SON EKLENENLER
latest

5 Aralık 2020 Cumartesi

Allah'a kul olmanın büyüklüğü


*

Mâide sûresinin 18-19. âyetlerini okuduğumuz ve günümüze bakan önemli tesbitlere konu olan 291. Kur’an Buluşmasının özeti ve tam video kaydı

Hıristiyan ve Yahudilerin düştükleri hatâlara bizi düşmekten alıkoyacak uyarılar, 291. Kur’an Buluşmasının gündemindeydi.

5 Aralık Cumartesi sabahı okuduğumuz Mâide sûresinin 18-19. âyetlerinde şöyle buyuruluyordu:


Yahudiler ve Hıristiyanlar “Biz Allah’ın sevgili oğullarıyız” dediler. De ki: Eğer öyle ise, Allah size niçin günahlarınız yüzünden azap ediyor? Siz de Onun yarattıklarından birer beşersiniz. O dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin egemenliği Allah’ındır. Dönülecek yer de Onun huzurudur.

Ey Kitap Ehli! Peygamberlerin arasının kesildiği bir fetret döneminde size hakkı açıklayan elçimiz geldi — tâ ki “Bize ne müjdeleyen, ne de uyaran birisi gelmedi” demeyesiniz. İşte size müjdeleyen de, uyaran da gelmiştir. Allah ise herşeye kadirdir.


Bu âyetler ile ilgili olarak ele aldığımız konu ve yaptığımız tesbitlerden bir kısmı özetle şöyle oldu:

  • Peygamberler hiçbir zaman Allah’a kul olmaktan yüksünmediler. Sadece Allah’a kul olmak, sizin için de bir iftihar vesilesi olmalıdır; çünkü bu sizi doğrudan doğruya Âlemlerin Rabbine bağlar ve Ona muhatap eder, başkalarının kulluğundan ise kurtarır.
  • Allah’ın egemenliğinde hiçbir sınır söz konusu olmadığı gibi, kudretinde de hiçbir suretle sınırlama söz konusu değildir.
  • Ehl-i Kitabı hedef alan uyarılarda bu hususun vurgulanması onlara Allah hakkındaki bâtıl inançlarını tashih etmeleri için bir uyarı mahiyetini taşıdığı gibi, ehl-i iman için de imanlarını tazeleyen ve nasıl bir mülk ve kudret sahibine mensup olduklarını bir kere daha bildirerek güven veren, bu suretle imanın lezzet ve mutluluğunu hayatlarının bütün alanlarında teneffüs etmelerini sağlayan bir hatırlatmadır. Zira kudreti herşeye kâfi gelen bir Rabbe mensup olan kulun başka bir şeye ihtiyacı yoktur; ama hayat da bu gerçeği unutturacak oyalamalarla doludur.
  • Allah’ın mü’min kullarına bu dünyada sıkıntı vermesinde uyarı, imtihan, sevap, derece yükseltme gibi hikmetler vardır. Bunlar İlâhî terbiyenin tecellîleri olarak düşünülmelidir; yoksa kâfirlerin dünya nimetlerine erişmeleri Allah’ın muhabbetini göstermediği gibi, mü’minlere verdiği sıkıntılar da Allah’ın o mü’minleri sevmediğini göstermez.
  • Allah’ın kimleri sevip kimleri sevmediği Kur’ân-ı Kerimin birçok âyetinde ve Resulullahın (s.a.v.) hadis-i şeriflerinde tarif edilmiştir. Bir mü’minin en büyük gayesi Allah’ın rıza ve muhabbetini kazanmak olduğuna göre, en mühim meşgalesi de Kur’ân ve Hadis ile içli dışlı olarak muhabbetullahın vesilelerini öğrenmek ve hayatını bu vesilelere göre düzenlemek olmalıdır.
  • Peygamberler kendilerine mutlak surette itaat edilecek Allah elçileri olmakla birlikte, birer beşerdir; beşer olma açısından herhangi birimizden hiçbir farkları yoktur. Hal böyle olunca, diğer insanların bağışlama, cezalandırma, kişilere âhiret hayatı ile ilgili taahhütlerde bulunma gibi yetkilere sahip olamayacakları açıktır.

