Yüzyılların dilinde bir kitap


*

Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu
inkâr edenlere karşı
Bediüzzaman Said Nursî’nin
telif ettiği
bir mantık şaheseri

5

Bir önceki bölümde ele alındığı gibi, Kur’ân’a beşer kelâmı gözüyle bakanların görüşü bir dâvâ ve bir hüküm değildir, hükümden kaçınmaktır. Onun beşer kelâmı olduğu yönünde bir inanç değil, bir inançsızlıktır. Delil ve ispat yoluyla desteklenen bir iddia değil, delil ve iddialara göz kapayan bir iddiasızlıktır. Eğer bir dâvâ, bir hüküm, bir inanç şeklinde böyle bir iddiayı ileri sürmeye kalksalardı, daha önce sayılan, Kur’ân ve Resulullah ile ilgili pek çok muhali de bu arada ileri sürmek zorunda kalırlardı ki, Bediüzzaman, bu muhalleri, bahsin sonlarına doğru şöylece özetlemektedir:


Rabian: Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki,

* âlem-i insaniyetin semâsında yıldızlar gibi parlayan asfiyalara, sıddıkînlere, aktablara bilmüşahede rehberlik eden

* ve bilbedâhe mütemadiyen hak ve hakkaniyeti, sıdk ve sadakati, emn ve emaneti umum tabakat-ı ehl-i kemâle talim eden

* ve erkân-ı imaniyenin hakaikiyle ve erkân-ı İslâmiyenin desâtiriyle iki cihanın saadetini temin eden

* ve bu icraatının şehadetiyle bizzarure hak, hâlis ve sâfi hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitabı, kendi evsâfının ve tesirâtının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip—hâşâ, hâşâ!—tasniat ve iftiraların mecmuası nazarıyla bakmak, sofestaîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî bir hezeyan-ı küfrî olmakla beraber;

* izhar ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehadetiyle

* ve müddet-i hayatında gösterdiği bil’ittifak fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfi ubudiyetinin delâletiyle

* ve bil’ittifak kendinde göründüğü ahlâk-ı hasenesinin iktizasıyla

* ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin ve sahib-i kemâlâtın tasdikiyle en mutekid, en metin, en emin, en sadık bir zâtı—hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ—itikadsız, en emniyetsiz, Allah’tan korkmaz, yalandan çekinmez bir vaziyette farz edip, muhâlâtın en çirkin ve menfur bir suretini ve dalâletin en zulümlü ve zulümatlı bir tarzını irtikâp etmek lâzım gelir.


Kur’ân’a iman etmeyenler inançsızlıklarına dair bir delilden böylesine yoksun iken, ona hak kitap olarak inananların ellerindeki deliller saymakla bitecek gibi değildir. Bu delillerin hepsi bir yana bırakılsa, onun beşer eliyle yazılmış hiçbir kitaba benzemeyişi, Kur’ân’ı bütün kitapların üzerinde bir yerde görmek ve ona Allah kelâmı olarak inanmak için yeter de artar bile.

Kur’ân’ı okuyan veya dinleyen kim olursa olsun, hattâ mânâsını anlamasa bile, fark eder ki, o bütün kitaplardan, bütün sözlerden ayrı ve yüce bir yere sahiptir. O hiçbir edibin, şairin veya bilginin kaleminden çıkmış bir esere benzemez. Onun gibisi ne Kur’ân’ın indirilişinden önce yazılmıştır, ne de sonra. Tek olarak inmiş, tek olarak kalmıştır. Hiçbir kitap onun gibi yüzyıllar boyunca hergün, her saat milyonlarca insanın dilinde ve gönlünde yer tutmamış, asırları ve kıt’aları peşinden sürüklememiştir. Zaman herşeyi eskitirken onu gençleştirmiştir. Her asır onda yeni birşeyler bulmuş, her nesil ondan yeni birşeyler öğrenmiştir. Âlim-cahil, havas-avam herkes ve her sınıf insan onu tükenmez bir hazine olarak bulmuştur.

O insanların sadece dünyasını veya sadece âhiretini değil, her ikisini birden düzene koymuş, insanlığın önüne iki cihan mutluluğunu açmıştır.

