Bir "tarafsızlık" denemesi


*

Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu
inkâr edenlere karşı
Bediüzzaman Said Nursî’nin
telif ettiği
bir mantık şaheseri

1

Takdim


ÂHİRZAMAN PEYGAMBERİ elinde Kur’ân ile ortaya çıktığı andan itibaren, bu din ve bu kitap, en insafsız saldırılarla karşılaştı. O yeryüzüne inerken, bütün dünya onun karşısındaydı. O indi, yirmi üç senede tamamlandı ve bu süre içinde tarihin en büyük inkılâbını gerçekleştirdi. Allah’ın Resulü bu gezegen üzerindeki görevini tamamlayıp giderken, ardında, getirdiği kitabı, bütün çağlara ve bütün insanlara miras olarak bırakıyordu.

Kur’ân’a yönelen hücumlar, şu veya bu seviyede, her zaman var oldu. Ona saldıranlardan, iddialarının veya kendilerinin büyüklüğü sebebiyle değil, saldırdıkları şeyin büyüklüğü sebebiyle bir müddet söz edildi. Sonra hepsi unutulup gitti. Onların saldırdıkları hakikatler ise, her seferinde biraz daha parlamış olarak hükmünü devam ettirdi.

Kur’ân’a hücum edenlerin hiç değişmeyen bir ortak yanı vardır: Onlardan hiçbirini, kendilerine ait bir iddiayı ispat ve izah ederken göremezsiniz. Kur’ân ispat eder, Kur’ân izah eder; onlar itiraz eder. İtirazlarını bir delile dayandırmaları istendiğinde ise bütünüyle çaresiz kalırlar.

Bediüzzaman, “Şeytanla Münazara” adını verdiği mantık şaheserinde, onları bu çaresizlikleri içinde kıskıvrak yakalamıştır. Çünkü, onların ve akıl hocaları olan İblis’in karşısına Ezelî Kelâmın kuvvetiyle çıkmakta ve “Kur’ân’ın beşer kelâmı olduğunu ispat edemeyenlerin, dinin en küçük bir meselesine dil uzatamayacağı” hakikatini ortaya koymaktadır. Bu eser dikkatle okunduğunda, Kur’ân’a ve İslâma yönelen, gelmiş ve gelebilecek bütün itirazlara güneş parlaklığında, toptan, kesin ve kestirme bir cevap bulunacaktır.

Okumak üzere olduğunuz yazı serisi, Risale-i Nur Külliyatından bu nadide eser üzerinde 1980’li yıllarda yapılmış kısa bir incelemeden ibarettir.

— Ümit Şimşek


Bu risalenin telifinden on bir sene evvel, Ramazan-ı Şerifte, İstanbul’da, Bayezid Cami-i Şerifinde hafızları dinliyordum. Birden, şahsını görmedim, fakat manevî bir ses işittim gibi bana geldi, zihnimi kendine çevirdi. Hayalen dinledim. Baktım ki, bana der:

“Sen Kur’ân’ı pek âli, çok parlak görüyorsun. Bîtarafâne muhakeme et, öyle bak. Yani bir beşer kelâmı farz et, bak. Acaba o meziyetleri, o ziynetleri görecek misin?

Münazaranın ilk adımında, Şeytan, pek çok kimseyi bir çırpıda tuzağa düşürüveren iki kademeli bir taktiğini ortaya koyuyor:

  1. İnkârı “tarafsızlık” adı altında sunmak.
  2. Bu suretle Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu peşin olarak inkâr ettirip Kur’ân’ı mü’min gözüyle değil, bir kâfir gözüyle “tetkik” ettirmek.

