SON EKLENENLER
latest

30 Ocak 2020 Perşembe

Diyanet'e ve İlâhiyatçılara: Bu âyetler neyi anlatıyor?

ÜMİT ŞİMŞEK

Aylardır depremle ilgili olarak konuşulanlar ve yazılıp çizilenlere toplu bir şekilde bakınca, “28 Şubat’tan bu yana ne değişti?” sorusu zihnimizi kurcalamaya başlıyor.

O günleri yaşayanlar hatırlayacaklardır: Depremin İlâhî bir ikaz olduğunu söylemeye teşebbüs etmek, insanın başını derde sokmaya yeten bir iş halini almış ve bazılarımızın başını gerçekten de derde sokmuştu. Buna karşılık bir kısım ekransever ilâhiyatçılarımız, İlâhî ikaz veya cezadan söz etmek bir yana dursun, neredeyse Allah’ın depremlerle hiçbir ilgisinin bulunmadığı mânâsına gelecek açıklamalarla günün yönetimini hoşnut etme yarışına çıkmışlardı. Bu arada, resmî politikayı dinî yönden gerekçelendirmeye matuf bir Cuma hutbesi de tedavüle sokulmuştu.

Yirmi yılı aşkın bir zaman sonra yine aynı manzarayla karşı karşıyayız:

Konuşabilen ilâhiyatçılarımız 28 Şubat’ın mazide kalmış olması gereken resmî görüşüne gerekçe yetiştirmeye çabalıyor. Meselâ bunlardan bir tanesi “Bilimsel Zihniyet Yoksunu Kafalar depremlerin gerçekleşmesini dini gerekçelere bağlamaktadır” diyor ve bu “kafaları” susturmak için yöneticileri göreve çağırıyor! Fakat konuşma hakkı aynen 28 Şubat’taki gibi tek taraflı: “İlâhî uyarı” sözünü ağzına alan öğretim üyesi ânında linç kampanyasının hedefi haline geliyor. Saldırılar sadece sosyal medyanın şuursuz infaz ekiplerinden gelmiyor; öğretim üyesinin mensup olduğu üniversite de “ivedilikle inceleme başlattığını” iftiharla açıklarken, henüz gerçekleşmemiş incelemeden çıkacak sonucu da aynı açıklamanın üslûbuyla ilân ediveriyor! Bu histerik atmosferde insan bir aklıselim çağrısını Diyanet İşleri Başkanlığından bekliyor, lâkin o da konunun manevî yönüne hiç temas etmeyen bir hutbe ile oyuna giriyor; hattâ bununla da yetinmeyip, depremin münhasıran maddî tedbirlerle ilgili bir mesele olduğu fikrini işleyen ikinci bir hutbe ile bu meseledeki konumunu iyice pekiştiriyor.[1]

***

Bu kavgadaki tarafları birbirinden ayıran en önemli özellik şu:

Konuya İlâhî ikaz açısından yaklaşanlardan hiçbirinin, meselenin bilimsel yönünü reddettiklerini görmüyoruz. Buna karşılık, “bilimsel” açıdan yaklaştıklarını söyleyenlerden de, meselenin manevî bir yönü olabileceğine dair tek bir söz işitmiyoruz.

Oysa herkesten önce Diyanet ve İlâhiyat camiasının bildiği ve bildirmesi gerektiği gibi, burada söz konusu olan, Allah’ın “tekvinî” ve “teşriî” olmak üzere iki tür kanunudur. Bunların ikisi de itaat ister, ikisinin de itaat ve isyan karşısında ödül ve cezası vardır. Şu farkla ki, tekvinî kanunlara itaat veya isyanın neticeleri âcil olarak bu dünyada görülür; teşriî kanunlarda ise hesabın tam olarak görülmesi âhiret âlemine bırakılmış bir iştir. Bununla beraber, teşriî kanunlara isyana karşılık uyarı veya cezalar bazan kısmen bu dünyada görülebilir. Bu gerçeğe işaret eden birçok âyetten bir tanesi de Şûrâ sûresinin “Başınıza ne musibet gelirse, kendi elinizle işledikleriniz yüzündendir” meâlindeki 30. âyetidir.[2]

