SON EKLENENLER
latest

2 Temmuz 2021 Cuma

Eserlerde ve ilk talebelerin mektuplarında Kur'ân vurgusu

*


**

Osmanlı terbiyesiyle yetişmiş münevver şahsiyetler için, Risalelerden herhangi birini okur okumaz ondaki Kur’an esintilerinin kokusunu almak ve doğrudan doğruya bu esintilerin kaynağına intikal etmek zor olmuyordu.

ÜMİT ŞİMŞEK

– 4 –

Risalelerin ilk telif günlerinden itibaren Bediüzzaman’ın sürekli olarak vurguladığı şey, yazılan eserlerdeki hakikatlerin Kur’an’dan alındığı, kendisinin ve talebelerinin yerine getirmeye çalıştıkları hizmetin de Risaleler vasıtasıyla Kur’ân’a hizmetten ibaret olduğu idi. Barla Lâhikasının girişinde Risale-i Nur’un ilk talebeleri olan Hulûsi Bey ile Sabri Hocayı anlatırken, bu hususu Bediüzzaman açıkça ve tekrarla belirtmiştir:

Bu iki zât hakikî talebelerimden ve ciddî arkadaşlarımdan; ve hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım içinde talebelik ve kardeşlik ve arkadaşlığın üç hassası var ki, bu iki zât üçünde de birinciliği kazanmışlar.

Birinci hassa: Bana mensup herşeye malları gibi tesahup ediyorlar. Bir Söz yazılsa, kendileri yazmış ve telif etmiş gibi zevk alıyorlar, Allah’a şükrediyorlar. Adeta cesetleri muhtelif, ruhları bir hükmünde, hakikî manevî vereselerdir.

İkinci hassa: Bütün makasıd-ı hayatiye içinde en büyük, en mühim maksatları, o nurlu Sözler vasıtasıyla Kur’ân’a hizmet biliyorlar. Dünya hayatının netice-i hakikiyesinin ve dünyaya gelmekteki vazife-i fıtriyelerinin en mühimi, hakaik-i imaniyeye hizmet olduğunu telâkkileridir.

Üçüncü hassa: Ben kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kur’âniyeden aldığım ilâçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilâçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar. Aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar. Ve ehl-i imanın imanlarını muhafaza etmek gayreti, en yüksek derecede taşımaları ve ehl-i imanın kalbine gelen şübehat ve evhamdan hasıl olan yaraları tedavi etmek iştiyakı, yüksek bir derece-i şefkatte hissetmeleridir.[1]

Bu satırlar, Risalelerin kaynağını gösterdiği gibi, zamanın bütün menfi şartlarına rağmen insanların bu eserlere bu kadar büyük bir teveccühle yönelmesinin sebebini de açıklıyordu. Onlar, yoğun takip ve baskılar altında gizlice çoğaltılıp gizlice kendilerine ulaştırılan Risaleleri Kur’ân’ın mânâ hazinelerinden haberler taşıyan mektuplar olarak görüyor, onları böyle ulvî bir hasretle tekrar tekrar okuyorlardı. Nurun birinci talebesi Hulûsi Yahyagil, bu durumu, “Serâpâ nur olan Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın hak ve hakikatini bu asır insanlarının, bilhassa fırak-ı dâllenin gözlerine sokacak derecede, bazı Kur’ân lemeâtının zahir olmasına murad-ı İlâhî taallûk etmiş ve bu emr-i mühimme, felillâhilhamd, muhterem Üstadımız vasıta olmuştur”[2] sözleriyle hülâsa ediyordu. Yahyagil, bazı Risaleleri okuyan bir müftünün aynı istikametteki kanaatlerini de Üstadına sevinçle aktarıyordu:

Müftü Kemal Efendi, evvel mektubu mütalâa etmişti. İki gün evvel ziyaretine gittim, “Hiç kimsenin bugüne kadar muktedir olmadığı dekaik ve hakaiki Kur’ân’dan bulup çıkarmışlar” diyerek takdirlerini beyan, selâm ve dualarını tebliğ etmekliğimi söylediler.[3]

Risale-i Nur’un ilk talebelerine ait mektuplardan meydana gelen Barla Lâhikası, baştan sona, Risaleleri Kur’ân’a mensubiyeti sebebiyle öven ve Kur’ân’ı özellikle vurgulayan mektuplarla doludur. Bu mektupları okurken şu hususu hatırlamakta fayda vardır: Bunlar, Risalelerin ilk telif ve yayılma yıllarında talebelerin ellerine yeni Risaleler geçtiğinde duydukları sevinçlerini dile getirmek üzere hasbî olarak Üstadlarına yazdıkları mektuplardan ibarettir; Risalelerin büyük bir gizlilik içinde tek tek elle yazılarak çoğaltılabildiği o günlerde bu mektupların birgün derlenerek bir kitap haline getirileceği, kimsenin hayalinden geçecek birşey değildi. Onun için, bu mektuplarda insanların Risalelerden Kur’ân’a intikal edişlerinde herhangi bir yapmacık eseri bulmak mümkün değildir. Burada Bediüzzaman’ın uzun zamandır peşinde olduğu bir neticeye iki yönlü olarak ulaştığını görüyoruz:

Bir taraftan, Bediüzzaman yıllar önce Sebilürreşad’da dile getirdiği özlemini gerçekleştirerek insanların nazarına herşeyin üzerinde Kur’ân-ı Azîmüşşânı göstermiş, diğer taraftan da insanlar bu eserleri incelerken “Bediüzzaman ne diyor?” sorusunun değil, “Kur’ân ne diyor?” sorusunun cevabını aramış ve bulmuşlardır. Barla Lâhikasının mektuplarındaki Kur’ân vurgusu bize bunu gösteriyor.

Bediüzzaman, telif ettiği risalelerin konularını, zamanla Risale-i Nur’un alâmet-i farikası halini alacak olan “iman hakikatleri” deyimiyle formülleştirmişti. Bu konuları ele alırken takip ettiği yol ise, alışılmışın dışında bir usuldü. Her bir risalenin başında Bediüzzaman bir âyet zikrediyor, sonra da bu âyetin açtığı kapıdan gördüklerini anlatıyordu. Doğrudan doğruya “Şu kelimenin mânâsı şudur, bu ifade ile şu murad edilmiştir” şeklinde bir açıklama yapmıyor, ibareleri tahlil etmek veya selefin yorumlarını nakletmek gibi alışılagelmiş yollardan hiçbirini izlemiyordu. “Filân âlim bu konuda ne demiş?” sorusunun cevabı yoktu yazılanlarda. Ama Kur’ân’dan yapılan nakiller pek çoktu. Bir de hayatın kendisi vardı. Bediüzzaman Kur’ân’ı hayatla, hayatı Kur’ân’la açıklıyordu.