Bunu bir kere başardıktan sonra, gerisi Şeytan için pek zor olmaz. Bir söze, içeriği kadar, hattâ bazan ondan da fazla, o sözü söyleyenin kimliği değer kazandırır. Bir komutanın ağzından çıkan “Hücum!” emri, bir erin ağzından çıkan kelimeyle, içerik itibarıyla bir ise de, önem ve etki bakımından bir değildir. Yerin ve göklerin yaratıcısı olan, görünür ve görünmez bütün âlemlerin bütün inceliklerini bilen, dünyayı ve âhireti yoktan var eden, hükmü herşeye geçen, ilmi herşeyi kuşatan Âlemlerin Rabbinin ezelî hitabı olan Kur’ân da, Onun yarattıklarından biri olan bir beşerin sözü farz edildiğinde ne anlam ifade eder? Göklerin ve yerin sırlarına dair açıklamaları ne değer taşır? Rahmet ve azâba dair vaadlerinin ne önemi kalır? Sıradan bir beşerin, gücü veya bilgisi bir yana dursun, hayalinin bile erişemeyeceği âlemlerden söz etmesi bir kıymet ifade eder mi?

Bediüzzaman, bu faraziyede Şeytanın hilesini teşhis ediyor ve onunla bir münazaraya girişiyor.

 

Hakikaten ben de ona aldandım, beşer kelâmı farz edip öyle baktım. Gördüm ki, nasıl Bayezid’in elektrik düğmesi çevrilip söndürülünce ortalık karanlığa düşer; öyle de, o farz ile, Kur’ân’ın parlak ışıkları gizlenmeye başladı.

O vakit anladım ki, benimle konuşan Şeytandır; beni vartaya yuvarlandırıyor.

 

Büyük lokmayı yuttuktan sonra küçükler boğazdan kolayca geçer. Şeytan da insanı “tarafsız” olmaya bir kere iknâ eder de Kur’ân’a beşer sözü olarak baktırırsa, onu inkârın en koyusuna sürüklemekte fazla zorlanmaz. Öyleyse, Şeytanın hilesinin birinci kademesine dönerek, “bîtarafâne muhakeme” ile neyi kastettiğini ortaya çıkarmak gerekecektir. Tarafsızlığın ne olduğunu anlamak için ise, önce tarafları tanımak şarttır. Bu durumda karşımızda, atlamamamız gereken bir soru beliriyor:

Kur’ân’ın Allah kelâmı olup olmadığı konusundaki bir tartışmanın tarafları hangisidir?

Birincisi: İman edenler, yani, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğuna inananlar.

İkincisi: Kâfirler, yani, onun Allah kelâmı olduğuna inanmayanlar.

Taraflardan ikincisinin durumlarını şu şekilde de ifade edebiliriz:

“Kur’ân’ın beşer kelâmı olduğuna inananlar.”

Çünkü Kur’ân’ın Allah kelâmı olmadığı yönündeki bir iddia ile tartışmaya giren bir kişinin savunacağı seçenek bundan ibarettir.

Öyleyse, Kur’ân’ın Allah kelâmı olup olmadığı konusundaki bir tartışmada tarafsız bir kimsenin nerede durması gerekir?

Bediüzzaman, Şeytan ile münazarayı, işte bu kritik noktadan başlatıyor.

 

Kur’ân’dan istimdat ettim. Birden, bir nur kalbime geldi, müdafaaya kat’î bir kuvvet verdi. O vakit, şöylece Şeytana karşı münazara başladı.

Dedim: Ey Şeytan! Bîtarafâne muhakeme, iki taraf ortasında bir vaziyettir. Halbuki hem senin, hem insandaki senin şakirtlerin, dediğiniz bîtarafâne muhakeme ise, taraf-ı muhalifi iltizamdır. Bîtaraflık değildir, muvakkaten bir dinsizliktir.

Çünkü Kur’ân’a kelâm-ı beşer diye bakmak ve öyle muhakeme etmek, şıkk-ı muhalifi esas tutmaktır. Bâtılı iltizamdır, bîtarafâne değildir. Belki bâtıla tarafgirliktir.

 

Günümüz Türkçesiyle özetleyecek olursak: “Tarafsız düşünme demek, birbirine karşı olan iki tarafın ortasında bir durum almak demektir. Halbuki Şeytanın ve onun peşindeki insanların tarafsız düşünce adı altında sundukları şey, karşı tarafı tutmak anlamını taşır; bu ise tarafsızlık değil, bir süre için dinsizliği benimsemekten ibarettir. Bu, doğru ile yanlış arasında tarafsız bir konuma girmek değil, yanlışın tarafını tutmak ve doğrunun karşısında onu açıkça savunmak demek olur.”