Doğal felâketler olarak adlandırılan olaylar, her iki yönden de ele alınmayı ve tedbirli bulunmayı gerektiren olaylardır. Bu yönlerden herhangi bir tanesinde gösterilecek olan ihmal, diğer yöndeki tedbirlerle kapatılamaz. Siz Allah’ın teşriî kanunlarına riayet ederek günahlardan bir evliya hassasiyetiyle kaçınacak olsanız bile, bu yöndeki itaatiniz, kötü zeminde kötü malzemeyle kötü bir şekilde yapılmış bir evde oturmak gibi bir ayrıcalığı size sağlamaz. Bunun tersi de aynı derecede geçerlidir: Hiç kimse, teşriî kanunlara olan inkâr ve isyanını tekvinî kanunlara itaatle kapatıp da kendisini bu dünyada başına gelebilecek her türlü ikaz ve cezadan korunmuş sayamaz.

***

Bu manzara karşısında, bilim adamlarının doğal felâketlerden söz ederken konunun maddî tedbir yönünü dile getirmelerinde ve yaygınlaşmış ihmaller karşısında sürekli olarak bu tedbirleri vurgulamalarında yadırganacak bir taraf yoktur; bundan konunun manevî yönünü inkâr mânâsı çıkmaz. Buna karşılık, milletin manevî hayatıyla ilgili olarak omuzlarında büyük sorumluluklar taşıyan ilim ve diyanet ehlinin de teşriî kanunlar cephesini tamamlayıcı bir fonksiyonu yerine getirmeleri beklenir; ve onlar bu yöndeki ihmallerinden dolayı ciddî şekilde suçlanırlar. Çünkü onların ihmalleri, sıradan insanların ihmalleriyle kıyaslanamayacak ölçüde felâketleri davet etme potansiyeline sahiptir.

Bununla birlikte, meselenin manevî yönüne en küçük bir işarette bulunmanın dahi saniyeler içinde amansız bir linç kampanyasını tetiklediğini gördükçe, “Acaba bizim kaçırdığımız birşey mi var?” diye düşünmekten insan kendisini alamıyor. Eğer öyleyse ve bizim gerçekten kaçırdığımız birşeyler varsa, o takdirde Kur’ân-ı Kerimin en önemli mesajlarını içeren ve neredeyse tamamı doğal felâketlerle gerçekleşmiş helâk vak’alarını içeren kıssalarında akıl erdiremediğimiz şeyler anlatılıyor demektir. Bu durumda, bizim sıradan vatandaşlar olarak, Diyanet ve İlâhiyat ehlinden şu sorumuza cevap isteme hakkımız doğuyor:

Şu âyetlerde ne anlatıldığını bize anlatır mısınız? Özellikle Hicr sûresinin âyetlerinde “sağlam evler inşa edenlerin de helâk edildiğinden” söz edilmesi bizim kafamızı karıştırıyor; aydınlatıcı açıklamalarınızda lütfen bunu da dikkate alınız:

Keşke sizden önceki nesillerden, yeryüzünde bozgunculuğun önüne geçecek söz sahibi insanlar olsaydı! Lâkin, onlardan kurtuluşa erdirdiğimiz pek azı bunu yaptı. Zulmedenler ise daldıkları refahın peşine düştüler de mücrim olup çıktılar.

Yoksa Rabbin, ahalisi düzgün kimseler olduğu halde beldeleri haksız yere helâk edecek değildi.

Hûd, 11:116-117

 

Onlar hiç yeryüzünde dolaşıp da kendilerinden öncekilerin âkıbetlerine bakmadılar mı? Oysa onlar kendilerinden daha güçlüydüler; toprağın altını üstüne getirmişler ve yeryüzünü bunlardan daha fazla imar etmişlerdi. Onlara da peygamberleri apaçık deliller getirmişti. Allah elbette ki onlara bir haksızlık edecek değildi; fakat onlar kendilerine zulmedip duruyorlardı.

Rum, 30:9

 

Senden önce de kendi kavimlerine Biz peygamberler gönderdik de onlara apaçık âyetler getirdiler. Sonra da cürüm işleyenlerden intikamımızı aldık. Mü’minlere yardım etmek ise üzerimize bir hak olmuştu.

