SON EKLENENLER
latest

25 Eylül 2020 Cuma

Kalplerin katılaşmaması için


İman edenlerin, Allah’ın zikrine ve hak olarak inene karşı kalplerinin yumuşaması için zaman hâlâ gelmedi mi? Onlar, daha önce kendilerine kitap verilenler gibi olmasın ki, üzerinden zaman geçince kalpleri katılaşıvermiş ve birçoğu yoldan çıkmıştı.

Hadîd Sûresi, 57:16


ÜMİT ŞİMŞEK


Allah’ın âyetleri karşısında duyarsız davrananlar hakkında Kur’ân’ın pek çok uyarıları vardır ki, bunların çoğunluğu, birinci derecede, iman etmeyenleri ilgilendirmektedir. Burada ise, doğrudan doğruya, inananlara yönelik olarak bir duyarsızlaşma, bir kalp katılaşması durumu söz konusu edilmekte ve uyarıda bulunulmaktadır. Bu âyet, bizden, sadece “İman ettik” demekle veya sadece kuru söz ve ruhsuz davranışlarla yetinmememizi istiyor, bundan daha ötesini bekliyor, “Zaman hâlâ gelmedi mi?” diyerek bir de sitemde bulunuyor.

Kur’ân âyetlerine bugün inmiş gibi bakabildiğimiz zaman, onlarda ders alacak çok fazla şey buluruz. “Kalplerin yumuşaması için zaman hâlâ gelmedi mi?” sözü de, sanki bugün inmişçesine, özellikle zamanımıza hitap ediyor gibidir. Kur’ân’ın inişi sırasında ona muhatap olanların kalp yumuşaklığı ile bugün bizim yüzlerce defa işittiğimiz Kur’ân âyetlerine karşı tavrımız arasındaki fark, böyle bir hitaba bizden daha lâyık kimse olamayacağını gösteriyor.

Âyetin işaret ettiği gibi, bu duyarsızlaşmanın zamanla da yakın ilgisi vardır. Bir mevsim meyvesinin ilk tadıldığı an, onun en tatlı olduğu andır. Nimetler kesintiye uğradığı zaman da insan bu tadı bütün canlılığıyla yakalayabilir: kışın ardından ilk defa solunan çayır kokusu, uzun bir hastalıktan sonra ilk defa deniz kenarında yürüyüş, bir iftar sofrasında tadılan zeytin veya bir yudum su, yahut en tatlı yerinde bölünmüş bir uykuya tekrar dalmak gibi…

Bu örneklerin hepsi de, aynı zamanda, Sahabenin Kur’ân okuyuşunu anlatan örneklerdir. Bediüzzaman, Sahabîler ve içtihad ile ilgili 27. Sözde bu konuda son derece önemli bir tespit yapar: Kur’ân-ı Hakîmin nurlarıyla hasıl olan o muazzam inkılâbın etkisi altında, Sahabîler, bütün duygu ve yetenekleriyle Kur’ân’a ve Allah’ın zikrine yönelmişlerdi. Öyle ki, onlar herhangi bir zikir veya bir tesbih sözünü söyledikleri zaman, dalgın zihinlerle ve dillerinin ucuyla söyleyip geçmezler, bütün anlamlarıyla o sözü söylerler ve bütün varlıklarıyla o sözden feyiz alırlardı.

Yine Bediüzzaman’ın 13. Sözdeki bir tespiti de aynı istikamette, Kur’ân’ın indiği çağda meydana getirdiği tesirle ilgilidir: Herşeyin vahşet ve cehalet karanlıklarına büründüğü bir zamanda, Kur’ân’ın “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder” meâlindeki âyetleri, gecenin karanlığını gündüze çeviren bir gündoğumu gibi tesir bırakmış; bu âyetlerin canlandırdığı kâinatta bütün varlıklar dirilerek candan bir dost oluvermiş, hepsi birden canlanarak en tatlı dillerle ve en gür sadalarla Yer ve Gökler Rabbini zikretmeye başlamışlardır. Risale-i Nur Müellifi, bu manzarayı gerçekten zevk edebilmek için, insanın kendisini o cahiliyet asrında hayal ederek Kur’ân âyetlerini “ilk defa” dinlemesi gerektiğini söyler. Zira Kur’ân’ın tasvir ettiği kâinat, zaman içinde insanlığın büyük çoğunluğu tarafından kabul edilen bir hakikat halini almış; bu arada meyvenin turfanda tadı da küllenmiş, manzaranın parlaklığı kalın bir ülfet perdesi altında canlılığını yitirmiştir.