Kur’ân’ı beşer kelâmı farz etmenin tarafsızlık olmadığını böylece gösteren Bediüzzaman, Şeytanı başka bir yol aramaya zorlar. Bu defa Şeytan “Ne Allah kelâmı, ne de beşer sözü” şeklinde bir başka “orta yol” teklif edecektir.

İlk anda objektif bir çözüm önerisi gibi görünse de, dikkatli bir muhakeme, bunun da ilk öneriden çok farklı birşey olmadığını ortaya çıkaracaktır. Çünkü böyle bir öneri,

(1) peşin olarak Kur’ân’ı tartışmalı bir mal olarak kabul etmek,

(2) onun sahipliği için Yaratan ile yaratılan arasında bir orta yer aramak,

(3) Yaratanın Kur’ân üzerindeki sahipliği ispat edilinceye kadar Kur’ân’ı “orta yerde” bırakmak

şeklindeki önermeleri de mecburî bir esas olarak tartışmanın temeline yerleştirmekte ve karşı tarafı, bu temel üzerinde çözüm aramaya zorlamaktadır. Yani, herşeyden önce Kur’ân’ın Allah’a ait oluşundan vazgeçilerek o tartışmalı bir mal olarak kabul edilecek; sonra da, kimin sahipliği ispat edilirse ona tevdi edilmek üzere, Allah ile beşer arasında bir orta yere bırakılacaktır!

Peki, Allah ile beşer arasında, Yaratan ile yaratılan arasında kim var? Biraz yaratan, biraz da yaratılan birisi mi? Halbuki yaratılan, yaratıcı olamaz. Çünkü yaratan, hiçbir şeye muhtaç olmamalıdır. Yaratılan ise, herşeyden önce var edilmeye muhtaç olandır. Yaratanın sınırsız ve ezelî ilmi, iradesi, kudreti vardır; yaratılan ise sonradan kazanılmış ve sınırlı sıfatların sahibidir. Birşey sonsuz ve kuşatıcı değilse sınırlıdır; sınırlı olan ile sonsuz arasında bir orta yer bulunamaz ki “yed-i emin” kabul edilip de Allah’ın kelâmı ona emanet bırakılsın!

Bediüzzaman, Şeytanı böyle bir orta yer aramanın imkânsızlığıyla karşı karşıya bıraktıktan sonra, onun önerdiği yolun geçersizliğini, iki ayrı delille gösterecektir.

Birincisi: Bir kimsenin elinde bulunan değerli bir mala sahiplik iddia eden birisi çıktığı zaman, hemen o mal onun elinden alınmaz, mal sahibi malikiyetini ispat zorunda bırakılmaz. Kanıtlamakla yükümlü olan, mal kendi elinde bulunmadığı halde “Benimdir” diye ortaya çıkan kimsedir. Öyleyse, bu konuda da ispat zorunda olanlar, Kur’ân’ın beşer sözü olduğu iddiasıyla meydana atılan kimseler olmalıdır. Yoksa, Allah, Kur’ân’ın kendi kelâmı olduğuna dair herkese yeni baştan ve onun keyfine göre ayrı ayrı delil gösterecek değildir. İman edenler de, imanlarına gerekçe teşkil eden kanıtları her itiraz karşısında yok sayıp Kur’ân’a sil baştan delil aramaya girişecek değillerdir.

İkincisi: Yaratan ile yaratılan arasında bir orta yer bulunmadığına göre, insan Kur’ân’ı ikisinden birinin sözü olarak kabul edecek ve ya “Allah kelâmı” diyecektir, ya da “beşer sözü.” “Ne onun, ne de ötekinin” diyen kimse ise, “Öyleyse kimin?” sorusunu cevaplandıramaz; dolayısıyla, Kur’ân’ı bir süre için olsa da emanet bırakacak bir yer bulamaz.

İşte, Bediüzzaman, Şeytanla münazarasının bu bölümünde, getirdiği delillerle onu ilk andakinden daha da güç bir durumda bırakıyor:

 

Şeytan dedi ki: “Öyleyse ne Allah’ın kelâmı, ne de beşerin kelâmı deme. Ortada farz et, bak.”