Eserlerin bu özelliğini keşfetmek ve ona “vurulmak” hususunda, Risale-i Nur’un ilk talebeleri bizden daha talihli durumda idiler. Zira o yıllarda Cumhuriyet dönemi tahribatının sonuçları henüz bütünüyle ortaya çıkmış değildi. En azından, Osmanlı terbiyesiyle yetişmiş insanlar o gün hâlâ aramızda yaşıyorlardı. Hulûsi Bey, Sabri Efendi, Hafız Ali, Hasan Feyzi, Binbaşı Asım Bey, Refet Barutçu, Muhacir Hafız Ahmet gibi nice münevver şahsiyetler için, Risalelerden herhangi birini okur okumaz ondaki Kur’an esintilerinin kokusunu almak ve doğrudan doğruya bu esintilerin kaynağına intikal etmek zor olmuyordu. Üstelik eserler de dile getirdikleri hakikatlerin kaynağı olarak doğrudan doğruya Kur’ân’ı gösteriyorlardı. Bu durumda zihinler kolayca melzumdan lâzıma (Risaleden Kur’ân’a), ondan da lâzımın lâzımına (kudsiyete) intikal edebiliyordu. Ne diyordu Bediüzzaman:

Eğer zaruriyat-ı diniyede doğrudan doğruya Kur’ân gösterilseydi, zihin tabiî olarak müşevvik-i imtisal ve mûkız-ı vicdan ve lâzım-ı zâtî olan kudsiyete intikal ederdi. Ve bu sûretle kalbe meleke-i hassasiyet gelerek, imanın ihtaratına karşı asamm kalmazdı.[4]

***

Risale-i Nur hareketi, risalelerin ilk telif yıllarından itibaren büyük badirelerden geçerek büyüdü. Sürekli takip, taciz, tevkif, yargılama, sürgün ve işkenceler arasında telif edilen eserlere paralel olarak bu hareket de gelişti ve toplumun bütün kesimleri arasında kök saldı. Şartlar ne olursa olsun, yaşanan olumsuzluklar hiçbir zaman eserlere nüfuz etmiyor, en şiddetli baskıların en amansız hastalıklarla ittifak ettiği zamanlarda bile Risale-i Nur Müellifinin kaleminden çıkanlar yine Kur’ân’ın ve kâinat kitabının güzelliklerini en güzel üslûplarla sarıp sarmalayarak insanlara sunuyordu. 1960 yılının bir Ramazan gecesinde Bediüzzaman Said Nursî bu fani hayata veda ettiği zaman, artık arkasında tamamlanmış bir Külliyat ile bu Külliyatın etrafında kenetlenen ve bu Kur’ân hizmetini geleceğe taşımaya azmetmiş bir cemaat vardı.

Bekleneceği gibi, Bediüzzaman’dan sonra Risale-i Nur hareketi onun bıraktığı gibi kalmadı. Bir taraftan gelişip büyümeye devam etti, hattâ daha da hız kazandı. Bu arada uzun yılların mücadeleleri hedefine ulaştı ve Risale-i Nur serbestçe yayınlanıp okunur hale geldi. Ama diğer taraftan da, bu kadar büyüyüp güçlenmiş ve her sınıftan insanlar arasında kök salmış toplulukların başına gelmesi mukadder olan şeyden Risale-i Nur hareketi de nasibini aldı. Cemaatin çeşitli kesimleri arasında farklılıklar, zaman içinde ihtilâfları, ihtilâflar gruplaşmaları, gruplaşmalar bölünmeleri doğurdu. Böylece, başlangıçtaki Risale-i Nur cemaati, Risale-i Nur cemaatleri halini aldı. Ondan sonra da . . .

Ondan sonrasına elbette geleceğiz; zaten bu yazı serisinin ortaya çıkmasına maceranın “ondan sonrası” sebep teşkil ediyor. Ancak buraya gelmeden önce, başlangıcın da tâ en başına dönmek ve taşları yerine iyice oturttuğumuzdan emin olmak gerekiyor. Ta ki, zamanın akışı içinde tedricî bir şekilde vücuda geldiği için pek farkına varılmayan değişmelerin bizi nereden nereye taşıdığı, herkesin açıklıkla görebileceği bir şekilde ortaya çıksın.

[İlk yayın tarihi: 15 Mayıs 2020]


Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:

https://www.kitapoba.com/kalem-yazmak-zorunda

https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek


[1] Barla Lâhikası, Mukaddeme.

[2] A.g.e., 1. Mektup.

[3] A.g.e., 123. Mektup.

[4] http://erisale.com/#content.tr.15.322

1 Temmuz 2021 Perşembe

Okunduğu zaman Kur'ân'ı gösteren şeffaf eserler

*


**

Bediüzzaman’ın Sebilürreşad’daki makalesinde dile getirdiği büyük arayış, en sonunda Risale-i Nur ile sonuçlandı. Risaleler hangi özellikleriyle Kur’ân’ı gösteriyor?

ÜMİT ŞİMŞEK

– 3 –

Risale-i Nur’un doğumu bir bahar gününe isabet etti.

Bediüzzaman o sırada Anadolu’nun kuş uçmaz, kervan geçmez bir beldesinde, sıkı tarassut altında bulunuyordu.

O bahar gününde çiçek açmış badem ağaçlarının arasında gidip gelirken, Bediüzzaman ile Kur’ân arasında sual ve cevaplar gidip geldi.

“Allah’ın rahmet eserlerine bak!” dedi Kur’ân.

Bediüzzaman, Kur’ân’ın gösterdiği yere, Kur’ân’ın gösterdiği şekilde, Kur’ân’ın nuruyla baktı.

Cennet gibi güzel bir memleket gördü baktığı yerde. Muhteşem bir saltanat gördü. Ve bir kitaptan okurcasına dilinden dökülmeye başladı satırlar.

“Bak,” dedi, “nasıl en fakir, en zayıftan tut, ta herkese en mükemmel mükellef erzak veriliyor.”

“Bak,” dedi, “ne kadar âli bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor.”