Kur’ân ise, bu durumu, “kalplerin katılaşması” olarak niteliyor. Ve ibret nümunesi olarak, daha önce kendilerine kitap verilenlerin âkıbetlerini gösteriyor: Aradan uzun zaman geçince onların da kalpleri katılaşmıştı. Daha başka âyetlerde de Kitap Ehlinin bu özelliği şiddetle yerilir. Bakara Sûresinin 74. âyeti, İsrailoğullarının, eriştikleri onca nimetlerden ve tanık oldukları mucizelerden sonra, kalplerinin yine katılaştığı, hattâ taştan da katı kesildiği bildirilir. Yine Bakara Sûresinin 88. âyeti ile Nisâ Sûresinin 155. âyeti ise, onların kendi dillerinden “Kalplerimiz örtülüdür” sözünü nakleder ve bu sebepten lânetlendiklerini bildirir.

Bunlar, zaman içinde katılaşma eğilimi taşıyan kalplerin, kendi haline bırakıldıkları takdirde nasıl bir âkıbetle karşılaşacağını gösteren en uç örneklerdir. Öyle bir noktaya varıldığı zaman, zaten, uyarıların fayda vermeyeceği bir yere gelinmiş olacağı için, kulaklarımız henüz uyarılara açık iken Kur’ân bize bu sonucu göstererek ondan sakınmak için önlem almaya bizi çağırmaktadır.

Bu konu, bizi “Kalpler nasıl yumuşar?” sorusuna getiriyor ki, bu, bir defa sorulup da cevaplandırılacak bir soru değildir. Bu soru hergün tekrar tekrar sorulsa ve her defasında yeni baştan ona cevap aransa, yeridir diyebiliriz. Bediüzzaman’ın, Kur’ân dinlerken kendimizi o cahiliyet asrında farz etmek yönündeki tavsiyesi de, hiç kuşkusuz, kalp yumuşatma egzersizleri arasında yerini alacak önemli bir öğüttür.


23 Eylül 2020 Çarşamba

Tek kelimelik bir Kur'an reçetesi: "Yeter"


*
 

Ne  bağışlayacaklarını sana soruyorlar. “İhtiyaçtan fazlasını” de. İşte, Allah, düşünmeniz için âyetleri size böyle açıklıyor.

Bakara Sûresi, 2:219


ÜMİT ŞİMŞEK


İHTİYAÇ içinde bulunanları gözetmek, Allah’ın kendisine verdiği nimetlerden başkalarına da bağışta bulunmak hususunda Kur’ân’ın pek çok teşvikleri vardır. Ancak bu teşvikler, kesin sınırlar çizen buyruklar değildir. Kur’ân, genel ilkeler koyarak mü’minlerin önüne bir yarışma alanı açmış, bu alanda herkesi kendi içindeki iyilik istidadını geliştirmek konusunda vicdanıyla baş başa bırakmıştır. Bu âyet-i kerime ise, yine çok keskin bir hat çizmemekle birlikte, genel bir kural belirlemekte ve bu kuralın ışığında, mü’minleri bir iyilik yarışına sevk etmektedir.

“İhtiyaçtan fazlasını bağışlamak.” Bu kuralda, hem bağışlayanı, hem de bağışa muhtaç olanı gözeten bir adalet vardır.

Bağışlayan, kendisini muhtaç duruma düşürmeyecek bir şekilde bağışını yapacak; ama kendi ihtiyacını karşıladıktan sonra, daha fazlasına göz dikmek yerine, ihtiyaç içinde olan başka insanların durumunu gözetmekle kendisini yükümlü bilecektir.

Yalnız, burada, cevaplandırılması gereken başka bir soru var:

İhtiyaç nedir, ne kadardır?

Zamana, zemine, topluma, bireye göre bu soruya çok değişik cevaplar verilebilir. Bir zamana yahut bir topluma ait insanların hayalinden bile geçmeyecek derecede lüks olan şeyler, bir başka yerde ve zamanda sıradan ihtiyaçlar listesine girebilir. Hattâ bir insanın hayatının çeşitli dönemlerindeki ihtiyaç listeleri bile birbirinden çok farklı olabilir. Onun için, bütün insanlar ve bütün zamanlar için geçerli olacak bir ihtiyaç sınırı belirlemek mümkün görünmüyor.

