Belgesellerin vahşî dünyası

***

Yalanların en büyüğü, içinde gerçekleri barındıran, hattâ bazan tümüyle gerçeklerden ibaret olan yalanlardır. Tabiatperest bir bakış açısını yansıtan doğa belgeselleri bu gerçeğin örnekleridir.


ÜMİT ŞİMŞEK


Televizyonun o kadar da kötü birşey olmadığını söyleyenlerin elindeki en önemli savunma kozu belgesellerdir. Başka programlar ne kadar zarar verse yahut vakit öldürse de belgeseller insana birşeyler öğretir. Biz bunları seyrettiğimizde sadece hoş vakit geçirmekle kalmayız; aynı zamanda bilgi dağarcığımıza da birşeyler katmış oluruz. Veya öyle zannederiz. Gerçek ise bundan çok daha farklıdır. Hattâ diyebiliriz ki, televizyonun asıl tahribatı, sinsi ve kalıcı bir şekilde, belgeseller cephesinde ortaya çıkmaktadır.

En son izlediğiniz tabiat belgesellerinde ne gördüğünüzü hatırlıyor musunuz?

Büyük ihtimalle bunlar maymun, firavun ve kaplan-timsah türü şeyler olacaktır. Hatırlamıyorsanız, belgesel kanallarından birini şimdi açın; bunlardan biriyle karşılaşma ihtimaliniz çok yüksektir.

“Gerçek değil mi bunlar?” diyebilirsiniz. Unutmayın ki, yalanların en büyüğü, içinde gerçekleri barındıran, hattâ bazan tümüyle gerçeklerden ibaret olan yalanlardır. Hayatın gerçeklerinden sadece göstermek istediğiniz bir kesiti alır, “İşte hayat budur” derseniz, bu size yalan olarak yeter. Batı kaynaklı tabiat belgesellerinin yaptığı bundan başka birşey değildir.

Bir tabiat belgeselini izlediğimizde, biz gerçek dünyayı değil, yönetmenin hayalindeki dünyayı izlemiş oluruz. Belki de bu film üzerinde yüzlerce kişi çalışmış, yıllarca emek verilmiştir. Ancak bütün bu emekler belirli bir görüş doğrultusunda yönlendirilmiş; kameralar dünyaya sadece bu görüşü doğrulayacak manzaraları yakalamak için bakmış; çekilen sahneler bu görüşü doğrulayacak şekilde ayıklanmış ve montajlanmıştır. Dünyaya bu bakış açısından baktığınız zaman, maymunları, firavunları, kaplanları, çakalları, sırtlanları görürsünüz. Bu arada gözünüz rengârenk tüyleriyle olağanüstü güzellikteki bir kuşa takılacak olursa, biraz bekleyin: Büyük ihtimalle, onu da bir timsah kapacaktır. Çünkü Batılı belgesellerin dünyasında güzellik bizzat ve kasten var olmaz, var olsa da gösterilmez; eğer gösterilecekse, dolaylı olarak ve bir çirkinliğe yahut vahşete âlet olmak üzere gösterilir.

Batı kaynaklı tabiat belgesellerinin bir ayağı vahşet ise, diğeri abesiyettir. Vahşetin kokusunu bir yıllık mesafeden alan Batılı belgesel yönetmeni, burnunun dibindeki hikmet ve sanat eserleri karşısında bütünüyle kör, sağır ve dilsizdir. Görmek zorunda kaldığı zaman da bunu önce abesiyete çevirir, sonra “Bu canlı böyle bir yetenek geliştirmiştir” gibilerden bir “açıklama” ile, kendisi gibi şuursuz bir hayvana mal ederek işin içinden sıyrılır! Allah’ın kalpleri nasıl mühürlediğini görmek isteyenler, Batının tabiat belgesellerinden hangisini izleyecek olsalar, aradıkları ibret levhalarını fazlasıyla bulacaklardır.

Zamanla bizim dünyamızı da vahşî Batı belgesellerinin şekillendirdiğini düşünmek, işin asıl ürpertici yönünü teşkil ediyor. “Ben onların baktığı yerden bakmıyorum” diyerek bu belgesellere dadanan insanlar, izledikleri şeyden hiç etkilenmediklerini mi sanıyorlar? Tam tersine, kurt gövdenin içinde ağır ağır ilerliyor, imanın temellerini sabırla kemirmeye devam ediyor. Depremleri Allah’ın elinden alıp fay hatlarının yetki alanına devredenler bir günde bu hale gelmedi. Bu insanlar, kendilerine Kur’ân’ın âyetleri okunduğunda itikatlarını düzeltseler bile, yılların biriktirdiği kazuratı temizlemek hiç kolay olmuyor ve Müslüman ülkenin Müslüman insanlarının imanları bir mühtedî imanından daha ileri geçemiyor. Yani, Kur’ân’ın gösterdiği gibi herşeyi hikmet ve rahmet ışığında görmek yerine, önce kâinatı tümüyle bir vahşet ve abesiyet batağına atıyor, sonra herşeyi birer birer ondan kurtarıp temizlemeye çalışıyoruz!

Televizyonun iyi bir eğitici olmadığını artık herkes öğrenmiş sayılır; ama bu hükmün belgeseller için de geçerli olduğunu anlamak için herhalde ciddî şekilde sarsılmaya ihtiyacımız var. Umarız, şu tasvirler üzerinde düşünerek “Bizim yerimiz bunlardan hangisine daha yakın?” sorusuna cevap aramak, böyle bir uyarı yerine geçer:

“Gözün nuru, nur-u imanla ışıklanırsa ve kavîleşirse, bütün kâinat gül ve reyhanlarla müzeyyen bir cennet şeklinde görünür. Gözün gözbebeği de, balarısı gibi, bütün kâinat safhalarında menkuş gül ve çiçek gibi delillerinden, burhanlarından alacağı ibret, fikret, ünsiyet gibi usare ve şıralarından vicdanda o tatlı imanlı balları yapar.

“Eğer o göz küfür zulmetiyle kör olursa, dünya, genişliğiyle beraber bir hapishane şekline girer. Bütün hakaik-i kevniye, nazarından gizlenir. Kâinat ondan tevahhuş eder (vahşet alır).” (İşârâtü’l-İ’câz.)

Özellikle son cümle vahşetin adresini açıkça göstermiyor mu?


Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Raşid Halifelerde iman-amel bütünlüğü

Yöneticiler hesaba hazırlansın