Rum, 30:47

 

Âd ve Semud kavimlerini de helâk ettik ki, meskenlerinin hali size bunu açıkça göstermiştir. Şeytan onlara yaptıklarını süsledi ve onları yoldan çıkardı. Oysa onlar gerçeği görebilecek kimselerdi.

Karun’u, Firavun’u, Hâmân’ı da helâk ettik. Halbuki Musa onlara apaçık deliller getirmiş, onlar ise o ülkede büyüklük taslamışlardı. Fakat azabımızdan kaçamadılar.

Onların hepsini de günahlarıyla yakaladık. Kiminin başına taş yağdırdık. Kimini o korkunç ses yakaladı. Kimini yerin dibine geçirdik. Kimini de boğduk. Allah onlara haksızlık etmedi; onlar kendilerine zulmedip duruyorlardı.

Ankebût, 29:38-40

 

İçlerinden bir topluluk, onları sakındırmaya çalışanlara, “Allah’ın helâk edeceği veya şiddetli bir azapla cezalandıracağı bir kavme niçin öğüt verip duruyorsunuz?” dediklerinde, onlar dediler ki: “Rabbimize karşı bir özür olsun diye. Bakarsınız, onlar da Allah’a karşı gelmekten sakınırlar.”

Onlar kendilerine verilen öğütü unuttuklarında, Biz de kötülükten sakındıranları kurtardık; zulmedenleri ise, yoldan çıkmaktaki ısrarları yüzünden, şiddetli bir azapla yakaladık.

A’râf, 7:164-165

 

Hicr ahalisi  de peygamberlerini yalanlamıştı.

Biz onlara âyetlerimizi verdik; onlar ise bundan yüz çevirdiler.

Onlar dağlardan güvenli evler yontarlardı.

Onları da bir sabah vakti o korkunç ses yakaladı.

Kazandıkları şeylerin onlara hiçbir faydası olmadı.

Hicr, 15:80-84


[1] 31 Ocak 2020 tarihli hutbe metni için bkz. http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/HutbelerListesi/Afetlere%20Kar%C5%9F%C4%B1%20Bilin%C3%A7li%20Olal%C4%B1m.pdf

16 Ağustos 2019 tarihli hutbe için bkz. http://www2.diyanet.gov.tr/DinHizmetleriGenelMudurlugu/HutbelerListesi/Gu%CC%88venli%20Bir%20Hayat%20I%CC%87c%CC%A7in%20Afetlere%20Haz%C4%B1r%20Olal%C4%B1m.pdf

[2] Âyetin devamındaki “Üstelik birçoğunu da Allah affeder” ifadesi ise burada söz konusu olan günahların sadece teşriî kanunlarla ilgili bulunmadığını açıkça gösteriyor. Ayrıca bu âyetle ilgili olarak Hz. Ali’nin Resulullahtan (s.a.v.) rivayet ettiği hadis-i şerif de hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak kadar açıktır: “Kim dünyada bir günah işleyip de bunun cezasına uğrarsa, Allah onu âhirette ikinci defa cezalandırmayacak bir adalet sahibidir. Kim bir günah işler de Allah onu örter ve bağışlarsa, Allah bağışlamış olduğu şeyi âhirette cezalandırmayacak bir kerem sahibidir.” (Hakim, Müstedrek, 2:483, no. 3664.)

27 Ocak 2020 Pazartesi

Hadisler bize kadar nasıl ulaştı?

Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman ve Allah’ı çok anan kimseler için, Allah’ın Elçisinde size güzel bir örnek vardır.

Ahzâb Sûresi, 33:21

ÜMİT ŞİMŞEK
(İslâm İnanç İlmihali‘nden)

HZ. MUHAMMED (s.a.v.) en son peygamber olduğu göre, onun irşadı, kendisinden sonraki bütün çağlara sağlam bir şekilde ulaşacak demektir. Madem ki insanlar Âhirzaman Peygamberine inanmak ve itaat etmekle yükümlü tutulmuştur; o halde, Peygamberden kendilerine intikal eden şeyin ne olduğunu açık bir şekilde bilmeleri gerekir. Yoksa, kimsenin, kendisine açık bir şekilde bildirilmemiş olan şeye uymakla yükümlü tutulmayacağı aşikârdır.

