Kur'ân'ın saymakla bitmeyen mucizeleri


*

Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu
inkâr edenlere karşı
Bediüzzaman Said Nursî’nin
telif ettiği
bir mantık şaheseri

3

Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın insanlık âlemine kazandırdıklarına böylece temas ettikten sonra, bir de Kur’ân’ın getirdiklerine bakalım.


Salisen: Hem, Kur’ân’ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım gelir ki, âsârıyla, tesirâtıyla, netâiciyle [etkileri ve sonuçlarıyla] âlem-i insaniyetin bilmüşahede en ruhlu ve hayatfeşan [hayat saçan], en hakikatli ve saadetresan [mutluluk getiren], en cemiyetli ve mucizbeyan [kapsamlı ve mucizeli bir açıklayışı olan], âli meziyetleriyle yaldızlı bir Furkanın gizli hakikati—hâşâ—muavenetsiz, ilimsiz bir tek insanın fikrinin tasniâtı [yapmacığı] olsun, yakınında onu temâşâ eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehâlar onda hiçbir zaman, hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu [yapmacık] eserini görmesin; daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlâsı bulsun.

Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvâliyle, akvâliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en âli haslet telâkki edilen ve kabul edilen bir zâtı en emniyetsiz, en ihlâssız, en itikadsız farz etmekle, muzaaf [kat kat] bir muhali vaki görmek gibi, Şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı fikrîdir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan ferşe düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik [hakikatlerin toplandığı yer] iken, menba-ı hurafat [hurafelerin kaynağı] olur. Ve o harika fermanı gösteren zat—hâşâ, sümme hâşâ—eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek [varlıkların en yüksek mertebesinden en aşağısına düşmek] ve menba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına [mükemmelliklerin kaynağı mertebesinden hilelerin madeni durumuna] düşmek lâzım gelir, ortada kalamaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki buna ihtimal versin.


En inatçı bir kâfir, hattâ Şeytanın kendisi bile bu konuda Kur’ân’ın lehinde tanıklık etmekten başka bir şansa sahip değildir. Üstelik Kur’ân, insanlığa sadece iyilik ve güzellik getirmekle kalmamış, bunu öyle bir tarzda gerçekleştirmiştir ki, insan eliyle yazılan kitapların topu birden, onun bir tek âyetinin insanlar üzerindeki etkisinin binde birini icra edebilmiş değildir.

Yirminci yüzyılın devletleri onca imkânlarıyla bir sigara karşısında âciz kalırken, Kur’ân’ın bir âyetiyle insanlar şarap küplerini devirmiş ve içkiyi ebediyen terk etmiştir.

Onun bir âyetiyle, insanlar mallarından en sevdiklerini ayırıp yoksullara bağışlamak için birbiriyle yarışa girmiştir.

Onun bir emriyle faiz kalkmış, bir emriyle kadınlar insan sırasına girmiş, bir emriyle putlar devrilmiştir.

Bugün onun bir emri yeryüzünü bir mescit haline getirir, bir milyar insanın yüzünü Kâbe’ye çevirip Rablerinin huzurunda düzenli bir ordu gibi hergün beş defa onlara talim yaptırır.

Onun bir emriyle insanlar her yıl bir ay boyunca yemekten, içmekten kesilir.

Onun bir emriyle milyonlarca insan yerlerinden, yurtlarından kopup Arafat meydanına doluşur.

Onun bir emriyle insanlar dünyalarını gözden çıkarır, canlarını feda eder. Onun zafer ve Cennet müjdesiyle ordular dünyaya yayılır. Fakir ve zayıf düşmüş bir millet, en çaresiz zamanında onun emriyle canlanır ve dünyanın devlerine Çanakkale’yi mezar yapar, tek başıyla dünyaya meydan okuyup bağımsızlığını kazanır.

İşte, indirilişinden on dört asır sonra, hâlâ tazeliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olarak, Kur’ân bir milyar insana dünya ve âhiret hayatlarında yol göstermeye devam ediyor. Ona sarılan kurtuluşa eriyor, ondan uzaklaşan ıztırap ve felâketlerin kucağına düşüyor.

İnsanlık üzerindeki etkileri ve sonuçları böylesine ortada olan bir kitap, bakın, kendisini nasıl tanıtıyor:


O Allah katında çok şerefli bir Kur’ân’dır.

O Levh-i Mahfuzda korunmuştur.

Tertemiz olanlardan başkası ona dokunamaz.

O Âlemlerin Rabbi katından indirilmiştir.

Yoksa siz onu inkâr mı edeceksiniz?

