SON EKLENENLER
latest

16 Temmuz 2021 Cuma

RİSALE-İ NUR BEŞER KELÂMIDIR

*


**

İlham ile vahiy arasındaki keskin çizginin ihmal edilmesi, Risale-i Nur’un mahiyeti hakkında bazı yanlış ve tehlikeli inanışların yaygınlaşmasına yol açtı. Çözüm ise her zamanki çözüm: Kur’ân ve Sünnet.

ÜMİT ŞİMŞEK

– 13 –

Risale-i Nur Külliyatından herhangi bir eserin kapağına baktığınızda, kitap isminin altında, “Müellifi: Bediüzzaman Said Nursî” yazısını görürsünüz. Bu, o kitabın içindeki bilgilerin Bediüzzaman tarafından derlenip düzenlenerek ve yorumlanarak kaleme alındığını gösterir. Bütün Risale-i Nur naşirleri, en başından bugüne kadar bu eserleri bu şekilde yayınlayagelmiştir.

Bu kadarı, bir eseri, ne kadar mükemmel olursa olsun, kutsal metin haline getirmez; bunda şüphe yoktur.

Ne var ki, eserlerin Risale-i Nur cemaatleri içinde gördüğü muamelenin ekseriyet itibarıyla bir beşer telifinden daha ötelere vardığı da inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Bu telâkkiye ise, Risale-i Nur Müellifinin eserler hakkında zaman zaman kullandığı “ilham, sünuhat, yazdırıldı” gibi ifadelerden yola çıkılarak varıldığı bilinmektedir.

Bu kavramlar üzerinde uzun uzadıya durup hangisinin hangi anlamda kullanıldığını araştırarak konuyu açıklığa kavuşturmak mümkünse de, sonunda yine herkes kendi anladığı şıkkı tercih edeceği için, herkesi bir yerde birleştirecek bir çözüme ulaştırmak mümkün gibi gözükmüyor. Fakat ihtilâflar imana dair hassas konular etrafında cereyan ettiği için, hiç değilse ana hatlarıyla bazı noktalarda buluşmak, arkasından da bu kelimelerin anlamlarını daha ötelere taşımamıza izin vermeyecek sınırları kesin olarak belirlemek, fikirlerin sağlıklı bir zeminde tartışılmasını sağlayacaktır inancındayız.

Her ne kadar bu konudaki problemli yorumlar ekseriyetle “ilham” kelimesinden yola çıkıyorsa da, bu kelimenin o kadar problemli bir şekilde anlaşılması için sebep yoktur. Çünkü ilham hepimizin âşinâ olduğu bir kavramdır; özellikle bilim dünyasının buluşları ile fikir ve sanat eserlerinde bu kavramın ne kadar önemli bir yer işgal ettiğini bilmeyenimiz yoktur. Hattat Hamid hatıralarında Şişli Camiinin hatlarından birini istiflemek için günlerce uğraştığı halde bir türlü içinin rahat ettiği bir kompozisyonu yakalayamadığını, ancak çaresiz bir şekilde Allah’a yakararak gözlerini kapadığı bir anda aradığı istifin hayalinde canlandığını anlatır. Münir Nurettin Selçuk’un Aziz İstanbul’u bestelerken bütün bir gecelik uğraşmasıyla yakalayamadığı ilhamı Beylerbeyi Camiinden gelen ezan sesiyle yakaladığı da yaygın şekilde bilinen ilham hatıralarındandır. Sanat âlemine ciddî bir eser armağan etmiş hangi sanatkâr ile konuşsanız, bunlara benzer hatırlarla karşılaşmanız çok kuvvetle muhtemeldir. Hattâ, Bediüzzaman, insan icadı olarak bakageldiğimiz teknoloji harikalarının da ilham-ı İlâhî eseri olduğunu söyler.[1]

İlham Allah’ın ihsanı olmakla birlikte, hem öncesinde, hem de sonrasında insandan yoğun bir çaba ister. Çoğu zaman da insanın kendisini en âciz hissettiği zamanlarda gelir. Ama onun gelişiyle iş bitmez, ondan sonra da onun bir esere dönüşmesi, ekseriyetle yine ilhama mazhar olan kişinin alın terine ihtiyaç gösterir – bir şiir veya bir senfonide olduğu gibi.

Bediüzzaman Said Nursî’nin yaşayışına baktığımızda, insanın gücünü son zerresine kadar harcayan çabalarla, bu çabaların karşılığında ihsan edilen ilhamlarla, sonra bu ilhamları insanlık âlemine bir külliyat halinde sunmak için verilen insanüstü emeklerle yoğurulmuş bir hayatla karşılaşırız. Onun Mesnevî-i Nuriye adlı şaheserinin arka planında Kostroma gecelerinin, Sarıyer ve Yuşa Tepesindeki halvethanelerin bitip tükenmek bilmeyen çileleri vardır. Çam Dağının insandan ve insanı hatırlatan herşeyden uzak tepelerinde, ışıl ışıl gökkubbenin altında yapayalnız geçirilen ve inanılmaz yoğunlukta tefekkürata sahne olan haftaların ve hattâ ayların mahsulü ise, gerek bu tefekkürat sırasında ve gerekse daha sonra Risale-i Nur’un peş peşe telif edilen bir kısım eserleri olmuştur.

“Bir kısım eserleri” – çünkü Bediüzzaman Risale-i Nur’un ekseriyetle ilham değil, “Kur’ân’ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünuhat ve istihracat-ı Kur’âniye” olduğunu söyler ki, bu ifadede geçen “sünuhat” ve “istihracat” kelimeleri müellifin ihtiyar ve iradesinin ilhama nisbetle daha ön planda olduğunu gösteren kelimelerdir. Nitekim eserlerinin bazı yerlerinde Bediüzzaman risaleleri telif ederken bazan istemeden tekrarlara girmiş olmaktan yakınır ve bunları unutkanlığına verir ki, bu tür ifadeler, ilham veya sünuhat şeklinde kendisine açılan bazı hakikatleri bizzat tanzim ve telif ettiğini açıkça beyan eden sözlerdir. [2]

“Yazdırıldı” şeklindeki ifadeler ise Bediüzzaman’ın dünya hayatına ait herşeyden ilgisini kesmiş bir şekilde Kur’ân’a yönelişinin neticesi olarak kalp ve ruh aynasına yansıyan İlâhî hakikatleri yine bir İlâhî lütuf eseri olarak harikulâde bir üslûpla kaleme almasına kendisinin verdiği isimdir ki, Müellif bununla Risale-i Nur’un kendi malı olmadığını, ondaki bütün güzelliklerin Kur’ân hakikatlerinden yansıyan güzelliklerden ibaret olduğunu ifade etmektedir. İsterseniz, bu ifadenin geçtiği yerlerde cümleleri “yazdım, telif ettim, açıkladım” gibi fiillerle değiştirerek bir daha okuyun; bu okumadaki “ben / ene / ego” unsuru o cümlelerin ruhunu çekip çıkaracak ve geriye kupkuru bir ansiklopedi metni kalacaktır. Oysa, az önce işaret ettiğimiz gibi, eserlerinin telifi konusunda Bediüzzaman’ın şahsını öne çıkardığı yerler, ancak bir hatâ veya kusur söz konusu olduğu zamanlardır. Burada kısaca temas edip geçtiğimiz bu konuyu daha ayrıntılı ve doyurucu bir şekilde okumak isteyenler, Metin Karabaşoğlu’nun Saykal adlı eserine başvurabilirler.[3]

Diğer yandan, bazı şeyleri doğru bir şekilde anlamanın bir yolu da, o şeyin ne olduğundan ziyade, ne olmadığını peşin olarak belirlemektir. Böylelikle hatâ ihtimallerinin en önemlilerini daha işin başında devre dışı bırakmış oluruz. Şu andaki konumuzda ise bunun bir zaruret olduğunu dahi söyleyebiliriz. İlham, sünuhat ve benzeri kelimeler, ne kadar açıklanırsa açıklansın, okuyanların zihinlerinde farklı şekillerde algılanabilirler. Bu durumda en emniyetli yol, sınırları net olarak çizmek ve bu kelimelerden hangi anlamın çıkarılamayacağını belirtmek olacaktır. Bu anlam, “vahiy” anlamıdır. Hangi tanım ve telâkki Risale-i Nur’un telifini netice veren süreci vahiy ile karıştırılacak bir konuma taşıyorsa, peşin olarak bilinsin ki bu yanlış ve tehlikeli bir telâkkidir; önce bunun altını kalın çizgilerle çizmiş olalım.

Bu konuda ciddî uyarılara gerçekten ihtiyaç vardır; çünkü insanların büyük bir muhabbetle bağlandıkları şeyi överken itikadlarını tehlikeye düşürecek kadar aşırıya kaçabildiklerine dair örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Usulüddin sınırları içinde kalındığı müddetçe bu problemleri önlemek mümkündür ve kolaydır; ancak tasavvuf gibi, hislerin coşkunlaştığı âlemlerin çekim alanına yaklaşıldığında ilmî ölçülerin buharlaşabildiği de bir başka gerçektir ve bunun en hayret verici örneklerinden biri, tasavvuf dünyamızın en önemli eserlerinden biri olan Mesnevî’nin önsözünde, Kur’ân’ı tasvir eden ve mânâsı tamamen Kur’ân’a has olan bazı âyetlerin[4] kelimesi kelimesine aynı lâfızlarla Mesnevî’yi anlatır şekilde yer almış olmasıdır.

Gerçi Mesnevî’ye yapılan bu muamelenin bu kadar sarih bir şekilde Risale-i Nur’a yapıldığını henüz görmüyoruz; ama eserler hakkında halen yaygınlaşmış bulunan kanaat, bundan çok da uzak düşmüyor. Ve bu kanaat, Risalelerin kelimesi kelimesine Üstada yazdırıldığı şeklinde bir akideye doğru evriliyor. Bu inancın sonucu olarak da, beşere has olan hatâ ve kusur gibi özelliklerin Risale-i Nur için asla söz konusu olamayacağı, onun bütün ifade ve hükümlerinin kıyamete kadar bâki olduğu iddiası açıkça dillendiriliyor. Metin halinde Üstada dikte ettirilen, hatâ ve kusurdan münezzeh olan ve her bir hükmü kıyamete kadar bâki olan bir şey vahiyden başka ne olabilir? Ve böyle bir şeye inanan kimsenin sahih bir İslâm inancına sahip olduğunu kim iddia edebilir? Oysa Risale-i Nur, zamanımızın inkâr cereyanlarına karşı insanların imanlarını kurtarmak, korumak ve onların hayatlarını imanın güzellikleriyle süslemek için telif edilmişti. Fakat nasıl hayat kurtarmak için terkip edilmiş bir ilâç yanlış kullanım sebebiyle insanların hayatına mal olabiliyorsa, iman kurtarmak için telif edilen Risale-i Nur gibi bir eser de yanlış ellerde insanların imanı için bir tehlikeye dönüşebiliyor!