Ben dedim: O da olamaz. Çünkü, münâzaun fîh [tartışmalı] bir mal bulunsa, eğer iki müddeî [iddia sahibi] birbirine yakınsa ve kurbiyet-i mekân [mekân yakınlığı] varsa, o vakit, o mal ikisinden başka birinin elinde veya ikisinin elleri yetişecek bir surette bir yere bırakılacak. Hangisi ispat etse, o alır. Eğer o iki müddeî birbirinden gayet uzak, biri maşrıkta, biri mağripte ise, o vakit, kaideten [kural olarak], [sahibülyed [o malı evvelce elinde bulunduran] kim ise onun elinde bırakılacaktır. Çünkü ortada bırakmak kabil değildir.

İşte, Kur’ân kıymettar bir maldır. Beşer kelâmı Cenâb-ı Hakkın kelâmından ne kadar uzaksa, iki taraf o kadar, belki hadsiz birbirinden uzaktır. İşte, serâdan Süreyya’ya [yerden göğe] kadar birbirinden uzak o iki taraf ortasında bırakmak mümkün değildir. Hem ortası yoktur. Çünkü, vücut ve adem [yokluk] gibi ve nâkızeyn [iki zıt kutup] gibi iki zıttırlar; ortası olamaz. Öyleyse, Kur’ân için sahibülyed, taraf-ı İlâhîdir. Öyleyse, Onun elinde kabul edilip, öylece delâil-i ispata [kanıtlara] bakılacak. Eğer öteki taraf, Onun kelâmullah olduğuna dair bütün burhanları birer birer çürütse, elini ona uzatabilir; yoksa uzatamaz.

Heyhat! Binler berâhin-i kat’iyenin [kesin delillerin] mıhlarıyla Arş-ı Âzama çakılan bu muazzam pırlantayı, hangi el bütün o mıhları söküp, o direkleri kesip, onu düşürebilir?

İşte, ey Şeytan, senin rağmına, ehl-i hak ve insaf bu suretteki hakikatli muhakeme ile muhakeme ederler. Hattâ, en küçük bir delilde dahi Kur’ân’a karşı imanlarını ziyadeleştirirler.

 

Allah’ın varlık ve birliğine dair deliller saymakla bitmediği gibi, Kur’ân’ın hak kitap olduğuna dair deliller de saymakla bitmez:

Onun inişi de mucizedir, bugünlere kadar gelişi de. Kur’ân Âhirzaman Peygamberinin mucizesi olduğu gibi, Âhirzaman Peygamberi de onun bir mucizesidir; çünkü Kur’ân ahlâkı onda toplanmıştır.

Kur’ân’ın tek bir âyetinin olsun benzerinin getirilememesi bir mucizedir.

Onun, okuma yazma bilmeyen bir zâtın elinde gelmesi bir mucizedir.

Dünya ve âhiret mutluluğunun bütün esaslarını birden içine alması mucizedir.

Binlerce âyetinin arasında hiçbir çelişkinin bulunmaması mucizedir.

Geçmişe ve geleceğe dair verdiği haberlerin hepsi mucizedir.

Sûreleri, âyetleri, kelimeleri ve harfleri arasındaki ilişkiler onun sayısız mucizeleridir.

İndirilişinden on dört asır sonra bir milyar insanın dilinden düşmeyişi mucizedir.

Mânâsını anlayanlar kadar, anlamayanlar üzerindeki etkisi de bir başka mucizedir.

Saadet Asrı onun mucizesidir; Sahabîlerin her biri onun bir mucizesidir.

İslâm âleminde on dört yüzyıl boyunca yetişen maneviyat büyüklerinin, bilginlerin, mürşidlerin, şehidlerin, gazilerin her biri onun bir mucizesidir.

Bilgi ve anlayış bakımından insanlığın en alt tabakasında bulunanlarla en üst tabakasındaki kimselerin birlikte ondan derslerini alması bir mucizedir.

