SON EKLENENLER
latest

4 Kasım 2020 Çarşamba

Doğrularla beraber olmak

*


Dindar olanlarımızın bile doğruluk konusunda sınandığı bir devirde, Kur’ân’ın “Doğrularla beraber olun” emri her zamankinden çok daha fazla önem taşıyor


Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.
Tevbe sûresi, 9:119


ÜMİT ŞİMŞEK


İSLÂMIN bütün ilkeleri, onun toplum halinde yaşanacak bir din olduğunu gösteren ilkelerdir. Bu âyet-i kerime de, aynı şekilde, açıkça gösteriyor ki, bu din, bireysel olarak yaşanmakla yetinilecek bir din değildir.

Kur’ân’ın bütün emirleri ve Kur’ân’ı getirenin bütün hayatı, bizim için dosdoğru bir mü’min modeli ortaya koymaktadır. Bu âyet ise, böyle bir hayat modelini tek başına değil, toplum halinde yaşamamız gerektiğini, yahut ancak böyle yaşayabileceğimizi bildiriyor.

Âyet “Doğrularla beraber olun” buyurmuş, ancak doğruluğun hangi alanda aranması gerektiği konusunda bir tahsis yapmamıştır. Bundan da, tüm hayat alanlarını kaplayan bir doğruluk kavramının kastedildiği anlaşılmaktadır. “Kimdir âyetin kastettiği doğrular?” diye sorulacak olursa, buna şöyle bir cevap verilebilir:

Sözünde, niyetlerinde, amaçlarında, ideallerinde, kararlarında, ahitlerinde, çalışmasında, ticaretinde, hizmetinde, davranışında, muamelesinde, imanında, ibadetinde, amelinde, özetle, tüm hayatında içiyle, dışıyla doğru ve dürüst olanlar.

Bunun aksini düşünmek de zaten imkânsızdır. Meselâ bir insanın sözünde veya fiillerinden herhangi birinde doğrudan uzaklaştığını gördüğünüz zaman, onun niyetinin veya ibadetinin doğru olması ne kadar değer taşıyabilir? Hangi kılıkta ve hangi amaçla ortaya çıkarsa çıksın, yalan öyle bir necasettir ki, damlasının düştüğü yerde artık taharet aranmaz.

İmana yakışan şey doğruluktur. Doğruluğa yakışan şey de, doğrularla beraber olmaktır. Böylelikle kişi hem doğrulara destek verir, hem de onlardan destek alır.

Bunun da tersini düşünmek mümkün değildir. Özüyle, sözüyle doğru olan bir kişi, doğruluğunu korumak şartıyla, doğru olmayanlar arasında ne kadar barınabilir? Şu veya bu mülâhaza ile onlarla birlikte bulunmanın bizzat kendisi, bir yalan davranıştır ki, daha o dakikadan itibaren kişiyi doğruluktan uzaklaşmaya başlamış demektir. Çünkü ait olmadığı ve yakışmadığı yerde bulunmakla fiilen bir yalan söylemiştir. Sonunda ya bu yalandan vazgeçerek doğrularla birlikte olmak, ya da doğruluktan vazgeçerek yalancılarla birlikte olmaya devam etmek gibi bir tercih, onun kaçınılmaz âkıbetidir.

Âyet-i kerimenin dikkat çekici bir yönü de, bu emri iman edenlere “Allah’tan korkun” uyarısıyla birlikte vermiş olmasıdır.

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.”

Bir defa bu, iman edenlere bir hitaptır ve imanlarının gereği olan şeyi bildirmektedir:

Eğer imanınız varsa, bulunacağınız yer, doğruların yanıdır.

Muhalif şıkkıyla ele alacak olursak:

Doğruların yanında değilseniz, imanınız nereden belli olacak?

İkinci olarak da, bu emir, Allah korkusu ile vurgulanmıştır:

Eğer Allah’tan korkuyorsanız, doğrularla beraber olursunuz.

Bunun da muhalif anlamı:

Eğer doğrularla beraber değilseniz, Allah’tan korkunuz yok demektir.

İşte manzara bu kadar açık ve nettir.

Bu manzarada bir mü’minin duracağı yer de son derece açık ve nettir.

Net olmayan birşey varsa, o da, âhirzamanda İslâm toplumlarının halidir. İşte burada yalan ile doğrunun birbirine karıştığını, iman ehlinin ve hattâ hizmet ehlinin doğruluk konusundaki duyarlılıklarında büyük bir aşınma yaşandığını görüyoruz. Bu noktada, âyetin şiddetli uyarısını dikkate almak, özellikle de bu âyetin münafıklardan söz eden âyetler içinde yer aldığını hatırlamak, hayatî bir önem kazanmış bulunuyor. Çünkü âyet, bir yandan doğrularla birlikte olmayı emrederken, aynı zamanda da münafıklardan uzak bulunma konusunda da ciddî bir uyarı içermektedir.