“Bak,” dedi, “had ve hesaba gelmeyen şu sergilerde olan misilsiz mücevherat, şu sofralarda olan emsalsiz mat’umat gösteriyorlar ki, bu yerlerin padişahının hadsiz bir sehâveti, hesapsız dolu hazineleri vardır.”

“Bak,” dedi, “bu işler içinde görünüyor ki, o misilsiz zâtın pek büyük bir şefkati vardır. Çünkü her musibetzedenin imdadına koşturuyor. Her suale ve matluba cevap veriyor. Hattâ, bak, en ednâ bir hâcet, en ednâ bir raiyetten görse, şefkatle kazâ ediyor. Bir çobanın bir koyunu bir ayağını incitse, ya merhem, ya baytar gönderiyor.”

Sonra, baktığı ve gösterdiği yerlere ayrı ayrı kapılardan girdi.

Rububiyet ve saltanat kapısından girdi, karşısına haşir hakikati çıktı.

Kerem ve rahmet kapısından girdi, yine haşir hakikatiyle karşılaştı.

Hikmet ve adalet kapısından tâ risalet ve tenzil kapısına kadar on iki ayrı kapıdan baktı, içeri girdi, her tarafı inceledi, okudu, tefekkürle mütalâa etti.

Gözle görünürcesine bir kesinlikle karşısında beliren Haşir hakikatinin on iki ayrı kapıdan resimlerini çekip “Haşir Risalesi” adıyla bir muhteşem eser halinde, okuyacak olanların önünde sergiledi.

Kur’ân-ı Kerimin tek bir âyetinin tefsiriydi bu yazılanlar. Ve içinde Kur’ân’dan ve kâinattan başka hiçbir yerden tek bir alıntı yoktu. Sadece âyetler konuşuyordu yazılanlarda – ya Kur’ân’ın, ya da kâinat kitabının âyetleri. Yıllar önce Sebilürreşad’daki makalesinde “Kütüb-ü İslâmiye şeffaf olmalı; bakınca onda Kur’ân görünmeli” demişti. O makaleyi okuyup da “Peki ama nasıl?” diye soranlara fiilî bir cevaptı Haşir Risalesi.

***

Haşir Risalesini daha sonra diğer risaleler takip etti. İlerideki yıllarda “Risale-i Nur Külliyatı” adı altında büyük bir külliyatı vücuda getirecek olan bu eserler belli bir sıraya tâbi olmaksızın gözlerden uzak yerlerde gizlice telif ediliyor, gizlice elden ele dolaşıyor, gizlice çoğaltılıp Anadolu’nun dört bir yanına ulaştırılıyor, ulaştığı yerde de gizlice okunuyordu.

Risalelerin ulaştığı yerlerde bir okuyucu çevresi zuhur ediyordu. Bunlar her sınıftan insanlardı. İçlerinde farklı alanlardan ilim ehli bulunduğu gibi, okuma yazma bilmeyip de risaleleri başkalarına okutarak dinleyen kimseler de vardı. Ancak bunların hepsini birleştiren bazı ortak özellikler de vardı ki, bunların başında edep ve ahlâk geliyordu.

İlim ve fazilet ehli insanlar, zaten bu vasıfları sebebiyle Risalelerde kendilerini cezbeden çok şey buluyordu. Diğer taraftan, sıradan insanlar da bir kere Risalelerin atmosferine girdikten sonra sadece bilgi edinmek, şüphelerini gidermek, imanlarını güçlendirmekle kalmıyor, aynı zamanda onların hayatlarını İslâm inancının en güzel özellikleriyle süslüyor ve birer fazilet abidesi haline getiriyordu. Emirdağ’da sivil polis olarak Bediüzzaman’ı izlemekle görevlendirilen komiser Abdurrahman Akgül anlatıyor:

Çarşıya çıkıp kahvaltı yapmak için peynir ve zeytin aldık. Bir dükkândan da tereyağı aldık. Dükkâncı tereyağını tartarken, yağı koyduğu kâğıt kadar da terazinin öbür kefesine kâğıt koydu. Ben doğrusu bu vaziyeti başka bir yerde görmemiştim. Bediüzzaman işte Emirdağ’ı böyle yapmıştı.[1]

Risalelere gelince:

Risale-i Nur Külliyatı üzerinde konuşurken, birçok yönden sıra dışı bir eserden söz ettiğimizi dikkate almalı ve kendi şartları içinde değerlendirmeye çalışmalıyız. Onun sıra dışı bir eser oluşu, kendisi hakkında değerlendirme yapmayı bir ölçüde güçleştirmekte, bazan da eksik veya hatâlı sonuçlara yol açabilmektedir.

Risale-i Nur’u sıra dışı yapan özelliklerine kısaca göz atacak olursak:

Onun en birinci özelliği, Müellifinin bütün hayatı boyunca dile getirdiği bir probleme bizzat sunduğu bir çözüm olmasından gelir. En başta da temas ettiğimiz gibi, o, Kur’ân’ın “tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmış olmasından” şikâyetçiydi ve canhıraş bir şekilde bu probleme çare arıyordu. Bütün ilmî hayatının, Volga kıyısındaki mescidde geçirdiği uzun kış gecelerinin, İstanbul’daki ilim meclislerindeki hararetli mübahaselerin ve en nihayet Eyüp, Yuşa tepesi ve Sarıyer inzivalarının sonunda, inayet-i İlâhiye onun bu arayışına Barla bahçelerinde cevabını lütfetti. Ve Risaleler, alışılmış eserlerden çok farklı bir biçim, muhtevâ ve üslûpla vücut sahasına çıkmaya başladı.

Telif edilen risaleler Kur’ân’dan bir âyetle başlıyor, ama klasik tefsirler gibi devam etmiyordu. Pek az sayıda istisnaları saymazsak, Kur’ân’dan başka bir yerden nakil de yapmıyordu. Eserleri okuyanlar, orada Kur’ân’ın ve kâinatın birbirini tefsir eden âyetlerini ve bu âyetlerden süzülen mânâları buluyordu. Konular ise, dinin zaruriyat kısmına dair meseleler, yani bütün mü’minleri birleştiren konulardı. Ve bunlar, çağın ve gelecek çağların en ziyade hücumlara maruz kalan ve sarsılmaya yüz tutan iman hakikatleriydi. Bu eserlere bakanlar herhangi bir konuda filan veya falan âlimin ne dediğini değil, Kur’ân’ın ne dediğini buluyorlardı.

