SON EKLENENLER
latest

24 Haziran 2021 Perşembe

Karada ve denizde fesat


***

İnsanların kendi elleriyle işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Belki vazgeçerler diye, yaptıklarından bir kısmını Allah onlara böyle tattırıyor.
Rum Sûresi, 30:41

 

ÜMİT ŞİMŞEK


KUR’ÂN’IN tarif ettiği âlem, Yer ve Gökler Rabbinin rahmet eserleriyle bezenmiş, insanın tüm duyularıyla algılayabileceği her türden güzelliklerle süslenmiş, bütün zerreleriyle Rabbini tesbih etmekte olan bir âlemdir.

Fakat biz dünyamıza baktığımızda bunlardan başka şeyler de görüyoruz. Bizim dünyamızda kötülükler de var; felâketler, kıtlıklar, ahlâksızlıklar, haksızlıklar, cinayetler, savaşlar da var. Hattâ, kendi halinde iken baştan başa güzellikler içinde görünen yerler ve hadiseler bile, bizim dünyamızın bir parçası haline geldikten sonra başka bir hale bürünüyor.

Kur’ân, dünyamızın bu durumuna da değiniyor. Bütün varlıklarıyla Rabbini tesbih eden şu şirin gezegenimizin üzerinde, bütün bu güzelliklerin yanı sıra bozulmaların da ortaya çıktığını bildiriyor ve bunun sebebini gösteriyor:

“İnsanların kendi elleriyle işledikleri.”

Bu hükmün doğruluğunu kabul etmeyecek kimse yoktur. Gerçekten de bu dünya, insanın yaratılışından önce de milyonlarca sene boyunca hayata beşiklik etmiş bir dünya idi. Ve mükemmel bir düzeni, kusursuz bir dengesi vardı dünyamızın. Her köşesi bir Cennet bahçesi gibi düzenlenmişti. Havası, suyu tertemizdi.

Bu dünyaya insan ayak bastıktan sonra, onunla gelen pek çok güzelliğin yanı sıra, yine onunla gelen kötülükler de bu dünya üzerinde görülmeye başladı. Bu kötülükler, yer yer, hayatı ifsat edecek boyutlara vardı. Haktan, ahlâktan uzak yaşayışlar yaygınlaştı. Kendilerini bu dünya üzerinde ağırlayan Âlemlerin Rabbine karşı nankörlükte direnen insanların zulümleri toplumları sardı.

Yüce Allah, yoldan çıkan kullarına uyarıcı elçiler gönderdi. Onların uyarıları da etkisiz kalınca, bu defa, insanlar, kendi elleriyle işlediklerin kötülüklerin sonucunu tatmaya başladılar. Bazan semâvî tokatlar halinde gökten indi bu tokatlar; yeryüzü felâketlerle sarsıldı. Bazan ahlâktan, haktan, dürüstlükten uzak yaşamanın acı meyveleri toplum hayatını ifsat etti. Bazan da insanlar, bu gezegenin güzelim dağlarını, ovalarını, denizlerini kan gölü haline getirdiler, huzur içinde yaşanacak yerleri Cehenneme çevirdiler, kendi elleriyle yaptıkları silâhlarla karaları ve denizleri fesada verdiler.

Bu fesadın başka ve daha derin bir boyutu da çevre kirliliği şeklinde ortaya çıktı. İnsanların kendi elleriyle ürettikleri kirlilikler ve zehirli atıklar bu gezegenin karalarını da, denizlerini de ciddî tehlikelerle karşı karşıya bıraktı. Hava kirliliği, ozon sisi, asit yağmurları, petrol sızıntıları, egzos dumanları, fabrika bacaları, nükleer atıklar, kimyasal ilâçlar, spreyler ve, daha da kötüsü, insanların birbirini yok etmek yahut birbirinin kötülüğünden korunmak için geliştirdiği silâhlar, bu gezegenin milyonlarca yıldır en küçük bir arıza vermeden sürüp giden mükemmel dengesini pek kısa bir zamanda bozdu. Böylece, Kur’ân’ın “Karada ve denizde fesat ortaya çıktı” şeklinde, geçmiş zaman kipiyle istikbalden verdiği haber gerçek oldu,

Lâkin insanlar bu durumu kavramakta çok da duyarlı davranmadılar. Gerçi bilim adamları ve çevre kuruluşları bu gidişin nereye varacağı konusunda uyarılar yaptılar ve yapıyorlar; uluslararası platformlarda sorunlar dile getiriliyor, kararlar da alınıyor. Ancak ıslah yönünde atılan adımlar ifsat hızına yetişemiyor. Hattâ, kara ve denizlerdeki bozulmanın önde gelen kahramanları, “ekonomik gelişmelerini yavaşlatacağı” bahanesiyle, çevre kirliliğini azaltacak önlemlere katılmayıp bu gezegeni fesada vermeye devam edeceklerini de pervasızca ilân ediyorlar.