Daha da ötesi, insanlar, kendi ihtiyaç listelerini kendileri belirleyemiyorlar. Reklamlar, görenekler, çevre baskısı gibi dış etkenler, neredeyse insanın iradesini tümüyle elinden almış bir şekilde, hergün yeni ihtiyaçlar ortaya çıkarıyor, yeni hedefler gösteriyor. Bunun sonucunda, insanlar, birkaç sene önce akıllarından geçmeyen pek çok şeyin vazgeçilmez hale gelmiş olduğunu görüyorlar.

İsterseniz, “Bunlar olmadan yaşamaya razı olamam” dediğiniz şeylerin bir listesini yapmayı deneyin. Sonra, bu listeyi, bundan beş on sene önce düzenlediğinizi düşünerek bir daha gözden geçirin. Vazgeçilmez sandığınız pek çok şeyden yoksun bir şekilde pek alâ yaşayabilmiş olduğunuzu göreceksiniz.

Böyle bir listeyi bundan beş on sene sonra düzenlediğiniz zaman, belki bugünkü listeniz de onun yanında hayli fakir kalacaktır.

Öyleyse bir yerde durup düşünme zamanı değil mi:

“Bu gidiş nereye varır?” diye.

Kendi haline bırakıldığı takdirde bu gidişin varacağı yer, dünyanın bugün varmış olduğu yerden daha iyi bir yer değildir. Bu ise, aynen resimde görüldüğü gibi, herkesin ancak kendi iştahını tatmin etmek derdine düştüğü, kimsenin kimseyi umursamadığı bir noktadır.

Fakat işin ibret alınacak yönü de şurada ki, insanlar maddî ihtiyaçlarının peşine düştükçe, doyumdan da uzaklaşıyorlar. Daha fazla şeye sahip oldukça daha da yoksullaşıyorlar. Çünkü önlerine serilen ihtiyaç listesi, gelirlerinden daha hızlı bir şekilde kabarıyor. Böylece gelir ve gider dengesi açıldıkça açılıyor. Ve bu medeniyet, Bediüzzaman’ın dediği gibi, insanı zenginleştirmiyor, eskisinden daha da fakir hale getiriyor.

Öyleyse, gittikçe yoksullaşan insanlar, ihtiyaç fazlasını nerede bulup da başkalarına bağışlayacaklar?

Bu sorunun çözümü, Kur’ân’ın bize gösterdiği yöndedir. Yoksa, bu hayatta doyumu maddî ihtiyaçların tatmininde arayanlar, ne kadar çok şeye sahip olurlarsa olsunlar, “Bu kadarı bana yeter” diyecekleri bir noktaya hiçbir zaman erişemezler. Kur’ân’ın insanı yükselttiği hayat mertebesinde ise, doyum, insanî meziyetlerde, faziletlerde ve manevî hazlarda aranır.

İşte o zaman, tatmine ulaşmış ve hayatını insana yaraşır bir idealle doldurmuş olan insan, dünya hayatında ipleri ele alabilir. Neye ihtiyacı olup neye olmadığını o zaman bizzat belirleyebilir; dış dünyanın tahriklerinden o kadar etkilenmeksizin, “Bu kadarı bana yeter” diyebileceği bir çizgiyi çizebilir.

Bu çizgi bireyden bireye değişebilir; bu o kadar önemli değildir. Asıl önemli olan şey, o çizgiyi çizebilmektir. Bu çizgi çok yüksekte de olsa, en azından, bir başlangıçtır.

Çünkü, “Yeter” demesini öğrenen insan, iki şeyi birden kazanmıştır:

Birincisi: Bunu söyleyebildiği müddetçe onun hayatında herşeye sahip olmak, yığmak, biriktirmek, istiflemek gibi bir amaç yer bulamaz.

İkincisi: İhtiyaç içinde olan hemcinsleri, artık onun görüş alanındadır. O artık kendisinden başkalarını da düşünen bir insandır.