Böyle bir tehlikeye düşmekten korunmak için, hiçbir zaman hatırdan uzak tutmamamız gereken bir hakikat var ki, onu açıkça telâffuz etmeli ve her türlü vesvese durumunda hemen hatırlayıp tekrarlamalıyız:

“Risale-i Nur beşer kelâmıdır!”

Evet, Risale-i Nur beşer kelâmıdır. Bediüzzaman’ın Risalelerle ilgili olarak söylediklerini nasıl anlarsak anlayalım, ama mutlaka bu çerçeve içinde, onu hiçbir zaman beşer kelâmı olmaktan daha öteye taşımayacak bir şekilde anlamak zorundayız. Kur’ân ve Sünnetin hakemliğine olan ihtiyacın kendisini en şiddetli bir şekilde hissettirdiği konulardan birisi de işte bu konudur. Eğer Bediüzzaman Said Nursî’nin bize doğru yolu gösterdiğine inanıyorsak, o yol Kur’ân ve Sünnetten başka bir yere çıkmayacaktır. Onun için, onun her cümlesini, her hükmünü, her tavsiyesini Kur’ân ve Sünnet ölçüleri çerçevesinde anlamakla yükümlüyüz. Bu da, Risale-i Nur ve onun bize öğrettiği şeyler hakkındaki telâkkilerimizi Kur’ân ve Sünnete arz etmekle bizi yükümlü kılar.

***

Risale-i Nur’u incelerken dikkate almamız gereken bir diğer önemli nokta da onun çok yönlü bir eser olduğudur ki, bu farklı yönler farklı şekillerde ele alınmayı gerektirir.

Her şeyden önce, Risale-i Nur sadece bir eser olmakla kalmayıp aynı zamanda bir hizmet tarzı, bir meslek, Kur’ân ve iman hizmetinde bir yol haritası anlamına geldiği için, onun bu yönünü ayrıca ele almak icap edecektir.

Risale-i Nur’un diğer yönü ise ilmî yönüdür; bunu da iman ilimleri ve sair ilmî konular olmak üzere ikiye ayırabiliriz.

Sair ilmî konular da dinî konular ile beşerî ilimler (sosyal ve kevnî konular) olarak iki başlık altında incelenebilir.

Bir hizmet tarzı olarak ele alırsak, Risale-i Nur, insanların imanlarını her türlü tehlike ve saldırılardan kurtarmayı ve korumayı ana hedef olarak belirlemiştir diyebiliriz. Bu hizmet tarzının bütün özellikleri ve kuralları bu ana gaye etrafında şekillenmiştir. Müellifin “müsbet hareket” adını verdiği ilke, siyasetten uzak kalmak, bu hizmeti maddî veya manevî hiçbir menfaate âlet etmemek gibi ilkeler ile “acz, fakr, şefkat, tefekkür” olarak saydığı esaslar Risale-i Nur hizmetinin kimliğini ve istikametini belirleyen temel kaidelerdir. Risale-i Nur hizmetini benimseyen ve Risale-i Nur’u öne sürerek faaliyetlerde bulunan kimselerin bu esasları aynen Müellifin belirlediği şekilde uygulamakla yükümlü olmalarında yanlış bir şey yoktur. Yanlış olan, bu hizmet tarzını yegâne hizmet olarak algılayıp başka hizmet modellerinin de olabileceğini kabul etmemek veya daha başka metodlar aşılayarak bu hizmet tarzını farklı bir şekle sokmaya teşebbüs etmektir.

İman hakikatleriyle ilgili bahisler ise, Risale-i Nur Külliyatının kimliğini teşkil eden ve insanlığa keşfetmekle bitirilemeyecek bir tefekkür hazinesi sunan kısmıdır. Bu kısımda sadece teorik bilgiler değil, yaşanan bir hayatın neş’esi okunur. Ve bu neş’e ile, hayatta Esmânın tecellîleri, Esmânın tecelliyatında da Yer ve Gökler Rabbinin huzur ve muhabbeti yaşanır. Bu bahislerin her biri, okuyucuya hayatının her ânını ilim, marifetullah ve muhabbetullah içinde yaşatacak yöntemler sunar. Risale-i Nur Külliyatının büyük kısmını meydana getiren bu bahisler, büyük ekseriyetiyle, üzerinde ittifak edilen imanî bahislerdir; onun için bu kısımda hatâ söz konusu olmaz, ancak yorum ve içtihad farklarından söz edilebilir.

Külliyatın sair bahislerine gelince, bunlar Bediüzzaman Said Nursî’nin bakış açısını ve son derece değerli yorumlarını içeren bahisler olmakla birlikte, bunlarda imanî bahislerdeki gibi bir kesinlik ve hatâsızlık aramak doğru olmaz, zaten mümkün de değildir. Zira bu konularda mesele asıldan ayrılıp fer’îleşmekte, fer’î meselelerde ise bakış açıları, yorumlar ve içtihadlar dallanıp budaklanmakta, işin içine bir de değişen zamanın şartları karıştığında farklı anlayışlar için meydan alabildiğine genişlemektedir. Kevnî ilimlere (pozitif bilimlere) dair bahislerde ise, bu konulara temas eden bir kimsenin bazı sözlerinde yanılması bir ihtimal meselesi değil, kaçınılmaz gerçeğin ta kendisidir. Çünkü beşerî ilimlerde bir günün bilimsel gerçeği ertesi günün hurafesine dönüşebilmekte, bazan bu değişimler en temel kabullerin sorgulanmasına, hattâ bütünüyle reddine ve ders kitaplarının yeniden yazılmasına yol açabilmektedir. Bu gerçeğin en gerçekçi ifadesi, tıp fakültesi öğrencilerine ilk öğretim yılının başlangıcında söylenmesi birçok ülkede âdet haline gelen şu söz olsa gerektir: “Önümüzdeki yıllar içinde burada size öğreteceklerimizin yarısı yanlış çıkacak; ama hangi yarısı olduğunu bilmiyoruz.” Bediüzzaman’ın pozitif bilimlere dair bilgisinin kaynağı olarak bildiğimiz şey, ilk hayatında Tahir Paşanın konağında okuduğu kitaplardan ibarettir. Ondan sonraki hayatında, hele Barla sürgünü ile başlayan Risale-i Nur’un telifi döneminde, pozitif bilimlerle temas kurmasını sağlayacak hiçbir imkâna sahip olmadığı ise herkesin malûmudur. Bu sebepten, Risalelerde pozitif bilimin inceleme alanına giren konularla ilgili olarak verilen bilgilerden bazılarının geçerliliğini kaybetmiş olması muhtemel değil muhakkaktır ki, çekim kuvvetinin hareketten doğduğu görüşü, arı beyi, yer merkezinin sıcaklığı gibi konular bunlar arasındadır.

Bütün bunların yanı sıra, Risale-i Nur’un iman hizmetine dair bahisleri arasında yer almakla beraber, çok farklı bir mahiyete sahip olan istihraçlar da Risale-i Nur Külliyatı adı altında yer almaktadır. Bunlar, ekseriyetle, Risale-i Nur’un en çileli dönemlerinde bütün dünyaya karşı var olma mücadelesi veren ve onca baskı ve takiplere rağmen hizmetlerini hiçbir zaman aksatmaksızın eserleri bütün vatan sathına yayan Risale-i Nur talebelerine hizmetlerinin önemini hatırlatmak ve onların maneviyatlarını takviye etmek amacıyla kaleme alınan mektuplardır. Bu mektupların da önemli bir bölümü bugün Sikke-i Tasdik-i Gaybî adı altında yayınlanmakta olan kitapta toplanmış olmakla birlikte, bu eser Bediüzzaman tarafından değil, onun vefatından sonra talebelerinden birisi tarafından yayınlanmış, daha sonra da aleniyet kazanmıştır. Oysa hem içerik ve hem de yöntem itibarıyla Risale-i Nur’un ana yapısından çok farklı bir mahiyete sahip olan ve genele değil, çok özel bir kesime özel bir zaman zarfında muvakkaten hitap etmiş bulunan bu mektuplar belli bir zaman için bir fonksiyon ifa etmiş, ondan sonra da müellifi tarafından bir daha neşredilmemişti. Bediüzzaman’ın sadece eserlerini telif ederken değil, neşrederken de kamuoyunun durumunu dikkate aldığına dair başka örnekler de vardır. Meselâ Âyetü’l-Kübrâ’nın mukaddimesinde yer alan ve bütün mahlûkatı iç içe zikir halkaları halinde tasvir eden harikulâde bir tefekkür bahsi Osmanlıca Şualar’da yer alırken Latin harfleriyle yayınlanan Şualar’a dahil edilmemiştir ki, bunda zamanın pozitivist telâkkileri karşısında Âyetü’l-Kübrâ’nın anlaşılmama endişesinin rol oynadığı anlaşılıyor. Muhtemelen aynı mülâhaza ile, sinekle mücadelenin bilimsel politikalar gereği yürütüldüğü bir zamanda, Sinek Risalesi de Lem’alar’ın Latince baskılarına alınmamıştı.

Bütün bunlar açıkça gösteriyor ki, bugün Risale-i Nur Külliyatı olarak okuduğumuz eserlerin hepsi birden aynı önemi haiz eserler değildir; önem itibarıyla olduğu kadar, içerdikleri bilgilerin mahiyet ve sıhhati açısından da bunların hepsini aynı muamele tâbi tutmanın hiçbir haklı gerekçesi yoktur.

***

Buraya kadarki tesbitlerimizi iki madde halinde özetleyebiliriz:

Birincisi: Risale-i Nur beşer kelâmıdır.

İkincisi: Risale-i Nur Külliyatını teşkil eden eserlerin hepsi birbirinin aynı mahiyette değildir; bu eserler gerek konu ve gerekse önem itibarıyla farklı derecelere sahiptir.

Bu iki maddenin ikisi de Risale-i Nur ile ilgili tasavvurların sıhhatini ortaya çıkaracak kapasiteye sahiptir ve bu bakımdan çok önemli ölçütlerdir.

Eğer “Risale-i Nur beşer kelâmıdır” şeklindeki hükme “Ama…” ile başlayan bir itiraz işitiyorsanız, bilin ki orada sahih İslâm inancından ciddî bir sapma vardır ve “ama”dan sonra gelecek olan cümle bu sapkın inanca kılıf geçirme çabasından başka birşey olmayacaktır.

İkinci cümleye yöneltilecek itirazların durumu da aynıdır. Bütün eserleri birden ya aynen kabul etmek veya içlerinden bir kısmının reddini bütünün reddiyle aynı muameleye tâbi tutmak ancak Allah katından indirilen kitaplara has olan bir muameledir; Risale-i Nur’u bu muameleye tâbi tutmak, ona vahiy muamelesi yapmak anlamına gelir.

Bunlar apaçık gerçekler olmakla beraber, halihazırdaki Risale-i Nur cemaatlerinin önemli bir kısmı tarafından bu gerçeklerin itiraf edilebileceğine ne yazık ki ihtimal veremiyoruz. Bilâkis, bu konuda haddi fazlasıyla aşan söz ve uygulamalara şahit oluyoruz ve bunlara sürekli olarak yenileri ekleniyor; tepki olarak ise Risale-i Nur cemaatlerinden kayda değer bir ses işitmiyoruz.