UTESAV organizasyonuyla düzenlenen 291. Kur’an Buluşmasına ait tam video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

Erdemli Hayat projesi kapsamında gerçekleştirilen ve daha önce MÜSİAD Genel Merkezinde yapılmakta olan Kur’an Buluşmaları, salgın sebebiyle bir müddettir https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden Cumartesi sabahları 7:30-8:30 arasında canlı olarak yayınlanıyor.

1 Aralık 2020 Salı

Dolgun'un faresi


*

Bedenimizdeki mideden başka, tıpkı onlar gibi rızık isteyen daha başka midelerimiz de var. Ve bu midelerimiz de sürekli olarak rızıklanmak istiyor. Bunun ne kadar farkındayız?


ÜMİT ŞİMŞEK


Stalin’in zindanlarında yıllar geçiren Aleksander Dolgun, uzun bir açlıktan sonra hücre duvarındaki delikten beliren bir fareyi yakalayabilmek için saatler boyu kan ter içinde nasıl uğraştığını anlatırken, farenin o anda gözüne nefis bir ziyafet olarak göründüğünü de uzun uzun tasvir etmekten geri kalmaz.

Karnı günde üç defa dolup boşalan insanların bu manzarayı hissen idrak etmesi elbette mümkün değildir. Selim fıtratların kaçınılmaz olarak tiksindiği birşeyi Dolgun’un o andaki gözüyle görebilmek için, evvelâ Dolgun kadar aç kalmak gerekir. Ama hissen değilse bile mantık yönüyle bu hâdisenin açıklamasını yapmakta zorlanmayız. Çünkü herkes bilir ki, açlık bir canlının en karşı konulmaz duygusudur. Mutlaka tatmin ister, şiddetlendikçe diğer bütün duygu ve ihtiyaçların önüne geçer ve eğer tehlike sınırlarına gelip dayanmışsa, akla gelen herşeyi rahatlıkla, kolaylıkla ve — Dolgun örneğinde olduğu gibi — iştahla insana yaptırır!

Bunu herkes bilir de, açlığın sadece karnımızın sol tarafındaki rızık deposuna has bir duygudan ibaret olmadığını herkes her zaman hatırlamaz. Eğer insanlar her çeşit açlığını aynı şiddette hissedebilseydi, bugün beşer âleminin çok daha başka şeyler etrafında pervane olduğunu görecektik.

Üstad Bediüzzaman, “insaniyet, İslâmiyet ve iman midelerinden” söz eder ve bu midelerin önüne serilmiş kâinat dolusu rızıklara binlerce sayfalık muhteşem tasvirlerle iştahımızı açar. Üstelik bu sofralar, bize pahalıya satılan cinsten ziyafetler de değildir. Onlarla rızıklanmak, gözünü açıp bakmak kadar kolay, kulak verip işitmek kadar basit, bir kitabı okumak kadar rahat, düşünmek kadar doğal, yaşamak kadar lezzetlidir. Kendi iradesiyle kendisini mahrum etmeyen hiç kimse bu sofralardan kovulmaz; hiç kimseden de şükürden başka bir ücret istenmez. Kaldı ki, şükrün bizzat kendisi, bütün bu sofraların ötesinde başlı başına bir ziyafettir. “Bir ateistin en bedbaht ânı, şükretmek isteyip de şükredecek birisini bulamadığı andır” diyen Batılı yazar, en büyük ziyafetten mahrumiyeti ve en büyük açlığı veciz bir şekilde ifade etmiştir. Kur’ân da, kendisini yalanlayanların en büyük hüsranını onların yüzlerine bir şamar gibi vurur:

“Yoksa bu rızıktan nasibinizi, onu yalanlayıp da kendinizi bütün bütün mahrum etmekten ibaret mi kılacaksınız?” (Vâkıa sûresi, 56:82.)