Diğer taraftan, Risale-i Nur telif şekli ve şartları itibarıyla da kendisine has bir surette ortaya çıkmıştı. Her ne kadar ona bitmiş haliyle baktığımızda bir külliyat halinde toplanmış bir eser görüyorsak da, bu – en azından görünüşüyle – başından itibaren planlanarak vücuda getirilmiş bir eser değildir. O bazan dağ başında, bazan zindan köşelerinde, bazan yağmur altında, bazan şiddetli hastalık zamanlarında telif edilen eserlerden meydana gelmiştir. Bütün bu farklı ortamların bir ortak noktası varsa, o da, hemen hemen hiçbirinin bir ilim ve fikir eseri vücuda getirmek için elverişli bir ortam olmadığıdır denebilir. Ancak ortaya çıkan eserlerin büyük kısmı, ortamın elverişsizliğiyle ters orantılı bir şekilde, sanki uzun tetkikler sonucunda ve müellifin mesaisini kesintiye uğratmayacak şartlar altında vücuda gelmiş izlenimini uyandırmaktadır.

Risale-i Nur, tanzim ve tertibiyle de farklı bir eserdir. Gerçi onu bir külliyat olarak düşündüğümüzde, farklı bahisleri içine alan bir eserler topluluğu olarak görmekte zorlanmayız. Ancak risaleler Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şualar gibi başlıklar altında bir araya getirilirken ne konu itibarıyla, ne kronolojik yönden, ne de düşünebildiğimiz başka bir tasnif metoduna tâbi şekilde bir düzenlemeye tâbi tutulmamıştır. İlk olarak telif edilen Haşir Risalesi, Sözler adlı eserde Onuncu Söz olarak yer almıştır. Diğer yandan, haşir konusu sadece burada bırakılmamış, çeşitli yönleriyle Mektubat, Lem’alar veya Şualar’da da ele alınmıştır. Daha başka pek çok konu, aynı şekilde, Külliyatın birçok yerinde bazan birbirine çok benzer şekilde, bazan da değişik yönleriyle karşımıza çıkar. Bu, her ne kadar ilk bakışta bir düzensizlik olarak görünüyorsa da, Risalelerde incelenen konuların bütün bir hayata yayılması gereken iman hakikatlerini kapsadığı dikkate alınırsa, bu tarz bir düzenlemenin okuyucuyu devamlı olarak bir imanî tefekkür atmosferinde tutmakta önemli bir etken teşkil ettiği düşünülebilir. Meselâ âhirete iman konusu tek bir kitapta bütün yönleriyle ele alınıp orada bırakılmış olsaydı, bu bilgi hafızada yerleşmesine yerleşirdi, ama hergün karşılaşıp da sürekli olarak teneffüs edebileceğimiz bir iman hakikati olarak okuyucunun karşısına çıkmazdı. Bu durumda Risale-i Nur’un da pek çok ilmî eser gibi ara sıra başvurulacak bir kaynak olarak kütüphane raflarında kalması kaçınılmaz olurdu.

Aslında bu özellik, hayatın ve Kur’ân’ın özelliğidir. Hayatta olup bitenler karşımıza bölümler halinde çıkmazlar; Kur’ân da bize derslerini birbirinden kesin hatlarla ayrılmış bölümler halinde vermez. Kur’ân’ın sayfalarında hayatın bütününü bulursunuz; aile hayatından bahsederken hemen arkasından şirkten sakınmaya, onunla beraber insanlara yapılacak iyilik sıralamasına, arkasından cimriliğin tehlikelerine, onun arkasından münafıklara geçer, bu geçişler sırasında Allah’ın yüceliğine, büyüklüğüne ve herşeyi kuşatan ilmine atıfta bulunur, böbürlenenleri Allah’ın sevmediğini ve cimrilik edenler için aşağılayıcı bir azap hazırlandığını hatırlatır, şeytanın arkadaşlığı konusunda uyarır, Allah’ın kimseye haksızlık etmeyeceğini, iyiliklere ise kat kat karşılık vereceğini müjdeler. Bu sayede, biz, Kur’ân’ın hangi sayfasını açacak olsak, okuduğumuz yerde, yaşamakta olduğumuz hayatın bütün alanlarını kapsayan dersler ve ibretler buluruz. Risale-i Nur’un telifinde ilhamını başka kitapların aracılığı olmaksızın doğrudan doğruya Kur’ân’dan aldığını söylerken Bediüzzaman Said Nursî’nin neyi kastettiği, bu tesbitlerin ışığında herhalde daha iyi anlaşılacaktır.

Risale-i Nur’un üslûbu da kendisini farklı kılan özellikleri arasındadır. Eserlerde bir yandan son derece soyut İlâhî hakikatleri bir tablo berraklığında tasvir ederek gözler önünde canlandıran, aynı zamanda da yüksek seviyeli bir ilmî eserden beklenmeyecek kadar içten ve davetkâr bir üslûp görülür. Gerçi bugünün gittikçe çoraklaşan ve bilhassa internet medyasının marifetiyle bir kabile diline doğru gerilemekte olan lisanı ile mukayese edildiğinde Risale-i Nur’un dili bir hayli ağır gelecektir; ancak bu engeli aşabilen okuyucu için Risale-i Nur hâlâ o esrarlı üslûbuyla cazibesini korumaya devam ediyor. Türkçenin mazisiyle bağlarını henüz bütünüyle koparmadığı telif yıllarında ise, Risalelerin bu özelliği çok daha güçlü bir etken teşkil ediyordu.

Risale-i Nur’un telif edilişi kadar, belki ondan daha da sıra dışı bir özelliği ise neşredilişi olmuştur. Bu eserler gizlice yazılmış, gizlice yayılmış, gizlice okunmuştur. Gözlerden uzak köşelerde eserler telif edildikçe onu iştiyakla bekleyen insanlara gizli yollardan ulaştırılmış ve onlar da gizli odalarda, odunluklarda, hattâ ahırlarda önceleri tek tek elle yazarak, daha sonra da belirli yerlerde teksir makinesiyle çoğaltılıp yurdun dört bir köşesine yine gizli yollardan ulaştırılmıştır. Her safhası ayrı tehlikelerle dolu olan bu macerayı yüzlerce, belki binlerce kişi seneler boyunca yaşamış ve bu süre içinde eserleri hem sürekli şekilde okumaya, hem de yazmaya devam etmiştir.