Risale-i Nur derslerine ait videolarıyla şöhret yapan birisi, canının çok sıkkın olduğu bir zamanda Kur’ân okuyarak ferahlamaya çalıştığı halde tam olarak ferahlayamadığını, ama Risaleden bir bahis okur okumaz bütün sıkıntısının gittiğini ve gülüp oynamaya başladığını, “Risaleleri gönderen ve yazdırtan Allah’a yemin ederek” anlatıyor.[5]

Bir başkası, günde yetmiş defa istiğfardan söz eden hadis-i şerif hakkında, “Bir Nur talebesi, bunu günde on sayfa risale okuma emri biçiminde yorumlayabilir” diyerek içtihadda bulunuyor.[6]

Bundan önceki bir yazıda, Risale-i Nur talebelerinin siyasete nikâhlanmış halinden ve anarşik hadiselere kadar varan siyasî çatışmalarından bunalan bir gencin onların arasından ayrılarak Hıristiyanlara katıldığını ve bugün bir Hıristiyan cemaatinin ruhanî reisi mevkiine geldiğini yazmıştım.[7] Bir kardeşimiz merak edip mail atmış, “Bu pastör hâlâ Nurları okuyor mu?” diye soruyor. Endişesini anlıyoruz: İrtidad etmiş olabilir, o kadar önemli değil; ya bir de Nurları okumayı bırakırsa? Tabii, bu soruda, Nurların onu irtidad etmekten alıkoyamadığına dair bir itiraf da yatıyor!

İşin en kötü tarafı da şurası ki, bunlar gibi nice akıl almaz uygulamalar peş peşe zuhur ederken, bunlara karşı uyarılar da hiçbir anlam ifade etmez hale gelmiş bulunuyor. Kur’ân ve Sünnet zaten devre dışı; Risale-i Nur ise, anlaşılmadan okunması gereken bir kutsal metin muamelesi görüyor. Çünkü Bediüzzaman’ın “iman hakikatlerinden insanın manevî lâtifelerinin de istifade edeceğini” bildiren ifadeleri artık “Anlamadan okuyun ki lâtifeleriniz doysun” şeklinde anlaşılıyor. Böylesi herkes için daha kolay: Okuyanlar anlama zahmetinden, büyükler de sorulara cevap verme külfetinden kurtulmuş oluyorlar. Ayrıca böyle bir topluluğa her gün yeni üretilmiş birşeyler satmak pek kolay oluyor. Ama bir yandan da insan düşünmeden edemiyor: Bediüzzaman eğer Risaleleri anlamadan okumakla övünen haylaz talebelerin eline geçeceğini bilseydi o satırları yazar mıydı?

Kısacası, cemaatlerimizin içinden yeni bir Haşhaşî örgütünün filizlenmesi için bütün sebepler hazırlanmış bulunuyor ve sahnemiz kahramanlarını bekliyor!

İlerideki bölümlerde daha tafsilâtlı bir şekilde ele almayı düşündüğümüz önemli bir hususa burada işaret etmeden geçmeyelim:

Cemaatin sesi fazlaca işitilen kısmında görülen bu durum, sadece kendilerini ve kendilerine tâbi olanları ifsad etmekle kalmıyor. Bunlar Haricî tavrıyla sergiledikleri bağnazlık ve taşkınlıklarıyla, savunur göründükleri Risale-i Nur ile insanlar arasında aşılmaz hisarlar inşa ediyorlar. Hatâdan münezzeh olan, hiç bir şekilde sorgulanamayan ve her bir satırına şeksiz şüphesiz inanma mecburiyeti bulunan bir kitap ile onun etrafındaki hatâdan münezzeh hizmet öncülerinin meydana getirdiği bir harekete kim nasıl yanaşabilir?

***

Geldiğimiz bu nokta, manzaranın karanlık tarafı idi. Şükürler olsun ki, aynı manzaranın bir de aydınlık tarafı var ve karanlık taraf ne kadar karamsar bir gelecek vaad ediyorsa, bu aydınlık taraf da en az o kadar aydınlık bir gelecekten haber veriyor. Bu yazı serisinin özellikle son birkaç bölümüne cemaat içinden gelen müsbet tepkiler ve yorumlar, Risale-i Nur talebeleri içinde okuyan ve düşünen, taklidi değil tahkiki esas alan ve bu özellikleriyle “ehl-i tahkik Nur talebesi” sıfatını hakkıyla taşıyan aklıselim sahiplerinin bu büyük emaneti geleceğe güvenle taşıyacaklarını gösteriyor.

Emaneti taşımak hamasetle değil, aklıselimle ve itidal ile olur. Bunun başta gelen şartı da, emanetin mahiyetini doğru bir şekilde tesbit etmek ve bu konuda her ne pahasına olursa olsun aşırılıklardan uzak kalmaktır. Risale-i Nur insanlık âleminin iftihar vesilesi olarak istikbale miras kalacak ve asırlar boyunca nesilleri aydınlatacak muhteşem bir eserdir. Ama o beşer eliyle meydana gelmiş bir eserdir, bir beşer kelâmıdır. Onu beşer kelâmından daha ötelere taşımayı öngören her teşebbüs bâtıldır ve ateşten kaçarcasına kaçınılması gereken bir tehlikedir.

Şunu da önemle kaydetmek gerekir ki, Risale-i Nur’un beşer kelâmı olduğuna inanmak ve bunu telâffuz etmek şarttır, fakat kâfi değildir. Ona hürmette kusur etmemekle beraber, bir beşer kelâmından daha ötede muamele etmemek gerekir. Bir yandan “Risale-i Nur beşer kelâmıdır” deyip bir yandan da onda yazılı olan her şeye kayıtsız şartsız inanmak gerektiği düşüncesi ise bu inanca zıt bir telâkkidir ve Risale-i Nur’a vahiy muamelesi yapmak anlamına gelir. Çünkü ihtiva ettiği her şeye inanılması gereken yegâne kitap Allah’ın Kitabıdır.

Peşin hükümlerden kendisini kurtarabilen bir kimse önüne Risale-i Nur’u koyup da salim bir şekilde düşündüğü zaman şu manzarayla karşılaşacaktır:

Bu kitapta binlerce konu, binlerce hüküm vardır. Bu hükümlerden bazıları tartışmasız gerçeklerdir ve bunlara zaten iman etmekle yükümlüyüz: ulûhiyet, âhiret, nübüvvet bahisleri gibi. Kaldı ki, bunların ayrıntılarında da ulemâ arasında farklı kanaatler söz konusu olabilmektedir. Bunun dışındaki konular ise, rüyalardan vahdet-i vücud fikrine, hastalıktan ihtiyarlığa, tarihten mahkeme müdafaalarına kadar alabildiğine geniş bir alana yayılmaktadır. Bütün bu alanlarda bir müellifin serd edeceği binlerce fikrin her birini aynen kabul etmeyi peşin peşin taahhüt edebilir misiniz? Eğer edecek olursanız, ona bir şâri’ muamelesi yapmış ve böylece onu insan üstü bir mevkie çıkarmış olmaz mısınız?

Kaldı ki, İslâm âlimlerinin, özellikle Bediüzzaman gibi çığır sahibi allâmelerin kendilerini körü körüne takip edecek müridlere ihtiyacı yoktur. Barla döneminde, henüz yolun başında iken, Bediüzzaman kendisine hakikî vâris olacak talebelerin en başta gelen özelliklerinden birisini, Hulûsi Bey ile Sabri Hocanın şahıslarında “Kendi nefsimde tecrübe ettiğim ve eczahane-i mukaddese-i Kur’âniyeden aldığım ilâçları, onlar da kendi yaralarını hissedip o ilâçları merhem suretinde tecrübe ediyorlar, aynı hissiyatımla mütehassis oluyorlar” şeklinde anlatmıştır. Geleceğin bütün Risale-i Nur talebelerine örnek olarak gösterilen bu vasıfta körü körüne iman ve itaat yoktur; tecrübe ederek, deneyerek, önceden sonucu bilinmeyen ve ancak denemek suretiyle anlaşılacak bir şekilde bu hakikatleri anlamak ve kabul etmek vardır. Ancak buraya şöyle bir notu da düşmemiz gerekiyor:

Bediüzzaman’ın örnek Nur talebesine ait özellikler arasında saydığı bu vasıf, iman hakikatlerinin anlaşılması ve yaşanması konusuyla sınırlıdır ve bu da Risale-i Nur yoluyla hizmet etmeyi seçen kimseler için zarurî bir durumdur; aksi takdirde bu insanları bir gaye etrafında birleştirmenin mânâsı kalmaz. Ama okuduğu binlerce sayfalık Risale-i Nur Külliyatında konu daha başka alanlara yayıldıkça, Nur talebesinin şahsî tercihleri itibarıyla kabul etmekte zorlanacağı meselelerle karşılaşması kaçınılmazdır. Bu durumda Nur talebesi ne yapacaktır?

Meselâ Üstadın “Cehennem de olsa beka isterim” şeklindeki sözüne aklı yatmadığı takdirde bunu çarnâçar taklit edecek, kendisinden izah istendiğinde de bin bir kuyudan su getirerek açıklamaya mı çabalayacaktır?

Üstadın gençliğinde Geylânî’ye Fatiha okuyarak ondan kayıp eşyasını bulmasını istediğine dair anekdotu okuduğu zaman, eğer bunu Risale-i Nur’un tevhid ve dua bahislerindeki harikulâde izahlara muhalif buluyorsa, bu fikrini açıklayamayacak mıdır?

Yusuf aleyhisselâmın duasındaki “Müslüman olarak canımı al” ifadesinin o anda ölmeyi istemek şeklinde izah edildiğini gördüğü zaman, bütün araştırmalarına rağmen bu iddiayı destekleyecek sahih bir rivayet bulamadığı takdirde, herşeye rağmen kendisini buna inanmak zorunda mı bilecektir?

Üstad hutbenin Arapça okunmasını savunurken talebesi onun Türkçe okunmasına taraftar olamayacak mıdır?

Şimdi herkes hafızasını şöyle bir yoklayacak olsa, bunlar gibi zihnini kurcalayıp duran pek çok soru ile karşılaşacaktır. Bir tarikatte bu soruların cevapları daha başka olabilir. Ama Risale-i Nur’un mesleği ilim mesleği olduğuna göre, bu sorunun cevabı da ilmin kendi usulleri içinde verilecektir. İlimde talebenin hoca ile her konuda hemfikir olması ve duygu ve düşünceleriyle hocasını taklit etmesi şeklinde bir ilke mevcut değildir. Bugün bizim devralmış bulunduğumuz muazzam ilim mirası ise, taklit sayesinde değil, büyük kısmı hocalarla talebeleri arasında zuhur eden fikir farklılıkları sayesinde vücut bulmuştur.

