder. İman ehli, Kur’ân’ın hak kitap olduğunu gösteren belirtilere, delillere ve şahitlere dayanarak iman ederler. Onlar bir dâvâ sahibidirler; dâvâlarına delil istendiğinde de bunları rahatça ortaya koyarlar. Delil getirmekte herkesin bilgi ve becerisi aynı seviyede olmasa bile, onlardan herbiri, diğerlerinin kuvvetini de tümüyle kendi arkasında bulmaktadır. Onlardan biri, Kur’ân’ın yüceliğine dair yeni bir delil bulduğunda, bu delil bütün o inananların hesabına geçer, hepsinin imanlarını ziyadeleştirir.

Şeytan ise, hiç kimseye Kur’ân’ın beşer sözü olduğunu ispat ederek onu inkâra ikna etmiş değildir. Onun bütün yaptığı, Kur’ân’ı hak kitap olarak kabul etmekten alıkoymak, insanlara bu fırsatı vermemeye çalışmaktan ibarettir. Bunun için de kurbanlarına farklı yönlerden yaklaşır.

Kimi, cehaletinden ve cehaletinin de farkına varamayışı yüzünden Kur’ân’ı ya tanımaz, ya anlamaz veya anlamak istemez.

Kimi, gömüldüğü dalâlet bataklığı müsaade etmediği için ona inanmaktan geri kalır. Çünkü iman ederse dalâleti ve sefaheti terk etmesi gerekecektir.

Kiminin hak ve hakikatle arası pek hoş değildir. Bâtıl şeylerle oyalanıp dururken onlara Kur’ân’ı teklif etmek keyiflerini kaçırır. Yahut putlara tapan bir kavmi gördükten sonra onlara özenip Peygamberlerine “Bize de bir put yap, ona tapalım” diyen Mûsâ kavmi gibi, hak dinin yüceliğine erişemeyen ruhları bir safsata ister ki, peşine takılıp sürünsünler.

Kimi, kurdukları tezgâh bozulur da insanlar üzerindeki zulüm ve istibdatlarını sürdüremezler diye, hakkın ve adaletin kokusunu aldıkları herşeye peşin bir düşmanlıkla karşı çıkar.

Kimi bildiği halde hakka karşı inat içindedir; nefsi ve şeytanı bırakmaz ki hakkı teslim edip kendi haksızlığını kabul etsin. Veya Âlemlerin Rabbine bir kul, Kâinat Efendisine bir ümmet olmayı firavunlaşmış nefsine yediremez. İnkârıyla ancak kendisini hüsrana düşürdüğünü bile bile, Âlemlerin Rabbini ve Onun kitapları ile peygamberlerini yalanlayarak, güya Ondan intikam almaya çalışır: şeytanlar, firavunlar, nemrutlar, deccallar ve süfyanlar gibi. Rablerinin onlara mühlet verişini bir nimet sanırlar; inkâr ve isyanları yüzünden şimdilik başlarına birşey gelmediğini görüp bundan cür’et alarak, kendilerine vaad olunan azap saati gelip çatıncaya kadar azgınlıklarına devam ederler ve böylece “büyüdüklerini” sanırlar.

Kimi de “sürülerin” insanıdır. Şeytan Mekke müşriklerinin kulağına “Devenin kulağını kes” diye fısıldayıp ibadet ediyoruz zannıyla onlara develerinin kulaklarını kestirdiği gibi, bunlara da, günün rağbette olan kavramlarına göre, “Çağdaş ol, çevrene uy” gibi telkinleri fısıldar. Bakarlar ki herkes bir inkâr peşindedir ve bazı kutsal değerlere sataşmak yükselen bir değer olup çıkmıştır; onlar da sürüye katılıverirler.

Ve daha bunun gibi nice sebepler, birtakım insanların imandan yoksun kalmalarına yol açar, Şeytanın tuzaklarına zemin hazırlar. Fakat onların hepsi de delil ve ispat imkânından mahrum, birbirine kuvvet vermekten âcizdir. Kıyamet gününde ise Allah huzurunda tek başlarına kalırlar. Dünyada iken güvendikleri hiçbir kimseden hiçbir yardım görmeksizin, kendi günahlarını bütün ağırlığıyla yükleniverirler.


O inkâr edenler, “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin,” dediler. “Şamata çıkarın; belki böylece bastırırsınız.”

Biz de o kâfirlere şiddetli bir azabı tattıracağız ve onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız. İşte, Allah düşmanlarının cezası böyle ateştir! Âyetlerimizi bile bile inkâr etmelerine karşılık, onların hakkı orada ebediyet yurdudur.

Ve o kâfirler diyecekler ki, “Ey Rabbimiz, göster bize ins ve cinden bizi saptıranları ki, onları ayaklarımızın altına alalım da en aşağılıklardan olsunlar!”[4]

[Devamı var]


[1]  Risale-i Nur Külliyatı, s. 391-392.

[2]  Şemseddin Akbulut, Darwin ve Evrim Teorisi, s. 102.

[3]  Risale-i Nur Külliyatı, s. 646.

[4]  Fussılet Sûresi, 26-29.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kur'an mealleri din eğitiminde baş köşeyi almalı

Ramazan'ımız Kur'an ayımız olsun