SON EKLENENLER
latest

19 Aralık 2020 Cumartesi

Habil ile Kabil kıssasından günümüze dersler


*

Mâide sûresinin 27-31. âyetlerini okuduğumuz 293. Kur’an Buluşmasının özeti ve video kaydı


Âdem aleyhisselâmın oğullarından ikisi arasındaki bir anlaşmazlık, insanlık tarihindeki ilk cinayetin sebebi olmuştu. Mâide sûresinde bu hadise bize bir ibret dersi olarak anlatılıyor.

UTESAV’ın düzenlediği Kur’an Buluşmalarının 293. bölümünde okuduğumuz âyetlerde bu kıssayı, içerdiği en önemli ibret dersleriyle birlikte okumaya çalıştık.

Konumuz olan Mâide sûresinin 27-31. âyetlerinin meâli:


Onlara Âdem’in iki oğlunun kıssasını dosdoğru oku. Onlar birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki edilmemişti. Kurbanı makbul olmayan, diğerine “Seni öldüreceğim” dedi. O ise “Allah ancak takvâ sahiplerinin ibadetini kabul eder,” cevabını verdi.

“Sen beni öldürmek için bana el kaldırsan da, ben seni öldürmek için el kaldırmayacağım. Çünkü ben Âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım.

“İstiyorum ki benim günahımı da, kendi günahını da yüklenip ateş ehlinden olasın. Zalimlerin cezası işte budur.”

Böylece, nefsi ona kardeşini öldürmeyi hoş gösterdi; o da onu öldürüp hüsrana düştü.

Sonra Allah, kardeşinin cesedini nasıl örteceğini ona göstermek için, yeri eşeleyen bir karga gönderdiğinde, o “Yazıklar olsun bana!” dedi. “Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini örtemedim!” Böylece, ettiğine pişmanlık duyanlardan oldu.


Sahih kaynaklara dayanmayan rivayetlere girmeksizin yaptığımız müzakereden çıkardığımız neticelerin başlıcaları şöyle idi:

  • Nefis, Kur’ân’ın Yusuf aleyhisselâmdan naklen bildirdiği gibi, kötülüğü emreder.
  • Bu bakımdan, emir ve komuta nefse bırakılmamalı; nefis terbiye edilerek Allah ve Resulünün gösterdiği sınırlar içinde tutulmalıdır. Böyle yapıldığı takdirde, nefis pek çok İlâhî hakikatlerin anlaşılmasına, Allah’ın nimetlerinin tanınarak şükür ve ibadet vesilesi olmasına hizmet eder.
  • Kıssanın konusu olan iki kardeşin ikisi de peygamber evlâdı idi. Ancak bir soya, bir büyük zâta, bir topluluğa, ilh. mensubiyetin kişiye Allah katında bir değer kazandırmadığını ve hiç kimse için bir teminat teşkil etmediğini, bir kere daha bu vak’a vesilesiyle görmüş bulunuyoruz. Sonuçta herkes kendi kazandığıyla muamele görecektir.
  • Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etme yükümlülüğü herkes için aynı derecede geçerlidir ve bu durum Allah’ın kâinata yerleştirmiş olduğu tekvinî kanunları da içermektedir. Şu veya bu soydan olmak Allah’ın teşriî kanunlarına riayet mecburiyetinden kişiyi kurtarmadığı gibi, tekvinî kanunarına riayet yükümlülüğünden de kurtarmaz.
  • Allah’ın takdirine razı olmamak, kişiyi felâketlerin en büyüğüne sürükleme istidadını taşıyan bir suçtur. Bizi bu konuda bir tercihle karşı karşıya bırakan durumlar hayatın her alanında her zaman karşımıza çıkabilir. Kıssadan alınacak en önemli derslerden biri de bu olsa gerektir.

Kur’an Buluşmalarının 293. bölümüne ait kesintisiz video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

UTESAV organizasyonuyla Erdemli Hayat projesi kapsamında gerçekleştirilen ve daha önce MÜSİAD Genel Merkezinde yapılmakta olan Kur’an Buluşmaları, salgın sebebiyle bir müddettir https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden Cumartesi sabahları 7:30-8:30 arasında canlı olarak yayınlanıyor.

17 Aralık 2020 Perşembe

Eskimez güzellikler


ÜMİT ŞİMŞEK

Bir ışık yeter herkese yaşamak için.

Ve bir karanlık, dinlenmek için.

Dünyada bunun daha fazlası vardır.

Işık bir güzellikle yayılır.

Karanlık bir güzellikle çöker.

İkisi de bir güzellikle ayrılır dünyamızdan, tekrar dönmek için.

Her sabah ve her akşam tekrarlanır bu güzellikler çağlar boyu.

Fakat hiçbirinin güzelliği bir diğerinin tıpatıp aynı değildir.

Hergün renkler değişir, manzara yenilenir.

Bulutlar her an farklı bir tablo çizer.

Her sabah ve her akşam, yeknesaklık içinde bir yenilik sürer, gider dünyamızda.

Dünya eski dünya, güneş eski güneş, fakat sabahlar ve akşamlar yenidir.

***

Her sabah bir güneş doğar süzülerek ufuktan.

Dünyanın doğuşundan beri doğar.

O aslında her an doğar.

Her an, dünyanın bir yerinde kuşlar sabahın gelişini alkışlar.

Bazan bir altın tepsi gibi, bazan bulutlar arasından süzülür.

Kendisi ne kadar yaşlansa, güzelliği ve zarafeti hiç eskimez güneşin.

Ve aynı güneş, her akşam batar.

Bir farklı noktada, bir farklı zamanda.

Dünyanın doğuşundan beri batar güneş.

O aslında her an batar.

Her an dünyanın farklı bir yerinde kuşlar akşamın gelişini müjdeler.

***

Niçin sabahlar bu kadar güzel, akşamlar bu kadar güzeldir dünyamızda?

Niçin hergün tekrarlanır bu güzellikler?

Fecirler ve guruplar, niçin ılık ılık duygular uyandırır kalplerde?

Niçin kendini bir başka âlemde hisseder insan günbatımını seyrederken?

Niçin hiç eskimez bu kadar tekrarlanan bir güzellik?

Durmaz, gider güneş.

Ve durmaz, geri döner.

Gelip geçer ömürler gibi.

Fakat güzellik hiç eksilmez dünyamızdan:

Ne gidişinde, ne dönüşünde.

Güzel gider, güzellik kalır.

Öyleyse kimden o güzellik?

Kim çizer kâinatın en muhteşem tablolarını dünya semasına?

Ve dakika dakika kim değiştirir onları?

Kim taşır tabloları bir ufuktan diğerine?

Niçin taşır, kime gösterir, neyi anlatır?

***

Güneş her an bir başka ufukta doğar, bir diğerinde batar.

Gece ve gündüzü ayıran iki hat, bir muhteşem tablo halinde dünyayı dolaşır.

Dünya, tablolarla sarılıp sarmalanır günler ve geceler boyu.

Aynı güneş, başka gezegenlerde de doğar ve batar.

Fakat Güneş Sisteminin hiçbir köşesinde fecirler ve guruplar dünyadaki kadar güzel değildir.

Uzayın en muhteşem manzaraları dünyadan seyredilir.

Onları seyirden haz alabilecek olanlar da zaten dünya üzerindedir.

16 Aralık 2020 Çarşamba

Yüzyılların dilinde bir kitap


*

Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu
inkâr edenlere karşı
Bediüzzaman Said Nursî’nin
telif ettiği
bir mantık şaheseri

5

Bir önceki bölümde ele alındığı gibi, Kur’ân’a beşer kelâmı gözüyle bakanların görüşü bir dâvâ ve bir hüküm değildir, hükümden kaçınmaktır. Onun beşer kelâmı olduğu yönünde bir inanç değil, bir inançsızlıktır. Delil ve ispat yoluyla desteklenen bir iddia değil, delil ve iddialara göz kapayan bir iddiasızlıktır. Eğer bir dâvâ, bir hüküm, bir inanç şeklinde böyle bir iddiayı ileri sürmeye kalksalardı, daha önce sayılan, Kur’ân ve Resulullah ile ilgili pek çok muhali de bu arada ileri sürmek zorunda kalırlardı ki, Bediüzzaman, bu muhalleri, bahsin sonlarına doğru şöylece özetlemektedir:


Rabian: Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki,

* âlem-i insaniyetin semâsında yıldızlar gibi parlayan asfiyalara, sıddıkînlere, aktablara bilmüşahede rehberlik eden

* ve bilbedâhe mütemadiyen hak ve hakkaniyeti, sıdk ve sadakati, emn ve emaneti umum tabakat-ı ehl-i kemâle talim eden

* ve erkân-ı imaniyenin hakaikiyle ve erkân-ı İslâmiyenin desâtiriyle iki cihanın saadetini temin eden

* ve bu icraatının şehadetiyle bizzarure hak, hâlis ve sâfi hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitabı, kendi evsâfının ve tesirâtının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip—hâşâ, hâşâ!—tasniat ve iftiraların mecmuası nazarıyla bakmak, sofestaîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî bir hezeyan-ı küfrî olmakla beraber;

* izhar ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehadetiyle

* ve müddet-i hayatında gösterdiği bil’ittifak fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfi ubudiyetinin delâletiyle

* ve bil’ittifak kendinde göründüğü ahlâk-ı hasenesinin iktizasıyla

* ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin ve sahib-i kemâlâtın tasdikiyle en mutekid, en metin, en emin, en sadık bir zâtı—hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ—itikadsız, en emniyetsiz, Allah’tan korkmaz, yalandan çekinmez bir vaziyette farz edip, muhâlâtın en çirkin ve menfur bir suretini ve dalâletin en zulümlü ve zulümatlı bir tarzını irtikâp etmek lâzım gelir.