Âyet ise, ortaya çıkan fesadın, insanlığın kendi eliyle işlediği kötülüklerin sonuçlarından sadece bir kısmı olduğunu bildiriyor. Ve, “Bunu da belki vazgeçerler diye tattırdık” diyor. Vazgeçilmeyecek olursa, bunu daha da büyük bozulmaların izleyeceği, âyetin ifadesinden rahatlıkla anlaşılıyor.

Bir diğer açıdan bakıldığında ise, bu dünyada tadılanlar, işlenen kötülüklerin sonucundan sadece bir kısmıdır. Eğer vazgeçmezlerse, âhirette onları çok çetin bir hesabın ve dünyada tattıklarından daha kötü bir azabın beklediği, insanların bu âyetten çıkarması gereken bir başka dersi teşkil ediyor.

Diğer yandan, sorunun büyüklüğü, bireyleri ümitsizlik veya vurdumduymazlık içine de atmamalıdır. İnsanlar karaların ve denizlerin bugünkü durumuna bakıp da “Birtek benim çabamla ne değişir ki?” diyebilirler. Zaten bu sonuçları ortaya çıkaran da böyle düşünen bireylerin topluluğundan başkası değildir. Fakat Allah huzurunda herkes bütün dünyanın değil, kendisinin hesabını verecektir. Ve bu hesapta da zerre kadar bir iyilik veya kötülük bile ihmal edilmeyecektir.


Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


22 Haziran 2021 Salı

İman hizmeti koruyucu içermemeli


***

Risale-i Nur’un iman hizmeti, koruma-kollama bahanesiyle sürekli olarak düşman ve düşmanlık üreten kavgacı ve edep özürlü şakirtlerle başarılabilecek bir iş değildir.


ÜMİT ŞİMŞEK


İçi boşalan dâvâların imdadına düşman yetişir. Bu, ya bizzat dâvânın, ya da müntesiplerinin kofluğundan ileri gelen bir çaresizliğin sonucudur. Bir dâvâ müntesiplerini bir arada tutmakta yetersiz kaldığı zaman baştakilerin çoğu zaman yaptığı iş, nefret söylemleriyle dikkatleri ortak bir düşman üzerinde yoğunlaştırarak topluluğun koruma içgüdüsünü harekete geçirmek olur. Eğer hisler harekete geçirilebilirse, gerisi çok zorlanmadan gelecektir. Ondan sonrası, tehlikenin vahameti hakkında taraftarları sürekli şekilde, ve tabii gittikçe artan dozlarla, bilgilendirmek ve hisleri ayakta tutmakla geçer. Askerî darbeler her defasında İç Hizmet Kanununun 35. maddesinden darbecilerin kendi kendilerine Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi çıkarmalarıyla gerçekleşmişti. Çok uzak olmayan bir geçmişte, YÖK’ün de öğretim üyelerini mitinge çağırarak benzer bir görevi yerine getirmeye çalıştığını birçoğumuz hatırlayacaktır. Yine o sıralarda bir gün kapım çalınmış, açtığımda “Biz Atatürk devrimlerini korumak için dergi çıkarıyoruz” diye kendilerini takdim ederek ellerindeki dergiyi satmak isteyen iki gençle karşılaşmıştım. Bu örneklerdeki ortak düşmanı genellikle “irtica tehlikesi” teşkil ediyor, ara sıra buna daha başka “aşırı akımlar” da eşlik ediyordu.