Sonuç olarak, bu dünyada bir fotoğraf çekimi için bulunduğumuzu unutmamalı ve kimlerle aynı kare içinde resim verdiğimize dikkat etmeliyiz. Çünkü doğrulara doğruluklarının fayda verdiği günde bu fotoğraflar delil olarak kullanılacaktır.


2 Kasım 2020 Pazartesi

Bir kalblik bir muhabbet


*

Kara topraktan çıkan yeşil tomurcuğun, ağacın başında cıvıldaşan serçenin, yavrulardaki sevimliliğin, annelerdeki şefkatin, yıldızlardaki ihtişamın tahrik ettiği muhabbet Ona aittir, Ondan gelir, Ona gider


ÜMİT ŞİMŞEK


Yeşil bir tomurcuk sessizce yarılır ve içinden kat kat güzellik fışkırır, kıpkırmızı bir gül olur. Onu gördüğünüzde, içinizde bir sevgi selinin coştuğunu duyarsınız. Elinize al­mak, sevmek, okşamak, koklamak, öpmek istersiniz.

Gür bir ağacın dalları arasında serçelerin cıvıl cıvıl seslerini duyduğunuzda yine aynı hisler canlanır içinizde. O minik yaratıkların masumane oynaşmalarında, çevik fakat sevimli hareketlerinde ve tatlı sesleriyle dünyanızı doldurmalarında bir sevgi daveti vardır. Kalbiniz o davete kapılır, gider: “Bir alabilsem avucuma! Okşasam o narin tüylerini, öpsem o mi­nik başından!” Ama gelip de elinize konmazlar ki!

Bir kuşun yavrusunu besleyişi, bir anne kedinin yavruları­nı emzirip onlarla oynaşması, bir tavuğun civcivlerini peşine takarak iftiharla dolaşması, karşı konulamaz birer sevgi dâvetiyesidir. Tutabildiğinizi elinizle, tutamadığınızı gözünüzle seversiniz. Ama doymazsınız. Ruhunuzdan fışkıran o muhabbet seli birkaç okşama ve öpmeyle sükûn bulmaz.

Gökteki yıldızların renk renk tebessümünü fark ettiğinizde onları da kucaklamak ister içinizdeki sevgi seli. Eliniz yetiş­mez. Hiç değilse onların sizi dört bir taraftan dünyanızla be­raber kucakladığını hissedersiniz. Fakat gökyüzü o dayanıl­maz duyguyu kuşatamaz. Tomurcuktan fışkıran gül goncası gibi, içinizdeki o duygu da “Yâ Fâlık” diye feryat eder, kâinatın kabuklarını yarıp açılmak ister.

Hayalinize kâinatın sınırlan dar gelmeye başlayınca, o da zamanın sınırlarını zorlamaya başlar. Geçmişe gider, gelecek­te dolaşır. Yüzyıllar boyunca kâinatı dolduran yıldızları ve çiçekleri, insanlık âlemini dolduran yıldızları ve çiçekleri tek tek ziyaret eder. Hepsiyle bir ilgi kurar, bir muhabbet peyda eder. Fakat hiçbiri ele geçmez, geçse de o sevgi yine sükûn bulmaz. Anlarsınız ki, mekân gibi zaman da o deryayı kuşat­makta âcizdir.

Öyleyse o sınır tanımayan duygunun, zaman ve mekân ötesinde bir hedefi olmalıdır. Hiçbir varlığın kaydı altına gir­meyen ve girmeye razı olmayan o duygu, ancak her türlü ka­yıttan ve sınırdan münezzeh bir Zâta yöneltildiğinde sükûn bulur ve tatmin olur. İşte o zaman bırakın, kâinatın her zerre­si bir sevgi deryası boşaltsın kalbinize. Nitekim getirir ve bo­şaltır. Ve kâinatın kuşatamadığı bir deryayı o kalp bir çırpıda kucaklar, kucakladıkça “Daha yok mu?” der.

***

İşte, kara topraktan çıkan yeşil tomurcuğun, yeşil tomur­cuktan çıkan kırmızı goncanın tahrik ettiği muhabbet Ona aittir.

Ağacın başında cıvıldaşan serçenin terennüm ettiği muhab­bet Ona aittir.

Yavrulardaki sevimliliğin, annelerdeki şefkatin uyandırdı­ğı muhabbet Ona aittir.

Göklerde ve yerde, yıldızlarda ve kuşlarda, denizlerde ve çiçeklerde, geçmiş ve geleceğiyle bütün kâinatta sevilecek ne varsa, hepsinin de muhabbeti Ona aittir.

Demek herşeyde Onu tanıtan bir âyet olduğu gibi, herşeyde Onu sevdiren bir güzellik de var. Bu güzellik çiçek olur, kuş olur, rızık olur, nimet olur, şifâ olur, şefkat suretine bürü­nür, adalet şekline girer, celâl ve kibriyâsıyla tezahür eder, rahîmiyetiyle gülümser. Bazan gök gürültüleriyle, bazan bül­bülün nağmeleriyle dile gelir. Kimi gözle görülür, kimi ku­lakla işitilir, kimi dille tadılır, kimi akılla anlaşılır. Ama hepsi de bütün bir kalp ve bütün bir ruhla sevilir. Çünkü hepsi, bir­birinden güzel bin bir Esmânın tecellîlerinden birer parıltıdır.