Risale-i Nur cemaatlerinin bu konuda ilim ehlinin metodlarından uzaklaşarak büyük ölçüde taklit yolunu benimsemiş olmaları bir yandan onları ciddî açmazlar içine düşürürken, diğer taraftan da toplumun sual ve ihtiyaçlarına cevap veremez hale getirmiş, sonuç olarak ise insanları Risalelere karşı mesafeli durmaya sevk etmiştir. Bazan sadakat kılığına bürünerek bizi aldatan bu taklitçi anlayışın mahsullerini, bütün dâvâları tahkik esasına dayanan Risale-i Nur mesleğini lâyık olduğu yerden uzaklaştırarak dar bir taklit alanına hapsetmek ve bu dar sınırlar içinde de insanların sorgulamadan her şeyi taklit edebilecek hale getirildikleri Fetö ve benzeri oluşumlara zemin hazırlamak şeklinde devşirmiş bulunuyoruz. Ne hazindir ki, aynı mutaassıp zihniyet, daha başka kılıklara bürünmüş şekilde, insanları yine anlamadan okumaya, anlamadığı şeyleri taklit etmeye, verilen adresleri sorgulamadan takip etmeye çağırıyor. Ama, yukarıda temas ettiğimiz gibi, manzaranın bir de aydınlık tarafı var:

Bir kısım Nur talebeleri ne olup bittiğini anlamadan bu sele kapılmış giderken, diğer bir kısım da okuyor ve okuduğunu anlamaya çalışıyor. Anladığını da körlemesine değil, sorgulayarak, araştırarak, tahkik ederek anlıyor ve benimsiyor:

Tıpkı Üstadları gibi.

Sonuç olarak, böyleleri de bugünün dünyasında daha fazla insana erişiyor.

Yani, iki taraf da hızla ilerliyor: biri tarihin karanlık sayfalarına, diğeri ise istikbalin aydınlık ufuklarına doğru.

[İlk yayın tarihi: 5 Ağustos 2020]


Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:

https://www.kitapoba.com/kalem-yazmak-zorunda

https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek


[1] 23. Söz, 2. Mebhas, 4. Nükte ( http://erisale.com/#content.tr.1.439 ).

[2] Bir örnek: “Ben gönderilen risaleleri mütalâa ettim. Bir kısım hakikatleri mükerrer gördüm. Makam münasebetiyle tekrar edilmiş. Benim arzu ve belki ihtiyarım olmadan niçin böyle olmuş, kuvve-i hafızama gelen nisyandan sıkıldım.” (Kastamonu Lâhikası, 6. Mektup [http://erisale.com/#content.tr.9.28 ]).

[3][3] Metin Karabaşoğlu, Söyleşi: Şener Boztaş, Saykal: Risale-i Nur’a Husumetin Kısa Tarihi (İstanbul: Selis Kitaplar, 2017), s. 179-193.

[4] Abese sûresi, 80:13-16; Vâkıa, 56:79; Fussılet, 41:42.

[5] Kur’ân “Ancak Allah’ın lütuf ve rahmetiyle ferahlansınlar” (Yunus, 10:58) buyurur, ama ehl-i dünyanın da bunlarla değil, dünya hayatıyla ferahlandığını haber verir (Ra’d, 13:26). Evet, bazıları Kur’ân ile ferahlandığı gibi, bazıları Risale okuyarak ferah bulur, daha başkaları da iki kadeh atarak efkâr dağıtır. İnsanın ne ile ferahlanacağı, ferahlatan şeyden ziyade, insanın kendi tercihine bağlı olan bir husustur.

[6] https://www.yeniasya.com.tr/suleyman-kosmene/peygamber-efendimiz-asm-gunde-yetmis-kez-neden-tovbe-ediyordu_356404

[7] “Siyasetle İmtihanımız – 2”: https://yazarumit.com/siyasetle-imtihanimiz-2/


  1. Dikkatle ve merakla Risale-i Nur’ları okuyan herkesin ilgisini çeken bir yazı dizisi. Nur cemaati içindeki bazı problemlerin ilk defa bu denli güçlü ve cesurca kaleme alındığına şahit oluyoruz. Allah razı olsun.


  2. Aklımda cevap bulmak istediğim pek çok konuya açıklık getiren yazınızı hararetle okudum ; çok teşekkür ederim .


  3. Cok guzel, ufuk acici bir yazi olmus, tesekkur ediyorum. Belki temas edilmistir ama bir noktaya deginmek istiyorum: Risale metnini asiri mubalagalar ile medhediyorum zanni ile vasiflandirmanin negatif bir sonucu da son tahlilde metni ulasilamaz bir noktaya yukselttigi icin, ya metnin zahirinden anlasilan manayi donuklastiriyor ya da anlama cabalarinin onune geciyor. Atfedilen kudsiyet, metnin anlasilmasina donuk bir bir tur kalkana donuserek, her turlu anlama cabasi da, buna tesebbus edenleri daha bastan ihlassizliga, metne mudahaleye, kendinden birseyler katmaya kalkismak olarak goruldugunden basarisizliga mahkum ediliyor. Belki de bu yuzden TR’de -tipki ideolojik bir aygit olan devlet gibi- cemaatlerin de resmi birer gorusu var ve bununla insanlarin cevval fikirlerini zabt u rabt altinda tutarak kendilerince cemaati dagilmaktan, bozulmaktan(!) koruyorlar. Kimbilir belki de cemaatin seviyesini yukseltmemek icin ellerinden geleni yapan bu zumreler, hizmet icin on safta fedakarane kosturan fedakar kisiler degil de, tarlasi coktan surulmus dini yapilarin arkasinda asil dizginleri elinde tutan bir takim siyaset cambazlaridir.


  4. Ümit Bey Kardeşim, benzer görüşleri, uygun zeminlerde söylediğim zamanlarda bile, tepkilerle karşılaşıyorum. Güzel bir yol açtınız; Tebrikler ve teşekkürler.

14 Temmuz 2021 Çarşamba

Hayalî Ziyaeddin'den Hayalî Bediüzzaman'a gelişimizin kısa bir hikâyesi


***

Büyük insanları sakat telâkkilerle insan-üstü mertebelere taşıyan gelenek, Bediüzzaman Said Nursî’yi nasıl bir kimliğe büründürdü?

ÜMİT ŞİMŞEK

-12-

İmamların imtihanı

İmam Şafiî henüz delikanlı çağında iken fetvâ verecek bir mertebeye ulaşmış bir ilim âşıkı idi. Ancak hocasının verdiği fetvâ iznini kullanarak ilim mahfillerinde kendisine muteber bir yer edinmek yerine, o hayatına talebe olarak devam edip yeni ilim kaynaklarının peşine düşmeyi tercih etti. Asıl büyük hedefi ise, bugün Malikî mezhebinin kurucusu İmam Malik olarak tanıdığımız efsanevî âlim Malik bin Enes’in talebesi olmaktı. Sırf bunun için Mekke’den Medine’ye göç etti. Bu arada, İmam Malik’in meşhur eseri Muvatta’ı edinerek onun üzerinde çalıştı, hattâ bazı rivayetlere göre onu ezberledi. Bundan sonra da Mekke Valisinden aldığı bir tavsiye mektubuyla beraber Medine Valisinin kapısını çaldı.

İmam Malik, ilmi kadar vakarı ile de tanınmış bir âlimdi. En yüksek seviyedeki idareciler bile onun yanına destursuz giremezdi. Medine Valisi mektubu okuyunca Şafiî’ye “Delikanlı,” dedi, “başıma öyle bir iş çıkardın ki, buradan Mekke’ye yalınayak gitmek bundan daha kolay gelirdi.”

Medine Valisi ile İmam Şafiî (o zamanki haliyle Muhammed adındaki delikanlı) toza toprağa batıp çıkarak İmam Malik’in şehir dışındaki evine ulaştılar. Oraya varınca kapıya çıkan hizmetçiye Vali “Efendine benim geldiğimi söyle” dedi.

Hizmetçinin içeriye girip geri dönmesi bir oldu. İmam Malik “Eğer bir suali varsa bir kâğıda yazıp bıraksın; ders için geldiyse ders saatini biliyor, dönüp gitsin” diyordu.

Vali “Mühim bir iş için Mekke Valisinin mektubuyla geldiğimi söyle” diye hizmetçiyi tekrar gönderdi.

Hizmetçi az sonra bir sandalye ile çıkageldi ve sandalyeyi kapının önüne koydu. Daha sonra da İmam Malik gelip sandalyeye oturdu. Medine Valisinin kendisine verdiği mektubu okur okumaz “Sübhanallah, Resulullahın ilmi artık böyle vasıtalarla mı alınır oldu?” diyerek fırlatıp attı.

Artık Valinin konuşacak mecali kalmamıştı. Bunun üzerine Muhammed ileri atılıp durumunu arz etti.

İmam Malik’in delikanlıya karşı tavrı çok farklıydı. Ona adını sordu. “Muhammed” cevabını alınca da dedi ki:

“Muhammed, Allah’tan kork ve günahtan sakın. Çünkü sen büyük mertebe sahibi bir zat olacaksın. Allah senin kalbine bir nur koymuş; sakın onu günahla kirletme.”

Sonra da delikanlının beklediği müjdeyi verdi ve ertesi sabah gelerek derslere başlamasını söyledi.

Muhammed ertesi gün büyük bir iştiyakla İmam Malik’in derslerine başladı. Aradan yıllar geçip de Bağdat’a geldiğinde, artık o da fıkıhta bir çığır sahibiydi. Bazı noktalarda sevgili üstadı Malik’ten ayrılıyordu; ama hiçbir zaman onun görüşlerini tenkit etmiyor, sadece kendi görüşünü bildirmekle yetiniyordu.

Ancak bir zaman geldi, insanların İmam Malik’e duydukları sevgi ve saygı, itikadlarını tehlikeye düşürecek bir seviyeye erişti. Öyle ki, muhtelif İslâm beldelerinde İmam Malik’e ait eşya ve elbiseler kutsal bir varlık muamelesi görüyor; insanlar onun sarığıyla yağmur duasına çıkıyordu. Hattâ Allah’ın Resulünden bir hadis rivayet edildiği zaman, “İmam Malik de böyle dedi” diyerek Resulullah’ın hadisine karşı çıkılıyordu.