Kur’ân’a iman etmeyenler inançsızlıklarına dair bir delilden böylesine yoksun iken, ona hak kitap olarak inananların ellerindeki deliller saymakla bitecek gibi değildir. Bu delillerin hepsi bir yana bırakılsa, onun beşer eliyle yazılmış hiçbir kitaba benzemeyişi, Kur’ân’ı bütün kitapların üzerinde bir yerde görmek ve ona Allah kelâmı olarak inanmak için yeter de artar bile.

Kur’ân’ı okuyan veya dinleyen kim olursa olsun, hattâ mânâsını anlamasa bile, fark eder ki, o bütün kitaplardan, bütün sözlerden ayrı ve yüce bir yere sahiptir. O hiçbir edibin, şairin veya bilginin kaleminden çıkmış bir esere benzemez. Onun gibisi ne Kur’ân’ın indirilişinden önce yazılmıştır, ne de sonra. Tek olarak inmiş, tek olarak kalmıştır. Hiçbir kitap onun gibi yüzyıllar boyunca hergün, her saat milyonlarca insanın dilinde ve gönlünde yer tutmamış, asırları ve kıt’aları peşinden sürüklememiştir. Zaman herşeyi eskitirken onu gençleştirmiştir. Her asır onda yeni birşeyler bulmuş, her nesil ondan yeni birşeyler öğrenmiştir. Âlim-cahil, havas-avam herkes ve her sınıf insan onu tükenmez bir hazine olarak bulmuştur.

O insanların sadece dünyasını veya sadece âhiretini değil, her ikisini birden düzene koymuş, insanlığın önüne iki cihan mutluluğunu açmıştır.

Mânâsı bir yana, sadece lâfzıyla insanlar üzerinde meydana gelen tesiri, beşer eliyle yazılan hangi kitabın haddi var ki taklit edebilsin? Sıkıntıdan bunalmış, yeisten dünyası kararmış insanlar bir Kur’ân sesiyle huzura erişir. En küçük bir gürültüye tahammül edemeyen hastalar bir Kur’ân sesiyle sükûn bulur. Eğer Kur’ân beşer kelâmıysa, haydi, beşer eliyle yazılmış başka bir kitabı getirin de ölüm döşeğindeki bir hastanın başucunda okuyun!

İşte, Kur’ân, indirilişinden bu yana, kendisini inkâr edenlere meydan okuyor ve onları Kur’ân’ın benzerini yapmaya çağırıyor. On dört asır sonra ise, hâlâ ortada birtek âyetinin benzeri görülmüyor.

On Dokuzuncu Mektupta, Bediüzzaman, bu tarihî hakikati şöyle dile getirir:


Eğer muaraza [Kur’ân’a karşı çıkıp onun benzerini yapmak] mümkün olsaydı, herhalde teşebbüs edilecekti. Çünkü muarazaya ihtiyaç şedit idi. Zira dinleri, malları, canları, iyalleri tehlikeye düşüyor; muaraza edilseydi kurtulurlardı. Eğer muaraza mümkün olsaydı, herhalde muaraza edecektiler. Eğer muaraza edilseydi, muaraza taraftarları kâfirler, münafıklar çok, hem pek çok olduğundan, herhalde muarazaya taraftar çıkıp iltizam ederek herkese neşredeceklerdi. (Nasıl ki, İslâmiyetin aleyhinde herşeyi neşretmişler.) Eğer neşretseydiler ve muaraza olsaydı, herhalde tarihlere, kitaplara şâşaalı bir surette geçecekti. İşte, meydanda bütün tarihler, kitaplar: hiçbirisinde, Müseylime-i Kezzâbın birkaç fıkrasından başka yoktur. Halbuki, Kur’ân-ı Hakîm, yirmi üç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu. Ve derdi ki:

“Şu Kur’ân’ın, Muhammedü’l-Emin gibi bir ümmîden nazîrini yapınız ve gösteriniz.

“Haydi, bunu yapamıyorsunuz; o zat ümmî olmasın, gayet âlim ve kâtip olsun.

“Haydi, bunu da getiremiyorsunuz; birtek zât olmasın. Bütün âlimleriniz, beliğleriniz toplansın, birbirine yardım etsin. Hattâ güvendiğiniz âliheleriniz [ilâhlarınız] size yardım etsin.

“Haydi, bununla da yapamayacaksınız. Eskiden yazılmış beliğ eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardıma çağırıp Kur’ân’ın nazîrini gösteriniz, yapınız.

“Haydi, bunu da yapamıyorsunuz. Kur’ân’ın mecmuuna olmasın da, yalnız on sûresinin nazîrini getiriniz.

“Haydi, on sûresine mukabil, hakikî, doğru olarak bir nazîre getiremiyorsunuz. Haydi, hikâyelerden, asılsız kıssalardan terkip ediniz, yalnız nazmına ve belâgatine nazîre olsun getiriniz.

“Haydi, bunu da yapamıyorsunuz; birtek sûresinin nazîrini getiriniz.

“Haydi, sûre uzun olmasın; kısa bir sûre olsun, nazîrini getiriniz. Yoksa din, can, mal, iyalleriniz, dünyada da, âhirette de tehlikeye düşecektir.”

İşte, sekiz tabakada ilzam suretinde, Kur’ân-ı Hakîm yirmi üç senede değil, belki bin üç yüz senede bütün ins ve cinne karşı bu meydanı okumuş ve okuyor. Halbuki, evvelki zamanda o kâfirler can, mal ve iyâlini tehlikeye atıp en dehşetli yol olan harp yolunu ihtiyar ederek, en kolay ve en kısa olan muaraza yolunu terk ettiler. Demek muaraza yolu mümkün değildi.[1]


Durum hâlâ on dört asır öncesinden farklı değildir. Kur’ân’ı beşer sözü olarak göstermeye çalışanlar, onun benzerini meydana getirip kurtulacakları yerde, Kur’ân’ın ve iman edenlerin en ağır hakaretleri altında haysiyetlerinin çiğnenmesine razı olmak zorunda kalmışlardır ve kalmaktadırlar. Çünkü başka çareleri yoktur. Ya iman edecek, ya da haysiyetlerini feda edeceklerdir.

Şeytan ile münazaranın sonunda, Bediüzzaman Kur’ân’ın hiçbir kitaba benzemeyişini ele alır ve burada da Şeytanı iki şıktan birini seçmek zorunda bırakır:


Elhasıl: On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretinde denildiği gibi, nasıl ki kulaklı âmi tabakası, i’câz-ı Kur’ân fehminde demiş: “Kur’ân, bütün dinlediğim ve dünyada mevcut kitaplara kıyas edilse, hiçbirisine benzemiyor ve onların derecesinde değildir.” Öyleyse, ya Kur’ân umumun altındadır veya umumun fevkinde bir derecesi vardır. Umumun altındaki şık ise, muhal olmakla beraber, hiçbir düşman, hattâ Şeytan dahi diyemez ve kabul etmez. Öyleyse, Kur’ân umum kitapların fevkindedir; öyleyse mucizedir.

Aynen öyle de, biz de ilm-i usul ve fenn-i mantıkça sebr ve taksim denilen en kat’î hüccetle deriz:

Ey Şeytan ve ey Şeytanın şakirtleri! Kur’ân ya Arş-ı Âzamdan ve İsm-i Âzamdan gelmiş bir kelâmullahtır veyahut—hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ—yerde, Allah’tan korkmaz ve Allah’ı bilmez, itikadsız bir beşerin düzmesidir. Bu ise, ey Şeytan, sabık hüccetlere karşı bunu sen diyemezsin ve diyemezdin ve diyemeyeceksin. Öyleyse, bizzarure ve bilâşüphe, Kur’ân Hâlık-ı Kâinatın kelâmıdır. Çünkü ortası yoktur ve muhaldir ve olamaz. Nasıl ki kat’î bir surette ispat ettik; sen de gördün ve dinledin.

Hem Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm ya Resulullahtır ve bütün resullerin ekmeli ve bütün mahlûkatın efdalidir; veyahut—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Allah’a iftira ettiği ve Allah’ı bilmediği ve azâbına inanmadığı için, itikadsız, esfel-i sâfilîne sukut etmiş bir beşer farz etmekHAŞİYE lâzım gelir. Bu ise, ey İblis, ne sen ve ne de güvendiğin Avrupa filozofları ve Asya münafıkları bunu diyemezsiniz ve diyememişsiniz ve diyemeyeceksiniz ve dememişsiniz ve demeyeceksiniz. Çünkü bu şıkkı dinleyecek ve kabul edecek, dünyada yoktur. Onun içindir ki, güvendiğin o filozofların en müfsitleri ve o münafıkların en vicdansızları dahi diyorlar ki: “Muhammed-i Arabî (a.s.m.) çok akıllıydı ve çok güzel ahlâklıydı.”Madem şu mesele iki şıkka münhasırdır. Ve madem ikinci şık muhaldir ve hiçbir kimse buna sahip çıkmıyor. Ve madem kat’î hüccetlerle ispat ettik ki, ortası yoktur. Elbette ve bizzarure, senin ve hizbüşşeytanın rağmına olarak, bilbedâhe ve bihakkılyakîn, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm Resulullahtır ve bütün resullerin ekmelidir ve bütün mahlûkatın efdalidir.