Mânâsı bir yana, sadece lâfzıyla insanlar üzerinde meydana gelen tesiri, beşer eliyle yazılan hangi kitabın haddi var ki taklit edebilsin? Sıkıntıdan bunalmış, yeisten dünyası kararmış insanlar bir Kur’ân sesiyle huzura erişir. En küçük bir gürültüye tahammül edemeyen hastalar bir Kur’ân sesiyle sükûn bulur. Eğer Kur’ân beşer kelâmıysa, haydi, beşer eliyle yazılmış başka bir kitabı getirin de ölüm döşeğindeki bir hastanın başucunda okuyun!

İşte, Kur’ân, indirilişinden bu yana, kendisini inkâr edenlere meydan okuyor ve onları Kur’ân’ın benzerini yapmaya çağırıyor. On dört asır sonra ise, hâlâ ortada birtek âyetinin benzeri görülmüyor.

On Dokuzuncu Mektupta, Bediüzzaman, bu tarihî hakikati şöyle dile getirir:


Eğer muaraza [Kur’ân’a karşı çıkıp onun benzerini yapmak] mümkün olsaydı, herhalde teşebbüs edilecekti. Çünkü muarazaya ihtiyaç şedit idi. Zira dinleri, malları, canları, iyalleri tehlikeye düşüyor; muaraza edilseydi kurtulurlardı. Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde muaraza edecektiler. Eğer muaraza edilseydi, muaraza taraftarları kâfirler, münafıklar çok, hem pek çok olduğundan, herhalde muarazaya taraftar çıkıp iltizam ederek herkese neşredeceklerdi. (Nasıl ki, İslâmiyetin aleyhinde herşeyi neşretmişler.) Eğer neşretseydiler ve muaraza olsaydı, herhalde tarihlere, kitaplara şâşaalı bir surette geçecekti. İşte, meydanda bütün tarihler, kitaplar: hiçbirisinde, Müseylime-i Kezzâbın birkaç fıkrasından başka yoktur. Halbuki, Kur’ân-ı Hakîm, yirmi üç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu. Ve derdi ki:

“Şu Kur’ân’ın, Muhammedü’l-Emin gibi bir ümmîden nazîrini yapınız ve gösteriniz.

“Haydi, bunu yapamıyorsunuz; o zat ümmî olmasın, gayet âlim ve kâtip olsun.

“Haydi, bunu da getiremiyorsunuz; birtek zât olmasın. Bütün âlimleriniz, beliğleriniz toplansın, birbirine yardım etsin. Hattâ güvendiğiniz âliheleriniz [ilâhlarınız] size yardım etsin.

“Haydi, bununla da yapamayacaksınız. Eskiden yazılmış beliğ eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardıma çağırıp Kur’ân’ın nazîrini gösteriniz, yapınız.

“Haydi, bunu da yapamıyorsunuz. Kur’ân’ın mecmuuna olmasın da, yalnız on sûresinin nazîrini getiriniz.

“Haydi, on sûresine mukabil, hakikî, doğru olarak bir nazîre getiremiyorsunuz. Haydi, hikâyelerden, asılsız kıssalardan terkip ediniz, yalnız nazmına ve belâgatine nazîre olsun getiriniz.

“Haydi, bunu da yapamıyorsunuz; birtek sûresinin nazîrini getiriniz.

“Haydi, sûre uzun olmasın; kısa bir sûre olsun, nazîrini getiriniz. Yoksa din, can, mal, iyalleriniz, dünyada da, âhirette de tehlikeye düşecektir.”

İşte, sekiz tabakada ilzam suretinde, Kur’ân-ı Hakîm yirmi üç senede değil, belki bin üç yüz senede bütün ins ve cinne karşı bu meydanı okumuş ve okuyor. Halbuki, evvelki zamanda o kâfirler can, mal ve iyâlini tehlikeye atıp en dehşetli yol olan harp yolunu ihtiyar ederek, en kolay ve en kısa olan muaraza yolunu terk ettiler. Demek muaraza yolu mümkün değildi.[1]


Durum hâlâ on dört asır öncesinden farklı değildir. Kur’ân’ı beşer sözü olarak göstermeye çalışanlar, onun benzerini meydana getirip kurtulacakları yerde, Kur’ân’ın ve iman edenlerin en ağır hakaretleri altında haysiyetlerinin çiğnenmesine razı olmak zorunda kalmışlardır ve kalmaktadırlar. Çünkü başka çareleri yoktur. Ya iman edecek, ya da haysiyetlerini feda edeceklerdir.