İmam Malik’e bu şekilde kudsiyet izafe edilmesi karşısında İmam Şafiî daha fazla dayanamadı. Çok sevdiği ve saydığı Üstadı hakkında “Hilâfu Malik” adıyla bir kitap yazdı. Ama yine de bu kitabı ortaya çıkarmaya eli vermedi ve onu dürüp kaldırdı. Nihayet, bir sene kadar sonra, işin artık iyice çığırdan çıktığını görüp de başka çare kalmadığına iyice kani olunca bu kitabı neşretti.[1]

Lâkin Şafiî’nin macerası burada bitmedi. İnsanlar, kendilerini İmam Malik’i kutsayarak imanlarını tehlikeye atmaktan kurtaran İmam Şafiî’ye de aynen İmam Malik’e yaptıklarını yaptılar. Yukarıdaki bölümü özetle naklettiğimiz eserin mütercimi, esere eklediği dipnotunda bunu şöyle açıklıyor:


[İmam Şafiî’nin türbesi] her zaman açıktır. Çoğu kadın olmak üzere pek kalabalık ziyaretçi gelir. Türbe dilek mahallidir. Koca arayan kızlardan tut da imtihanı kazanmak isteyen öğrencilere kadar herkes her türlü dileğini bu türbeye yapar. Bu dilekler, dilekçe (arzıhal) şeklinde yazılıp türbenin parmaklıklarından içeri atılır. Hattâ posta ile dilekçe gönderenler de vardır. Posta müvezzii, İmam Şafiî adresine yazılmış her zarfı getirip buraya atar.[2]

***

Şeytan tuzakları, Ömer feraseti

İnsanların sevdiklerini putlaştırma eğilimini hiç şüphesiz şeytan çok iyi biliyor ve onları saptırmak için bu bilgisini büyük bir beceriyle kullanıyordu. İbni Abbas’dan gelen bir rivayete göre, Nuh sûresinde adı geçen Vedd, Süvâ’, Yeğus, Yeûk ve Nesr adındaki putların isimleri, daha önceki zamanlarda yaşamış salih kimselere aitti. Bu kimseler vefat ettikten sonra şeytan insanlara bu salih kişilerin suretlerini yaparak toplantı yerlerine dikmeyi ilham etti. Böylece onlar bu o salih zatları her zaman hatırlayacak ve onların yolundan ayrılmayacaklardı. Ancak zaman geçip de o salih zatları tanıyan nesiller tarihe karışınca onlar unutuldu, suretleri ise bâki kaldı. Ve zamanla insanlar bu suretlere tapmaya başladılar. Nuh aleyhisselâm yüzyıllarca süren tebliğinde insanları tevhide çağırırken, onlar işte bu zatların isimlerini taşıyan putları sayarak “Sakın tanrılarınızdan vazgeçmeyin. Vedd’i, Süvâ’ı, Yeğus’u, Yeûk’u ve Nesr’i bırakmayın”[3] diyorlardı. Şeytan yüzyıllar öncesinden kurgulayıp da sahneye koyduğu oyunla Nuh kavmini işte böyle helâke sürüklemişti.

Şeytan insanı tuzağa düşürmek için yüzyıllar sonrasına yatırım yapacak bir gayret ve ileri görüşlülükle hareket ederken, Resulullahın “Nefsim elinde olan Allah’a yemin olsun ki, seninle yolda karşılaşıp da yolunu değiştirmeyecek bir şeytan yoktur”[4] şeklindeki iltifatına mazhar olan Hz. Ömer de şeytanın tuzaklarını yüzyıllar öncesinden sezen ve tedbirde kusur etmeyen bir ferasete sahipti. Süleyman b. Hanzale anlatıyor:


Kendisiyle sohbet etmek için Übeyy b. Kâ’b’a gitmiştik. O kalktığında biz de kalkıp peşine takıldık.

Yolda Ömer’le karşılaştık. Ömer hemen Übeyy’in peşine düşüp ona kamçıyla vurmaya başladı.

Übeyy kollarıyla kendisini korumaya çalışırken “Yâ Emîre’l-mü’minîn, ne yaptık ki?” diye soruyordu.

Ömer “Bu gördüğün şey, kendisine tâbi’ olunan kişi için fitne, ona tâbi’ olanlar için zillettir!” dedi.[5]


Bu vak’ayı lütfen şu bilgiler ışığında değerlendiriniz:

Übeyy b. Kâ’b, Resulullahın “Kur’ân’ı şu dört kişiden alın”[6] buyurduğu Sahabîlerden biriydi. O ilk vahiy kâtibiydi; Resulullah onu “Kur’ân okuyucularının efendisi, Ensârın efendisi” gibi ünvanlarla taltif etmişti. Daha Resulullah zamanında fetvâ veren bir Sahabî idi. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’in (r. anhüma) danışma meclislerindeydi. Hz. Ömer zamanında, cemaatle ilk teravih namazını o kıldırdı. Halife Hz. Ömer nezdinde onun gerçekten büyük bir itibarı vardı. Hz. Ömer “Kur’ân’a dair birşey soracak olan Übeyy b. Kâ’b’a, feraizden soracak olan Muaz b. Cebel’e gitsin, ihtiyacı olan da bana gelsin” diyordu.

İşte böylesine mümtaz bir Sahabî peşine adamlar takarak dolaşmaya başladığı zaman işin nereye varacağını o keskin ferasetiyle fark eden Hz. Ömer, bu durumu tâbi’ olanlar için zillet, tâbi’ olunan kimse için ise fitne olarak vasıflandırmıştı. İmam Malik ve İmam Şafiî örneklerinde olduğu gibi, daha sonraki asırlarda insanlar Hz. Ömer’i bu endişesinde haklı çıkarmaktan geri kalmadılar.

***

Kur’ân kıssaları neyi anlatıyor?

Hz. Ömer’in endişe ettiği, şeytanın ise çok iyi bildiği ve kullandığı bir beşerî zaafımızın nice nesilleri helâke sürüklediğine dair örnekler Kur’ân kıssalarının da ortak temasını teşkil eder. Bu zaafı, bizim tevhide bağlılıktaki ciddiyetimizi sınamak amacıyla manevî yapımıza yerleştirilmiş bulunan bir nevi “putperestlik geni” olarak da tasavvur edebiliriz. Helâk olan kavimlerin hikâyelerinde hep bu genin hakimiyeti söz konusudur. Zira bu gen her an uyanmak için fırsat kollamaktadır; fırsatı bulduğu anda kimi zaman evvelâ masum kılıklara bürünerek insanı yoldan çıkarır, kimi zaman da iyice azıtarak insanın bütün benliğini esareti altına alır ve onu Rabbine karşı meydan okuyacak kadar cür’etkâr hale getirir. Musa kavminin henüz denizi yarıp geçmiş ve Firavundan kurtulmuşken putları olan bir kabileye özenerek Musa aleyhisselâma “Bize de bir put yapsana” deyişleri, bu genin uyanmak için hiçbir fırsatı kaçırmadığını bize açıkça gösteriyor.[7] Onun için, beşer âleminde iyi veya kötü herhangi bir kimsenin sürekli övgülere mazhar olduğunu ve kendisine olağanüstü özelliklerin yakıştırılmaya başladığını gördüğünüzde, bilin ki bu gen faaliyete geçmiş ve asıl büyük hedefine doğru mesafe kat etmeye başlamıştır. Kişinin ona mağlûp olup olmaması veya ondan kolaylıkla kurtulup kurtulamaması ise, vaziyeti ne kadar erken fark ettiğine ve gereken tedbirleri almakta kusur edip etmediğine bağlı bir durumdur.

***

Kudsiyet Allah’a, ismet peygamberlere ait

Gerek Kur’ân-ı Kerimin başından sonuna kadar tekrar tekrar vurguladığı, gerekse hayatın bize her vesileyle gösterdiği bir gerçek varsa, o da, kusurdan ve hatâdan münezzeh oluşu ifade eden “kudsiyet” sıfatının sadece Allah’a mahsus olduğudur. Bunun yanı sıra, sadece peygamberlere mahsus olan bir de “ismet” sıfatı vardır ki, bu da günah işlemekten korunmuş olmayı ifade eder. Gerçi ismet sıfatı da peygamberlerin hiçbir hatâ yapmadıkları anlamına gelmez; lâkin peygamberlerin yaptıkları hatâlar mutlaka vahiyle tashih edilmiştir. Meselâ İslâm güçlenmeden önce esirleri fidye karşılığında serbest bırakma,[8] münafıklara savaştan geri kalmaları için izin verme,[9] âmâ zâtın sualini mühimsememe[10] konularında Resulullahı muhatap alan uyarılar, peygamberlerin dahi bütünüyle hatâdan münezzeh olmadıklarını, ancak nadiren de olsa yaptıkları hatâların vahiyle düzeltildiğini ve bu sayede onların ümmete her bakımdan güzel bir nümune (üsve-i hasene)[11] teşkil ettiklerini gösteren örneklerdir.

Peygamberlere mahsus olan ismet sıfatına onlardan başka hiç kimsenin sahip olmadığı üzerinde ulema ittifak etmiştir. Bu gerçeğin en aşikâr örneği ise Resulullahın Sahabîleridir. Ümmetin en hayırlıları oldukları hem Kur’ân’ın işaretiyle,  hem de ümmetin ittifakıyla sabit olan ve bir kısmı hayatta iken Cennetle müjdelenen Ashab-ı Kiramın en önde gelenlerinin dahi hatâdan korunmuş olmadığı bütün ümmetin malûmudur.

Bütün bunların hiç tartışma götürmeyecek bir açıklıkla ortaya koyduğu ve kesinlikle iman etmemiz gereken husus şudur:

Allah’ın Resulünden başka hiçbir kimse, hiçbir âlim, hiçbir mürşid, hiçbir şeyh, hiçbir müçtehid, hiçbir imam, hiçbir üstad, hiçbir lider ismet sıfatına mazhar değildir, yani ma’sum değildir, yani hatâsız değildir.[12]

***

Peygamberler ve gayb bilgisi

Bu arada, ismet sıfatının bilgi ile bir ilgisinin bulunmadığını da kaydetmeden geçmeyelim. Peygamberlerin ma’sumiyeti onların günahtan korunmuş olduklarını ifade eden bir durumdur, yoksa onların herşeyi bilen ve bu arada gayba muttali olan kimseler olduğunu göstermez. Gerçi peygamberlerin verdikleri haberlerin büyük ekseriyeti gayb haberidir: iman esasları, kıyamet, âhiret, melekler, geçmiş kavimlerin kıssaları gibi. Ancak bunlar Allah tarafından kendilerine vahyedilmiş olan bilgilerdir; vahyedilmeyen hususlarda ise peygamberlerin gayb bilgisine karşı durumları bizim gibi beşer seviyesindedir:


De ki: Peygamberlerin ilki ben değilim. Bana veya size ne yapılacağını da ben bilemem. Ben sadece bana vahyedilene uyarım; çünkü ben apaçık bir uyarıcıyım.[13]

De ki: Allah dilemedikçe benim kendime ne bir faydam dokunur, ne de bir zararım. Eğer ben gaybı bilmiş olsaydım bundan pek çok yarar sağlardım; kötülük de bana dokunmazdı. Oysa ben iman edecek olanlara bir uyarıcı ve bir müjdeleyiciyim, o kadar.[14]


Sahabîler bütün ümmete örnek olacak bir iman ve teslimiyetle bağlandıkları Resulullahın gaybı bilmediği gerçeğine de bir o kadar âşinâ idiler. Çünkü Resulullah onlara bu gerçeği iyice belletmiş, hattâ “Aramızda yarın ne olacağını bilen bir peygamber var” meâlinde şiir düzenleri bundan kesin şekilde men’ etmişti. Onların bu bilgileri, pek çok defalar onları hatâ ve tehlikelerden korudu. Bunun bir misalini Buharî ve Müslim ittifakla naklediyor:


Resulullah (s.a.v.) sefere bir müfreze göndermiş, Ensardan birisini de komutan tayin etmiş ve “Ona itaat edin” buyurmuştu.