İnsaniyet, İslâmiyet ve iman midelerinin açlığı, tıpkı maddî açlığımız gibi, kendisini mutlaka hissettirir. İnsanları aldatan ise, bu hissi hiç duymamak değil, çoğu zaman yanlış teşhis koymaktan ibarettir.

Eğer hergün gelip geçtiğiniz yolun kenarındaki çiçekler her sabah size tatlı tebessümleriyle selâm verip durdukları halde siz onları görmeden gelip geçiyorsanız, sakın ruhunuzda onlara bir iştiyak kalmadığını sanmayın. Yanlış çiçekleri koklamaktan vazgeçerseniz, o iştiyakı hissetmeye başlarsınız.

Gün boyunca etrafınızda cıvıldaşan serçelerin tesbihatından hergün ayrı bir lezzet alamıyor, o cıvıltıları işitmediğiniz zaman hayatınızda bir eksiklik hissetmiyorsanız, hayatınızı ve hayalinizi dolduran gürültülerden hiç değilse kısmen arınmayı deneyin. Tatlı bir iştah suretinde belirmeye başlayan bir açlığın her defasında yeni bir lezzetle tatmin olmaya başladığını görürsünüz.

Yaz mevsiminin gelişini karpuz yemek şeklinde telâkki etmeye başlamışsanız, onu ve diğer yaz nimetlerini yemeden önce beş on dakika onları seyredin ve dinleyin. Aynı sofranın kaç mideye birden rızık dağıttığını bilfiil yaşarsınız.

Ama, ilim ve hikmetten, iman hakikatleri ile tefekkürden mahrum şekilde günleriniz gelip geçtiği halde, “Dünyevî vazifelerle uğraşmak, fıtraten hoşlandığım ve hakaikine meclûb olduğum nurlu Sözlerle iştigalime kısmen mâni oluyor; işte buna müteessirim, fakat elimden birşey gelmiyor” diyen Nur kahramanının ıztırabını derinden derine de olsa duyamıyorsanız…

O zaman, maneviyat âleminin tabiplerinden Fetih bin Said el-Musulî’nin teşhisine kulak vermek zamanıdır:

“Yemekten, içmekten ve ilâçtan alıkonan hasta nasıl ölürse, üç gün üst üste ilim ve hikmetten alıkonan kalp de öylece ölür.”

Midemiz haftalar süren bir açlığa dayanabildiği halde, kalp, uzman ifadesiyle, en fazla üç günlük bir açlığa dayanabilecek bir yapıda yaratılmıştır. Bu açlığı hissetmeyenler, kalplerinin fazla dayanıklı olduğunu sanmasınlar. Gerçekte açlık tehlike sınırını çoktan aşmıştır da, selim fıtratların reddettiği şeyleri kalp ve ruha boşaltarak oralarını Halkalı çöp-lüğüne çevirmeye başlamıştır.

Onun için, dikkat!

İlimden, hikmetten, iman ve Kur’ân hakikatlerinden mahrum tek bir günümüz geçmesin.

Ve Dolgun’un fareleri sakın bize sevimli gelmesin!

29 Kasım 2020 Pazar

Din tahrifinde ibretlik manzaralar


*

Mâide sûresinin 17. âyetini okuduğumuz 290. Kur’an Buluşmasının özeti ve video kaydı

Allah’ın kitabı ve peygamberi ile irtibatını koruyamayan insanların kendilerini şeytandan koruyamadığına dair en çarpıcı misalleri, UTESAV organizasyonuyla düzenlenmekte olan Kur’an Buluşmalarının 290. bölümünde gördük.