Zaten âyetin sonunda da belirtildiği gibi, bunlar, üzerinde düşünelim diye açıklanmış olan âyetlerdir. Düşünen insanlar için ise, “ihtiyaç fazlasını bağışlama” emri, içlerindeki tüm fazilet yeteneklerini gün ışığına çıkaracak bir potansiyele sahip, son derece özlü bir emirdir ve insanlık âleminin yaralarını tedavi edebilecek tek kelimelik bir reçetedir.


22 Eylül 2020 Salı

Yedi maddede tartışma usulü ve âdâbı


*

İslâm âlimlerinin en önemli bir ilkesini teşkil eden ve muhteşem zenginlikte bir ilim mirasının bize kadar intikalinde en önemli rolü oynayan tartışma âdâbına dair değerli bir ilim adamımızın 2017 yılında Diyanet dergisinde yayınlanan ve satır satır ezberlenmeye lâyık bir makalesini sütunlarımıza alıyoruz.


PROF. DR. ZEKERİYA GÜLER


Dinî konularda sözlü veya yazılı tartışmalarda dikkate alınması gereken usul ve adaba dair temel ilkeler vardır. İhtilâf ahlâkı denilebilecek bu ilkeleri maddeler halinde şu şekilde özetlemek mümkündür:

1. Hakikat peşinde olmak

Tartışmada temel hedef hakikate ulaşmaktır. Bunu gerçekleştirebilmek için “heva ve hevesini tanrı edinen” (Casiye, 45/23) anlayıştan kaçınıp iyi niyet, samimiyet, insaf ve teenni ile hareket etmek, doğrunun ve gerçeğin izini sürmek gerekir. Abdullah İbn Mes’ud (r.a.) diyor ki: “Kim dinine ikram etmek isterse, heva sahipleriyle tartışmasın!” (Darimi, Mukaddime, 29.) İmam Malik de, “Hadis ilmi, insanları hevasına çağıran bağnaz kimseden alınmaz” der. Şüphesiz bu uyarılar, egosunun isteklerini tatmin peşinde olan kimselere değer vermeyip onlarla tartışılmaması gerektiğini öğretir. Bunun gerekçesi ise şairin, “Ey hasm-ı hakiki, seni öldürmeli evvel / Sensin bize düşmanları üstün çıkaran el!” sözünde saklı olmalıdır.

“Kim dinine ikram etmek isterse, heva sahipleriyle tartışmasın!”

Bu itibarla, ön yargılı ve ideolojik değil, tahkik ruhuna dayalı, istifade amaçlı okuma ve düşünme yöntemi benimsenmelidir. Çünkü tartışma esnasında, nakli-akli açık delillerle ortaya konulan hakikat karşısında demagoji yapıp başka konulara girerek hedef saptırmak aczin ifadesidir. Bu yüzden, tartışma ortamında mükâbere iyi karşılanmaz. Mükâbere, doğruyu ortaya çıkarmak için değil, tartıştığı kimseyi susturmak için ilmî bir mesele hakkında yapılan münakaşaya denir. Bu ise insanın, egosunun isteklerine uymasından başka bir şey değildir.

Halbuki böyle bir tartışma ortamında ikna olan aklın, muhatabının görüşüne saygı duyup hakikate teslim olması, her şeyden önce ihtilâf ahlâkının gereğidir. İmam Şafii’nin dikkate aldığı şu münazara edebi son derece önemlidir: “Ben biriyle münazara ettiğimde hep şöyle demişimdir: Allah’ım, hakkı onun kalbinde göster ve dilinde söylet. Şayet hak benimle beraber ise o bana tabi olsun, hak onunla beraber ise ben ona tabi olayım!”

Burada geçen hak kelimesi, “Kitap ve sünnetin doğrudan veya dolaylı olarak getirdikleri” diye tarif edilir. Bu demektir ki, sağlam din anlayışının merkezinde şahıs (rical) değil, Kur’an, sünnet ve her ikisinden beslenen aklıselim vardır.