“Meselâ îmânın güzelliği ve hakikatin güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemâli ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemîl-i Zülcelâlin nihayet derecede güzel olan Esmâ-i Hüsnâsının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.”1

Kalp o Sevgiliyi bulduktan sonra sevilenlerin veda edip git­mesi de elem vermez. Çünkü O bakîdir ve bütün muhabbet Ona aittir. Aynalar varsın değişsin; kalp zaten o fânî sevgili­lere râzı değildir.

Bin bir bâkî ismin binler bâkî güzelliklerini yeni yeni ayna­larda seyretmek de bir başka güzellik değil mi?


1. Şualar, 4. Şua, 6. Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye, http://erisale.com/#content.tr.4.116

1 Kasım 2020 Pazar

Hayatı hayat yapan sır: Kur'an kavramları


*


Bütün mü’minlere hitaben “Allah’ın nimetini hatırlayın” diye başlıyordu Mâide sûresinin 11. âyeti. Kur’an Buluşmalarının geçtiğimiz haftaki bölümünde biz de Allah’ın nimetlerini hatırlamaya çalıştık

İlk adımımız, “nimet” kavramına hayatımızda çok geniş bir yer açmak şeklinde oldu. Çünkü üzerimizdeki İlâhî nimetlerin her taraftan bizi kuşatmış olduğunu gördük. Bu durum da, hayata Kur’ân’ın bize öğrettiği kavramların ışığında bakmamız gerektiğini bir kere daha gösterdi.

UTESAV organizasyonuyla gerçekleşmekte olan Kur’an Buluşmalarının 286. bölümünde, “nimet” kavramıyla ilgili olarak başlıca şu tesbitleri yaptık:

  • Nimet: Varlık âleminin üzerindeki perdeyi kaldırarak herşeyi gerçek mahiyetiyle gösteren bir kavram.
  • Göklerde ve yerde olan şeyler ve cereyan eden hadiseler bu kelime ile asıl kimliğine kavuşur ve birer nimet olarak belirir.
  • Bütün bu nimetlerin tam hedefinde ise insan vardır. İnsan, bütün organ, duygu ve yetenekleriyle, kâinattaki bütün nimetlerden faydalanacak şekilde yaratılmıştır.
  • Ancak bunları görebilmek için, kâinata Kur’ân’ın gösterdiği yerden bakmak şarttır.
  • Nimetleri hatırlamak, Nimet Vericiyi hatırlatır; o da insanın Allah katındaki değerini hatıra getirir. İnsan, Mün’im’i hatırlamakla, kendisinin şerefli mevkii hakkında bir farkındalık yakalamış olur.
  • Dünya nimetleri gelir ve geçer; ama geçenlerin yerine yenisi gelir. Çünkü Mün’im bâkidir.
  • Nimetlerin Allah tarafından gönderildiğini bilmek, insanı kıskançlık, cimrilik, bencillik, başa kakma gibi kötü huylardan da korur.
  • Nimetlerin ve Mün’im’in farkında olmak, bundan önceki âyetlerde ve diğer âyetlerde geçen takvâ, adalet, salih amel gibi kavramları hayata geçirecek olan en önemli bir unsurdur. Çünkü bunlar, her taraftan bizi kuşatmış bulunan ve devam etmekte olan nimetleri veren tarafından bize bildirilen hayat formülleridir. Fani dünyanın nimetlerini ebedî bir âlemde devam ettirecek olan şey de işte bu kavramlardır.

Bütün bu tesbitler de bizi şöyle bir sonuca getirdi:

  • Din, dilde başlar, dilde biter.
  • Bize Müslümanca yaşamayı Kur’ân ve Sünnet öğretir.
  • Öğrenmenin ilk adımı ise, herşeyi doğru ismiyle öğrenmektir. Kur’ân’ın kavramları bize Müslüman gibi düşünmeyi ve Müslüman gibi yaşamayı öğretir.
  • Bu kavramlar yerini başka kelime ve kavramlara birer ikişer terk etmeye başladığı zaman, biz de Müslüman kimliğimizden adım adım uzaklaşmaya başlamışız demektir.
  • Onun için, Kur’ân kavramlarının dilimizde yer etmesi için sürekli bir gayret içinde olmayı prensip edinelim. Hayatımız bu kavramlarla şekillensin. Fert fert, aile aile, ilh. bu şuuru toplumda hakim hale getirmek için göstereceğimiz en küçük bir gayretin bile boşa gitmeyeceğini hatırdan çıkarmayalım.

Kur’an Buluşmalarının 286. bölümünü buradan izleyebilirsiniz:

Erdemli Hayat projesi kapsamında gerçekleştirilen ve daha önce MÜSİAD Genel Merkezinde yapılmakta olan Kur’an Buluşmaları, salgın sebebiyle bir müddettir https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden Cumartesi sabahları 7:30-8:30 arasında canlı olarak yayınlanıyor.