Herşeye rağmen, dünya imtihan dünyasıdır. Şeytan şeytanlığında, münkir inkârında devam eder, gider. İman edenler ise hak bildikleri yolda devam ederler ve Kur’ân’ı, onu getiren Âhirzaman Peygamberinin anlattığı gibi kabul edip başlarının üzerinde tutarlar:


O kitapta sizden öncekilerin ve sonrakilerin haberi vardır. Aranızdaki meselelerle ilgili hükümler vardır. O hak ile bâtılı, doğru ile yanlışı ayıran bir hakemdir. Onda boş söz yoktur. Kim onun hükümlerine karşı gelerek onu terk ederse, Allah onun boynunu kırar, perişan eder. Kim ondan başka bir kurtuluş yolu ararsa, Allah onu saptırır. O Allah’ın sapasağlam bir ipidir. O hikmet dolu bir öğüttür. O dosdoğru bir yoldur. Hevâ ve hevesler onu saptıramaz, diller onu karıştıramaz. Âlimler ona doymaz; tekrarlamakla usandırmaz; insanı hayran bırakan yönleri bitip tükenmek bilmez. O öyle bir kitaptır ki, cinler onu dinledikleri zaman, ‘Biz doğru yolu gösteren, harikulâde bir Kur’ân dinledik ve iman ettik’ derler. Kim ona dayanarak konuşursa doğruyu bulur. Kim onunla amel ederse mükâfatını görür. Kim onunla hükmederse adalet etmiş olur. Kim ona çağrılırsa dosdoğru bir yol kendisine gösterilmiş olur.”[2]

SON


[1]  Risale-i Nur Külliyatı, s. 442-443.

[2]  Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân: 14.


15 Aralık 2020 Salı

Aldatmanın başka yolları


*

Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu
inkâr edenlere karşı
Bediüzzaman Said Nursî’nin
telif ettiği
bir mantık şaheseri

4

“TARAFSIZ MUHAKEME” adı altında Kur’ân’ı inkâr ettirme girişimi boşa çıktıktan başka, Kur’ân’ın bir beşer sözü olduğunu ima edebilecek hiçbir imkân ve ihtimal de kalmamış, böylece Şeytanın önündeki bütün yollar tıkanmış olmaktadır. Zaten Şeytanın peşin peşin “tarafsız muhakeme” hilesine başvurması da bu yüzdendir. Kendi iftirasını destekleyecek delillerden bütünüyle yoksun olduğu için, karşı tarafa önce kendi delillerini inkâr ettirmek, kendi kalelerini kendi elleriyle yıktırmak ve ondan sonra onları yeni baştan delil aramaya zorlamak ister—tâ ki kendisi, kendi iddiasına delil aramak zorunda kalmasın. Zira, delil getirmeye zorlandığında, münazaranın şu âna kadarki kısmında görüldüğü gibi, bütün deliller onun aleyhinde çıkmaktadır.

Fakat Şeytan Şeytandır. Delil yönünden büsbütün çaresiz kalsa da hile yönünden çaresiz değildir. İnsanın zayıf taraflarını ise pek iyi bilir. Onun tuzağına düşmeye hazır bir güruhun bulunduğu yerde Şeytan tuzaklarıyla işini rahatça görür, onları bir bir peşine takar, inkâr ettirir, isyan ettirir, her kılığa sokar ve kendi ardından Cehennemin dibine kadar sürükler.

Belki de Şeytanın en büyük zevki, dünyaca önemli sayılan insanlar arasından böylelerini bulup çıkarmaktadır. Bediüzzaman’ın “Bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın” sözüne karşı, o da “Nasıl kandıramam?” der. “Ekser insanlara ve insanların akıllı geçinen ünlülerine Kur’ân’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim.”

Bediüzzaman’ın bu konudaki cevabı dört maddeden ibarettir:


Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük birşey gibi görünebilir. Bir yıldız, bir mum kadardır denilebilir.


Yani, Kur’ân’ın kapağını açmamış, Allah’ın Resulü hakkında doğru dürüst bilgi edinmemiş, her ikisinin de insanlığı nereden alıp nereye getirdiğini görmemiş bir kimseye uzaktan uzağa Kur’ân’ı herhangi bir kitap gibi göstermek, yine uzaktan uzağa Allah Resulünü herhangi bir insan gibi göstermek ve bu suretle onu kandırmak zor olmayabilir. Çünkü bu bir cehalet istismarıdır; bilgi üzerine kurulmuş bir muhakeme değildir. Cahili cehlinde bıraktıktan ve aşağıda sayılacak birtakım nedenlerle ona bir de cehaletini hoş gösterdikten sonra, bilmediği konularda onu kandırmaktan kolay ne vardır?


Saniyen: Hem tebeî ve sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhal birşey mümkün görünebilir.

Bir zaman bir ihtiyar adam Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş. O kılı ay zannetmiş, “Ayı gördüm” demiş. İşte, muhaldir ki, hilâl o beyaz kıl olsun. Fakat kasten ve bizzat aya baktığı ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derecede göründüğü için, o muhali mümkün telâkki etmiş.


Herkes dünyayı kendi gözlüklerinin ardından seyreder. Gözüyle görmediğine inanmayacak kadar madde içinde boğulmuş olanlara bir peygamberin ve bir semavî kitabın değerini ve manevî boyutlarını anlatabilmek gerçekten pek güçtür. Böylelerinin hali, buharlı lokomotif icad edildiğinde buna inanmayan ve beygirsiz bir aracın kendi kendisine hareket edebileceğini havsalasına sığdıramayan köylüyü hatırlatır. O köylüye lokomotifi göstermişler; gözü önünde hareket ettiği halde yine inanmamış. Sonra lokomotifin her tarafını gezdirmişler ve ortada ata benzer birşeyin bulunmadığını göstermişler. Yine inanmamış, fakat gözüyle gördüğü şeyi kendi âlemindeki ölçülere uyduracak bir modeli bulup çıkarmaktan da geri kalmamış. “Şimdi anladım,” demiş. “Bu görünmeyen bir beygir olmalı!”

Gözü at görmek isteyen insana hayali at gösterecek, gösteremezse uyduracaktır. Bunun gibi, bütünüyle maddeye dalıp gitmiş bir gözle Allah Resulünü anlamaya çalışanlar da onun beşeriyet yönünden daha ilerisini hiçbir zaman göremeyeceklerdir. Onların görüp göreceği, tıpkı bizim gibi yaşayan, uyuyan, yemek yiyen, alışveriş yapan, sıcak ve soğuk çeken, düşman elinde eziyete uğrayan bir beşerden ibarettir. Fakat onun bir de peygamberlik yönü vardır. Her iki yönün bir arada nasıl göz önüne alınması gerektiğini ise, Bediüzzaman, On Dokuzuncu Mektupta şu şekilde anlatır:


Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın ahval ve evsâfı, siyer ve tarih suretiyle beyan edilmiş. Fakat o evsaf ve ahvâl-i galibi, beşeriyetine bakar. Halbuki, o zât-ı mübarekin şahs-ı mânevîsi ve mahiyet-i kudsiyesi o derece yüksek ve nuranîdir ki, siyer ve tarihte beyan olunan evsaf, o bâlâ kamete uygun gelmiyor, o yüksek kıymete muvafık düşmüyor.

Çünkü, es-sebebü ke’l-fâil [Bir işe sebep olan, o işi bizzat yapan gibidir] sırrınca, hergün, hattâ şimdi de bütün ümmetinin ibadetleri kadar bir azîm ibadet sahife-i kemâlâtına ilâve oluyor. Nihayetsiz rahmet-i İlâhiyeye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidatla mazhar olduğu gibi, hergün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor.

Ve şu kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinatın tercümanı ve sevgilisi olan o zât-ı mübarekin tamam-ı mahiyeti ve hakikat-i kemâlâtı, siyer ve tarihe geçen beşerî ahval ve etvâra sığışmaz. Meselâ, Hazret-i Cebrâil ve Mikâil iki muhafız yaver hükmünde gazve-i Bedir’de yanında bulunan[i][3] bir zât-ı mübarek, çarşı içinde bedevî bir Arapla at mübayaasında münazaa etmek,

birtek şahit olan Huzeyme’yi şahit göstermekle[ii][1] görünen etvârı içinde sığışmaz.

İşte, yanlış gitmemek için, her vakit mahiyet-i beşeriyeti itibarıyla işitilen evsâf-ı âliye içinde başını kaldırıp hakikî mahiyetine ve mertebe-i risalette durmuş nuranî şahsiyet-i mâneviyesine bakmak lâzımdır. Yoksa, ya hürmetsizlik eder veya şüpheye düşer. Şu sırrı izah için şu temsili dinle:

Meselâ bir hurma çekirdeği var. O hurma çekirdeği toprak altına konup açılarak koca meyvedar bir ağaç oldu. Hem gittikçe tevessü eder, büyür.

Veya tavus kuşunun bir yumurtası vardı. O yumurtaya hararet verildi, bir tavus civcivi çıktı. Sonra, tam mükemmel, her tarafı kudretten yazılı ve yaldızlı bir tavus kuşu oldu. Hem gittikçe daha büyür ve güzelleşir.

Şimdi, o çekirdek ve o yumurtaya ait sıfatlar, haller var. İçinde incecik maddeler var. Hem ondan hasıl olan ağaç ve kuşun da, o çekirdek ve yumurtanın âdi, küçük keyfiyet ve vaziyetlerine nisbeten büyük ve âli sıfatları ve keyfiyetleri var.

Şimdi, o çekirdek ve o yumurtanın evsâfını ağaç ve kuşun evsâfıyla raptedip bahsetmekte lâzım gelir ki, her vakit akl-ı beşer başını çekirdekten ağaca kaldırıp baksın ve yumurtadan kuşa gözünü tevcih edip dikkat etsin—tâ işittiği evsâfı onun aklı kabul edebilsin. Yoksa, “Bir dirhem çekirdekten bin batman hurma aldım” ve “Şu yumurta, cevv-i âsumanda kuşların sultanıdır” dese, tekzip ve inkâra sapacak.