Son yıllarda Cumhuriyet, demokrasi, Atatürkçülük gibi kavramlar üzerinden ve irtica tehdidine karşı yapılan koruma ve kollama çağrıları çok fazla rağbet uyandırmıyor. Buna karşılık, dindar kesimde koruma ve kollama kampanyalarının tırmanışta olduğunu görüyoruz. Kimi İslâmı, kimi Ehl-i Sünneti, kimi Kur’ân’ı, kimi Hadisi, kimi cemaatini, kimi ecdadını, kimi padişahını koruyor – hem de büyük ekseriyetle Müslümanlara, hattâ kendi grubunun içindekilere karşı! Hepsinde de asabiyet zirve yapmış, diller hayli keskinleşmiş durumda, ithamların ardı arkası kesilmiyor.

Bu modadan epeyce bir müddettir Risale-i Nur cemaatleri de nasibini fazlasıyla almış bulunuyor. Bir ara Risalelerin Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanması üzerine “Risale-i Nur’u tahrifattan koruma” bahanesiyle faaliyete geçen ve bu sütunlarda “Nur fabrikasının imalât hatâları” olarak atıfta bulunduğumuz küfürbaz bir grup, Risale-i Nur’un tarihinde görülmedik bir seviyesizlikle ortalığı kasıp kavurmuştu. Bu hadise, ahlâkî çöküş alanında ilk oldu, ama son olmadı. Ondan bir müddet sonra, cemaat içinde daha geniş bir tabana yayılan ve nerede bir imalât hatâsı varsa hepsini bir araya toplayan bir koruyucu ve kollayıcı akım peyda oldu ve Risale-i Nur’un ilim, irfan, hikmet ve şefkatle, hepsinden önce de edeple yoğurulmuş olan mesleğini kinle, husumetle, cehl-i mürekkeple ve son derece çirkin bir dille koruyup kollamaya başladı. Kime karşı?

Yine Risale-i Nur okuyanlara karşı. Çünkü bunlar kendileri gibi okumayanların Risale-i Nur’a ihanet ettiklerine inanıyorlar.

Onlar gibi okumamak ise, bilmediği kelimeler için lügate bakmak, Risale okurken açıklama yapmak gibi cürümleri içeriyor ve Risale-i Nur’a sadakat bu cürümlerden uzak kalmak şartına bağlanıyor.

“Lügate bakmadan ve açıklamaya ihtiyaç duymadan Risale okumak nasıl olur?” diye soracak olursanız, bunun iki türlü cevabı vardır.

Onların cevabı: Anlamaya ihtiyaç yok; siz okudukça hem lâtifeleriniz doyar, hem de Risaleler tesirini gösterir ve küfür cereyanlarını söndürür.

Hakikî cevap ise bundan çok farklıdır ve gözle görülen bir cevaptır: Anlamadan okuyan ve bunu fazilet sayanlar işte bu zat-ı muhteremler gibi birer koruyucu kahraman halini alır ve en kutsal görevlerini bu şekilde icra-yı sadakat etmekte bulur.

İşbu vaziyet, koruyuculuk içgüdüsünün Risale-i Nur camiasındaki faaliyetlerine verilebilecek en yakın örnektir.

***

Eskiler böyle miydi?

Koruma içgüdüsünü sadece Risale-i Nur cemaatlerinin, hattâ sadece dinî cemaatlerin bir problemi olarak düşünmeyelim. İdeolojik kamplaşmalar, politikacı söylemleri ve her alandaki fanatik taraftarlar yüzünden bu problem pek çok kesimi, hattâ neredeyse bütün toplumun fertlerini birbirine düşman edebilecek bir seviyeye ulaşabilmektedir. Oysa bizim mazimize bakıldığı zaman, en derin fikir ayrılıklarının bile ilmî zeminlerde sükûnetle ve karşılıklı saygı içinde tartışılabildiğine dair yol gösterici pek çok örnekle karşılaşılacaktır. Büyük müfessir Fahreddin Razi, tefsirinin birçok yerinde Mu’tezilî müfessir Ebu Müslim Isfehanî’nin görüşlerini de delilleriyle beraber, hasmına hiçbir haksızlık etmeksizin nakleder, sonra da itiraz ettiği noktaları kendi delilleriyle beraber sıralar. O kadar. Ne bir suçlama, ne saldırı, ne niyet okuma, ne küçümseme, ne hakaret… Şimdi düşünmez misiniz, acaba Fahreddin Razi’nin itikadında mı bir gevşeklik vardı, yoksa biz mi taassubun esiri olmuşuz diye?