Ve o kitaptan nasibinizi bir inkârdan ibaret hale mi getireceksiniz?[1]


 “Kur’ân beşer kelâmıdır” diyenler, bu âyetler için de apaçık bir yalandır demiş olmazlar mı? Kur’ân’ın Allah adına ve Allah’ı şahit tutarak bildirdiği bütün emir ve yasakları, bütün hakikatleri, bütün haberleri, bütün vaad ve tehditleri yalanlamış olmazlar mı?

Bütün bunları yalanlayınca, on dört yüzyıl boyunca insanlara her alanda rehber olmuş bir kitabı asılsız bir düzmece farz etmiş olmazlar mı?

Onu asılsız farz edince de, onu getiren Peygamberi, bütün ömrü boyunca Allah adına yalanların en büyüğünü tekrarlayıp durmuş, Allah’tan zerre kadar korkmaz birisi olarak göstermiş olmazlar mı?

İşte bu yolun da ortasının bulunmadığını, Şeytana cevabının dördüncü aşamasında Bediüzzaman böylece gösterir:


Rabian: Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, benî Âdemin en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) mukaddes bir kumandanı olan Kur’ân, bilmüşahede kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, nâfiz emirleriyle, o pek büyük orduyu iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği ve bir inzibat altına aldığı ve maddî ve mânevî teçhiz ettiği ve umum efradın derecâtına göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir ve vicdanlarını tathir, âzâ ve cevârihlerini istimal ve istihdam ettiği halde—hâşâ, yüz bin hâşâ—kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farz edip, yüz derece muhali kabul etmek lâzım gelmekle beraber; müddet-i hayatında ciddî harekâtıyla Hakkın kanunlarını benî Âdeme ders veren ve samimî ef’âliyle hakikatin düsturlarını beşere talim eden ve hâlis ve makul akvâliyle istikametin ve saadetin usullerini gösteren ve tesis eden ve bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, Allah’ın azâbından çok havf eden ve herkesten ziyade Allah’ı bilen ve bildiren ve nev-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın yarısına bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle kumandanlık eden ve cihanı velveleye veren şöhretşiar şuûnâtıyla, nev-i beşerin, belki kâinatın elhak medar-ı fahri olan bir zâtı-hâşâ, yüz bin defa hâşâ-Allah’tan korkmaz ve bilmez ve yalandan çekinmez, haysiyetini tanımaz farz etmekle, yüz derece muhali birden irtikâp etmek lâzım gelir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan düşse, orta yerde kalamaz. Belki yerde en yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, ey Şeytan, yüz derece sen katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.


Bediüzzaman, böylece, Şeytanın “Beşerin biri din namına böyle birşey yapmış olamaz mı?” şeklindeki iddiasını, bu iddianın sonuçlarını da göstermek suretiyle, dört madde ile çürütüp dayanaksız bırakmış olmaktadır:

1. Din namına hareket eden, ancak Allah’ın emrini tebliğ eder; yoksa Allah’ı kendi keyfine göre konuşturmaz.

2. Âciz bir beşerin, ilmi ve kudreti herşeyi kuşatan Allah’ı taklit edip kendisini Onun yerine koyarak Onun adına bir kitap düzmesi mümkün değildir. Kaldı ki, bunu yapmaya teşebbüs etse de etkili olamaz; olsa da bu etki uzun süre devam etmez.

3. Allah tarafından gönderilmiş bir kitapla geldiğini iddia eden zat eğer doğru söylüyorsa insanlığın en yüce mertebesinde, yalan söylüyorsa sahtekârlığın en kötü derecesindedir. Bu ikisi arasında bir orta yer olmaz. Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın ise iyiliğin, doğruluğun ve güzel ahlâkın en üstün özelliklerini kendisinde topladığında, dostuyla ve düşmanıyla bütün insanlık ittifak halindedir. Öyleyse onun getirdiği haktır; yalancılığın ve sahtekârlığın en büyüğünü ona yakıştırmak kimsenin haddi değildir.

4. Kur’ân da eğer Allah’ın kitabı ise herşeyin üzerinde bir değere sahiptir; değilse—hâşâ—sahtekârlığın en büyük ve dehşetli bir belgesi olarak tarihe geçmiş olması gerekirdi. Bunun da ortası yoktur. Kur’ân’ın ise etkileri ve sonuçları, insanlığı hakka ve iyiliğe sevk eden ilkeleri ortada iken, böylesine dehşetli bir sahteliği ona Şeytan bile yakıştıramaz. Öyleyse o hak kitaptır ve Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.

[Devamı var]


[1]  Vâkıa Sûresi, 77-82.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Raşid Halifelerde iman-amel bütünlüğü

Kur'an mealleri din eğitiminde baş köşeyi almalı