İşte, bunun gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın beşeriyeti, o çekirdeğe, o yumurtaya benzer. Ve vazife-i risaletle parlayan mahiyeti ise, şecere-i tûbâ gibi ve Cennetin tayr-ı hümayunu gibidir. Hem daima tekemmüldedir. Onun için, çarşı içinde bir bedevî ile nizâ eden o zâtı düşündüğü vakit, Refref’e binip, Cebrâil’i arkada bırakıp, Kab-ı Kavseyne koşup giden zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir. Yoksa ya hürmetsizlik edecek veya nefs-i emmâresi inanmayacak.[1]


Siyer kitapları, Allah Resulünün yüce ahlâkını ve Âlemlerin Rabbi katındaki değerini anlatan nümunelerle doludur. Fakat bütün bunlar, mânevî bir büyüklüğü tasvir eden örneklerdir. Sadece madde üzerinde teksif edilen bir bakış ise, ister istemez, varlık âleminde maddeden başka birşeyin mevcudiyetini düşünemez veya kabul edemez hale gelir. Darwin’in şu itirafları, bu gerçeğin canlı bir nümunesini vermektedir:

“Galapagos seyahati hatıralarımda, bir Brezilya ormanının ihtişamını seyrederken, ‘İnsanın zihnini dolduran ve yücelten hayret, takdir ve sadakat gibi ulvî hisleri yeterince ifade edebilmeye imkân yoktur’ diye düşündüğümü yazmıştım. İnsanın içinde, maddî vücudundan daha başka birşeylerin de bulunduğuna o zamanlar inandığımı hatırlıyorum. Fakat şimdi en muhteşem manzaralar bile bende böyle hisler ve böyle bir kanaat uyandırmıyor. Haklı bir şekilde, renk körlüğüne müptelâ olmuş bir adama benzetilebilirim.”[2]

İşte, maneviyata bütünüyle kapalı bir zihin, böylece, herşeyin olduğu gibi, Kur’ân’ın ve Peygamberin de manevî değerini düşürücü telkinlere açık duruma gelmiştir. Böyle kişiler, başka alanlarda kazandıkları şöhret maneviyattaki renk körlüklerine bir deva teşkil etmediği için, isimlerinin ve ünvanlarının büyüklüklerine mütenasip bir muhakeme ve sezgiyi gösterememektedirler. Onun için, Şeytanın “Pek çok kimseye Kur’ân’ı ve Muhammed’i inkâr ettirdim” şeklindeki övünmesi, akıl ve ilim hesabına değil, olsa olsa inat ve cehalet hesabına kaydedilecek bir zafer teşkil eder!

Şeytanın bu konudaki sözlerine verdiği dört maddelik cevabın üçüncü maddesinde ise, Bediüzzaman, onun bir başka hilesini de şöyle açıklar:


Salisen: Hem kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır.

Adem-i kabul [kabulden kaçınmak] bir lâkaytlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir. Onun aklı onlarla uğraşmaz.

Amma inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur.

O halde, senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey Şeytan, bâtılı hak ve muhali mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inat ve mağlâta ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytanî desiselerle, çok muhâlâtı intaç eden küfür ve inkârı, o bedbaht, insan suretindeki hayvanlara yutturmuşsun.


Burada Bediüzzaman iman ile inkârın mahiyetleri arasındaki önemli bir farka ve bu farkın doğurduğu bir sonuca işaret etmektedir. İman ilim üzerine kurulur; inkâr ise bilgiye ihtiyaç göstermez.

İman eden kimse, bir dâvâ sahibidir. O, birşeye inanmakta, inandığı şey hakkında bilgi edinmekte, kendisine göre deliller getirmektedir. Aynı şeye inananlar bir araya geldiğinde birbirlerine güç katarlar. Onlardan birinin getirdiği delil, diğerlerinin de dâvâsına kuvvet verir. Çünkü aynı şeye, aynı pozitif bilgiye dayanarak, aynı nedenlerle inanmaktadırlar.

İman etmekten kaçınan kimse ise, bir hüküm ve bir dâvâ sahibi değildir. O, sadece bir hükme varmaktan kaçınmaktadır; onun için, “İnanmıyorum” şeklindeki beyanı, bir hükümsüzlük bildiriminden ibaret kalır. Hakkında bir hüküm sahibi olmadığı şeyle ilgili olarak bilgi edinmeye, delil araştırmaya mecbur olmaz. Ama bu hükümsüzlük bir iddia şeklini alır da sahibini delil göstermeye zorlarsa, bu defa, Şeytanın bu münazaradaki durumu gibi, köşeye sıkışıp kalır.

Bu hakikate Bediüzzaman çeşitli eserlerinde değişik yönlerden yaklaşır. On Yedinci Lem’ada, kâfirlerin ve dalâlet ehlinin, sayıca ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bir iman hakikatini inkâr etmelerinin hiçbir önem ve değer taşıyamayacağını şu örnekle anlatır:


Meselâ, bütün İstanbul ahalisi, Ramazan’ın başında ayı görmediğinden nefyetse, iki şahidin ispatıyla o cemm-i gafîrin nefiy ve ittifak sukut eder [çoğunluğun inkârı ve oybirliği, iki şahidin ispatı karşısında reddedilir]. Madem küfrün ve dalâletin mahiyeti nefiydir ve inkârdır, cehildir ve ademdir [bilgisizlik ve yokluktur]; küffârın kesretle ittifakı ehemmiyetsizdir. Ehl-i hakkın, hak ve sabit ve sübutu ispat olunan mesâil-i imaniyede [imana dair meselelerde], şuhuda istinad eden iki mü’minin hükmü, hadsiz o ehl-i dalâletin ittifakına râcih olur, galebe eder.

Bu hakikatin sırrı şudur ki: Nefyedenlerin dâvâları sureten bir iken, müteaddittir; birbiriyle ittihad edemez ki kuvvetlensin. İspat edicilerin dâvâları ittihad ediyor, birbirinden kuvvet alır. Çünkü gökleki hilâl-i Ramazan’ı görmeyen der ki: “Benim nazarımda ay yoktur; benim yanımda görünmüyor.” Başkası da “Nazarımda yoktur’ der. Daha başkası da öyle der. Herbiri kendi nazarında yoktur der. Herbirinin nazarları ayrı ayrı ve nazara perde olan esbab dahi ayrı ayrı olabildiği için, dâvâları da ayrı ayrı olur, birbirine kuvvet veremez.

Fakat ispat edenler demiyor ki, “Benim nazarımda ve gözümde hilâl var.” Belki “Nefsü’l-emirde, göğün yüzünde hilâl vardır, görünür” der.[3]


Kur’ân’a iman edenlerle inkâr ehli arasındaki tartışmada, bu tespit kendisini son derece net bir şekilde belli eder. İman ehli, Kur’ân’ın hak kitap olduğunu gösteren belirtilere, delillere ve şahitlere dayanarak iman ederler. Onlar bir dâvâ sahibidirler; dâvâlarına delil istendiğinde de bunları rahatça ortaya koyarlar. Delil getirmekte herkesin bilgi ve becerisi aynı seviyede olmasa bile, onlardan herbiri, diğerlerinin kuvvetini de tümüyle kendi arkasında bulmaktadır. Onlardan biri, Kur’ân’ın yüceliğine dair yeni bir delil bulduğunda, bu delil bütün o inananların hesabına geçer, hepsinin imanlarını ziyadeleştirir.

Şeytan ise, hiç kimseye Kur’ân’ın beşer sözü olduğunu ispat ederek onu inkâra ikna etmiş değildir. Onun bütün yaptığı, Kur’ân’ı hak kitap olarak kabul etmekten alıkoymak, insanlara bu fırsatı vermemeye çalışmaktan ibarettir. Bunun için de kurbanlarına farklı yönlerden yaklaşır.

Kimi, cehaletinden ve cehaletinin de farkına varamayışı yüzünden Kur’ân’ı ya tanımaz, ya anlamaz veya anlamak istemez.

Kimi, gömüldüğü dalâlet bataklığı müsaade etmediği için ona inanmaktan geri kalır. Çünkü iman ederse dalâleti ve sefaheti terk etmesi gerekecektir.

Kiminin hak ve hakikatle arası pek hoş değildir. Bâtıl şeylerle oyalanıp dururken onlara Kur’ân’ı teklif etmek keyiflerini kaçırır. Yahut putlara tapan bir kavmi gördükten sonra onlara özenip Peygamberlerine “Bize de bir put yap, ona tapalım” diyen Mûsâ kavmi gibi, hak dinin yüceliğine erişemeyen ruhları bir safsata ister ki, peşine takılıp sürünsünler.

Kimi, kurdukları tezgâh bozulur da insanlar üzerindeki zulüm ve istibdatlarını sürdüremezler diye, hakkın ve adaletin kokusunu aldıkları herşeye peşin bir düşmanlıkla karşı çıkar.

Kimi bildiği halde hakka karşı inat içindedir; nefsi ve şeytanı bırakmaz ki hakkı teslim edip kendi haksızlığını kabul etsin. Veya Âlemlerin Rabbine bir kul, Kâinat Efendisine bir ümmet olmayı firavunlaşmış nefsine yediremez. İnkârıyla ancak kendisini hüsrana düşürdüğünü bile bile, Âlemlerin Rabbini ve Onun kitapları ile peygamberlerini yalanlayarak, güya Ondan intikam almaya çalışır: şeytanlar, firavunlar, nemrutlar, deccallar ve süfyanlar gibi. Rablerinin onlara mühlet verişini bir nimet sanırlar; inkâr ve isyanları yüzünden şimdilik başlarına birşey gelmediğini görüp bundan cür’et alarak, kendilerine vaad olunan azap saati gelip çatıncaya kadar azgınlıklarına devam ederler ve böylece “büyüdüklerini” sanırlar.