Koruyuculuk gelir, ilim ve irfan gider

İtirafı ne kadar güç olsa da, yukarıdaki sorunun cevabı zor bir cevap değildir. Çünkü ilim ve irfan ehlinin üslûbu bellidir. Bu bakımdan, tavır ve üslûptaki yozlaşma, ilim ve irfan cihetindeki yoksullaşmayı işaret eder. Hele bu yozlaşma edepsizlik ve hayâsızlık sınırlarına varmışsa, artık ilmin de, irfanın da oralarda bir işinin kalmadığına hükmedebilirsiniz. Ancak mesele bu hükme vardıktan sonra geçiştirilebilecek bir mesele değildir; çünkü koruyuculuk evveliyatı bulunan bir sürecin neticesi ise de, aynı zamanda daha büyük ve daha maliyetli başka maceraların başlangıcı demektir. Bilhassa Risale-i Nur cemaatleri bu konuyu kendilerinin var oluş sebepleri açısından incelemeye aldıkları takdirde bu gerçeği görmekte zorlanmayacaklardır.

Kavgacı ruhlar ve iman hizmeti

Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız: Kendisini Risale-i Nur talebesi olarak tanımlayan bir kimsenin en önemli işi hakaik-i imaniye iledir. Onlar, Üstadlarının Kur’ân’a iktidaen gösterdiği gibi, göklerde ve yerde sergilenen tevhid delillerine ve harikulâde hikmet ve rahmet tecellîlerine bakarlar, baktırırlar, düşünürler, düşündürürler, her şeyde marifetullah ve muhabbetullaha bir yol bulup insanlara da bunu gösterirler. Bu ise, akıl işi olduğu kadar gönül işidir, kalb işidir, zevk ve şevk işidir; birbirlerine lâf yetiştirmeye çalışan kavgacı ruhlarla becerilebilecek bir iş değildir. Bu bakımdan, koruyuculuk ile iman hizmeti birbirinin zıddı olan iki ucu temsil eder; bunlardan birine doğru yaklaşma, diğer uçtan uzaklaşma anlamını taşır. Bunun da sonucu olarak, koruyuculuk rolünü benimsemiş kimselerin fiilen iman hizmetinden müstafi sayılmaları icap eder.

Boş dâvâların açık alâmetleri

Kendi istikametinde yürümekte olan bir iman hizmetinin içinde koruyuculuk heveslerinin inkişaf etmesi tabii bir hal değildir. Milyonlarca vatan evlâdının imanlarını tehdit eden akımların gemi azıya aldığı bir zamanda, aklıselim sahibi hiçbir Nur talebesi, bu insanlara iman hakikatlerini ulaştırmak için çare araştırmaktan kafasını kaldırıp da lügatli kitap-lügatsiz kitap gibi gülünç kavgalarda lâf yetiştirme derdine düşmez. Eğer düşüyorsa, bu, içi boşalmış bir dâvânın en aşikâr alâmetidir; bunun tedbiri diğer her şeye nisbetle öncelik ve ivedilikle düşünülmelidir.

Koruyuculardan büyük tehlike mi var?

Şurası unutulmasın ki, “Ben doğru yoldayım, sen dalâlettesin” anlayışının bir ifadesi olan koruyuculuk, sadece gerilim ve husumet üretir. Ve bu kavga ne kadar küçük meseleler üzerinde dönüyorsa, tehlike o nisbette büyük demektir; çünkü hayatın en önemli dâvâsı olan iman meselesi, en küçük bir meselenin hatırı için feda edilebilecek kadar önemsizleşmiş olur. Bu yüzden, koruyucular, iman hizmeti gibi müsbet cereyanlar için bizzat kendileri tehlike halini alırlar. Bu tehlike fark edilmez veya mühimsenmezse, iman hizmeti gerçekten uçurumun kenarında demektir; bir süre sonra orada gerçek hizmet denebilecek faaliyetler birer ikişer durmaya başlar. Sadece birbirlerine Risale okuyarak hizmet ettiğini zanneden ve neticeyi okunan Risalenin manevî âlemlerdeki harikulâde tesirinden bekleyen mübarek kardeşler bu hakikatin canlı delilleridir.