Risale-i Nur’un en önemli özelliklerinden birisi de onun cemaatlere sahip oluşudur. Ancak bu noktada çok daha farklı bir alana girdiğimiz ve kitaplar gibi sabit kalmayan, sürekli olarak değişen, gelişen, hattâ başkalaşan yapılar ve telâkkiler söz konusu olduğu için, bu konuyu ayrıca ele almamız gerekiyor. Yazı serimizin bundan sonraki bölümlerinin ağırlığını da meselenin bu cephesi teşkil edecektir.

[İlk yayın tarihi: 11 Mayıs 2020]


Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:

https://www.kitapoba.com/kalem-yazmak-zorunda

https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek


[1] Necmeddin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursî’yi Anlatıyor (İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1994), c. 3, s. 145.

30 Haziran 2021 Çarşamba

Bediüzzaman'ı Risale-i Nur'a ulaştıran uzun ve çileli yol


***

Son derece yoğun bir sosyal hayat ile beraber, aynı yoğunluktaki uzun ve çetin inziva dönemleri, sonunda Mesnevî-i Nuriye meyvesini verdi.
Bu, büyük maceranın başlangıcıydı.

ÜMİT ŞİMŞEK

– 2 –

Bediüzzaman, Sebilürreşad’daki makalesini neşrettiği zaman, hayatının “Birinci Said” olarak adlandırdığı döneminde, şöhret ve itibarın zirvesindeydi. İlmî mübahaselerdeki üstünlüğü dilden dile dolaşıyor, çeşitli zeminlerdeki makale ve hitabeleri ilim çevrelerinde yankılar uyandırıyordu. Sebilürreşad’ın naşiri ve zamanın önde gelen ediplerinden Eşref Edip, o günleri şöyle hatırlıyor:

Üstadla tanışmamız kırk seneyi geçti. O zamanlar hemen hergün idarehaneye gelir; Akif’ler, Naim’ler, Ferid’ler, İzmirli’lerle birlikte saatlerce tatlı tatlı musahabelerde bulunurduk. Üstad, kendisine mahsus şivesiyle yüksek ilmî meselelerden konuşur, onun konuşmasındaki celâdet ve şehamet bizi de heyecanlandırırdı. Harikulâde fıtrî bir zekâ, İlâhî bir mevhibe… Daima işleyen ve düşünen bir kafa… Nakillerle pek meşgul değil. Onun rehberi yalnız Kur’ân. Bütün feyiz ve zekâ kaynağı bu. Bütün o lem’alar doğrudan doğruya bu kaynaktan nebean ediyor. Bir müçtehid, bir imam kadar rey sahibi. Kalbi bir Sahabî kadar imanla dolu. Ruhunda Hz. Ömer’in (r.a.) şehameti var. Yirminci asırda devr-i Saadet-i yaşayan bir Müslüman.[1]

O zaman Medresetü’l-Kuzat’ta talebe olan Temyiz Reisi Ali Himmet Berki, Bediüzzaman’ı “Kelâm ilminde ve lügat ilminde onun bilgisine son yoktu”[2] sözleriyle tarif ederken, Diyanet İşleri Başkanlarımızdan Ali Rıza Hakses, Bediüzzaman’ın birçok ilim dalındaki üstünlüğünü hocasından naklen şu sözlerle anlatıyor:

Hocam Vanlı dersiamlardan Zekeriya Efendi Bediüzzaman’dan sitayişle bahsederdi. Onun bütün fünun-u Arabiyeyi ezberine aldığını; sarf, nahiv, mantık, beyan, bedî’, usul, usul-i fıkıh, usul-i hadis, hikmet dahil bütün ilim ve fenlere vakıf bir allâme olduğunu bana anlatmıştı.[3]

Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, meşhur Babanzade Ahmed Naim Beyin Bediüzzaman’a hayranlığını şöyle anlatıyor:

Daima düşünür, daima tefekkür ederdi. Adeta fevkalbeşer bir insandı. Babanzade Ahmed Naim Bey ondan bahsederken ‘Darü’l-Hikmet’te Bediüzzaman söze başladı mı biz hayran hayran onu dinlerdik’ derdi.[4]

Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi ile Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinin meşhur ulemasından Zeynelabidin Efendinin Bediüzzaman’ı hadis ilmine vukufuyla yad ettiklerini tarihçi İbrahim Hakkı Konyalı’dan dinliyoruz:

Ben hocam Mustafa Sabri’den sormuştum, ‘Bu zâtı Dârü’l-Hikmete niçin aldınız?’ dedim. O da cevaben ‘Çok iyi ilm-i hadis bilir’ demişti. Yine hocam Ayan âzâsı ve Konya mebusu Zeynelabidin Efendi de Bediüzzaman’ın çok iyi hadis ilmi bildiğini ifade etmişti.[5]

Dört yıllık Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye âzâlığını, Van’daki ilmî faaliyetlerini, şarkta din ve fen ilimlerinin birlikte okutulacağı bir üniversitenin kurulması için giriştiği faaliyetleri, Suriye’nin Emevî camiinde verdiği meşhur Hutbe-i Şamiyesini, doğuda gönüllü alay komutanı olarak Ruslara ve Ermenilere karşı verdiği savaşı ve Kostroma’da iki sene süren esaret hayatını, İstanbul’da İngiliz işgaline karşı verdiği mücadeleyi de içine alan bu dönemde Bediüzzaman sürekli olarak çeşitli gazete ve dergilerde makaleler yazıyor, kitaplar neşrediyor, cemiyetlere girip çıkıyor, ilmî mahfillerde devrin ulemâ ve üdebâsıyla yüksek seviyeli mübahaselerde bulunuyor ve büyük bunalımların içinden geçmekte olan İslâm âleminin ve insanlığın istikbali için çözümler üretiyordu.

Bu sırada Bediüzzaman’ın bütün varlığını esir almış görünen iki büyük ideali vardı:

Birincisi: ilmîsiyle, siyasîsiyle, dahilîsiyle, haricîsiyle her türlü istibdadın kökünü kurutmak ve İslâm âlemini her alanda lâyık olduğu hürriyet-i şer’iyeye kavuşturmak.

İkincisi: maddî ve manevî terakkînin anahtarı olan fennî ve dinî ilimleri bir arada okutarak İslâm âleminin istikbalini hem din, hem de dünya yönünden teminat altına almak.