Komutan askerlere bir sebepten dolayı kızdı ve “Resulullah bana itaat etmenizi emretmedi mi?” diye sordu.

“Evet, emretti” dediler.

“Öyleyse size odun toplayıp yaktıktan sonra ateşe girmenizi emrediyorum” dedi.

Odun toplayıp tutuşturdular. Ateşe girmeye niyetlendikleri sırada içlerinden bazıları birbirine bakarak “Biz ateşten kaçtığımız için Resulullaha tâbi olduk; ateşe niye girelim?” dediler.

Onlar böylece tartışırken ateş kendiliğinden söndü, komutanın öfkesi de dinmiş bulundu.

Bu hadise Resulullaha naklediğinde buyurdu ki:

“Eğer o ateşe girmiş olsaydılar ebediyen ondan çıkamazlardı. İtaat ancak maruftadır.”[15]


Bir başka vak’ada da Resulullahın bir müfrezeye komutan olarak tayin ettiği kimse yanlışlıkla bir Müslümanı öldürmüştü. Müfreze seferden dönünce durumu öğrenen Resulullah onları azarladı ve şöyle buyurdu:


Size komutan olarak tayin ettiğim adam benim emrime karşı geldiğinde onu azlederek yerine başka birisini tayin etmekten âciz mi kaldınız?[16]


Her iki vak’anın da ortak yönü: Resulullah bir görev için birisini uygun görmüş, onun bu işi yerine uygun şekilde yerine getireceğini umarak onu tayin etmiştir. Ancak her iki vak’ada da Resulullahın tayin ettiği kişiler onun umduğu şekilde davranmamış, bu yüzden Resulullahın onlara itaat konusundaki emirleri geçerliliğini yitirmiş ve bu sefer başka bir Nebevî emre itaat icap etmiştir: “İtaat maruftadır.”

İkinci vak’ada ise, insanlardan bunun daha da ötesi bekleniyor:

Resulullahın tayin ettiği kişiyi görevden alarak onun yerine uygun birisini tayin etmek.

Bu vak’alardan alınması gereken pek çok ders arasında, konumuzla ilgili olana gelelim:

Her iki olay da açıkça gösteriyor ki, Resulullah gaybı bilmezdi.

Gaybı bilmediği için, tayin ettiği kimselerin verdiği emirler istikametinde hareket edip etmeyeceklerini de ancak tahmin edebilir, ama kesin olarak bilemezdi.

Bu sebepten dolayıdır ki, Resulullahın tayin ettiği kimse hakkında verdiği itaat emri her türlü şart altında ve ilelebet geçerli bir emir mahiyetini taşımıyor; komutan marufu terk edince itaat emri de geçerliliğini kaybediyordu.

Ama o Resulullah idi ve gaybı bilmediğini bütün ümmetine öğretmişti; Sahabîleri de bunu çok iyi biliyorlar, onu tıpkı Kur’ân’ın vasfettiği gibi, “kendisine vahyolunan bir beşer”[17] olarak görüyorlardı.

***

Hayalî Ziyaeddin gitti, Hayalî Bediüzzaman geldi

Evet, o Resulullah idi. O kendisini nasıl tanıttıysa insanlar ona öylece inandılar. Hıristiyanlar ile bir kısım Yahudilerin yaptığı gibi peygamberlerine ulûhiyet sıfatları yakıştırmadılar. Daha doğrusu, onların peygamberlerine yaptıklarını, Ahirzaman Peygamberinin ümmetinden bazı büyük zatlar için sakladılar: İmam Malik ve İmam Şafii örneğinde olduğu gibi! Bunun sonucunda da herşeyi bilen, gaybdan haberdar olan, hatâdan münezzeh maneviyat büyüklerimiz ortaya çıktı. Allah’ın Resulüne karşı varlığını gösteremeyen putperestlik genlerimiz onun ümmetinden salih zatlara gösterilen sevgi ve saygıda gelişecek bir ortam buldu. Ve ne hazindir ki, insanlığa Risale-i Nur gibi bir tevhid hazinesi bırakmış olan Bediüzzaman Said Nursî de İmam Malik’ten bu yana nicelerinin başına gelmiş olan âkıbetten kendi payını aldı. Oysa o, eserlerinin tamamında Tevhid hakikatini pek çok yönlerden ders vermiş, varlık âleminde Allah’tan başka hiç kimsenin icad sahibi olamayacağını anlatıp durmuş, Kur’ân’dan aldığı dersle telif ettiği Risale-i Nur’un vücuda gelmesinde kendi rolünün üzüm salkımını netice veren bir kuru asma çubuğundan ileri gidemeyeceğini söylemiş, ayrıca “Hayalî Ziyaeddin” üzerinden mesajını oldukça net bir şekilde vererek hayalî Bediüzzaman’ların ortaya çıkmasını önlemeye çalışmıştı:


Bundan kırk-elli sene evvel büyük kardeşim Molla Abdullah (rahmetullahi aleyh) ile bir muhaveremi hikâye ediyorum:

O merhum kardeşim, evliya-i azîmeden olan Hazret-i Ziyaeddin’in (kuddise sırruh) has müridi idi. Ehl-i tarîkatçe, mürşidinin hakkında müfritane muhabbet ve hüsn-ü zan etse de makbul gördükleri için o merhum kardeşim dedi ki:

“Hazret-i Ziyaeddin bütün ulûmu biliyor. Kâinatta, kutb-u a’zam gibi her şeye ıttılaı var.” Beni, onunla raptetmek için çok hârika makamlarını beyan etti.

Ben de o kardeşime dedim ki:

Sen mübalâğa ediyorsun. Ben onu görsem, çok meselelerde ilzam edebilirim. Hem sen benim kadar onu hakikî sevmiyorsun. Çünki kâinattaki ulûmları bilir bir kutb-u a’zam suretinde tahayyül ettiğin bir Ziyaeddin’i seversin; yani o ünvan ile bağlısın, muhabbet edersin. Eğer perde-i gayb açılsa ve hakikati görünse, senin muhabbetin ya zâil olur veyahut dörtte birisine iner. Fakat ben o zât-ı mübareki senin gibi pek ciddî severim, takdir ederim. Çünki sünnet-i seniyye dairesinde, hakikat mesleğinde, ehl-i imana hâlis ve tesirli ve ehemmiyetli bir rehberdir. Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim. Perde açılsa ve hakikî makamı görünse, değil geri çekilmek, vazgeçmek, muhabbette noksan olmak; bilâkis daha ziyade hürmet ve takdir ile bağlanacağım. Demek ben hakikî bir Ziyaeddin’i, sen de hayalî bir Ziyaeddin’i seversin. Çünkü sen muhabbetini ona pek pahalı satıyorsun. Verdiğin fiatın yüz defa ziyade bir mukabil düşünüyorsun. Halbuki onun hakikî makamının fiatına, en büyük muhabbet de ucuzdur.[18]


Bediüzzaman, daha önce yazdığı bir Barla mektubunda da kendisinin hatâdan münezzeh olmadığını hatırlatmakla kalmıyor, ayrıca hatâsını kendisine serbestçe söylemeleri hususunda talebelerini teşvik de ediyor ve bundan memnun kalacağını bildiriyordu:


Üstadınız lâyuhtî değil; onu hatâsız zannetmek hatâdır. . . . Biliniz, kardeşlerim ve ders arkadaşlarım, benim hatâmı gördüğünüz vakit serbestçe bana söyleseniz mesrur olacağım. Hattâ başıma vursanız, Allah razı olsun diyeceğim. Hakkın hatırını muhafaza için başka hatırlara bakılmaz. Nefs-i emmârenin enâniyeti hesabına Hakkın hatırı olan bilmediğim bir hakikati müdafaa değil, ale’r-re’si ve’l-ayn kabul ederim.[19]


Bu pasajlar Risale-i Nur’da yer aldığı ve Risale-i Nur talebeleri de bu mektupları ezbere bildiği halde, telifinden bu yana geçen zaman içinde bu metinler gerçek mânâsını hemen hemen kaybetmiş gibidir. Bugün bu metinler okunup geçiştirilmekte, mânâsı üzerinde kazara durulacak olsa bu defa da tevazu icabı söylenmiş hakikatsiz sözler olarak telâkki edilmekte, telif maksadının tamamen tersi bir muameleye tâbi tutularak Üstadın kendi yüksek makamını gizlemek veya kendi üzerinden başkalarına ders vermek istediği gibi yorumlara tâbi tutulmaktadır. Bunun sonucunda da, Üstad Bediüzzaman, her türlü hatâdan korunmuş, yanılması düşünülemeyen, ağzından ve kaleminden çıkan her sözün hükmü kıyamete kadar bâki kalacak bir konuma yükseltilmiş, başka bir deyişle, gerçek Bediüzzaman gitmiş, onun yerini Hayalî Bediüzzaman almıştır.

“Bir mürşidi hatâsız kabul etmekten kim ne zarar görür?” diye düşünenlerimiz olabilir. Nihayet o mürşid doğru yolda ise, hayatı ve eserleriyle insanları yanlış bir yere çağırmıyorsa, bunun ne mahzuru olabilir?

Burada hayatî önemi taşıyan husus, önemli bir hatânın vuku bulup bulmamasından da önce, bu meselenin bir ilke meselesi olmasıdır. Bir mürşid hatâdan münezzeh kabul edildiğinde, Kur’ân ve Sünnet kendiliğinden devre dışı bırakılmış olur. Kur’ân’dan ve Sünnetten bize lâzım olanı mürşidimiz bize anlatıyorsa bizim bu kaynaklara niçin ihtiyacımız olsun? Hem de asıl kaynaklara doğrudan başvurmanın ne kadar tehlikeli (!) olduğuna dair telkinler arasında bocalayıp duruyorsak, böylesi bize hem rahat, hem de güvenli gelir. Bu arada, hayatımızdan çıkarılmış bulunan Kur’ân’ın lâzımı olan “kudsiyet” sıfatı, daha önce de işaret ettiğimiz gibi, onun yerini almış bulunan mürşidin “lâzımı” haline gelir. Bu da mürşidimizi her kusurdan, eksiklikten, beşerî ârızalardan münezzeh olan, herşeyi bilen, insanın içini okuyan, istikbali gören, gayb âlemlerine nüfuzu olan bir hayalî mertebeye yükseltir ki, bu, peygamberlerin ismet sıfatından dahi çok ötede bir makamdır. Bunun pek çok misallerinden bir tanesini verelim:

Bediüzzaman, Kastamonu mektuplarından birinde, kıyametin tarihi hakkında bir hadis-i şeriften bir istihraç yaparken, “Gerçi delil olmaz” kaydını düşer; bahsin sonunu da وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللهِ  ve  لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ  ifadeleriyle bitirerek bu konuda bilginin Allah katında olduğunu ve Allah’tan başka hiç kimsenin gaybı bilemeyeceğini hatırlatır.