Koruyuculuk, standartları değiştirir

Dahası var: Koruma içgüdüsü hakimiyeti ele geçirdikten sonra, cemaatin bütün önceliklerini değiştirir. Karşımızdaki düşman bizi şu veya bu tuzaklarla yoldan çıkarmaya ve etkisiz hale getirmeye çalıştığı için, onu yok etmek, yok olmamanın birinci şartı haline gelir. Hayatta kalmak ve bu uğurda düşmanı ifnâ etmek birinci hedef olunca diğer ölçü ve ilkelerin sırasını ve geçerliliğini de yine bu hedef belirleyecektir. Böylece, bir gün, tıpkı FETÖ örneğinde görüldüğü gibi, yüce bir dâvâyı ayakta tutmak gibi kutsal bir gaye uğrunda herşey meşru hale gelebilir. Hayatta kalabilmek için domuz eti bile yenebiliyor; öyle değil mi?

Ahlâktaki tahribat

Koruyuculuğun faraza her türlü tahribatı tamir edilecek olsa bile, ahlâk üzerinde yaptığı tahribatı geriye çevirmek mümkün değildir. İsmail Lütfi Çakan hoca, Kayseri İmam Hatip Okulunda öğrenci iken, arkadaşlarıyla beraber okullar arası yarışmalarda ve spor karşılaşmalarında daima İmam Hatipliler olarak birinciliği kazandıkları halde, tek bir istisna olarak futbol maçlarına hiç girmediklerini ve bunun da çok önemli bir sebebinin bulunduğunu anlatıyor:

Okulumuzun futbol takımı yoktu. Her dalda başarılı olmamızda büyük ve etkin katkısı olan beden eğitimi öğretmenimiz Halil Yalçın bey, “Futbol sahasına çıkıp bir kez küfür yiyen çocuk bütün terbiyesini kaybediyor” diye futbol takımı kurmamış, kurdurmamıştı.[1]

Nasıl küfürbaz oluyorlar?

Bugün sosyal medyada bir tartışmaya katılmanın altmış yıl önceki futbol seyircisi önünde maça çıkmaktan çok daha riskli bir iş olduğunu anlatmaya lüzum var mı? Koruma içgüdüsüne mağlûp düşen mübarek kardeşlerin ağızlarının bu kadar bozulmasında başta gelen rolü sosyal medyanın oynadığı herkesin gözü önündeki bir gerçektir. Oraya giren ve sözünün işitilmesini isteyen kimse, elbette kendisini girdiği yerin kanunlarına uymak mecburiyetinde bulacaktır. Bu kanunların en önemlisi, lâf ebeliğinde, bilhassa hakaret ve küfür yarışında hiçbir şekilde alta düşmemek, daima en iyi söven, en fazla hakareti en etkili şekilde peş peşe sıralayan ve söz dalaşında ne yapıp yapıp son sözü söyleyen kimse olmaktan ibarettir; delil, mantık, haklılık gibi her türlü şey bu marifetlerin yanında teferruat bile sayılmaz. Kaldı ki, bir vak’ada bunu başarmak da yarışın sonu değil, sadece başlangıcıdır; bir vak’ada başarılı olan sonrakilerde de aynı başarıyı tekrarlamak için, başaramayan ise altta kalmanın acısını çıkarmak için sövme-sayma alanındaki performansını sürekli olarak geliştirmek zorundadır. Diğer yandan, sosyal medyaya bulaşmaksızın koruyuculuk yapmanın ise bir anlamı yoktur; ciddîye alınmak bir yana dursun, sesinizi duyan bile olmaz. Bu durumda koruyuculuğun ahlâkî bakımdan çok yüksek risk taşıdığını, böyle bir göreve soyunmayı düşünen herkes en başta çok ciddî şekilde dikkate almalıdır; çünkü bir kere çarka kapılanların çok geçmeden durumu anlayıp geriye dönebildiklerini gösteren örnekler maalesef pek nadirdir.