Fakat Bediüzzaman, âlemi kurtarmaya çalışırken kendi nefsini unutanlardan değildi. Ayrıca, Kostroma’daki esareti müddetince tam bir uzlet içinde geçirdiği uzun kış geceleri de onu zaman ve mekân kayıtlarından kurtararak hem enfüsî, hem de âfâkî alanda derinlemesine tefekkür ve değerlendirmeler yapma imkânına kavuşturmuştu.

Bediüzzaman, hayatında bir dönüm noktası teşkil edecek olan en büyük enfüsî tefekkür ve muhasebe fırsatını ise, önce Eyüp camii ile Yuşa tepesindeki uzletlerinde, sonra da Sarıyer’in Fıstıklıbağlar mevkiindeki ahşap evde buldu. Birinci Said – yahut Eski Said – olarak girdiği bu uzletlerinden, Bediüzzaman, nefsini uzun uzadıya en acımasız sorgulardan geçirerek hırpalamış ve dünya ile maddî rabıtalarından soyutlamış bir şahsiyetle, Yeni Said olarak çıktı.

Bu yoğun tefekküratın ve amansız dahilî muharebelerin meyvesi olarak ortaya çıkan Mesnevî-i Nuriye, dış âlemde büyük bir iman inkılâbını ateşleyecek olan muhteşem bir eserin çekirdeğiydi.

Bediüzzaman’ın bu inziva dönemlerinde, bilhassa Mesnevî-i Nuriye’yi meyve veren dönemde neler yaşadığını bilemesek de, bu dönemde kendisine yol gösteren şeyin ne olduğunu biliyoruz. Bunu hem kendisi, hem de eserleri vurgulu bir şekilde anlatıyor.

Sebilürreşad’daki makalesinde Bediüzzaman hem müelliflerin, hem de okuyucuların nazarını Kur’ân’a çeviriyor, milyonlarca kütüb-ü İslâmiyenin mazhar olduğu rağbeti toptan Kur’ân’a yönlendirmenin çaresini araştırıyordu. Rahmân’ın Arş’ından sarkan ve beşer âleminin her kesimine nasiplerini dağıtan zembillere ulaşmaya çalıştığı bu inziva ve muhasebelerinde, Bediüzzaman bu reçetesini bizzat kendisi uyguladı ve gözüyle, kalbiyle, aklıyla doğrudan doğruya Kur’ân’a yöneldi. Bulduğu şey “Mesnevî-i Nuriye” adını verdiği bir hazine idi ve “Kur’ân-ı Azîmüşşânın Hakimiyet-i Mutlakası” başlıklı makalesinde aradığı cevabın bir hülâsası idi. Bu macerasını eserinde bizzat kendisi özetlerken, bir yandan da, henüz o sıralarda tasavvur safhasında bile olmayan Risale-i Nur’un müjdesini veriyordu:

Ben [Mesnevî-i Nuriye’yi teşkil eden] bu risalelerdeki meseleleri, Rahmân’ın Arş’ından sarkan ve Kur’ân âyetlerinden ibaret olan zembillere çıkmak için vesile ve basamaklar olarak görüyorum. O meselelerden hiçbirisi yoktur ki, başı Kur’ân âyetlerinden birinin ayağına değmesin. Bunlar, ilk olarak şuhudî, hadsî ve zevkî bir surette bana inkişaf eden meselelerdir. Lâkin, göz sahibi nicelerinin boğulduğu o cünun sahrâsına gözü açık bir surette aklımın refakatinde girerken, kalbimin gördüğü şeyleri, aklım, âdeti üzere, kendi ölçeklerine sarıyor, kendi terazisiyle tartıyor ve onlara burhanlar vasıtasıyla tutunuyordu. Onun için, bu risalenin meseleleri, bu cihetten, burhana dayanan istidlâli meselelere benzer hal almış bulunuyor.

Fikir ve ilim cihetinde şaşkınlığa düşenler, kendilerini felsefî düşüncelerin kaygan zemininden kurtaracak bir vasıta olarak bu bahislerden istifade edebilirler.

Hattâ, bu meseleler geliştirilip tanzim ve izah edildiği takdirde, onlardan, bu zamanın fikrî dalâletlerine karşı gayet kuvvetli ve sağlam bir akaid-i imâniye ile yeni bir ilm-i kelâm çıkarmak da mümkün olabilir.

Hattâ, aklı kalbine karışmış, yahut kalbi kesret ufuklarında dağınık vaziyetteki aklına iltihak etmiş kimseler için de, bu meselelerden, demiryolu gibi sağlam ve güvenli bir yol çıkarmak ve Kur’ân-ı Kerimin irşadı altında o yola girmek pekalâ mümkün olabilir. Neden olmasın? Risalelerimde güzellik namına her ne varsa Kur’ân’ın feyzindendir.

Allah’a hamd olsun ki bu yolda Kur’ân benim mürşidim ve üstadım olmuştur.

Evet! Kim ona yapışırsa, kopmaz ve kırılmaz, sapasağlam bir kulpa yapışmış demektir.[6]

[İlk yayın tarihi: 9 Mayıs 2020]


Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:

https://www.kitapoba.com/kalem-yazmak-zorunda

https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek


[1] Birinci Said (Barla Platformu), İstanbul: İstanbul İlim ve Kültür Vakfı, 2011, s.166.

[2] Necmeddin Şahiner, Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursî’yi Anlatıyor (İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1993), c. 1, s. 160.

[3] Necmeddin Şahiner, Bediüzzaman Said Nursî ve Nurculuk Hakkında Aydınlar Konuşuyor (İstanbul: Yeni Asya Yayınları, 1979), s. 121.

[4] A.g.e., s. 162.

[5] A.g.e., s. 316.

[6] “İfade-i Meram,” Arapça Mesnevî-i Nurî Tam Tercümesi (müt. Ü. Şimşek), s. 196-197.

29 Haziran 2021 Salı

Yüz yıl öncesinden bir Kur'ân'a dönüş reçetesi


***

Yirminci yüzyılın başlarında Bediüzzaman insanları Kur’ân’a yönelmeye çağırırken niçin İmam Mâlik’in Muvatta’ını örnek gösterdi?