Kur’ân ve Hadisin mutlak üstünlüğüne inanan bir Nur talebesinin bu bahisle ilgili olarak takınacağı tavır, Kur’ân’ın ve Hadisin tekrar tekrar hatırlattığı bir gerçek olan “kıyamet vaktini peygamberler de dahil olmak üzere Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği” gerçeğini öncelemek, Bediüzzaman gibi bir allâmenin beyanlarının da herkes tarafından bilinen böyle aşikâr bir gerçeğe aykırı anlaşılamayacağını dikkate almak ve metni ona göre anlamaya çalışmak olmalıdır; bundan daha başka bir ihtimal tasavvur olunamaz.

Ancak tatbikatta durum daha farklı bir şekilde ortaya çıkmış, söz konusu metinde zikredilen tarih, günümüzde Risale-i Nur talebelerinin önemli bir kısmı tarafından kıyamet tarihi olarak telâkki edilir hale gelmiştir. Bu durum ise Kur’ân ve Sünnetin hakemliğini bir kenara bırakmış olmanın ve Üstaddan geldiğine inanılan herşeyi Kur’an ve Sünnete aykırı olup olmamasına aldırmaksızın kabule hazır bir ruh haletinin delilidir. Oysa kişinin bu konuda yapacağı tercihin taşıdığı risk apaçık ortadadır: Allah’ın ve Resulünün sarih bir şekilde beyan ettiği “gaybı ve kıyametin vaktini Allah’tan başka hiç kimsenin bilemeyeceği”[20] gerçeğine iman şarttır ve bu konuda tereddüt dahi küfür sayılır;[21] Bediüzzaman’ın her sözünü itirazsız kabul etmenin ise imanla bir alâkası yoktur. Faraza, bir Risale-i Nur talebesi Bediüzzaman’ın söz konusu yorumunu bütünüyle reddedecek dahi olsa kendisine hiçbir mes’uliyet terettüp etmez; hattâ bu tavır İslâm ilim geleneğine göre üstadına karşı saygısızlık olarak dahi telâkki edilemez. Fakat bu metni âyet ve hadisin apaçık beyanlarına aykırı bir şekilde anlayıp anlatmanın herkes için çok büyük bir tehlike teşkil ettiğinde hiç şüphe yoktur.

***

Üstad nasıl gaybı bilen Üstad oldu?

Kim ne kadar kabul etmekte zorlanırsa zorlansın, bugün cemaatlerin ve özellikle tarikatlerin ekseriyetinde görülen bir ârıza, Risale-i Nur cemaatlerini de büyük ölçüde etkisi altına almıştır. Bu ârıza, Üstadın gaybı bildiğini – sarihan değilse bile zımnen – kabul etme ârızasıdır. Toplulukların hayatına sızan bâtıl itikadlardan her birinin bir giriş kapısı, yahut içeri girerken büründüğü bir kılık vardır. Burada da, Resulullahın vahye istinaden verdiği gayb haberlerinden bahsederken Bediüzzaman’ın Resulullah için kullandığı “gayb-âşinâ” tabiri bu rolü oynamıştır. Bu itikada göre, eğer Bediüzzaman bir şey için “Böyle olacak” demişse, o mutlaka öyle olacaktır; şartlar ne kadar değişirse değişsin o söz kıyamete kadar bâki kalacak demektir. “Üstad bunu nereden biliyor?” sorusunun cevabı ise ekseriya “Gayb-âşinâ nazarıyla görüyor” şeklinde olur. Böylece, bu tabir, hem tatbik mahallinden, hem de mânâsından çok farklı bir yere taşınmak suretiyle, bir ulûhiyet sıfatı olan “âlimü’l-gayb” anlamını kazanmış olur; çünkü aksini düşünüp de Üstadın hiç değilse bazı sözlerinin haber verdiği gibi çıkmayabileceğini tasavvur etmek mümkün değildir!

Bunu yukarıda geçen Resulullaha ait iki hadise ile kıyas ediniz: O vak’alarda Allah’In Resulü kendi tayin ettiği komutanın ertesi gün ne yapacağını bilmiyordu. Bediüzzaman ise bir kimseyi bir göreve tayin ettiği zaman, onun bütün ömrü boyunca işleyeceği her şey ma’sumiyet kazanmış olur; çünkü Üstad “gayb-âşinâ” nazarıyla onun istikbalini görmüş olmasaydı böyle bir tayini yapmazdı!

***

Rivayet pazarı

Bu tür gaybî haberler revaç bulmaya başlayınca mevcutla yetinilmez, piyasada dolaşan rivayetlere gün be gün yenileri eklenir. Genellikle bu tarz üretimler bazı şeyleri veya kişileri parlatma hedefine dönüktür; insanlar bir lokmayı yuttuktan sonra yeni birisi, onu da benimsedikten sonra daha yenileri tedavüle girer. Resulullahtan intikal eden hadislerin incelenmesinde başvurulan “senedin sıhhati, ravilerin güvenilirliği, hadisin vürud zamanı ve şartları, hüküm çıkarmaya elverişli olup olmadığı” gibi düzinelerce kaide vardır. Muhaddisler olsun, fakihler olsun, bir hadis-i şerifi önlerine koydukları zaman bütün bu hususları kuyumcu titizliğiyle ölçüp biçerler; zaten bunu yapamayana muhaddis veya fakih denmez. Ama Üstadın  yazdıklarını bir yana bırakın, ondan şifahen rivayet edilen herhangi bir sözü dahi Resulullahın hadislerini incelemekte kullanılan yöntemlere tâbi tutmak alışılmış bir uygulama değildir. “Üstad ne demişse doğrudur ve hükmü kıyamete kadar bâkidir” tezini bir kere kabul ettiğiniz zaman, tahkik ve sorgulama için bir sebep kalmadığı gibi, bu tür teşebbüsler hoş da karşılanmaz. Böyle durumlarda genellikle karşılaşılan tavır, Üstada isnad edilen sözleri sorgulamaya kalkanların sadakatini sorgulamaktır.

Oysa biz bu lâkaytlığın neye mal olduğunu çok yakın bir geçmişte gördük. Bir topluluğu utançtan insan içine çıkamayacak hale getirmeye yetecek bir Fetö musibeti içimizde adım adım böyle rivayetlerle semirdi. Nihayet bir kısım aymazlar alenen “Peygamberde olmayan ilim başkalarında olabilir” diyecek kadar cesaret buldular ve uzun zaman bu iddia tekrarlandığı halde, iddia sahiplerini tükürüklerinde boğmaları gereken Risale-i Nur cemaatleri buna tek tük münferit itirazlardan başkaca bir tepki gösteremediler. Uhud savaşındaki mağlûbiyetin akabinde inen âyetlerin ve Resulullahın irşadlarına uyarak Sahabîler öyle bir muhasebe yapmışlar ve öyle bir azimle kendilerini tashih etmişlerdi ki, o günden sonra bir daha yenilgi yüzü görmemişlerdi. Biz ise bir muhasebeye girmekten ziyade eski yenilgilere kılıf geçirip aynı yöntemlerle yeni yenilgilere hazırlanıyoruz.

***

Gerçek misyona dönüş

Bazılarımız bu tesbitlere itiraz edecek ve tasvir ettiğimiz durumun bütün cemaati kapsamadığını öne süreceklerdir. Velev öyle olsa bile, sadece yanlışa bilfiil iştirak etmemiş olmakla kimsenin sorumluluktan sıyrılması mümkün değildir. Kur’ân ve Sünnet bize sadece kötülük yapmamış olmayı kurtuluş yolu olarak göstermiyor; kötülüğe engel olmayı da kurtuluşun en önemli şartları arasında sayıyor. Ama bunu anlamak ve anlatmak, ancak Kur’ân ve Sünneti gerçekten rehber edinen topluluklara müyesser olacak bir iştir. Bu da, ancak Bediüzzaman ile Risale-i Nur’u Kur’an ve Sünnetin yerini alan değil, onlara ulaştıran bir rehber olarak kabul ve mucebince amel etmek suretiyle mümkün olur.

Konunun Bediüzzaman ile ilgili yönüne bu bölümde temas etmeye çalıştık. Risale-i Nur’un bugünkü durumu ise bir sonraki bölümü teşkil ediyor.

[İlk yayın tarihi: 25 Temmuz 2020]


Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:

https://www.kitapoba.com/kalem-yazmak-zorunda

https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek


[1] Baştan buraya kadar olan kısım, Muhammed Ebu Zehra’nın Osman Keskioğlu tarafından tercüme edilen “İmam Şafiî” adlı eserinin 23-34. sayfalarından özetlenmiştir. Bibliyografik bilgiler bir sonraki dipnotunda.

[2] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafiî, müt. Osman Keskioğlu (Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı, 1996), s. 33.

[3] Nuh sûresi, 71:23. İbni Abbas’ın rivayeti için bkz. Buharî, Tefsir 71:1.

[4] Buharî, Fedâilü Ashabi’n-Nebî: 6.

[5] Dârimî, Mukaddime: 54 (no. 529).

[6] Diğerleri: Abdullah b. Mes’ud, Ebû Huzeyfe’nin âzatlısı Salim ve Muaz b. Cebel. (Buharî, Menâkıbü’l-Ensâr: 16; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe: 116).

[7] Bkz. A’râf sûresi, 7:138.

[8] Enfâl sûresi, 8:67-8.

[9] Tevbe sûresi, 9:43.

[10] Abese sûresi, 80:1-10.

[11] Bkz. Ahzâb sûresi, 33:21; Mümtehine sûresi, 60:4. Dikkat çekicidir: Örnek olarak verdiğimiz âyetlerden Mümtehine sûresinin âyeti bize nümune olarak İbrahim aleyhisselâmı gösterdikten hemen sonra, onun babası hakkındaki istiğfarını istisna ederek bu davranışının örnek alınmamasını ihtar ediyor.

[12] Şiîler ise, peygamberlerin yanı sıra Hz. Fatıma ile imamların da ma’sum olduklarını ve günahtan, hatâdan, her türlü yanılma ve unutmadan korunmuş olduklarını iddia ederler.

[13] Ahkaf sûresi, 46:9.

[14] A’râf sûresi, 7:188.

[15] Buharî, Ahkâm: 4; Müslim, İmâre: 39.

[16] Ebû Dâvud, Cihad: 87 (no. 2627).

[17] Kehf sûresi, 18:110.

[18] Kastamonu Lâhikası, 58. Mektup ( http://erisale.com/#content.tr.9.113 ).

[19] Barla Lâhikası, 131. Mektup ( http://erisale.com/#content.tr.8.208 ).

[20] Bkz. A’râf sûresi, 7:187; Tâhâ, 20:15; Lokman, 31:34; Ahzâb, 33:63; Fussılet, 41:17-18; Zuhruf, 43:85; Mülk, 67:25-26; Nâziât, 79:42-44.

[21] “İblis’in onlar üzerinde hiçbir gücü yoktur; âhirete iman edenlerle ondan şüphe edenleri Biz böylece [İblis’i onlara musallat etmek suretiyle] ayırt ediyoruz. Rabbin ise herşeyi gözetip koruyucudur.” (Sebe’ sûresi, 34:21).

12 Temmuz 2021 Pazartesi

Bu eserler böyle mi okunmalı?


