SON EKLENENLER
latest

9 Temmuz 2020 Perşembe

Musa Efendinin adaleti



Maneviyat büyüklerimizden Hâce Musa Topbaş, en önemli özelliklerinden biri olan adaleti ile yad ediliyor.

Musa Efendinin hizmetinde bulunan Muzaffer Işıkveren, Altınoluk dergisinde çıkan mülâkatında, onun en önemli vasıflarını “dirayet, adalet ve merhamet” olarak saydı.

Onun adaletini anlatırken de, en başta ailesine karşı adaletli olduğunu ve onların haklarını asla ihmal etmediğini belirtti.

Vefat yıldönümü münasebetiyle Musa Topbaş’a ayrılan Altınoluk’un Temmuz sayısındaki mülâkatında, Muzaffer Işıkveren, onun ailesine karşı adaletini anlatırken şunları söyledi:


Adaletliydi, başta ailesine. Valide hanım, Fatma Feride hanımefendi – Allah yattığı yeri Cennet bahçesi eylesin – Osmanlı hanımefendisiydi. Ona meselâ her gün vakit ayırırdı, “Hakkı vardır” derdi. “Biz 51 yıl evli kaldık, ama hep nişanlı hayatı yaşadık” sözünü hiç unutmam. Hiç birbirlerini kırmadıklarını söylerdi. Halbuki Fatma Feride hanım sert mizaçlı, otoriter bir hanımefendiydi. Onu “Sultanım” diyerek her gün bir yere gezmeye götürürdü. Termosta çayı, sandalyeleri, çerezi, meyvesi, v.s. herşeyi hazır mı diye kontrol eder, sonra valideye haber verir, Uludağ yoluna ya da bir dere kenarına, bir mesire yerine giderler, otururlar, bir meyve yer, bir çay içerler, dönerlerdi. En başta hanımının hakkını verirdi.


Işıkveren’in anlattıkları arasında yer alan şu hatıra da Musa Efendinin ailesi dışındaki insanların en ince hukukuna, hattâ hissiyatına karşı dahi son derece hassas bir adalet duygusuna sahip olduğunu gösteriyor:


Tesbih çekerken “Çok ağır gidiyorsunuz, niye?” diye sordum. “Geçmiş günün her ânını hatırlamaya gayret ediyorum” dedi. “Arkadaşımın yüzüne bakmadım, estağfirullahe’l-azîm; komşuma selâm vermedim, estağfirullahe’l-azîm; park yerine biraz geniş girdim ötekini sıkıştırdım, estağfirullahe’l-azîm; evde sert konuştum, estağfirullahe’l-azîm…” Geçmiş günün muhasebesini yapıyor. Bunu yaparken niyaz ve yakarış halindeydi.


Yazının bütünü ve Musa Topbaş hakkındaki diğer yazılar için bkz:

“Muzaffer Işıkveren ile Hâce Musa Topbaş Hazretleri Üzerine: Dirayetli, Adaletli ve Merhametliydi.” Altınoluk, Temmuz 2020, s. 20-23.

7 Temmuz 2020 Salı

1095 saat



ÜMİT ŞİMŞEK

Büyük emekler ve yüksek fiyatlarla ele geçen bir nime­tin değerini herkes takdir eder. Fakat hiçbir fiyat ödemeksi­zin doğuştan sahip olduğumuz nimetler, dünyadaki herşeyden daha değerli olmalarına rağmen, lâyık oldukları itinâyı nedense görmezler. Böyle nimetleri mirasyediler gibi harca­makta birbirimizle âdetâ yarışırız.

İşin en garip tarafı da, bu nimetlerin en değerlisinin en hoyrat bir şekilde israf edilmesidir. Bu nimet sayılıdır, sınırlı­dır, her an hızlanan bir tükenişle eriyip gitmektedir ve bir daha geri gelmeyecektir. Zaman tünellerine belki filmlerde, hikâyelerde ve rüyalarda girebilirsiniz—ama gerçek hayatta asla. Bir hastalık sonrası sağlığın geri dönüşü gibi kayıp za­manlar hiçbir zaman tekrar ele geçmez.

Zaman deyince, onun en büyük düşmanı ister istemez akla geliyor: televizyon. Bu âletin ömrümüze maliyetini hiç he­sapladınız mı?