Kimi de “sürülerin” insanıdır. Şeytan Mekke müşriklerinin kulağına “Devenin kulağını kes” diye fısıldayıp ibadet ediyoruz zannıyla onlara develerinin kulaklarını kestirdiği gibi, bunlara da, günün rağbette olan kavramlarına göre, “Çağdaş ol, çevrene uy” gibi telkinleri fısıldar. Bakarlar ki herkes bir inkâr peşindedir ve bazı kutsal değerlere sataşmak yükselen bir değer olup çıkmıştır; onlar da sürüye katılıverirler.

Ve daha bunun gibi nice sebepler, birtakım insanların imandan yoksun kalmalarına yol açar, Şeytanın tuzaklarına zemin hazırlar. Fakat onların hepsi de delil ve ispat imkânından mahrum, birbirine kuvvet vermekten âcizdir. Kıyamet gününde ise Allah huzurunda tek başlarına kalırlar. Dünyada iken güvendikleri hiçbir kimseden hiçbir yardım görmeksizin, kendi günahlarını bütün ağırlığıyla yükleniverirler.


O inkâr edenler, “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin,” dediler. “Şamata çıkarın; belki böylece bastırırsınız.”

Biz de o kâfirlere şiddetli bir azabı tattıracağız ve onları yaptıklarının en kötüsüyle cezalandıracağız. İşte, Allah düşmanlarının cezası böyle ateştir! Âyetlerimizi bile bile inkâr etmelerine karşılık, onların hakkı orada ebediyet yurdudur.

Ve o kâfirler diyecekler ki, “Ey Rabbimiz, göster bize ins ve cinden bizi saptıranları ki, onları ayaklarımızın altına alalım da en aşağılıklardan olsunlar!”[4]

[Devamı var]


[1]  Risale-i Nur Külliyatı, s. 391-392.

[2]  Şemseddin Akbulut, Darwin ve Evrim Teorisi, s. 102.

[3]  Risale-i Nur Külliyatı, s. 646.

[4]  Fussılet Sûresi, 26-29.


14 Aralık 2020 Pazartesi

Kur'ân'ın saymakla bitmeyen mucizeleri


*

Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu
inkâr edenlere karşı
Bediüzzaman Said Nursî’nin
telif ettiği
bir mantık şaheseri

3

Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın insanlık âlemine kazandırdıklarına böylece temas ettikten sonra, bir de Kur’ân’ın getirdiklerine bakalım.


Salisen: Hem, Kur’ân’ı beşer kelâmı farz etmek, lâzım gelir ki, âsârıyla, tesirâtıyla, netâiciyle [etkileri ve sonuçlarıyla] âlem-i insaniyetin bilmüşahede en ruhlu ve hayatfeşan [hayat saçan], en hakikatli ve saadetresan [mutluluk getiren], en cemiyetli ve mucizbeyan [kapsamlı ve mucizeli bir açıklayışı olan], âli meziyetleriyle yaldızlı bir Furkanın gizli hakikati—hâşâ—muavenetsiz, ilimsiz bir tek insanın fikrinin tasniâtı [yapmacığı] olsun, yakınında onu temâşâ eden ve merakla dikkat eden büyük zekâlar, ulvî dehâlar onda hiçbir zaman, hiçbir cihette sahtekârlık ve tasannu [yapmacık] eserini görmesin; daima ciddiyeti, samimiyeti, ihlâsı bulsun.

Bu ise, yüz derece muhal olmakla beraber, bütün ahvâliyle, akvâliyle, harekâtıyla bütün hayatında emaneti, imanı, emniyeti, ihlâsı, ciddiyeti, istikameti gösteren ve ders veren ve sıddıkînleri yetiştiren en yüksek, en parlak, en âli haslet telâkki edilen ve kabul edilen bir zâtı en emniyetsiz, en ihlâssız, en itikadsız farz etmekle, muzaaf [kat kat] bir muhali vaki görmek gibi, Şeytanı dahi utandıracak bir hezeyan-ı fikrîdir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan ferşe düşer gibi sukut eder, ortada kalmaz. Mecma-ı hakaik [hakikatlerin toplandığı yer] iken, menba-ı hurafat [hurafelerin kaynağı] olur. Ve o harika fermanı gösteren zat—hâşâ, sümme hâşâ—eğer Resulullah olmazsa, âlâ-yı illiyyînden esfel-i sâfilîne sukut etmek [varlıkların en yüksek mertebesinden en aşağısına düşmek] ve menba-ı kemâlât derecesinden maden-i desâis makamına [mükemmelliklerin kaynağı mertebesinden hilelerin madeni durumuna] düşmek lâzım gelir, ortada kalamaz. Zira Allah namına iftira eden, yalan söyleyen, en ednâ bir dereceye düşer. Bir sineği daimî bir surette tavus görmek ve tavusun büyük evsâfını onda her vakit müşahede etmek ne kadar muhal ise, şu mesele de öyle muhaldir. Fıtraten akılsız, sarhoş bir divane lâzım ki buna ihtimal versin.


En inatçı bir kâfir, hattâ Şeytanın kendisi bile bu konuda Kur’ân’ın lehinde tanıklık etmekten başka bir şansa sahip değildir. Üstelik Kur’ân, insanlığa sadece iyilik ve güzellik getirmekle kalmamış, bunu öyle bir tarzda gerçekleştirmiştir ki, insan eliyle yazılan kitapların topu birden, onun bir tek âyetinin insanlar üzerindeki etkisinin binde birini icra edebilmiş değildir.

Yirminci yüzyılın devletleri onca imkânlarıyla bir sigara karşısında âciz kalırken, Kur’ân’ın bir âyetiyle insanlar şarap küplerini devirmiş ve içkiyi ebediyen terk etmiştir.

Onun bir âyetiyle, insanlar mallarından en sevdiklerini ayırıp yoksullara bağışlamak için birbiriyle yarışa girmiştir.

Onun bir emriyle faiz kalkmış, bir emriyle kadınlar insan sırasına girmiş, bir emriyle putlar devrilmiştir.

Bugün onun bir emri yeryüzünü bir mescit haline getirir, bir milyar insanın yüzünü Kâbe’ye çevirip Rablerinin huzurunda düzenli bir ordu gibi hergün beş defa onlara talim yaptırır.

Onun bir emriyle insanlar her yıl bir ay boyunca yemekten, içmekten kesilir.

Onun bir emriyle milyonlarca insan yerlerinden, yurtlarından kopup Arafat meydanına doluşur.

Onun bir emriyle insanlar dünyalarını gözden çıkarır, canlarını feda eder. Onun zafer ve Cennet müjdesiyle ordular dünyaya yayılır. Fakir ve zayıf düşmüş bir millet, en çaresiz zamanında onun emriyle canlanır ve dünyanın devlerine Çanakkale’yi mezar yapar, tek başıyla dünyaya meydan okuyup bağımsızlığını kazanır.

İşte, indirilişinden on dört asır sonra, hâlâ tazeliğinden hiçbir şey kaybetmemiş olarak, Kur’ân bir milyar insana dünya ve âhiret hayatlarında yol göstermeye devam ediyor. Ona sarılan kurtuluşa eriyor, ondan uzaklaşan ıztırap ve felâketlerin kucağına düşüyor.

İnsanlık üzerindeki etkileri ve sonuçları böylesine ortada olan bir kitap, bakın, kendisini nasıl tanıtıyor:


O Allah katında çok şerefli bir Kur’ân’dır.

O Levh-i Mahfuzda korunmuştur.

Tertemiz olanlardan başkası ona dokunamaz.

O Âlemlerin Rabbi katından indirilmiştir.

Yoksa siz onu inkâr mı edeceksiniz?

Ve o kitaptan nasibinizi bir inkârdan ibaret hale mi getireceksiniz?[1]


 “Kur’ân beşer kelâmıdır” diyenler, bu âyetler için de apaçık bir yalandır demiş olmazlar mı? Kur’ân’ın Allah adına ve Allah’ı şahit tutarak bildirdiği bütün emir ve yasakları, bütün hakikatleri, bütün haberleri, bütün vaad ve tehditleri yalanlamış olmazlar mı?

Bütün bunları yalanlayınca, on dört yüzyıl boyunca insanlara her alanda rehber olmuş bir kitabı asılsız bir düzmece farz etmiş olmazlar mı?

Onu asılsız farz edince de, onu getiren Peygamberi, bütün ömrü boyunca Allah adına yalanların en büyüğünü tekrarlayıp durmuş, Allah’tan zerre kadar korkmaz birisi olarak göstermiş olmazlar mı?