Nitekim Kûfeli tabii Kümeyl b. Ziyad, Hz. Ali’ye gelerek, “Acaba senin hak üzerinde olduğuna, Talha ve Zübeyr’in de batıl yolda olduklarına itikat etsek ne olur?” diye sorar. Ali (r.a.), onun bu talebine şu cevabı vererek yeni bir fitne ve fesadın önüne geçer: “Sen şahısları hak ile tanı, hakkı şahıslarla tanıma. Yeter ki sen hakkı tanı, onun ehlini de tanırsın (İ’rif er-ricâle bi’l-hakkı velâ ta’rif el-hakka bi’r-ricâli i’rif el-hakka ta’rif ehlehû)” (Kâsımî, Kavâıdü’t-tahdîs (thk. Muhammed Behcet el-Baytâr),Beyrut 1407, s. 291.)

2. Bilgili ve bilinçli olmak

Basralı tabii âlim Katade b. Diame, “Âlimlerin / fakihlerin ihtilâflarını bilmeyen kimse âlim / fakih değildir” der. Doğrusu “ihtilafı memduh” diye nitelenen furu-i dindeki ihtilâflar ve içtihat farkları, İslam dünyasının inkişafı için birer rahmet vesilesidir. Kaçınılması gereken, korku ve endişe veren ihtilâf ise devletin bütünlüğünü ve toplumun birlik ve beraberliğini sarsacak nitelikteki bölünme ve parçalanmadır. Bu nevi bir ihtilâf, teferruk anlamında “ihtilâf-ı mezmum” adını alır.

İlim ve devlet adamı Ömer b. Abdülaziz’in şu sözü, tartışmalı bir meselenin henüz mutfakta pişirilip olgunlaşmadan halk önünde konuşulmaması gerektiğini öğretir: “Avamın önünde dinî bir mesele hakkında fısıldaşan ve konuşan bir topluluk gördüğünde, bilesin ki onlar, bir dalâlet peşindedirler!” (İbn Abdilberr, Câmiu beyâni’l-ılmi ve fadlih, Kahire 1402, s. 412.)

“Avamın önünde dinî bir mesele hakkında fısıldaşan ve konuşan bir topluluk gördüğünde, bilesin ki onlar, bir dalâlet peşindedirler!”

Ayrıca belirtilmelidir ki, dini konuları kendine özgü terimlerle tartışmak, son derece önem arz eder. Esasen bu durum “bilgili ve bilinçli” olmanın gereğidir. Zira dinin, ehliyet ve liyakat isteyen ciddiyeti, kendine has dili, terminolojisi, usulü, tarihi ve literatürü vardır. “Din dili”nin ciddiye alınmaması halinde Müslüman toplumu rahatsız eden “ihtilâf-ı mezmum” kaçınılmazdır.

3. Muhataba kötü duygu beslememek

Muhataba kötü duygu besleyip onu yok sayma düşüncesi, tefrika üretir, ötekileştirir ve sosyal dokuyu bozar. Uhut ve Huneyn’de Rasul-i Ekrem’i koruyup gözeten cengâver sahabi Ebu Dücane’nin (r.a.) en çok güvendiği iki ameli-ahlâki hasletten birisinin, kendini ilgilendirmeyen söze karışmamak, diğerinin ise kalbinde Müslümanlara karşı asla kötü bir duygu beslememek olduğunu belirtmesi, bu açıdan önemli bir uyarıdır.

4. Tahkir, tel’in ve tekfir gibi olumsuz tutum ve davranışlardan sakınmak

Açıktır ki, bu ve benzeri olumsuz tutum ve davranışlardan sakınılmaması halinde muhatap incitilmiş ve dairenin dışına itilip hakikatle buluşmasının önüne büyük bir engel konulmuş olur. Nitekim Rasul-i Ekrem’in huzuruna getirilen bir içki müptelasının cezası verildikten sonra oradakilerin birisi “Allah seni rezil ü rüsva eylesin, lânet etsin!” diye söylenince, Rasul-i Ekrem “Hayır, öyle demeyin, kardeşinizin aleyhine olacak şekilde şeytana yardımcı olmayın!”, “Ona lânet etmeyin, vallahi ben bu adamın Allah’ı ve Rasulü’nü sevdiğini biliyorum!” (Buhari, Hudud, 4, 5) ve “Allah’ım, onu bağışla, ona merhamet eyle, diye dua ediniz!” (Ebu Davud, Hudud, 35, 36) diyerek onu uyardı.

Rasul-i Ekrem’in şu hadisleri de konuyu yeteri kadar açıklar:

“Müslüman kardeşini aşağılaması kişiye kötülük olarak yeter!” (Müslim, Birr, 32; Ebu Davud, Edeb, 35; Tirmizi, Birr, 18; İbn Mace, Fiten, 2; Ahmed b. Hanbel, II, 227.)