Saymaya devam edecek olsak, bu liste, en kaba hatlarıyla bile daha sayfalarca sürer. Ama Şeytan ve dostları, bütün bunları yok farz etmek ister. Ve iman edenleri, var olan dünya dolusu delilleri bir kenara atıp, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu sil baştan kanıtlamak zorunda bırakmaya çalışır. Dilerseniz, bu tartışma üslûbunu, başka bir bilimsel konuda esas alalım ve meselâ Dünyanın yuvarlak olduğunu bu şekilde ispat etmeye çalışalım:

“Görülen bütün gök cisimleri yuvarlaktır; öyleyse Dünyanın da yuvarlak olması gerekir.”

“Onu sayma.”

“Ay tutulması sırasında Dünyanın Ay üzerine düşen gölgesi, onun yuvarlak olduğunu gösterir.”

“Onu da sayma.”

“Sürekli olarak aynı yönde gidersek çıktığımız noktaya varırız.”

“Bunu bir kenara bırak.”

“Ufuktaki gemi yaklaştıkça önce tepesini, sonra alt kısımlarını görürüz.”

“Bunu da yok farz et.”

“Uzaydan çekilen fotoğraflar Dünyanın yuvarlak olduğunu gösteriyor.”

“Bunu da bir yana at ve tarafsız ol. Dünya düzdür demesen bile, bari yuvarlaktır da deme. Diyeceksen, ‘Ne yuvarlak, ne de düzdür’ de. Ondan sonra bize  öyle bir delil getirip de Dünyanın yuvarlaklığını ispat et ki biz de inanalım.”

İşte böyle bir muhakeme ile, yüzyıllar boyunca yerleşmiş ve bilim dünyasının temel gerçekleri arasına girmiş bütün delilleri bir kenara attıktan sonra, bütün o delillerin kuvvetinde bir delil getirip de o delillerden boşalan yeri dolduracak ve Dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlayabilecek kim vardır?

Gerçi yeryüzünde hiçbir akıl sahibi, Dünyanın yuvarlaklığını bu şartlar altında kanıtlamaya çalışmak gibi bir gülünçlüğe kendisini düşürmez. Ama Şeytan bir kimseyi aldatmayagörsün; 1400 yıldır birikegelmiş sayısız delillerin ve mucizelerin hepsini bir yana iterek bunların toplamı gücünde bir delil arar ki, Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğuna inansın!

Bediüzzaman, Şeytanın bu tuzağını da şu sözleriyle onun yüzüne vuruyor:

 

Senin ve şakirtlerinin gösterdiği yol ise:

Bir kere beşer kelâmı farz edilse, yani Arşa bağlanan o muazzam pırlanta yere atılsa, bütün mıhların kuvvetinde ve çok burhanların metanetinde birtek burhan lâzım ki onu yerden kaldırıp Arş-ı Mânevîye çaksın—tâ küfrün zulümatından [inkâr karanlıklarından] kurtulup imanın envârına [iman aydınlığına] erişsin. Halbuki buna muvaffak olmak pek güçtür. Onun için, senin desisenle [hilenle], şu zamanda, bîtarafâne muhakeme sureti altında çokları imanlarını kaybediyorlar.

 

Bu muhakeme karşısında Şeytan “tarafsızlık” iddiasını terk etmek zorunda kalır. “Tarafsız ol ve beşer kelâmı farz et” diyemediği gibi, “İkisinin ortasında farz et” teklifini de tekrarlayamaz. Bu defa, doğrudan doğruya “beşer kelâmı” iddiasına sarılır. Allah’ın kelâmını Ondan alıp beşerin eline vermek için deliller aramaya başlar.

Bulabildiği bir delil yoktur—on dört asırdır kimsenin bulamadığı gibi. Sadece bir benzerliğe dikkat çeker. Kur’ân’ın, insanların konuştuğu sözlerle yazılmış bir kitap olduğunu öne sürer ve bunu iddiasına kanıt olarak göstermek ister. Ona göre, Allah’ın eserleri nasıl insanların eserlerine benzemiyorsa, Onun kelâmı da insanların sözlerinden farklı olmalıdır.