İşte bu yolun da ortasının bulunmadığını, Şeytana cevabının dördüncü aşamasında Bediüzzaman böylece gösterir:


Rabian: Hem, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, benî Âdemin en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) mukaddes bir kumandanı olan Kur’ân, bilmüşahede kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, nâfiz emirleriyle, o pek büyük orduyu iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği ve bir inzibat altına aldığı ve maddî ve mânevî teçhiz ettiği ve umum efradın derecâtına göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir ve vicdanlarını tathir, âzâ ve cevârihlerini istimal ve istihdam ettiği halde—hâşâ, yüz bin hâşâ—kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farz edip, yüz derece muhali kabul etmek lâzım gelmekle beraber; müddet-i hayatında ciddî harekâtıyla Hakkın kanunlarını benî Âdeme ders veren ve samimî ef’âliyle hakikatin düsturlarını beşere talim eden ve hâlis ve makul akvâliyle istikametin ve saadetin usullerini gösteren ve tesis eden ve bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, Allah’ın azâbından çok havf eden ve herkesten ziyade Allah’ı bilen ve bildiren ve nev-i beşerin beşten birisine ve küre-i arzın yarısına bin üç yüz elli sene kemâl-i haşmetle kumandanlık eden ve cihanı velveleye veren şöhretşiar şuûnâtıyla, nev-i beşerin, belki kâinatın elhak medar-ı fahri olan bir zâtı-hâşâ, yüz bin defa hâşâ-Allah’tan korkmaz ve bilmez ve yalandan çekinmez, haysiyetini tanımaz farz etmekle, yüz derece muhali birden irtikâp etmek lâzım gelir. Çünkü şu meselenin ortası yoktur. Zira, farz-ı muhal olarak, Kur’ân kelâmullah olmazsa, Arştan düşse, orta yerde kalamaz. Belki yerde en yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, ey Şeytan, yüz derece sen katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi ikna edemezsin.


Bediüzzaman, böylece, Şeytanın “Beşerin biri din namına böyle birşey yapmış olamaz mı?” şeklindeki iddiasını, bu iddianın sonuçlarını da göstermek suretiyle, dört madde ile çürütüp dayanaksız bırakmış olmaktadır:

1. Din namına hareket eden, ancak Allah’ın emrini tebliğ eder; yoksa Allah’ı kendi keyfine göre konuşturmaz.

2. Âciz bir beşerin, ilmi ve kudreti herşeyi kuşatan Allah’ı taklit edip kendisini Onun yerine koyarak Onun adına bir kitap düzmesi mümkün değildir. Kaldı ki, bunu yapmaya teşebbüs etse de etkili olamaz; olsa da bu etki uzun süre devam etmez.

3. Allah tarafından gönderilmiş bir kitapla geldiğini iddia eden zat eğer doğru söylüyorsa insanlığın en yüce mertebesinde, yalan söylüyorsa sahtekârlığın en kötü derecesindedir. Bu ikisi arasında bir orta yer olmaz. Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın ise iyiliğin, doğruluğun ve güzel ahlâkın en üstün özelliklerini kendisinde topladığında, dostuyla ve düşmanıyla bütün insanlık ittifak halindedir. Öyleyse onun getirdiği haktır; yalancılığın ve sahtekârlığın en büyüğünü ona yakıştırmak kimsenin haddi değildir.

4. Kur’ân da eğer Allah’ın kitabı ise herşeyin üzerinde bir değere sahiptir; değilse—hâşâ—sahtekârlığın en büyük ve dehşetli bir belgesi olarak tarihe geçmiş olması gerekirdi. Bunun da ortası yoktur. Kur’ân’ın ise etkileri ve sonuçları, insanlığı hakka ve iyiliğe sevk eden ilkeleri ortada iken, böylesine dehşetli bir sahteliği ona Şeytan bile yakıştıramaz. Öyleyse o hak kitaptır ve Âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.

[Devamı var]


[1]  Vâkıa Sûresi, 77-82.

13 Aralık 2020 Pazar

"Masum" bir yalan olamaz mı?

*


Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu
inkâr edenlere karşı
Bediüzzaman Said Nursî’nin
telif ettiği
bir mantık şaheseri

2

Şeytanla münazaranın devamında, Bediüzzaman, peygamberlerin beşer olarak gönderilmelerindeki hikmete de dikkati çeker. Ve insanların kullandığı sözlerle indirilmiş olması  yüzünden Kur’ân’ı beşer sözüne benzeten Şeytanın iddiasını çürütür:


Şeytan döndü ve dedi: “Kur’ân beşer kelâmına benziyor; onların muhaveresi tarzındadır. Demek beşer kelâmıdır. Eğer Allah’ın kelâmı olsa, Ona yakışacak, her cihetçe harikulâde bir tarzı olacaktı. Onun sanatı nasıl beşer sanatına benzemiyor; kelâmı da benzememeli.”

Cevaben dedim: Nasıl ki Peygamberimiz (a.s.m.), mucizâtından ve hasâisinden [mucizelerinden ve peygamberliğe özgü hallerinden] başka, ef’al ve ahval ve etvârında [fiillerinde, hal ve tavırlarında] beşeriyette kalıp, beşer gibi âdet-i İlâhiyeye ve evâmir-i tekviniyesine münkad ve mutî olmuş [kâinatta geçerli olan İlâhî kanunlara uymuş]. O da soğuk çeker, elem çeker, ve hâkezâ… Herbir ahval ve etvârında harikulâde bir vaziyet verilmemiş—tâ ki ümmetine ef’âliyle imam olsun, etvârıyla rehber olsun, umum harekâtıyla ders versin. Eğer her etvârında harikulâde olsaydı, bizzat her cihetçe imam olamazdı, herkese mürşid-i mutlak olamazdı, bütün ahvâliyle rahmeten li’l-âlemîn [âlemlere rahmet] olamazdı.Aynen öyle de, Kur’ân-ı Hakîm, ehl-i şuura imamdır, cin ve inse mürşiddir, ehl-i kemâle rehberdir, ehl-i hakikate muallimdir. Öyleyse, beşerin muhaverâtı ve üslûbu tarzında olmak, zarurî ve kat’îdir. Çünkü, cin ve ins münâcâtını ondan alıyor, duasını ondan öğreniyor, mesâilini onun lisanıyla zikrediyor, edeb-i muaşereti ondan taallüm ediyor, ve hâkezâ, herkes onu merci yapıyor. Öyleyse, eğer Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın Tûr-i Sina’da işittiği kelâmullah tarzında olsaydı, beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci edemezdi. Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâm gibi bir ulül’azm [peygamberlerin en büyüklerinden biri], ancak birkaç kelâmı işitmeye tahammül etmiştir.


Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğunu insanlara inkâr ettirmek için Şeytanın bu noktaya kadar başvurduğu yolları özetleyecek olursak:

  1. Evvelâ, insana daha işin başındayken Kur’ân’ı inkâr ettirerek ona beşer kelâmı gözüyle baktırmak ve muhakemeyi bu noktadan başlatmak ister.
  2. Bunu kabul ettirmek için, hilesini “tarafsızlık” şeklinde sunar.
  3. Bunu kabul ettiremediği takdirde, “Ne Allah kelâmı, ne de beşer kelâmı” şeklindeki telkiniyle ve yine tarafsızlık perdesi altında Kur’ân’ı inkâr ettirmeye çalışır.
  4. Ne olursa olsun, tartışmayı, peşin olarak Kur’ân’ı inkâr ettirmek suretiyle başlamak ister. Böylece, Kur’ân’ın hak kitap olduğuna dair bütün kanıtları bir çırpıda yok saymış olacak ve muhatabını, bütün bu delillerin kuvvetine sahip yeni bir delil araştırmak zorunda bırakacaktır.
  5. Bu hilelerinde başarılı olamayıp kendisi Kur’ân’ın beşer sözü olduğunu ispat etmek zorunda bırakıldığında ise delil bulamaz. Bu defa bir benzerliği “ayniyet” şeklinde göstermek suretiyle insanı yanıltmak ister. Daha doğrusu, psikolojide “paraloji” olarak bilinen sakat bir mantık yürütmeye başvurur. “Masa dört ayaklıdır; kedi de dört ayaklıdır; öyleyse ikisi birbirinin aynıdır” diyen hasta gibi, Şeytan da “İnsanlar kelime ve cümleler kurarak konuşur; Kur’ân da kelimeler ve cümlelerle yazılmıştır. Öyleyse Kur’ân beşer kelâmıdır” şeklindeki bir mantık yürütme ile insanı şaşırtmaya çalışır. Halbuki her dört ayaklı şey kedi olmadığı gibi, kelime ve cümleler aracılığıyla meram ifade etmek de sadece insana has bir özellik değildir. Şeytanın bizzat kendisi, insan sözüne benzeyen pek çok saçmalıklar uydurarak Allah kelâmı diye Müseylime’ye satmıştır! Âlemlerin Rabbi ise, bize öğrettiği kelime ve cümlelerle beyanların en güzelini indirmeye herkesten ziyade lâyık ve kadirdir.

Böylece, Şeytanın elinde, Kur’ân hakkında insana kuşku verecek bir “delil” kalmamış bulunuyor. Ancak Şeytan, daha başka yollardan saldırıya geçerek insanları inkâra sürüklemekten geri kalmayacaktır. Böylece, Bediüzzaman’ın Şeytan ile giriştiği münazarada yeni bir bölüm açılmış olmaktadır.

Şeytan ile münazarasının buraya kadar olan bölümünde, Bediüzzaman, Allah kelâmı olan Kur’ân’ın beşere yakıştırılmasını gerektiren hiçbir delilin bulunmadığını ortaya koymuş olmaktadır. Ancak Şeytan delil bulmaktan ümidini keserek bu defa sebep araştıracak, ihtimaller üzerinde duracaktır. İhtimal olarak ise akla gelebilecek birşey vardır:

Kur’ân madem insanları iyiliğe ve güzelliğe teşvik ediyor, kötülükten sakındırıyor. Öyleyse bunu dindar bir zat kendi eliyle yazıp sonra da insanlar üzerindeki etkisini arttırmak için “Bunu Allah gönderdi” demiş olamaz mı?