Problem üretme aracı

Şu gerçeği de hiçbir zaman gözden uzak tutmamak gerekir: Koruyup kollayıcılık problem çözme aracı değil, problem üretme veya var olan problemi büyütme aracıdır. Samimî bir şekilde ıslahat niyeti taşıyan insanlar bu yolla müsbet bir sonuç alamayacaklarını bilmeli, onun yerine fikirlerini delilleriyle beraber açıklamakla yetinmelidir. Zaten ıslahatçının sorumlu olduğu şey de bundan ibarettir; yoksa muhataplarının verdiği cevaptan yahut sözünü dinleyen kimselerin sayısından kendisi sorumlu tutulacak değildir. Bu gerçeği bilen kimse haddini aşıp da insanları kendi doğrularına zorlamaz; zorlayan da ıslahatçı olamaz, ancak ifsadatçı olur. Eskiler “İlimsiz ıslah etmeye kalkan kimsenin ifsad ettiği şey ıslah ettiğinden daha fazla olur” demişlerdir. Risale-i Nur’un serâpâ ihlâstan ibaret olan mesleğinde ise, neticeye dair en küçük bir iddia yahut beklentiye dahi sahip olmaksızın işin bu kısmını tamamen Allah’a bırakmak ve ne şekilde tecellî ederse etsin İlâhî takdire tam bir huzur-u kalple teslim olmak, bu işin alfabesi hükmündedir. Koruma içgüdüsü, bu hizmetin ruhunu daha işin başında felce uğratır. Bu ruh meflûç hale geldikten sonra da, insan, Rabbinin takdirine itimad edemez bir tavır içine girer. Rabbinin takdirine teslimiyetten boşalan yeri ise, ins ve cin şeytanlarının da yardımıyla, nefs-i emmâre doldurur ve insan, muazzam bir iman dâvâsının âkıbetini Âlemlerin Rabbi yerine kendi hevâsına tâbi telâkki eder. Bu zan yüzünden işler gittikçe içinden çıkılmaz hal alır, işler sarpa sardıkça hırs ve hırçınlık ziyadeleşir, izzet-i nefis tavan yapar; kendi çabası olmadığı takdirde dâvâsının hezimete uğrayacağına inandırılmış olan kahramanlarımız, meşruiyet gibi bir kıstas aramaksızın, kendilerine üstünlük kazandırma ihtimali olan her türlü çarenin peşine düşerler – dikkat buyurulsun, “kendilerine” üstünlük kazandıracak olan  çareler; zira artık nefisler ayn-ı dâvâ haline gelmişler, yahut onun yerini zaptetmişlerdir. Bu noktadan itibaren onların başına gelen her iyilik veya kötülük, dâvâlarının başına gelmiş demektir. Koruma ve kollama görevlerinin işte böyle riskleri vardır ve bu riskler ihmale gelmeyecek kadar vahîm bir tehlike oluştururlar.

Kur’ân ne diyor?

Konuyu hangi yönden ele alırsak alalım, karşımıza çıkacak olan çıplak gerçek şudur:

Dinî hizmet ve faaliyetlerde koruma içgüdüsü problem çözmez, problem üretir; var olan problemi de büyütür. Onun için, bu hizmetlerde yollarına selâmetle devam etmek isteyenler, aradıklarını ancak koruyucu içermeyen dâvâ ve topluluklarda bulabilirler.

Bütün bu uyarılardan sonra hâlâ içinde koruyuculuğa yönelik bir arzu taşıyanlar varsa, onlara da eski Diyanet İşleri Başkanımız Ali Bardakoğlu’nun bir tesbitini hatırlatmadan geçmeyelim:

Dinin sahibi Yüce Mevlâdır, O dinini koruyacaktır.[2] Bize düşen Onun dinini korumak değil, kendimizi korumaktır. Allah bize “Dinimi koruyun” demiyor, “Kendinizi koruyun”[3] diyor.[4]

Hayatın formülü işte Kur’ân’ın bu formülündedir: “Kendinizi koruyun.”

“Kimden yahut neden?” diye soracak olursanız:

Dünya ve âhiret hayatınıza zarar verecek her şeyden. Ve bilhassa koruyuculardan!


Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:

https://www.kitapoba.com/kalem-yazmak-zorunda

https://www.amazon.com.tr/Kalem-Yazmak-Zorunda


[1] Prof. Dr. İsmail Lütfi Çakan, Hayat Mektebinden Notlar: Hatıralar – Değerlendirmeler, İstanbul: Çamlıca Yayınları, 2019, s. 55-56.

[2] el-Hicr, 15:9.

[3] Bk. el-Bakara, 2:24, 48, 123; el-İsrâ, 17:15; Gafir, 40:9; el-Haşr, 59:9; et-Tahrim, 66:6.

[4] Prof. Dr. Ali Bardakoğlu, İslâm Işığında Müslümanlığımızla Yüzleşme, İstanbul: Kuramer, 2019, s. 52.