ÜMİT ŞİMŞEK

– 1 –

Bundan tam bir asır önce bugün Sebilürreşad’ın 6 Mayıs 1336 (1920) tarih ve 463 numaralı nüshasında yayınlanan “Kur’ân-ı Azîmüşşânın Hakimiyet-i Mutlakası” başlıklı makalesinde, Bediüzzaman Said Nursî bugün hâlâ tartışılmakta olan bir konuyu gündeme getirmişti.[1]

İnsanların dinde gösterdikleri ihmal ve gevşekliğin sebebi olarak şeriat kitaplarının Kur’ân’a ayna olacakları yerde – “mukallitlerin hatâsı yüzünden” – perde halini almış olmalarını gösteriyordu Bediüzzaman. Eğer insanlar dinlerinin zaruriyatını öğrenmek için başvurdukları kitaplarda doğrudan doğruya Kur’an’a yönlendirilmiş olsalardı, kaynağın kudsiyeti onların vicdanlarını uyandıracak ve harekete geçirecekti.

Bediüzzaman’ın bu problem için sunduğu iki çözümden[2] birisi “şeriat kitaplarını şeffaf bir tefsir suretine çevirip içinde Kur’ân’ı göstermek” idi. “Bir adam İbni Hacer’e nazar ettiği vakit, Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek maksadıyla nazar etmeli. Yoksa İbni Hacer’in ne dediğini anlamak maksadıyla değil” diyor ve Selef-i Salihînin kitaplarını, bilhassa İmam Malik’in Muvatta’ı ile İmam-ı Âzamın Fıkh-ı Ekber’ini bu konuda örnek olarak gösteriyordu.

Muvatta’ı niçin ve hangi özellikleriyle örnek gösterdiği konusunda Bediüzzaman bir açıklama yapmıyor. Ancak Faslı âlim Prof. Dr. Abdülkerim Akyevî, Risale-i Nur’un mütercimi İhsan Kasım Salihî’nin bir sorusuna cevaben yazdığı makalesinde bu hususu çok güzel bir şekilde açıklıyor.[3] Bu açıklamaların ana noktalarını şu şekilde özetleyebiliriz:

  • Muvatta’, en önce telif edilen fıkıh ve hadis kitabıdır; Etbâ’-i Tâbiînden olan müellifi İmam Malik, Sahabeye yakın bir zamanda, ihtilâflar henüz çoğalmamışken, Dârü’s-Sünne olarak bilinen Medine’de yaşamış, burada Sahabenin, bilhassa Hz. Ömer’in ilmine vâris olan kimselerden ilim almıştı. Eseri olan Muvatta’ ise hem fıkıh, hem hadis kaynağıdır, ancak asıl olan hadistir; böylece Nebevî sünnetin hüccet olma özelliği onda ortaya çıkar. Aynı zamanda, Nursî’nin “Kur’ân-ı Kerimin hakimiyeti” adını verdiği husus da tezahür eder. Şöyle ki:
  • İmam Malik, bir hususta fıkhî bir hüküm ortaya koyacağı zaman, eğer o konuda bir âyet varsa önce onu yazar. Sonra konuyla ilgili hadisleri alır. Onun peşinden Sahabe ve Tâbiînin sözlerini, arkasından da Medine ehlinin tatbikatını nakleder. Nihayet, bu konuda kendisinin bir reyi varsa en son olarak onu kısaca zikreder. Bu yöntem sayesinde Kur’an ve Sünnetten getirilen delillerle güçlenen ahkâm, pek çok fıkıh kitabında bulunmayıp da Nursî’nin işaret ettiği kudsiyet özelliğini kazanır.
  • Muvatta’da Kur’ân’ın hakimiyeti o kadar açıktır ki, İmam Malik, Kur’ân’ın zahirine aykırı gördüğü hadisleri, velev senedleri sahih bile olsa, terk eder.
  • İmam Malik, bunun yanı sıra, Kur’an, Sünnet ve Sahabe fetvâlarıyla delillendirdiği fıkhı âdâb-ı şer’iye ve ahlâk-ı İslâmiye bahisleriyle de mezcetmiştir.

Akyevî, özetleyerek aktardığımız bu görüşlerine, İmam Malik’in Muvatta’da sergilediği nezih ihtilâf ahlâkını, farklı düşüncelere verdiği değeri, kendisinde olmayan ilmin başkasında bulunma ihtimaline daima önem vermiş olmasını da ilâve ediyor ve bu ahlâkı yitirmiş olmamıza Bediüzzaman’ın esef ettiğini kaydediyor.

Prof. Dr. Abdülkerim Akyevî’nin derin bir vukufla yaptığı bu tahlil, Bediüzzaman’ın onca eser arasında niçin İmam Malik’in Muvatta’ını örnek gösterdiğini açıklığa kavuşturuyor. Gönül isterdi ki, ilmihallerimiz de dahil olmak üzere fıkıh kitaplarımız, dinin içtihada tâbi olmayan zaruriyat kısmında bu metodu takip etsin, okutanlar ve okuyanlar da aynı yolu izleyerek asıl kaynakla ve kaynağın kudsiyetiyle irtibatlarını sürekli şekilde canlı tutabilsinler.

Meseleye okuyucu açısından yaklaşacak olursak, dinin zaruriyatından herhangi bir mesele için bir kaynağa başvuran kimse için de “Şu veya bu âlimin bu konuda ne söylediğini değil, Kur’ân’ın ne dediğini anlamak maksadıyla o esere yönelsin” diyebiliriz. Bu takdirde müellifler de kamuoyunun bu arzusuna karşı bigâne kalmayacak, onların ihtiyaçlarına cevap verebilmek için eserlerini bu şekilde telif etmeyi tercih edeceklerdir. Bunun sonucunu ise Bediüzzaman şöyle tasvir ediyor:

Eğer cemaat-i İslâmiyenin hâcât-ı zaruriye-i diniyesi bizzat Kur’ân’a müteveccih olsaydı, o Kitab-ı Mübîn, milyonlarca kitaplara taksim olunan rağbetten daha şedit bir rağbete, ihtiyaç neticesi olan bir teveccühe mazhar olur ve bu suretle nüfus üzerinde bütün mânâsıyla hâkim ve nâfiz olurdu. Yalnız tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesinde kalmazdı.

***

Bediüzzaman’ın meşhur makalesinin yayınlandığı Sebilürreşad dergisi. Derginin tamamının PDF’sine https://katalog.idp.org.tr/pdf/7206/13082 adresinden erişebilirsiniz.