Burada Şeytanın artık “ödün” vermeye başladığı görülmektedir. Ancak bu “ödün,” daha büyük birşeyler koparmak için kullanılan bir yemden başka birşey değildir. Görünüşe bakılırsa, Kur’ân’ın ve Resulullahın insanları iyiliğe çağırdığını Şeytan da kabul etmiş olmaktadır. Ancak “iyi niyet” perdesine sarıp sarmalayarak Kâinat Efendisine ve Kur’ân’a yakıştırmak istediği şeyin içyüzü pek çirkindir.

Bediüzzaman, bu iddiaya dört aşamada cevap verir:


Şeytan yine döndü, dedi ki: “Kur’ân’ın mesâili gibi, çok zatlar o çeşit mesâili din namına söylüyorlar. Onun için, bir beşer, din namına böyle birşey yapmak mümkün değil mi?”

Cevaben, Kur’ân’ın nuruyla dedim ki:

Evvelâ: Dindar bir adam, din muhabbeti için, “Hak böyledir, hakikat budur, Allah’ın emri böyledir” der. Yoksa, Allah’ı kendi keyfine konuşturmaz. Hadsiz derece haddinden tecavüz edip, Allah’ın taklidini yapıp, Onun yerinde konuşmaz. [Allah adına yalan uydurandan daha zalim kim vardır?] düsturundan titrer.


Yalan yalandır—ister iyi niyetle, ister kötü niyetle söylenmiş olsun. Kendi yazdığı kitapla ortaya çıkıp “Bunu Allah gönderdi” demek de bir yalandır. Üstelik Allah adına söylenmiş bir yalandır. Allah’tan büyük kimse olmadığına göre, Allah adına söylenmiş bir yalandan daha büyük bir yalan da düşünülemez. Öyleyse, Allah adına kitap uydurmaya kalkmak, Şeytanın göstermeye çalıştığı gibi masum bir hareket ve dindar bir kimseden beklenecek birşey değil, kâinatta düşünülebilecek en büyük yalanı söylemek ve işlenebilecek en büyük zulmü işlemek anlamına gelir. Kalbinde zerre kadar Allah korkusu olan bir kimse böyle bir cinayete cür’et edemezken, insanlar arasında Allah’tan en ziyade korkan bir peygamber, nasıl olur da kendisini—hâşâ!—Allah’ın yerine koyar, Onu taklit ederek Onun adına kitap yazmaya teşebbüs eder?

İkinci olarak da, bir taklit, zaruri olarak, üç tarafın varlığını gerektirir: Bir taklit eden ve bir taklit edilen bulunmalı ve bu taklit birilerine karşı yapılmış olmalıdır. O halde, Şeytanın iddiasına karşı şu üç soruya cevap aranması gerekir:

  1. Taklit eden kimdir?
  2. Taklit edilen kimdir?
  3. Bu taklit kime karşı yapılmış ve ona kimler inanmıştır?

Şeytanın dâvâsında ise,

(1) taklit edenin bir beşer olduğu,

(2) taklit edilenin Âlemlerin Rabbi olduğu,

(3) bu taklide, başta Ebu Bekir (r.a.) ve Ömer (r.a.) gibi Sahabîler olmak üzere bütün Saadet Asrı Müslümanlarının, o günden bu yana gelip geçmiş bütün Müslümanların ve bugün dünyadaki bir milyardan fazla Müslümanın birden inandığı iddiası vardır.

Oysa Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm elinde Kur’ân ile ortaya çıktığı zaman onun davetine koşup gelenler bir taklide kandıkları için canlarını ve mallarını tehlikeye atmıyorlardı. Taklide meyilli olanlar ise “Atalarımızdan veya din büyüklerimizden gördüklerimiz bize yeter” diyerek putperestlikte ve diğer bâtıl dinlerde kalmışlardı. Onlara karşılık, Hazret-i Ali “Allah beni yaratırken babama sormadı ki ben dinimi seçerken ona sorayım” diyerek kendi kararını bütün bir kavmine karşı verirken, semâvî kitapları inceden inceye tetkik edip de Âhirzaman Peygamberinin özelliklerini orada bulan Yahudi âlimlerinden Abdullah ibni Selâm, Peygamberimizi görür görmez “Onu oğlumu tanır gibi tanıyorum, hattâ oğlumdan ziyade ondan eminim. Çünkü oğlum hakkında annesinin bana ihanet etmesi mümkündür; fakat şu simada yalan olamaz” diyerek ona iman ediyordu. Hazret-i Ömer ise, Peygamberi ortadan kaldırmaya azmettiği bir sırada Kur’ân’ı işiterek Müslüman olmuştu.

Onlar, kendisi âciz ve fâni bir beşer olduğu halde Âlemlerin Rabbini taklit etmeye teşebbüs eden bir beşerin sözüne mi kandılar?

Ve bütün hayatları boyunca, o Peygamber Kur’ân’dan inen âyetleri kendilerine bir bir okudukça, nasıl bir taklide aldanmış olduklarını hiç mi fark etmediler?

Sonraki asırlarda Kur’ân’ın her harfinde ayrı anlamlar keşfedip kütüphaneler dolusu tefsirler yazan, Allah Resulünün her sözünü ve her halini en küçük ayrıntısına kadar araştıran binlerce âlimden hiçbirisi, nasıl oldu da kendisini Allah’ın yerine koyup da konuşan bir beşerin hiçbir sözünden ve hiçbir fiilinden en küçük bir yapmacık kokusu almadılar?

Milyarlarca Müslüman, böyle bir taklidi on dört asır boyunca nasıl oldu da hakikat kabul etti ve onda hiçbir yapmacık izi bulmadı?

Bediüzzaman, Şeytanın taklit iddiasına karşı verdiği cevabın ikinci aşamasında bu hususları ele alır:


Ve saniyen: Bir beşer kendi başına böyle yapması ve muvaffak olması hiçbir cihetle mümkün değildir, belki yüz derece muhaldir. Çünkü birbirine yakın zatlar birbirini taklit edebilirler. Bir cinsten olanlar birbirinin suretine girebilirler. Mertebece birbirine yakın olanlar birbirinin makamlarını taklit edebilirler, muvakkaten insanları iğfal ederler; fakat daimi iğfal edemezler. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, alâ külli hal, etvar ve ahvâli içindeki tasannuatlar ve tekellüfatlar [hal ve tavırlarındaki yapmacıklar] sahtekârlığını gösterecek, hilesi devam etmeyecek.

Eğer sahtekârlıkla taklide çalışan, ötekinden gayet uzaksa, meselâ âdi bir adam İbn-i Sina gibi bir dâhiyi ilimde taklit etmek istese ve bir çoban bir padişahın vaziyetini takınsa, elbette hiç kimseyi aldatamayacak, belki kendi maskara olacak. Herbir hali bağıracak ki, “Bu sahtekârdır!”

İşte—hâşâ, yüz bin defa hâşâ—Kur’ân beşer kelâmı farz edildiği vakit, nasıl ki bir yıldız böceği bin sene tekellüfsüz, hakikî bir yıldız olarak rasat ehline görünsün? Hem bir sinek, bir sene tamamen tavus suretini tasannusuz temâşâ ehline göstersin? Hem sahtekâr, âmi bir nefer, namdar, âli bir müşirin tavrını takınsın, makamında otursun, çok zaman öyle kalsın, hilesini ihsas etmesin? Hem müfteri, yalancı, itikadsız [inançsız] bir adam, müddet-i ömründe daima en sadık, en emin, en mutekid [en ziyade inançlı] bir zâtın keyfiyetini ve vaziyetini en müdakkik [en ince araştırıcı] nazarlara karşı telâşsız göstersin, dâhilerin nazarında tasannuu saklansın? Bu ise yüz derece muhaldir; ona hiçbir zîakıl [akıl sahibi] mümkün diyemez. Ve öyle de farz etmek, bedihî bir muhali vaki farz etmek gibi bir hezeyandır.

Aynen öyle de, Kur’ân’ı kelâm-ı beşer farz etmek, lâzım gelir ki, âlem-i İslâmın semâsında bilmüşahede pek parlak ve daima envâr-ı hakaiki [hakikat nurlarını] neşreden bir yıldız-ı hakikat, belki bir şems-i kemâlât [bütün mükemmellikleri cihana yayan bir güneş] telâkki edilen Kitab-ı Mübinin mahiyeti—hâşâ, sümme hâşâ—bir yıldız böceği hükmünde tasannucu bir beşerin hurafatlı bir düzmesi olsun. Ve en yakınında olanlar ve dikkatle ona bakanlar farkında bulunmasın. Ve onu daima âli ve menba-ı hakaik [hakikatlerin kaynağı] bir yıldız bilsin. Bu ise yüz derece muhal olmakla beraber, sen ey Şeytan, yüz derece şeytanetinde ileri gitsen, buna imkân verdiremezsin, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın. Yalnız, pek uzaktan baktırmakla aldatıyorsun; yıldızı, yıldız böceği gibi küçük gösteriyorsun.


Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâma ister iman etsin ister etmesin, ister dost olsun ister düşman, herkesin onun hakkında ittifak ettiği tarihî gerçekler vardır.

Bir defa o yalnız başına meydana çıkmış, emlinde hiçbir maddî kuvvet, mevki ve nüfuz olmadan ve çevresinden de yardım yerine düşmanlık gördüğü halde dâvâsını ilân etmiştir.

İkinci olarak, hayatında o daima doğruluğun, dürüstlüğün, iyiliğin, güvenilirliğin ve güzel ahlâkın timsali olmuştur.