21 Haziran 2021 Pazartesi

Yeryüzünün kader hatları


 ***

And olsun yarıklarla dolu yere.
Tarık Sûresi, 86:12


ÜMİT ŞİMŞEK


ÂYETTE yer alan yemin, Kur’ân’ın değerini vurgulayan bir yemindir. Daha sonra gelecek âyetlerde Kur’ân’ın boş bir söz olmadığı, hak ile bâtılı ayırt eden Allah kelâmı olduğu bildirilmekte ve bu beyan, böyle bir yemin üzerine bina edilmektedir.

Böyle yapmakla, âyet, Kur’ân’ın yüceliğinin yanı sıra bir başka şeyi daha vurgulamış oluyor:

Bu âyette temas edilen hadisenin önemini.

Eğer âyet, Kur’ân’ın değerini vurgulamak için birşeye yemin ediyorsa, o yemin edilen şey de son derece önemli birşey olmalıdır. Orada, âyetin gösterdiği yerde, İlâhî kudretin, hikmetin, rahmetin bir büyük tecellîsi aranmalıdır.

Bu âyetle ilgili yorumlar, zamanımıza gelinceye kadar, yerin bitkilerle yarılışı üzerinde yoğunlaşmıştı. Bunda gerçekten de büyük bir ibret vardır. Nitekim daha başka âyetler, meselâ Abese Sûresinin âyetleri bu hakikate işaret etmekte ve bizi, gökten yağmurun indirilmesi, sonra yerin yarılarak[1] ondan çeşit çeşit bitkilerin yeşermesi üzerinde tefekkür etmeye çağırmaktadır.

Bugünkü bilgilerimizin ışığında ise, âyetin daha başka hakikatlere de işaret ettiğini görebiliyoruz. Bunların başında, son yılların önemli gündem maddelerinden birini teşkil eden fay hatları geliyor.

Gerçekten de, yeryüzünün herhangi bir bölgesinin fay hatları haritasını önümüze koyduğumuz zaman, “yarıklarla dolu yer” yahut “yarıklı yer” veya “yarıklar sahibi yer” şeklinde tercüme edebileceğimiz âyetin bu manzarayı pek güzel tasvir ettiğini görebiliyoruz.

Fay hatları, bugün herkesin bildiği gibi, yerkabuğunun her tarafında bulunan küçüklü büyüklü yarıklardır. Yerkabuğu bu hatlar boyunca hareket ettiğinde, biz bu hareketin en âcil sonucunu depremler şeklinde algılarız.

Bu hareketlerin asıl önemli sonuçları ise daha uzun vadelidir. Yeryüzünün siması bu hareketler vasıtasıyla şekillenir. Dağlar, denizler, ovalar, nehirler, vadiler, göller, pınarlar, şifalı sular, hep yerkabuğunun planlı hareketleri sonucunda ortaya çıkan kudret ve rahmet eserleridir. Çiçeklerin yüzlerinde renkleri güldüren, göğün yüzünü yıldızlarla süsleyen, insanın simasında kâinatın tüm güzellik formüllerini özetleyen İlâhî kader, yerin yüzünü de işte bu çizgilerle şekillendirir ve süsler.

Şu kadar var ki, bizim dilimize de “fay hattı” olarak geçmiş olan bu “fault” sözcüğünün aslında bir “kusur” anlamı vardır. Batı kafasının gözü mânâ ve hikmet âlemlerine karşı miyop olduğu için, yerin yarıklarla dolu olarak yaratılışındaki İlâhî hikmetleri görememiş ve bunu tabiat ve tesadüfe havale ederek bir kusur ismi takmıştır.

İşte, Kur’ân, belki de bizi Batının bu miyop bakışından korumak için, yüzyıllar öncesinden bizim dikkatimizi yeryüzünün kader hatlarına yönlendiriyor. Bu ve benzeri âyetleriyle, bizi, İlâhî kudretin muhteşem bir eseri olan dünyamızı daha yakından tanımaya çağırıyor.

Ne yazık ki, Batının maneviyat miyopluğuna karşılık, biz de, bir parçası olduğumuz dünyayı tanımak konusunda başka bir görüş zaafına yakalanmış bulunuyoruz.

Bu âlemdeki İlâhî kudret mucizelerine yüzlerce âyetiyle Kur’ân dikkat çekip duruyor. Henüz keşfedilmemiş nice olağanüstülüklere, ince işaretlerle ibret nazarlarımızı yönlendiriyor. Özellikle bu tür yeminleriyle, “Oralarda bilmediğiniz birşeyler var; araştırın, bulacaksınız” imasında bulunuyor.