Peygamberden bize intikal eden iki ana kaynak vardır. Bunlardan birincisi olan Kur’ân, hiçbir tahrife uğramadan, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak bir sağlamlıkla bugün herkesin elinde ve dilindedir. Dinin ikinci ana kaynağı olan Hadis de bize güvenilir bir kaynak olarak ulaşmış bulunuyor. Ancak onun muhafaza edilme ve bize ulaşma yöntemlerinde farklılıklar vardır.

Hadis dendiğinde, bundan, (1) Peygamberimizin sözlerini, (2) onun davranışlarını, (3) başkasına ait olup da onun tasdikine mazhar olmuş davranışları anlıyoruz. Bunların her üçü de, Peygamberimizin bütün hayatı boyunca, onun Sahâbîleri tarafından son derece dikkatli bir şekilde takip edilmiş ve kaydedilmiştir.

Hadisler nasıl kaydedildi?

Bu takip ve kayıt işlemi, önceleri, büyük ölçüde ezberlemek yoluyla gerçekleşiyordu. Zaten İlâhî kader, Peygamberi göndermeden önce o günkü Arap  toplumunu böyle bir görev için hazırlamış, onları son derece güçlü hafızalarla seçkin kılmıştı. Öyle ki, uzun çöl yolculuklarında, onlar, deve üzerinde iken hafızalarından satranç oynayabilecek bir hale gelmişlerdi. Peygamberimiz ise, konuştuğu zaman, değil öyle güçlü hafıza sahiplerinin, en zayıf hafızalı insanların bile rahatlıkla belleyebileceği şekilde tane tane konuşurdu. Hz. Aişe, bu durumu, “İsteyen, onun harflerini bile sayabilirdi” sözüyle tasvir eder.[1]

Dinleyenin hafıza gücü ile konuşanın bu özelliğine, bir de, Peygamberin her sözünü ve her hareketini iyice belleyip insanlara aktarmak yönündeki Sahâbe duyarlılığı eklenince, onun ağzından çıkan her sözün ve attığı her adımın zihinlerde, gönüllerde, dillerde ve hayatlarda sapasağlam bir şekilde yerleşmesi için gerekli olan bütün şartlar tamamlanmış oluyordu. Üstelik bunu, bizzat Peygamberimiz, bir görev olarak Sahâbîlerine yüklemiş, “Benden birşey işitip ezberleyen ve onu başkalarına ulaştıran kimsenin Allah yüzünü ağartsın. Bakarsınız, kendisine bilgi ulaştırılan kişi, onu işitenden daha iyi anlar”[2] buyurmuştur.

Hadisleri yazanlar da vardı

Ayrıca, daha Peygamberimiz hayatta iken onun sözlerini yazan Sahâbîler de olmuştur ki, bunların başlıcası, Hadis ilminin en önemli isimlerinden Abdullah ibni Amr’dır. O, Peygamberimizden ne işitirse yazardı. Bazıları ona “Resulullah sakin halde iken de konuşur, öfkeli iken de. Sen ondan duyduğun herşeyi yazma” deyince o da yazmayı bıraktı. Fakat bu durumu Peygamberimize anlatınca, o, dilini işaret ederek, “Yaz,” buyurdu. “Nefsim elinde tutan Allah’a yemin olsun ki, buradan, haktan başka birşey çıkmaz.” Bunun üzerine Abdullah eskisi gibi hadisleri yazmaya devam etti.

Sahâbenin bir diğer özelliği de, doğrulukları idi. Resulullahın terbiyesi onları öyle bir kıvama getirmişti ki, yalanın her türlüsünden tabiatları itibarıyla nefret ederler ve en küçük bir yalanı akıllarından dahi geçirmezlerdi. Fakat Peygamberimizden sonraki dönemlerde, çok çeşitli kültürlerden insanların İslâma girmesi, arkadan da malûm fitne hareketlerinin vuku bulması ve çeşitli sapık mezheplerin ortaya çıkmasıyla birlikte bir kısım insanlar Peygamber adına yalan söylemekten çekinmez hale gelince, Sahâbe de hadis rivayeti işini sıkı tutmaya başladı. Artık “Resulullahtan işittim ki” diyen herkesin sözüne itibar edilmiyor, ondan şahit veya yemin isteniyor, yahut daha başka yöntemlerle sözlerinin doğruluğu kontrol ediliyordu.