Üçüncü olarak da, etrafındakilere daima bu güzel ahlâk ilkelerini telkin etmiş, telkin etmekle de kalmayıp bu ilkeleri onların ruhlarına bütünüyle ve hiçbir kuvvetin sökemeyeceği şekilde yerleştirerek, vahşî bir kavimden, güzel ahlâkın en yüksek meziyetlerine sahip bir millet çıkarmıştır.

Dost ve düşmanın ittifakı altındaki bu tarihî gerçeklere, Bediüzzaman, On Dokuzuncu Sözde şöyle temas eder:


İşte, bak: Şu cezire-i vâsiada [şu geniş adada] vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def’aten kal’ ve ref’ ederek [kötü ve vahşî âdet ve ahlâklarını bir hamlede kaldırarak], bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip [güzel ahlâkla donatıp] bütün âleme muallim ve medenî ümeme [milletlere] üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb [kalplere sevgili], muallim-i ukul [akıllara öğretmen], mürebi-i nüfus [nefislerin terbiyecisi], sultan-ı ervah [ruhların sultanı] oldu.

Bilirsin ki, sigara gibi küçük bir âdeti, küçük bir kavimde, büyük bir hâkim, büyük bir himmetle, ancak daimî kaldırabilir. Halbuki, bak: Bu zat, büyük ve çok âdetleri, hem inatçı, mutaassıp, büyük kavimlerden, zahirî küçük bir kuvvetle, küçük bir himmetle, az bir zamanda ref edip, yerlerine öyle secâyâ-yı âliyeyi—ki dem ve damarlarına karışmış derecede sabit olarak—vaz ve tesbit eyliyor. Bunun gibi daha pek çok harika icraatı yapıyor.

İşte, şu Asr-ı Saadeti görmeyenlere, Ceziretü’l-Arabı gözlerine sokuyoruz. Haydi, yüzer filozofu alsınlar, oraya gitsinler, yüz sene çalışsınlar! O zâtın o zamana nisbeten bir senede yaptığının yüzden birisini acaba yapabilirler mi?

Hem bilirsin: Küçük bir adam, küçük bir haysiyetle, küçük bir cemaatte, küçük bir meselede, münazaralı bir dâvâda, hicapsız, pervâsız, küçük fakat hacâlet-âver [utandıracak] bir yalanı, düşmanları yanında hilesini hissettirmeyecek derecede teessür ve telâş göstermeden söyleyemez.

Şimdi bak bu zâta: Pek büyük bir vazifede, pek büyük bir vazifedar, pek büyük bir haysiyetle, pek büyük emniyete muhtaç bir halde, pek büyük bir cemaatte, pek büyük husumet karşısında, pek büyük meselelerde, pek büyük dâvâda, pek büyük bir serbestiyetle, bilâpervâ, bilâtereddüt, bilâhicap, telâşsız, samimî bir safvetle, büyük bir ciddiyetle, hasımlarının damarlarına dokunduracak şedit, ulvî bir surette söylediği sözlerde hiç hilâf bulunabilir mi?[1]


İşte, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâmın insanlık âlemine vurduğu mühür orta yerdedir. Tarihte hiç kimseye nasip olmamış bir inkılâbı onun gerçekleştirmiş oldğuna da yine onun dostu ve düşmanı birlikte şahittir—öyle bir halde ki, dostları ondan dinlerini öğrenmek için her halini inceden inceye takip ediyor, düşmanları ise bir açığını yakalamak için her sözünü ve her hareketini kolluyordu. En küçük bir yalanı veya tutarsızlığı bulunsaydı hiç gizli kalır mıydı?

Böyle bir zâta “Allah kelâmı dediği kitabı kendi eliyle yazdı” şeklinde bir yakıştırmada bulunmak ise, bütün bu tarihî gerçekleri yok saymadıkça asla mümkün olmaz. Çünkü bu, onun—hâşâ—Allah adına bir yalanla ortaya çıkıp bütün insanlığı kandırmış olduğu anlamına gelir. Bu defa da, mahiyeti yalanların en büyüğüne ve en çirkinine dayalı bir dâvâ ile iyiliği ve doğruluğu nasıl yaşayıp yaşattığı ve insanlığın beşte birine benzeri görülmedik bir sür’at ve kuvvetle nasıl yerleştirdiği sorusuna cevap aramak gerekecektir.

Madem ki onun hayatı ve eseri orta yerdedir; o halde Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında bir kimsenin verebileceği iki hüküm vardır:

Ya onun Âlemlerin Rabbi tarafından hak kitap ile gönderilmiş peygamber olduğuna inanacak ve onu insanların en faziletlisi kabul edecek; ya da onun insanların en kötüsü ve en yalancısı olduğunu iddia etmek zorunda kalacaktır. Yoksa, “Peygamber olduğu halde Allah adına yalan söylemiştir” diyemeyeceği gibi, “Sahtekârlığın en büyüğüyle insanları iyiliğin en yüce mertebelerine sevk etmiştir” de diyemez.

Evet, gerçek olanla sahte olanın, doğru ile yalanın ortası olmaz—hele Allah adına ileri sürülen bir iddia meydanda ise. Tıpkı münazaranın başında Allah kelâmı ile beşer kelâmı arasında bir ortay yer bulunmadığını gösterdiği gibi, Şeytanın “Bir kimse din namına böyle birşey yapmış olamaz mı?” sorusuna verdiği cevabın üçüncü aşamasında, Bediüzzaman, Allah Resulü hakkında da bir orta yol düşünülemeyeceğini gösterir.

[Devamı var]

[1]  Risale-i Nur Külliyatı, s. 92-93.

Allah'ın yazdığı fetih nasıl hezimete dönüşür?


*

Mâide sûresinin 20-26. âyetlerini okuduğumuz 292. Kur’an Buluşmasının özeti ve video kaydı


Eski kavimlere ait kıssaları tarih okur gibi değil de, bugün yaşanmakta olan hayata dair dersler olarak okumanın önemine birçok örneği, 292. Kur’an Buluşmasında gördük.

12 Aralık tarihli Buluşmada okuduğumuz Mâide sûresinin 20-26. âyetlerin meâli şöyle idi:

Hani, Musa kavmine, “Ey kavmim,” demişti. “Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın ki, içinizden peygamberler çıkarmış, sizi hükümran kılmış ve âlemlerde kimseye vermediğini size vermişti.

“Ey kavmim! Allah’ın size yazdığı mukaddes topraklara girin. Sakın arkanızı dönüp kaçmayın; sonra hüsrana düşersiniz.”

“Ey Musa,” dediler. “Orada zorba bir topluluk var. Onlar çıkmadan biz oraya girmeyiz. Ne zaman çıkarlarsa biz de o zaman gireriz.”

Allah’tan korkanlardan, Onun nimetine ermiş iki adam dedi ki: “Onların üzerine kapıdan girin. Siz oraya girdiniz mi onları yenmişsiniz demektir. Mü’min iseniz yalnız Allah’a tevekkül edin.”

Onlar yine “Ey Musa,” dediler. “Onlar orada olduğu müddetçe biz asla oraya girmeyiz. Sen ve Rabbin gidip onlarla savaşın; biz burada oturacağız.”

Musa dedi ki: “Yâ Rabbi, kendimle kardeşimden başkasına söz geçiremiyorum. Bizimle fasıklar topluluğu arasında Sen hükmünü ver.”

Allah buyurdu ki: “Kutsal topraklar onlara kırk sene haram kılınmıştır. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşsınlar; sen o fasıklar topluluğu için tasalanma.”

Musa aleyhisselâmın sözlerindeki ilk cümleyi biz kendi üzerimize alarak okuduğumuzda, “nimetleri hatırlama” emri bize şu hususları hatırlattı:

  • Nimeti “nimet” olarak hatırlamak şükrü sonuç verir.
  • Şükreden, kendisi için şükretmiş olur.
  • Fikri, dikkati, gayreti hayatın güzellikleri üzerinde odaklaşır.
  • Nimet hatırlandıkça, lezzeti de tekrarlanır.
  • Görev ve ibadetlerde şevk unsuru olur.
  • Allah’ın muhabbet ve rızasını celb ettiği için nimetin devamına ve artmasına sebep olur.
  • Nimet şükrü, şükür nimeti arttırır.

Allah Teâlâ, Mukaddes Toprakları İsrailoğulları için yazmıştı; ancak bu hükmün gerçekleşmesi için onların giderek orada bulunan zalim topluluğu oradan çıkarmaları gerekiyordu. Bu konuda Allah onlara başarıyı taahhüt ediyordu. Ancak İsrailoğulları Allah ve Resulü ile pazarlığa girişmeye kalktılar ve bunun sonucunda da emellerinden mahrum kaldıkları gibi, uzun yıllar boyunca perişan bir hayata mahkûm edildiler. Kıssa, bu yönüyle de kadere dair şu önemli hususları bize öğretti:

  • Sonucu yaratan Allah’tır. Allah her şeyi sebeplere bağlamıştır; fakat sonucu yaratan sebep değil, Allah’tır.
  • Allah yazmadıkça hiçbir şey olmaz. Ancak kul da çalışmazsa yazılana ulaşamaz. Yani: Kader inancı tembelliğe mazeret olamaz.
  • Gayret göstermeden Allah’ın yardımını bekleyenlerde ve Allah ile Resulüne kendi keyiflerince rol biçenlerin davranışlarında İsrailoğullarından kalma bir miras görülüyor.

Kur’an Buluşmalarının 292. bölümüne ait video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

UTESAV organizasyonuyla Erdemli Hayat projesi kapsamında gerçekleştirilen ve daha önce MÜSİAD Genel Merkezinde yapılmakta olan Kur’an Buluşmaları, salgın sebebiyle bir müddettir https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden Cumartesi sabahları 7:30-8:30 arasında canlı olarak yayınlanıyor.