Şeytan ile münazaranın sonunda, Bediüzzaman Kur’ân’ın hiçbir kitaba benzemeyişini ele alır ve burada da Şeytanı iki şıktan birini seçmek zorunda bırakır:


Elhasıl: On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde denildiği gibi, nasıl ki kulaklı âmi tabakası, i’câz-ı Kur’ân fehminde demiş: “Kur’ân, bütün dinlediğim ve dünyada mevcut kitaplara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir.” Öyleyse, ya Kur’ân umumun altındadır veya umumun fevkinde bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhal olmakla beraber, hiçbir düşman, hattâ Şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyleyse, Kur’ân umum kitapların fevkindedir; öyleyse mucizedir.

Aynen öyle de, biz de ilm-i usul ve fenn-i mantıkça sebr ve taksim denilen en kat’î hüccetle deriz:

Ey Şeytan ve ey Şeytanın şakirtleri! Kur’ân ya Arş-ı Âzamdan ve İsm-i Âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut—hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ—yerde, Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir. Bu ise, ey Şeytan, sabık hüccetlere karşı bunu sen diyemezsin ve diyemezdin ve diyemeyeceksin. Öyleyse, bizzarure ve bilâşüphe, Kur’ân Hâlık-ı Kâinatın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz. Nasıl ki kat’î bir surette ispat ettik; sen de gördün ve dinledin.

Hem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmekHAŞİYE lâzım gelir. Bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa filozofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o filozofların en müfsitleri ve o münafıkların en vicdansızları dahi diyorlar ki: “Muhammed-i Arabî (a.s.m.) çok akıllıydı ve çok güzel ahlâklıydı.”Madem şu mesele iki şıkka münhasırdır. Ve madem ikinci şık muhaldir ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor. Ve madem kat’î hüccetlerle ispat ettik ki, ortası yoktur. Elbette ve bizzarure, senin ve hizbüşşeytanın rağmına olarak, bilbedâhe ve bihakkılyakîn, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm Resulullahtır ve bütün resullerin ekmelidir ve bütün mahlûkatın efdalidir.


Herşeye rağmen, dünya imtihan dünyasıdır. Şeytan şeytanlığında, münkir inkârında devam eder, gider. İman edenler ise hak bildikleri yolda devam ederler ve Kur’ân’ı, onu getiren Âhirzaman Peygamberinin anlattığı gibi kabul edip başlarının üzerinde tutarlar:


O kitapta sizden öncekilerin ve sonrakilerin haberi vardır. Aranızdaki meselelerle ilgili hükümler vardır. O hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı ayıran bir hakemdir. Onda boş söz yoktur. Kim onun hükümlerine karşı gelerek onu terk ederse, Allah onun boynunu kırar, perişan eder. Kim ondan başka bir kurtuluş yolu ararsa, Allah onu saptırır. O Allah’ın sapasağlam bir ipidir. O hikmet dolu bir öğüttür. O dosdoğru bir yoldur. Hevâ ve hevesler onu saptıramaz, diller onu karıştıramaz. Âlimler ona doymaz; tekrarlamakla usandırmaz; insanı hayran bırakan yönleri bitip tükenmek bilmez. O öyle bir kitaptır ki, cinler onu dinledikleri zaman, ‘Biz doğru yolu gösteren, harikulâde bir Kur’ân dinledik ve iman ettik’ derler. Kim ona dayanarak konuşursa doğruyu bulur. Kim onunla amel ederse mükâfatını görür. Kim onunla hükmederse adalet etmiş olur. Kim ona çağrılırsa dosdoğru bir yol kendisine gösterilmiş olur.”[2]

SON


[1]  Risale-i Nur Külliyatı, s. 442-443.

[2]  Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân: 14.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Raşid Halifelerde iman-amel bütünlüğü

Yöneticiler hesaba hazırlansın