“Hiç kimse, bir başkasına fasık veya kâfir demesin. Şayet itham altında bırakılan kimsede bunlar yoksa, o söz onu söyleyene döner.” (Buhari, Edeb, 44.)

“Müslümana sövmek fasıklık, onunla savaşmak ise küfürdür.” (Buhari, İman, 36, Edeb, 44, Fiten, 8; Müslim, İman, 116.)

“Mümine lanet etmek, onu öldürmek gibidir.” (Buhari, Edeb, 44.)

“Mümin yeren, çekiştiren, lanetleyen, kaba sözlü ve ağzı bozuk kimse olamaz.” (Tirmizi, Birr, 48.)

5. Muhataba değer vermek, nazik, mütevazı ve sabırlı davranmak

Konuşmayı kısa tutup muhataba söz hakkı vermek, ona verilen değerin göstergesi sayılır. Sözü aşırı derecede uzatıp muhataba konuşma fırsatı tanımamak, her iki taraf için psikolojik gerginlik, bıkkınlık ve yorgunluk meydana getirir. Ayrıca kısır tartışmalardan da kaçınmak gerekir.

Özellikle öfkeli ve ateşli tartışma ortamında yöneltilen eleştiri okları karşısında verilen tepkiler, her şeye rağmen nezaket ölçüleri içinde olmalıdır. Hilim anlamında akıllılık, böyle bir durumda ortaya çıkar. Hilim kelimesi, aslında cehlin zıddı olup bedevilik ve acelecilikten uzak, ağırbaşlı, görgülü, medeni ve asil duruşu ifade eder. Mütevazı bir konuşma üslubu, her hâlükârda muhatabın ruh dünyasını etkiler ve gergin ortamı yumuşatır. Sosyo-psikolojik bozukluğun bir belirtisi olarak kendini beğenmek ve büyüklenmek ise onun kin ve öfkesini artırır. “Kendini beğenmek” diyor Hz. Ali, “aklın ve kalbin afetidir.” Yine onun şu sözü, kendini beğenip akıl tutulması yaşayan bir karakterin ibretlik sonunu gösterir: “İnsanın kendini beğenmesi, aklını kıskaç altına alan ve onu muhakemesiz bırakan faktörlerden biridir.” (İbn Ebi’l-Hadîd, Şerhu Nehci’l-belâğa, (thk. Muhammed Ebu’l-Fadl İbrâhim), Mısır 1382, XIX, 21.) Yüce Kur’an’ın, kendini yeterli görerek kibir ve gurura kapılmayı küfrün dinamikleri arasında zikretmesi (Nuh, 71/7; Müddessir, 74/23; Alak, 96/7.) söz konusu bozukluğun boyutunu göstermesi bakımından dikkat çekicidir.

Muhataba nezaket ve tevazu göstermek kadar, ona tahammül edip sabırlı davranmak da önemlidir. Zira Hz. İsa’nın ifadesiyle, “Hoşlanmadığınıza sabretmedikçe hoşlandığınızı ele geçiremezsiniz.”

6. Hassas olduğu konularda muhatabı kışkırtmamak

Muhatabın önemseyip hassas olduğu bir konuda onu kışkırtıp öfkeye sevk edebilecek bir söylemden uzak durmak, yani onun bam teline basmamak gerekir. Çünkü bu durum, didişip haddi aşmaya götürdüğü gibi, hizipçilik ve mezhepçiliği körükler.

“Ben biriyle münazara ettiğimde hep şöyle demişimdir: Allah’ım, hakkı onun kalbinde göster ve dilinde söylet. Şayet hak benimle beraber ise o bana tabi olsun, hak onunla beraber ise ben ona tabi olayım!”