Bu misaller, Mâide sûresinin 17. âyetinde atıfta bulunulan Hıristiyanların “Allah Meryem oğlu Mesihtir” şeklindeki bâtıl inançlarına açıklama getirmeye çalışırken içine düştükleri güç ve gülünç durumu açıkça ortaya çıkarıyordu. Hıristiyan kaynaklarından naklettiğimiz bilgiler şu gerçeği açıkça gözlerimizin önüne serdi:

İsa aleyhisselâmdan yüzyıllarca sonra, hattâ bin beş yüz sene sonra toplanan düzinelerce konsül, “Baba-Oğul-Kutsal Ruh” şeklinde formülleştirilen Teslis inancını açıklamaya çalışmış, ama her açıklama bir öncekini daha da karmaşık hale getirmekten başka bir işe yaramamıştı. Bu ibret verici durumun birçok örneğini ders boyunca slaytlarda gördük.

İslâmın Kur’ân tarafından formülleştirilmiş sahih inanç sistemi ise, herkes tarafından son derce kolay ve doğru bir şekilde anlaşılacak ilkeleri içeriyor ve bunlar Kur’ân’ın âyetlerinde, özellikle İhlâs sûresinde bize bildirilmiş bulunuyordu. Netice:

Sahih İslâm inancını korumanın tek bir yolu vardı; o da, Kur’ân ve Resulullah ile irtibatın özenle korunmasından ibaretti.

Derste okuduğumuz Mâide sûresinin meâli:

“Allah Meryem oğlu Mesih’tir” diyenler kâfir olmuşlardır. De ki: Eğer Allah Meryem oğlu Mesih ile annesini ve yeryüzündekilerin hepsini birden helâk etmeyi dilerse, Ona engel olacak kim var? Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin egemenliği Allah’a aittir. O dilediğini yaratır; zira Allah herşeye kadirdir.

Ders boyunca yaptığımız tesbitleri de şu şekilde özetledik:

  • Allah’ın kudreti sonsuzdur. Sonsuzun karşısında herşey eşittir / hiçbir şeyin yaratılışında hiçbir surette zorluk söz konusu olmaz.
  • Allah, yaratmak için bir şey yapmaya muhtaç değildir / sadece emreder.
  • Yarattığı şeyler Allah’ı hiçbir şekilde sınırlayamaz / Allah her türlü aczden ve kusurdan münezzeh olduğu gibi, cisimden ve mekândan da münezzehtir / öyle olmayana zaten tanrı denmez.
  • Yeryüzünde olup bitenlerden haberdar olmak yahut yeryüzünde icraatta bulunmak için Allah’ın bir bedene bürünmeye ihtiyacı yoktur; hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.
  • Allah, kullarına emir ve yasaklarını bildirmek için, yine kullarının arasından elçiler seçer.
  • Kitab-ı Mukaddeste yapılan tahrifatın en önemlileri Allah’ın sıfatları üzerinde cereyan ettiği için, bu tahrifat üzerine çeşitli senaryolar yazılabilmekte ve tahrif edilmiş kitapların Allah’tan geldiğine inanan kitleleri bu senaryolara inandırmak da çok zor olmamaktadır.
  • Kur’ân’ın ulûhiyet ile ilgili tarifleri ise son derece nettir, açıktır, sahihtir, beşer eli karışmamıştır. Aynı zamanda bu tanımlar herkes tarafından kolayca ve doğru bir şekilde anlaşılabilecek tanımlardır.
  • Bu sebepten, sahih bir itikadı muhafaza etmek için, Kur’ân ile irtibatın sıkı bir şekilde devam ettirilmesi ve aralara başka senaryoların girmesine meydan verilmemesi gerekir.

Kur’an Buluşmalarının 290. bölümüne ait tam video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

Erdemli Hayat projesi kapsamında gerçekleştirilen ve daha önce MÜSİAD Genel Merkezinde yapılmakta olan Kur’an Buluşmaları, salgın sebebiyle bir müddettir https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden Cumartesi sabahları 7:30-8:30 arasında canlı olarak yayınlanıyor.