Esas itibarıyla Allah’ın kelâmı elbette ki insanların konuşmasına benzeyecek değildir. Bir defa, biz konuşurken Allah’ın verdiği dili, dudağı, dişlerimizi, ses tellerimizi ve ciğerlerimizi kullanırız. Bu sırada beynimiz, sırlarını hâlâ çözemediğimiz bir mekanizma ile, bu organlarımız ve düşüncelerimiz arasındaki işbirliğini sağlar. Sonra, yine Allah’ın yarattığı havaya, Onun izniyle ve Onun bize öğrettiği gibi, kelimeleri ve cümleleri birer enerji paketi halinde yükler, dinleyen kulaklara göndeririz. Her birimiz için özel bir stereofonik stüdyo olarak düzenlenmiş kulaklarımız bu sesleri toplar, beyne gönderir, beyinde mesaj çözülür ve işittiğimiz sözün anlamı, bilgimiz ölçüsünde idrak edilmiş olur.

İşte biz, konuşmak için de, dinlemek için de belli organlara ve malzemeye ihtiyaç duyarız. Üstelik konuşmamızın da, dinlememizin de belli sınırları vardır. Bildiğimiz kadar ve dilimizin döndüğü kadar konuşuruz. Sesimizi, ses tellerimizin müsaadesi oranında kullanırız. Kulaklarımız belirli bir düzeyin altındaki ve üstündeki sesleri işitemez. İşittiğimiz seslerden ise, bilgi ve kavrayışımız ölçüsünde anlam çıkarırız.

Konuşmayı bize öğreten Allah elbette ki konuşur. İşitme yeteneğini bize veren Allah elbette ki işitir. Fakat Onun konuşması da, işitmesi de bizimkine benzemez. Benzeseydi, bizim muhtaç olduğumuz şeylere O da muhtaç olurdu. Halbuki bizim muhtaç olduğumuz şeylerin hepsini yaratan Odur. Yaratan, yarattığına muhtaç mı olur?

Allah kelâmı ile beşer konuşmasını bu şekilde kesin çizgilerle birbirinden ayırdıktan sonra, kendimizi bir soru karşısında buluruz:

Konuşmak ve işitmek için pek çok şeye muhtaç olan biz, hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın kelâmını nasıl işitir, nasıl anlarız?

Biz ne kadar istesek, bize verilen yeteneklerin dışına çıkamayız. Gözümüz ışığı görür; fakat yapısı ışıktan hiç de farklı olmayan radyo dalgalarını göremez. Işığa karşı da gözümüzün belli bir tahammül sınırı vardır. Bu sınırı zorlamak, ebediyen gözden mahrum kalmak anlamına gelebilir: gündüzün ortasında güneşe bakmak gibi!

Öyleyse Allah’ın kelâmına muhatap olabilmek için iki yol vardır: Ya Allah bize, kendi kelâmını işitecek bir yetenek bağışlar; ya da kendi kelâmını bizim dinleyip anlayabileceğimiz bir şekle “tercüme” eder.

Birinci yol, Kur’ân’ın kendisinden öğrendiğimize göre, Hz. Mûsâ’ya verilmiş bir mucize olarak son derece istisnaî bir durum teşkil etmektedir. İnsanlık âleminde herkes bir Mûsâ olamayacağına göre, bütün bir insanlığı Allah’ın kelâmından yoksun bırakmamak için ikinci yol teşkil edecektir. Nitekim öyle olmuş ve Kur’ân bizim okuyup anlayabileceğimiz, dünya ve âhiret hayatımızın her aşamasında kendimize rehber edinebileceğimiz, birbirimize anlatıp öğretebileceğimiz bir kitap olarak bize gönderilmiştir. Eğer insanların konuştuğu şekilde gönderilmeseydi Kur’ân’ı nasıl işitirdik? İşitsek bile nasıl tekrarlar, nasıl okurduk? Okuyamayınca ondan nasıl yararlanırdık? Yararlanamayınca gönderilmesinin ne hikmeti kalırdı?

[Devamı var]

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kur'an mealleri din eğitiminde baş köşeyi almalı

Raşid Halifelerde iman-amel bütünlüğü