Gelin, beraber hesaplayalım. Birinci soru: Günde kaç saati­niz televizyon başında geçiyor?

Ortalama — belki de iyimser — bir hesapla 3 saat diyelim. İlk başta pek ürkütücü gelmiyor. Ancak günler damlaya damla­ya hafta olur, ay olur, yıl olur, sonunda bir ömür olur, biter. Eğer televizyonun günde 3 saatten bir yılda yiyip bitirdiği zamanı hesaplarsak, 1095 saat eder. Bu da gecesiyle, gündü­züyle 45 gün demektir — televizyon başında geçen 45 gün ve 45 gece. Arta kalanlar ise, dizilerin, gevezeliklerin, daha bir yığın lehviyat ve fuhşiyatın günah izleri. Belki araya tesadü­fen bir iki bilgi kırıntısı da sıkışmış olabilir; ama bunun da fi­yatı herhalde 1095 saatlik insan ömrü değildir! 10 lira için, dolu dolu 8 saatlik mesai ile 5,5 ay çalışır mıydınız?

***

ŞİMDİ ikinci soru: Televizyon canavarının pençesinde can veren bu 1095 saat bize neler kazandırabilirdi?

Bu rakam, bir öğrencinin bütün bir öğretim yılı boyunca gördüğü ders saatlerinden daha da büyük bir yekûndur. De­mek ki, en azından kayıp bir öğretim yılı var orta yerde.

1095 saat içerisinde bir yabancı dili iyi seviyede öğrenmek mümkündür. Bu demektir ki, televizyon her yıl bize bir ya­bancı dil kaybettiriyor.

Kitap okumayı tercih ederseniz, ağır bir okuyuşla, 25 bin sayfalık kitabı bu müddet içinde bitirebilirsiniz. Hızlı okuyanlar ise bu rakamı yüz binlere çıkarabilirler. Ama bırakın yüz binleri, bırakın on binleri, senede birkaç bin sayfa okuyabilenler — “aydınlarımız” da dahil — toplumumuzun aca­ba yüzde kaçlık bir kesimini teşkil ediyor?

Eğer herbir harfi en az 10 bâki sevap meyvesi veren Kur’ân okuyacak olsanız, bu 1095 saat, 10 tane hatim eder. (Ağır okuyanlar üzülmesin; onlara zaten çifte sevap müjdesi var.) Veya bu müddetin sadece üçte birini kazâ namazlarına ayırmakla, 3 yıllık borcu defterden silebilirsiniz.

Bunlar birkaç misalden ibaret; artık herkes kendi tercihine göre bir liste yaparak maliyet hesaplarına girişebilir. Eğer bu hesaplar uzun ve karmaşık geliyorsa, televizyonun sadece bir tek ezan vaktindeki maliyetini düşünün. Bu, yeryüzünde Kâbe’ye yönelerek halka halka saf tutmuş yüz milyonlarca Müslümanın arasına katılıp onların dualarına ve âminlerine iştirak etmek gibi bir fırsatı tepmek mânâsına gelir. Tek bir namaz vaktindeki bu kaybı dünyada hangi şey telâfi edebi­lir?

Lâkin ins ve cin şeytanları insanı boş bırakmaz ki, alın teri dökerek kazandığımız parayı yakıp külünü savurur gibi har­cadığımız ömür sermayesinin hesabını çıkaralım. Onların işi, “merak” denen zayıf damarından insanı yakalayarak “Han­gimiz daha çok saptıracağız?” diye, birbirleriyle yarışıp dur­mak… Kur’ân ise, âdetâ önümüzdeki aptal kutusunu anlatan tasvirleriyle, bizi ikaz edip duruyor:

“İnsanlardan bir de öylesi vardır ki, halkı bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve dini alaya almak için boş söz ve eğlencelere müşteri çıkar. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır.”[1]

“İblis dedi ki: Beni azdırmana karşılık, ben de Senin doğru yolun üzerinde onların önüne oturacağım. Sonra önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından onların üzerine varacağım. Sen ise onların çoğunu şükredici bulmayacaksın.”[2]

“İnkâr edenler, ‘Bu Kur’ân’ı dinlemeyin; okunurken şamata çıkarın,’ dediler. ‘Böylelikle ona üstün gelirsiniz.’ Biz o kâfirlere şiddetli bir azap tattıracak ve yaptıklarının en kötüsüyle onları cezalandıracağız.”[3]

Hesabı bir daha baştan almaya ne dersiniz?