Sahih hadisler nasıl belirlendi?

Takip eden yüzyıllarda ise, Peygamberden rivayet edilen hadislerin derlenip toplanması, daha sonra da tasnif edilmesi çalışmaları başladı. Bu arada, “Hadis” şemsiyesi altında bir ilimler topluluğu vücuda geldi ve bu ilimlerin kendilerine has ilkeler ve yöntemler geliştirildi. Meselâ bunlardan cerh ve ta’dil ilmi, hadis rivayet eden kişilerin hayatını, davranışlarını, zayıf ve kuvvetli taraflarını bir istihbarat örgütünden aşağı kalmayacak bir profesyonellikle inceliyor ve bu konudaki güvenilirlik nisbetini belirli ölçütler içinde derecelendiriyordu. Üstelik, böyle bir tahkikattan bir kere geçer not almak da ömür boyu garanti teşkil etmiyordu. Meselâ, en güvenilir bir râvi, eğer ihtiyarlık döneminde hafıza kaybına uğrar da rivayet ettiği hadislerde bazı zaaflar görülecek olursa, bu zaaf, bir virüs gibi, ondan gelen bütün rivayetlere bulaşıyor ve kendisinin daha önce rivayet ettiği hadisleri de sakatlayabiliyordu.

İnsanlık tarihinin en seçkin eserleri

Böylesine duyarlılıklar içinde ve binlerce ilim ehlinin yüzyıllarca süren gayretlerinin sonucunda, Peygamberimizden bize intikal eden hadisler toplandı, tasnif edildi, sıhhat açısından derecelendirildi ve ortaya, birbirinden değerli yüzlerce eser çıktı. Bunlardan her biri ayrı bir yönüyle diğerinden ayrılıyor, meselâ kimi fıkıh, kimi ahlâk, kimi ibadet konularına ağırlık veriyor, kimi hadisleri konularına göre, kimi de râvilerine göre sınıflandırıyordu.

Bu eserler arasında, başta Buharî ve Müslim’in Sahih’leri olmak üzere, Ebû Dâvud, Tirmizî, Nesâî ve İbni Mâce’nin Sünen’leri, “Kütüb-i Sitte” ünvanıyla, en önde gelen altı hadis külliyatı olarak genel bir kabul gördü. Bu, elbette ki, bütün sahih hadislerin sadece bu kitaplarda bulunduğu anlamına gelmiyordu; ancak hem sıhhat itibarıyla hadislerin son derece sıkı bir incelemeden geçirilerek tasnif edilmiş olması, hem de hadis külliyatlarındaki belli başlı özelliklerin bu altı kitapta bir araya toplanmış olması sebebiyle, Kütüb-ü Sitte, İslâm ümmetinin ortak güvenini kazanan eserler olarak, ilim dünyasında en seçkin bir yere kavuşmuş oldu.

Her mesele uzmanından sorulmalı

Bugün gelinen noktada, bize hadis olarak ulaşan haberlerin sıhhat derecesini ölçme imkânı en geniş anlamda mevcuttur. Ancak bunun bir uzmanlık işi olduğu unutulmamalıdır. Bütün bilimlerde olduğu gibi, din ilimleri de kendi içinde ayrı ayrı disiplinlere ayrılır ve bu disiplinlerden her biri ayrı bir uzmanlık ister. Hadis hakkında son sözü söylemek de, hiç şüphesiz, Hadis ilimlerinde uzmanlaşmış otoritelere düşen bir iştir. Bir tarafta her işittiğini gelişigüzel bir şekilde hadis diye nakletmek, diğer tarafta da Kur’ân’ı öne çıkarma görüntüsü altında Hadis’e olan güveni sarsmak gibi aşırılıklar arasında doğru yolu bulabilmek için, insanın her işi ehline sormak gibi bir sorumluluk karşısında bulunduğunu hiçbir zaman dikkatten uzak tutmamak gerekir. Çünkü bu işin bir tarafında Peygamber adına yalan söylemek, diğer tarafında da Peygamberin sözünü inkâr etmek gibi ciddî bir tehlike vardır:

Bilmiyorsanız ilim ehline sorun.[3]

Bilmediğin şeyin peşine takılma. Çünkü kulak olsun, göz olsun, kalp olsun, hepsi bundan sorumlu tutulmuştur.[4]

✅

ONLİNE SİPARİŞ

👇

[1] Buharî, Menâkıb: 23; Müslim, Zühd: 71, Fedâilü’s-Sahâbe: 160; Ebû Dâvud, İlim: 7; Tirmizî, Menâkıb: 9.