Bu sebeple geçmişte Müslümanlar arasında yaşanan üzücü vakaları insafla değerlendirmek, işin mahiyetini ve neticesini Yüce Yaratıcı’ya havale etmek, ibret nazarıyla bakıp tekrarlanmaması için tedbir almak gerekir. Nitekim kendisine Cemel, Sıffin ve Kerbela vakalarına adı karışanların durumu sorulan Abdullah İbn Abbas (r.a.), şu ayeti okuyarak cevap verir: “Onlardan sonra gelenler şöyle yalvarırlar: Rabbimiz! Bizi ve bizden önce iman etmiş (gelip geçmiş) olan kardeşlerimizi bağışla ve iman edenlere karşı kalplerimizde hiçbir kin ve düşmanlık bırakma. Rabbimiz, şüphesiz ki sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (Haşr, 59/10.)

Aynı suale muhatap olan İmam Cafer es-Sadık da şu ayeti okuyarak cevap verir: “Onlar hakkındaki bilgi yalnızca Rabbimin katında bir kitapta (toplumları bağlı kıldığı yasalar örgüsünde yazılı) bulunur. Benim Rabbim asla yanılmaz ve asla unutmaz.” (Tâhâ, 20/52.) (Her iki cevap için bkz. Bâkıllânî, el-İnsâf fîmâ yecibu i’tikâduhû ve lâ yecûzü el-cehlu bih (takdim: Muhammed Zâhid el-Kevserî), Kahire 1950, s. 60.)

7. Gerektiğinde tevakkuf etmek

Haddini bilmediğinden çok konuşan kimselerin eksik ve yanlışları da çok olacaktır. “İnsanın doğru ilişkiler ve davranış biçimleri içinde bulunması” demek olan haddini bilmek, ahlaki bir davranıştır. Abdullah b. Mes’ud’un (r.a.) şu uyarısı bu yüzden anlamlıdır: “Kendisine sordukları her konuda insanlara fetva veren kimsenin akli dengesi bozuktur!” (Ebu Yusuf, Kitâbu’l-Âsâr, s. 200; Dârimî, Mukaddime, 21.)

Bazen delil yetersizliği sebebiyle bir konunun çözülemediği görülür. Bu durumda pek çok âlimin bir yöntem olarak tevakkufu benimsediği görülür. Tevakkuf, konunun ilelebet belirsiz veya çözümsüz kalması demek değildir. Tevakkuf, müşkil bir meselede tercihi zorunlu kılan sebepler ve deliller olmadıkça hemen sonuca varma yerine, başka delil ve karine aramak, bulunmaması hâlinde de durmak, beklemek ve kesin görüş beyan etmemek, onun anlaşılmasını ve yorumlanmasını erteleyip zamana bırakmak demektir.

“Eğer bilmiyorsanız ilim (zikir ve fikir) erbabına sorun.” (Nahl, 16/43.) ayeti gereğince bilmediğini bir bilene sorup öğrenmek, bir Kur’an ahlakıdır. “Bilmiyorum” diyerek bilmediğini itiraf etmek, bir fazilettir. Hadis âlimi ve tabii eş-Şa’bi’nin, haddini bilip tevakkuf etmeyi hatırlatan şu sözü bu açıdan önemlidir: “Ben bilmiyorum demek ilmin yarısıdır.”

Ayrıca, tartışma esnasında nakledilen bir görüşü, kesinlikle muteber bir kaynağa dayandırmak şarttır. Ortaya çıkan görüş farkları karşısında bir uzlaşı zemininde buluşabilmek için bu şart aranır. Bu itibarla, üslup problemi yaşayan ve haddini bilmeyip “denetimsiz malûmat yığını” ile lafazanlık yapan bir karakter, Mütenebbi’nin şu mısraından ibret dersi çıkarmalıdır:

“Beyne’n-nâs izhâr-ı tekebbür âdetim değildir / Fakat câhil-i ma’rifet-fürûşa kızarım.”

21 Eylül 2020 Pazartesi

Kuğunun dili


*

ÜMİT ŞİMŞEK


Gökte süzülüşü, gökten süzülüşü ve suda yüzüşü ayrı bir güzellik sergiler.

O, tepeden tırnağa kadar herşeyiyle bir güzellik, temizlik ve zarafet timsali olarak düzenlenmiştir. Yüzüşü, dönüşü, bir baş çevirişi, bir kanat katlayışı dahi bunu anlatmaya yeter.

Sanki zarafet, bir kuğu cismine bürünüp öylece dünyaya gönderilmiştir.

***

Kuğu, hayatı boyunca tek bir eş tutar. Onunla beraber yuva kurar, yavrular yetiştirir. Bütün sevgisini eşiyle ve yavrularıyla paylaşır. Kurulan yuva hiç sarsılmayacak ve eşlerden birinin ölümüne kadar sürecektir.