(Bu yazının yazılışından daha sonraki yıllarda yapılan anketler, Türkiye’de günlük ortalama televizyon izleme süresini 4 saat olarak belirlemiş bulunuyor. Bu ise, 1460 saatimizin, yani geceli gündüzlü iki ayımızın, yani iki öğretim yılının her sene televizyon başında geçmekte olduğu anlamına geliyor. Bu genel manzaranın içinde, herkes, kendi izleme süresini esas alarak, kendi hayatıyla ilgili tabloyu çıkarabilir; bu durumda belki bir kısmımız diğerlerine oranla biraz daha talihli çıkabiliriz—eğer günde sadece bir veya iki saatimizi televizyon başında geçirmek bir talih olarak adlandırılacaksa! Toplum olarak içinde bulunduğumuz durum ise, ne yazık ki, çekilen fotoğrafta görüldüğü gibidir!)


[1] Lokman Sûresi, 6.

[2] A’râf Sûresi, 16-17.

[3] Fussılet Sûresi, 26-7.


Image by chien than from Pixabay

6 Temmuz 2020 Pazartesi

Hidayete ermek kadar hidayette kalmak da mühim



Sadece inkâr etmekle kalmayıp bir de inanan insanları imandan ve hayırdan alıkoymak için çalışanlarla ilgili İlâhî uyarılar, 276. Kur’an Buluşmasının ana gündemi idi.

UTESAV organizasyonuyla düzenlenmekte olan Kur’an Buluşmalarının 4 Temmuz Cumartesi günü gerçekleşen bölümünde Nisâ sûresinin şu mealdeki 167-169. âyetlerini okuduk:


İnkâr eden ve insanları Allah yolundan alıkoyan kimseler, pek derin bir sapıklıkla sapıtıp gitmişlerdir.

İnkâr edip zulmedenleri Allah ne bağışlar, ne de onlara bir yol gösterir.

Allah onları ancak ebediyen kalacakları Cehennem yoluna sevk eder. Bu ise Allah için pek kolaydır.


Bu âyet-i kerimeler, inkâr ve isyanda diretenleri ilgilendirdiği gibi, mü’minler için de uyarı niteliği taşıyordu. Çünkü sadece kendi inkâr ve isyanıyla yetinmeyip başka insanları da hak yolundan çevirip kendileri gibi azgınlaştırmak için uğraşan kimseler tarihin her devrinde vardı ve olmaya da devam edecekti. Bu ise, mü’minlerin teyakkuz halinde bulunmasını gerektiren bir durum idi. İşte, Kur’ân, sadece bize her hususta doğru yolu göstermekle kalmıyor, o yola iletildikten sonra orada sebat etmemiz için gerekli uyarıları da yapıyordu.

https://youtu.be/6_aXTMM_aHo adresinden yayınlanan Buluşmada ayrıca şu tesbitleri de yaptık:

  • Hidayet de, dalâlet de ancak Allah’ın izniyledir.
  • Allah’ın izni ise kulun seçimine tâbidir.
  • Cüz’î iradesini hidayet yönünde kullanan kulu Allah hidayete eriştirir, karanlıklardan nura kavuşturur.
  • Kendi iradesiyle dalâleti seçmiş olan kimseyi Allah cebren hidayete ulaştırmaz.
  • İnkâr edip zulmeden ve bunda ısrar eden kimseler, kendi tercihleriyle kendi âkıbetlerini seçmiştir.
  • Allah’ın onları ileteceği tek bir yol varsa, o da Cehennem yoludur.

ÖNEMLİ NOT:

Kur’an Buluşmalarına bu bölümle beraber kısa bir ara vermiş bulunuyoruz. Nasip olursa bundan sonraki ilk Kur’an Buluşması Ağustos ayının 8’inde aynı adresten yayınlanacak, Eylül ayının ilk haftasıyla birlikte yeniden normal düzene geçilecektir.