Erkek olsun, kadın olsun, sizden iyi bir iş yapanın emeğini Ben asla boşa çıkarmam. Siz zaten birbirinizdensiniz.
Âl-i İmrân Sûresi, 3:195
ÜMİT ŞİMŞEK
Daha başka âyetlerde de tekrarlanan bir vurgu ile, bu âyet-i kerime, birer kul olarak erkek ile kadın arasında Yüce Allah’ın hiçbir fark gözetmediğini ve onları ödüllendirirken erkek mi, kadın mı olduklarına bakmayacağını bildiriyor. Ve “Siz zaten birbirinizdensiniz” buyurarak, kulların da birbirlerine karşı hiçbir şekilde üstünlük iddia edecek durumlarının bulunmadığını hatırlatıyor.
Gerçi böyle bir belirtme yapılmasaydı dahi, Kur’ân’ın genel ifadelerinden bu anlam rahatlıkla çıkarılabilirdi. Çünkü bu ifadeler, ister ödül vaad etsin, ister tehdit içersin, herhangi bir cinsi veya grubu dışlamaksızın tüm insanları kapsamına almaktadır. Ancak Kur’ân bu kadarla yetinmemiş, gerek bu âyette, gerekse onun benzeri âyetlerde, kadının durumunu ayrıca vurgulayarak bu hususta herhangi bir tereddüde meydan bırakmamıştır.
Kur’ân’ın bu tutumunu incelerken, onun nazil olduğu dönemin şartlarını da dikkate almak gerekir. O devir, bugünkü gibi kadınların haklarından söz edilen bir devir değildi. Hattâ kız çocuğu sahibi olmak, bir adamı insan içine çıkamaz hale getirebiliyordu. Böyle bir toplumda, böyle bir zamanda inen Kur’ân âyetleri, kadını da erkekle beraber muhatapları arasına almış ve onu hem ödülde, hem cezada erkekle eşit tuttuğunu açık bir şekilde tekrar tekrar hatırlatmıştır.
Peygamberimize ve onun şahsında bize istiğfar emri verilirrken de, “Hem kendi günahın için, hem de mü’min erkeklerle mü’min kadınlar için Allah’tan af dile”[1] buyurulmuş olmasında da bu açıdan büyük bir incelik vardır. Böylece, bize de, dua ve istiğfarlarımıza, Rabbimize sunduğumuz en içten dileklerimize, erkeği ve kadınıyla tüm mü’minleri katmamız öğütlenmektedir. Aynı incelik, Kur’ân’ın naklettiği peygamber dualarında da görülür: Hz. Nuh’un “Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime gireni, mü’min erkekleri ve mü’min kadınları bağışla”[2] şeklindeki duasında olduğu gibi.
Fakat şunu da unutmamak gerekir ki, ödüldeki bu mutlak eşitlik, aynen cezada da geçerlidir. Bir kadın, işlediği iyiliğin karşılığını erkekle aynı şekilde gördüğü gibi, işlediği kötülüğün cezasını da aynı şekilde çeker. Bu durum da pek çok âyette vurgulanmıştır. Kur’ân âyetleri, bir yandan mü’min erkekleri ve mü’min kadınları beraberce sayarken, bir yandan da münafık erkek ve kadınlardan, müşrik erkek ve kadınlardan da ayrıca söz etmekte, onlar hakkında şiddetli tehditlerde bulunmaktadır.
Sonuç olarak da, Kur’ân, her iki gruptaki erkek ve kadınları birbirine yakıştırır ve buyurur ki:
Kötü kadınlar kötü erkeklere, kötü erkekler kötü kadınlara; temiz kadınlar temiz erkeklere, temiz erkekler de temiz kadınlara yaraşır.[3]
Erkek ve kadınların, gerek yaratılışlarından gelen özellikler sebebiyle, gerekse zamanın ve toplumların şartları altında, yerine getirdikleri farklı görevler, aile ve toplum hayatında üstlendikleri farklı roller vardır. Ancak bu farklılıkların birbirine göre bir üstünlük veya aşağılık ifade etmeyeceği, Kur’ân’ın beyanlarından çok açık bir şekilde anlaşılıyor. Allah katında tek bir üstünlük sebebi varsa, o da takvâdır, Allah’ın buyruk ve yasaklarına uyma konusunda kişinin gösterdiği duyarlılıktır. Bunu da Yüce Allah, yine tüm insanların bir erkek ile bir kadına dayandığını hatırlatan bir âyetinde açıklıyor:
Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da birbirinizi tanıyasınız diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, en ziyade takvâ sahibi olanınızdır. Allah ise herşeyi bilir, herşeyden haberdardır.[4]
Yegâne üstünlük ölçüsü takvâ olarak belirlenince, artık insanlar arasında başka bir üstünlük ölçüsünün kalmadığı da açıkça belli oluyor. Asıl fark, insanların Allah huzurunda ortaya çıkacaktır. Orada, takvâsı daha ileride olan köle, hükümdarın üzerinde, takvâca daha üstün olan kadın da erkeğin üzerinde olacak ve Allah’ın bu derecelendirmesi karşısında hiç kimsenin söyleyebileceği bir sözü de olmayacaktır.
[1] Muhammed Sûresi, 47:19.
[2] Nuh Sûresi, 71:28.
[3] Nur Sûresi, 24:26.
[4] Hucurât Sûresi, 49:13.