“Kur’ân-ı Azîmüşşânın Hakimiyet-i Mutlakası”nın neşrinden bugüne kadar tam bir asır geçti. Bediüzzaman’dan epey zaman sonra da Kur’ân’a yönelmek ihtiyacını dile getiren yayınlar yapıldı, hattâ bunlardan bazıları toplumda geniş yankılar uyandırdı. Ne çare ki, toplumda geniş yankılar uyandıran yayınlar, Bediüzzaman’ın reçetesinde zikrettiği, ancak “zulüm” olarak niteleyip iltifat etmediği türden yayınlardı. Nitekim bunların büyük kısmı, yüzyılların birikimini yok sayarak insanları büyük bir irfan kaynağından uzaklaştırdılar, ama Kur’ân’a da çok fazla yaklaştıramadılar. Gerçi topyekûn ele alındığında bu çabaların toplumda genel mânâda bir Kur’ân hassasiyetinin vücuda gelmesini sağladığı söylenebilir; bununla birlikte, gelinen merhalenin, Bediüzzaman’ın hayal ettiği seviyede bir rağbetten henüz çok uzakta olduğu bir gerçektir.

Bu arada, Bediüzzaman’ın kendisi binlerce sayfalık bir külliyat telif etti. Risale-i Nur Külliyatı adını alan bu eserler toplumun bütün tabakalarında sadece okuyucu bulmakla kalmadı, aynı zamanda büyük bir cemaatin, sonra ondan dallanıp budaklanan cemaatlerin vücuda gelmesine vesile oldu.

Peki, Bediüzzaman Sebilürreşad’daki makalesinde teklif ettiği ölçüleri Risale-i Nur’da uyguladı mı?

Uyguladıysa hangi yöntemi veya yöntemleri takip etti?

Bu yöntemlerin okuyucu üzerindeki tesiri ve toplumdaki yankıları ne oldu?

Bediüzzaman’ın eserlerini okuyanlar Kur’ân ile buluşuyor mu?

Bu eserler etrafında toplanan insanlar bugün Bediüzzaman’ın ne dediğini öğrenmek için mi, yoksa Kur’ân’ın ne dediğini öğrenmek için mi okuyorlar?

Bu eserlerin ve bu okumaların toplumda “Kur’ân’ın hâkimiyet-i mutlakasına” katkıları ne seviyededir?

Bunlar ve benzeri sorulara ilerideki bölümde cevap aramak niyetindeyiz. Ancak, Risale-i Nur’a geçmeden önce, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’dan önceki hayatının kilometre taşlarına kısaca temas etmek aydınlatıcı olacaktır.

[İlk yayın tarihi: 6 Mayıs 2020]


Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:

https://www.kitapoba.com/kalem-yazmak-zorunda

https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek


[1] Makalenin Latin alfabesiyle deşifresi için bkz. http://erisale.com/#content.tr.15.321

[2] Gerçi Bediüzzaman burada üç çözüm zikrediyor; ancak birincisi – günümüzde moda olduğu gibi – müellifleri şiddetli tenkitlerle gözden düşürüp ortada sadece Kur’ân’ı bırakmaktan ibaret olduğu için, bunu “zulüm” olarak niteliyor ve üzerini çiziyor.

[3] Abdülkerim Akyevî, “el-Muvatta’ fî Rasâili’n-Nur,” İşrakatu Nuriyye mine’d-Diyâri’l-Mağribiyye, s. 192-196.

27 Haziran 2021 Pazar

Hıristiyanlar Cennete girecek mi?


***

Mâide sûresinin 72-75. âyetlerini okuduğumuz 314. Kur’an Buluşmasının özeti ve video kaydı


Hıristiyan inancı Allah katında makbul bir iman yerine geçer mi? Hıristiyanlar Cennete girebilir mi?

Bu sorular, Kur’an Buluşmalarının 314. bölümünde okuduğumuz Mâide sûresinin şu mealdeki 72-75. âyetlerinde cevaplandırılıyordu:

“Allah Meryem oğlu Mesih’in kendisidir” diyenler kâfir oldular. Halbuki Mesih onlara, “Ey İsrailoğulları,” demişti. “Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Kim Allah’a ortak koşarsa Allah ona Cenneti haram kılar; onun varacağı yer ateştir. Zalimlerin ise hiçbir yardımcısı olmaz.”

“Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler kâfir oldular. Oysa tek bir Tanrıdan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer bu söylediklerinden vazgeçmezlerse, onların kâfir olanlarına acı bir azap dokunacaktır.

Hâlâ Allah’a dönüp de bağışlanmalarını istemeyecekler mi? Oysa Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.

Meryem oğlu Mesih ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmişti. Onun annesi ise sıddık bir hanımdı. İkisi de yiyip içerdi. Bir onlara âyetleri nasıl açıkladığımıza bak, bir de onların nasıl yüz çevirdiklerine!

Bu âyetleri okurken, kendi inançlarını Hıristiyanların nasıl açıkladıklarına da temas ettik. Bu konuda Hıristiyan kaynaklarından aynen aktardığımız açıklamalar, Teslis inancını açıklamak bir yana dursun, büsbütün karışık ve iç içe tezatlar barındıran beyanlardan öteye gidemediğini gösterdi. Hattâ, yüzyıllardır birbiri peşin sıra yapılan bu açıklamalar, zaten karmaşık ve çelişkili bir inanç sistemi olan Teslis inancını daha da karmaşık hale getiriyor, her açıklama bir öncekini daha da muğlâklaştırıyor ve salikleri neye inanacağını bilemez hale getiriyordu.

Kur’ân ise son derece açık, net ve herkes tarafından rahatça anlaşılacak şekilde, insanları herşeyin yaratıcısı olan, hiçbir ortağı bulunmayan, ilmi ve kudreti herşeyi kuşatan, sonsuz rahmet sahibi Allah’a iman etmeye çağırıyor, bu daveti kabul edenlere ise bağışlanma ve ebedî saadet vaad ediyordu.

314’üncü Kur’an Buluşmasına ait video kaydını buradan izleyebilirsiniz:

UTESAV organizasyonuyla gerçekleşen ve daha önce MÜSİAD Genel Merkezinde yapılan Kur’an Buluşmaları, salgın sebebiyle bir müddettir https://www.youtube.com/erdemlihayat adresinden Cumartesi günleri 18:00-18:45 saatleri arasında yayınlanıyor. Kur’an Buluşmaları ile ilgili gelişmeleri kaçırmamak için bu sayfaya abone olabilirsiniz.