[2] Ebû Dâvud, İlim: 10; Tirmizî, İlim: 7.

[3] Nahl Sûresi, 16:43; Enbiyâ Sûresi, 21:7.

[4] İsrâ Sûresi, 17:36.

26 Ocak 2020 Pazar

Tövbekâra müjdeler var, müfterinin işi zor

Kur’an Buluşmalarının 254. bölümünde okuduğumuz âyetlerin ağırlıklı konularından biri istiğfar, diğeri ise iftira idi.

UTESAV organizasyonuyla MÜSİAD’ın Çobançeşme’deki genel merkezinde gerçekleşen Buluşmada Nisâ sûresinin şu meâldeki 110-112. âyetlerini okuduk:

Kim bir kötülük işler yahut nefsine zulmeder de sonra Allah’tan bağışlanma dilerse, Allah’ı çok bağışlayıcı, çok merhamet edici bulur.

Günah işleyen, kendi aleyhine günah işlemiştir. Allah ise herşeyi bilir, hikmeti herşeyi kuşatır.

Küçük veya büyük bir günahı işledikten sonra onu suçsuz birinin üzerine atan kimse ise, bir iftirayı ve apaçık bir büyük günahı yüklenmiş olur.

İstiğfar ile ilgili olan âyet-i kerimenin münafıklar ve her türden iç ve dış düşmanlarla ilgili âyetlerin peşi sıra gelmesi mânidardı; çünkü âyet Allah’ın ve Müslümanların en yaman düşmanları da dahil olmak üzere herkesi kuşatan bir çağrı yapıyor ve içten bir tövbe ile dergâh-ı İlâhîye yönelen herkese Allah’ın rahmet ve mağfiretini vaad ediyor, şu mânâları onlara hatırlatıyordu:

“Kim olursa olsun, ne kadar büyük günahı olursa olsun, pişmanlık ve tövbe ile Allah’a yönelecek ve bağışlanma isteyecek olursa, eli boş olarak dönmeyecek, azarlanmayacak, reddedilmeyecek, kötü bir muamele görmeyecek, Rabbinin sonsuz gufran ve rahmetinden muazzam bir nasiple dönecektir.”

İnsanları iftiradan kaçınmaya çağıran âyet-i kerime ise, konuya dair diğer âyet ve hadislerle birlikte incelendiğinde, bu günahın bir kimseye yapılacak en küçük ve basit bir iftirayı bile insanı dehşete düşürmeye yetecek büyüklükte bir cinayet teşkil ettiğini apaçık gösteriyordu. Bu konudaki okumalarımız da karşımıza şöyle bir tablo çıkardı:

Kur’ân-ı Kerim, bu dersleriyle, kötülüklerin her türlüsünden temizlenip en üstün ahlâk ilkeleriyle bezenmiş bir toplum inşa ederken, aynı zamanda, o toplumu meydana getiren fertlerin her birinin en küçük bir hakkını dahi dünya ve içindekilerden daha üstün tutuyor.

Ve Kur’an medeniyeti, her biri Allah katında Kâbe’den daha değerli olan insanların meydana getirdiği bir ümmetin omuzlarında yükseliyor.

254’üncü Kur’an Buluşmasına ait kesintisiz video kaydını şu bağlantıdan izleyebilirsiniz:

https://youtu.be/3QJqdK0j630

Herkese açık olarak cereyan eden Kur’an Buluşmaları Cumartesi sabahları 6:50’de kılınan sabah namazından sonra simit-peynir-çaydan meydana gelen bir kahvaltı ikramını takiben 7:30’da başlıyor ve 9:00’a kadar devam ediyor.

Programda hanımlara da yer ayrılmış bulunuyor.