Lâkin öyle şeyleri araştırıp bulmak, herşeyi tesadüf ve abesiyetin kucağına atmak itiyadındaki Batıya nasip oluyor.

Bize de, neden sonra onların bulduklarına bakıp “Meğer bu Kur’ân’da varmış” demek düşüyor.

 


[1] Abese Sûresi, 80:26.


Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


20 Haziran 2021 Pazar

Körlük ve sağırlığın çaresi Kur'an kıssalarında

*


**

Mâide sûresinin 70-71. âyetlerini okuduğumuz 313. Kur’an Buluşmasının özeti ve video kaydı.


İsrailoğulları üzerinden bize ve tüm zamanlara yönelik İlâhî mesajlar, Mâide sûresinin 70-71. âyetleri vesilesiyle Kur’an Buluşmalarının gündemindeydi.

UTESAV organizasyonuyla düzenlenen Kur’an Buluşmalarının 313. bölümünde okuduğumuz âyetlerde İsrailoğullarının peygamberleri yalanladıkları ve öldürdükleri bildiriliyor, buna rağmen tövbelerinin kabul edildiği, ancak yine tövbelerini de unutarak isyan ve inkâra döndükleri bildiriliyordu:

And olsun, Biz İsrailoğullarından ahit aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Fakat ne zaman onlara bir peygamber hoşlanmadıkları birşey getirecek olsa, bir kısmını yalanlıyor, bir kısmını da öldürüyorlardı.

Onlar başlarına bir belâ gelmeyecek sandılar da körleşip sağırlaştılar. Sonra Allah onların tövbelerini kabul etti. Sonra da birçokları yine körleşip sağırlaştı. Allah ise onların yapmakta olduklarını görüyor.

Âyetler her ne kadar İsrailoğullarını anlatıyor idiyse de, bu anlatılanlardan bizim de almamız gereken dersler vardı. Biz de bu âyetlerin dersinden nasibimizi ararken özetle şu tesbitleri yaptık:

  • İnsanı tuzağa düşmekten ve kötü âkıbetten koruyacak olan şey, şu gerçeği bilmek ve hatırlamak: Allah sadece onların değil, hepimizin bütün yaptıklarını görüyor.
  • Kıssaları okurken, onların yaptıklarından Allah’ın habersiz olmadığını bilerek okuyoruz ve bu bize hiç zor gelmiyor. Bu şuurun kendi hayatımız üzerinde de hakim olması gerekir: Allah onların yaptıklarını gördüğü gibi, bizim yaptıklarımızı da görüyor. Şu farkla ki, bu manzarayı hikâyenin içinden görmek, dışından görmek kadar kolay ve kendiliğinden olmuyor. Buna dikkat.
  • Kendilerinden önce gelip geçen nesillerin başına gelenleri ibret nazarıyla okumadılar ve aynı âkıbete sürüklendiler. Şimdi ise biz onların kıssalarını okuyor ve başlarına gelenleri öğreniyoruz. Bizim cevabımız?
  • İsrailoğullarının kendilerini istikamette görmesi ve dünya hayatını öncelemesi âhiret körlüğüne yol açtı. İstikamet üzere olduğumuz zamanlar dahi bizi yoldan çıkarmak için kurulmuş tuzaklarla çevrili bulunduğumuzu ve hevâ ve heveslerin de bu tuzaklara düşmeye eğilimli olduğunu gözden uzak tutmamak ve Kur’ân ve Sünnetten sürekli olarak saat ayarı gibi istikamet ayarı almamız gerekir. Eski kavimlerin âkıbetlerinden alınacak derslerin en önemlisi bu olsa gerektir.

Mâide sûresinin 70-71. âyetlerini okuduğumuz 313. Kur’an Buluşmasına ait video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

UTESAV organizasyonuyla gerçekleşen ve daha önce MÜSİAD Genel Merkezinde yapılan Kur’an Buluşmaları, salgın sebebiyle bir müddettir https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden Cumartesi günleri 18:00-18:45 saatleri arasında yayınlanıyor. Kur’an Buluşmaları ile ilgili gelişmeleri kaçırmamak için bu sayfaya abone olabilirsiniz.