Anne kuğu yumurtaları, baba kuğu ise anneyi bekler. Arada bir yumurtalar itinayla çevrilir ve hepsinin eşit sıcaklıkta tutulması sağlanır.

Bu arada baba kuğuya, bir yandan eşini beslemek, diğer yandan da yuvaya göz kulak olup gerekli tadilâtları yapmak düşer.

***

Bir güzellik, temizlik ve zarafet timsalidir kuğu. Göklerde ve göllerde süzülüşü, en fasih bir lisandan daha açık şekilde güzelliği ve zarafeti anlatır insana.

Gözler, bir kulağın işitebileceğinden daha açık bir şekilde dinler kuğunun süzülüşünü.

O göller güzelini, bembeyaz bir cisme bürünmüş bir zarafet şeklinde seyreder.

Kusur bulamaz. Çünkü münezzeh bir güzelliğin habercisidir kuğu.

Yahut o güzellikten bir küçücük parıltı, bir minicik tebessüm.

Onu bulan, bir kuğuda bir dünyadan daha fazlasını bulur.

20 Eylül 2020 Pazar

Mutlu ve sağlıklı ailenin kodları Nisâ sûresinde


*

Nisâ sûresinin aile ilgili âyetleri, UTESAV’ın 280. Kur’an Buluşmasında ana gündem maddesiydi.

Toplu bir şekilde gözden geçirdiğimiz Nisâ sûresi, daha ilk âyetinde ilk insanın yaratılışını, ilk insan ile beraber ailenin kuruluşunu ve aile etrafında beşer âleminin vücut buluşunu dikkatimize sunuyor, sonra da âyet âyet bu çekirdek etrafında toplum hayatını düzenliyor, bu arada aile ve toplum hayatını tehdit eden tehlikelere karşı da bizi uyarıyordu.

Resulullahın (s.a.v.) “iki zayıf” olarak nitelediği yetimler ve kadınlar, yine ilk âyetlerden başlamak üzere özel bir şekilde mercek altına alarak hakları vurgulu bir şekilde belirleniyordu.

Aile içi ihtilâflar ve hak ihlâlleri de Nisâ sûresinin âyetlerinde ele alınan konular arasındaydı. Ancak her zaman olduğu gibi bu konuda da Kur’ân’ın irşadları ıslah ve tamir hedefine dönük irşadlardı. Bugün Batıdan ithal edilen formüllerin şiddeti ve hak ihlâllerini daha da körüklediği ve problemi çözecek yerde iyice içinden çıkılmaz hale getirdiği gerçeği karşısında şu tesbiti yaptık:

“Hatâları düzeltmeye, örtmeye, affetmeye teşvik eden, bağışlayıcılığı insanî değerlerin en üzerinde gösteren ve kulları hem kendi İlâhî rahmet ve mağfiretten alabildiğine istifadeye ve hem de Esmâ-i Hüsnânın eseri olan affedicilik ahlâkıyla bizzat bezenmeye yönlendiren bu dinin mensupları, bu üstün özelliklerden uzaklaşmaları sebebiyle içine düştükleri durumlardan kurtulmak için İlâhî kaynağa yönelecekleri yerde engizisyon zihniyetinin ürünü olan ve insanlar arasında kin, husumet ve intikam duygularından başka birşey uyandırmayan “çözüm” yollarına yönelip şiddeti şiddetle, haksızlığı daha büyük zulümle önlemeye kalktıkları takdirde, topluma fesattan başka birşey kazandırmış olmazlar. Ve bu yaptıklarının karşılığı olarak da, herşeyi kuşatan İlâhî rahmetten kendilerini mahrum etmiş olurlar.”

Kur’an Buluşmalarının bundan sonraki bölümünden itibaren Maide sûresi okunacak.

280’inci bölümün kesintisiz video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

UTESAV organizasyonuyla “Erdemli Hayat” projesi kapsamında gerçekleştirilen ve daha önce MÜSİAD Genel Merkezinde gerçekleşen Kur’an Buluşmaları, virüs salgını sebebiyle şimdilik sadece https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden her hafta Cumartesi günleri 19:00-20:00 arasında yayınlanıyor.