***

Mukallitlerin hatâsı yüzünden Kur’ân’ın “tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek” halini aldığından yakınan Bediüzzaman’ın eserlerinden Kur’ân’a intikal etmekte zamanımız insanlarının problemi var.

ÜMİT ŞİMŞEK

-11-

Sebilürreşad’daki “Kur’ân-ı Azîmüşşanın Hakimiyet-i Mutlakası” başlıklı makalesinde şeriat kitaplarının şeffaf bir şekilde Kur’ân’ı göstermesi gerektiğini yazan Bediüzzaman Said Nursî, arkasında bu tarife uygun bir külliyat bırakarak aramızdan ayrıldı. Hattâ sadece külliyat değil, geniş bir talebe kitlesi de bıraktı.

Ve Bediüzzaman’ın aramızdan ayrılışının üzerinden bugüne kadar altmış yıl geçti.

Bu altmış yıl zarfında Risale-i Nur ve talebelerinin önündeki engeller kalktı. Eserler her yerde okunur hale geldi. Nur talebeleri ve medreseleri yurdun en ücra köşelerine kadar yayıldı. Dünyada Risalelerin girmediği ülke neredeyse kalmadı. Risale basan yayınevleri hiçbir zaman müşterisiz kalmıyor. Dünyanın dört bir yanında Risale-i Nur’u konu alan akademik çalışmalar yapılıyor. 

Özetle, eserler ve talebeler açısından baktığımız zaman, Risale-i Nur hareketinin Üstaddan sonraki dönemde kaydettiği başarılar göz kamaştırıyor.

Bununla beraber, konuyu bir de Üstadın Sebilürreşad’daki makalesinde gösterdiği hedef açısından ele aldığımızda, o kadar sürur verici bir manzarayla ne yazık ki karşılaşamıyoruz.

Eğer Bediüzzaman’ın o makalesinde gösterdiği hedefe uygun şekilde nazarlar Risalelere baktığı zaman oradan doğruca Kur’ân’a intikal edebilseydi, eğer insanlar onun Kur’ân’ı anlatışını okurken bunu anlatana karşı duydukları hayranlıkla yetinmeyip asıl kaynak olan Kur’ân’ın kendisini de biraz olsun merak edebilselerdi, eğer Said Nursî’nin eserlerini okuyanlar o eserlerin kaynağıyla da hergün içli dışlı olabilselerdi, biz bugün bunun sonucunu, tıpkı İslâmın ilk nesillerinde olduğu gibi, bütün halk tabakalarını birden kuşatan topyekûn bir Kur’ân seferberliği halinde görecektik. Bunun neticesinde de, âyetlerin toplum fertlerinden her birinin hayatına günbegün inişine ve ümmeti fert fert, aile aile, sınıf sınıf kucaklayışına şahit olacaktık. İnsanlar Kur’ân’ı okuyacak, Kur’ân’ı konuşacak, Kur’ân’ı soracak, Kur’ân’ı yaşayacak; böylece farklı topluluklara mensup mü’minler bu farklılıklarını Kur’ân’da birleşen insanların havuzuna boşaltacak ve ümmete âhenk içinde harikulâde bir zenginlik kazandıracaklardı.

Ancak o makalede Bediüzzaman’ın şikâyet ettiği problem toplumda iyice kökleşmiş ve, aynen onun tasvir ettiği gibi, Kur’ân’ın bihakkın lâyık olduğu hürmet ve rağbet milyonlarca kitaba ve müelliflerine taksim olunarak onları kusurdan münezzeh, tenkit olunamaz kudsî varlıklar haline getirmişti. Çünkü “her türlü kusur ve çirkinlikten pak ve münezzeh olma” halini ifade eden “kudsiyet,” Bediüzzaman’ın o makalede anlattığı gibi, Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerimin “lâzımı” idi. Kur’ân ismen varlığını devam ettirmekle birlikte fiilen hayattan çekilince, onun lâzımı olan kudsiyet, vasıtaların üzerinde kaldı. Böylece eski ulema ve eserleri dokunulamaz, yetişilemez, bu zamanda benzeri tasavvur olunamaz, eleştirilemez, hatâdan ve kusurdan münezzeh birer kudsî varlık halini aldı.[1] Bu anlayışın tipik bir örneğini, Bediüzzaman’ın İşârâtü’l-İ’câz adlı tefsirini kaleme almasına Seyyid Abdülhakîm Arvasî’nin gösterdiği tepkide buluyoruz. Olayın Arvasî taraftarlarınca anlatımı, bunu bir hayli daha vurgulu bir şekilde ortaya koyuyor:


Bir kış günü Efendi Hazretleriyle odada oturuyorduk. Soba yanıyordu. Kapı açıldı, içeriye Said Nursî girdi. Efendi Hazretleri “Buyurun” dedi. Oturdu. Çay ikram ettik, içti. Efendi Hazretlerine “Ben bir tefsir yazdım, bastırmak istiyorum. Size de takdim edeceğim” diye arz etti. Efendi Hazretleri de “Öyle mi? Vah vah vah! Sen tefsir mi yazdın?” dedi ve sonra devam etti: “İslâm âleminde Beydavî, Ebussuud, Razi, Hüseynî gibi yüzlerce tefsir yazılmış. Bunların ne eksiğini gördün? Söyle de bilelim. Sen ne yazabilirsin? . . . Tefsirler yazılmış, bu iş bitmiştir. Zaman tefsirle meşgul olma zamanı değildir. Küfür Ceyhun nehri gibi akıyor, hergün insanlar imanlarını kaybediyor. Binaenaleyh her iki halde de senin getireceğin tefsirin yeri şu soba olur. Büker büker sobaya atarım, ısınırım.”[2]


Bediüzzaman’ın tefsirine Seyyid Abdülhakîm Efendinin lâyık gördüğü muameleden meşhur Elmalılı tefsiri bilfiil nasiplenmiştir. Kendisine hediye edilen Elmalılı tefsiri ile ilgili hatırasını Seyyid Abdülhakîm Efendinin ünlü talebesi Hilmi Işık böyle anlatıyor:


[Tefsiri] eve getirdim, “Anne, bak bunlar Kur’ân-ı Kerim tefsiridir, sakın abdestsiz ellemeyin” dedim. Birkaç gün sonra İstanbul’a gelmiştim. Bu hadiseyi Efendi Hazretlerine anlattım. Buyurdular ki: “Sakın o tefsiri okuma; hattâ eve gidince hepsini yak! İlim sahibi olmaksızın tefsir okuyanların imanı gider” buyurdu. Ben de hocamın sözüne ittibâ ettim.[3]

***

Tefsir yakarak İslâmı korumayı kendisine vazife edinen bir kısım ulemâmızın bu yaman mücadeleleri din muhafızlığı alanında gözle görünür bir eser ortaya koyamadı, ama estirdikleri tedhiş havası ehl-i iman arasında Kur’ân’a karşı bir ürkeklik vücuda getirmekte tartışma götürmez bir başarı kaydetti. Maalesef onların bu tesirlerinden Risale-i Nur cemaatleri de hariç kalamadı. Bu kadar zaman sonra, hâlâ, Risale-i Nur talebelerinin bile birçoğunun bir meal veya tefsirin kapağını – eğer açabilirlerse – tereddütle açtıklarını görüyoruz. (Nitekim sırf bu korkuyu yenmekte bir kısmımıza faydası olur ümidiyle bu yazı serisinin önemli bir kısmını bu konuya ayırdık.)

Oysa Risale-i Nur, geçen bölümde de temas ettiğimiz gibi, bir Kur’ân okuma rehberi idi. Onun dâvâsı iman dâvâsıydı; zamanın bunalımları arasında iki dünya saadetini birden kaybetme tehlikesiyle yüz yüze kalan insanlara ebedî kurtuluş yolunu gösteriyordu. Ama bunu eski kitapların yaptığı gibi değil, Kur’ân’ın yaptığı gibi yapıyordu. İnsanları doğrudan doğruya Allah’ın rahmetine çağırarak, gökler ve yer sayfalarında yazılı kudret ve rahmet âyetlerini Kur’ân âyetleriyle beraber okuyup okutarak, her yerde ve her hadisede İlâhî rahmetin eserini göstererek, kendilerini her taraftan kuşatmış bir rahmet ve muhabbet deryasına çağırıyordu. Bu çağrıda, iki dünya saadetinin yanı sıra, Allah’ın kitabını okumaya ve Âlemlerin Rabbine muhatap olmaya bir davet de vardı. Kendisi örnek olarak bazı âyetleri açıklıyor, insanların önüne böylece geniş bir tefekkür ufku açtıktan sonra “Sairlerini sen kıyas et” diyerek onları Rablerinin kelâmıyla baş başa bırakıyordu. 10. Bölümde bunun misallerini gördük. Hattâ şunu da gördük:

“Sen kıyas et” şeklindeki ifadeler bir yerde değil, birçok yerde tekrarlanıyor ve bu tekrarlar açıkça gösteriyor ki, bu eserin müellifi, okuyucusundan konuyu orada bırakmamasını istiyor; buradan aldığı bilgi, bakış açısı ve tekniklerle Kur’ân’a yönelmesini istiyor; daha başka âyetlerde Rabbinin kendisine neler söylediğini daha geniş bir anlayışla kavramaya çalışmasını istiyor.

Kısacası, Risale-i Nur’a – kendi tarifine uygun şekilde – şeffaf bir eser olarak bakıp onun arkasından Kur’ân’ı net bir şekilde görmesini ve ona intikal etmesini istiyor; daha doğrusu, kullandığı fiil kiplerinden de anlaşılacağı gibi, bunu ona emrediyor.

Dahası var:

“Biz avâmız, anlamayız” gibi itirazların da önünü peşin peşin kapatıyor ve “Avâm bu âyetten şunu anlar, bedevî şu nasibi alır, edebiyatçı şunu anlar, âlim bunu anlar” gibi açılımlarla onlara yol da gösteriyor. Allah’ın ihsan ettiği aklı kullanacak olan insanları doğrudan doğruya Kur’ân ile buluşturmak isteyen bir âlim daha ne yapsın?

***

Bediüzzaman Risale-i Nur ile bize Kur’ân okumanın yollarını gösterdiği gibi, bazı somut hedefler de göstermiş ve bizim bu hedefler ışığında Kur’ân’a yönelerek bugünün insanına Kur’ân’ın ikramlarını bulup çıkarmamızı istemiştir. Kur’ân medeniyeti ile ilgili tarif ve tasvirleri bu hedeflerden biridir.

Risale-i Nur Müellifinin tarif ettiği medeniyetin nokta-i istinadı hak, hedefi fazilet, cihetü’l-vahdeti din ve vatan birliği, hayatta düsturu yardımlaşma, rehberi de hüdadır.[4] O bunları “Kur’ân medeniyetinin esasları” olarak tanımlamış, ancak ayrıntıya girmemiştir. Bu durumda Risale-i Nur talebelerinden beklenen şey Üstadın bu satırlarını biteviye okuyup durmak ve birgün bu okumalar sonucunda İslâm medeniyetinin kendi kendine yükselişe geçerek cihana hakim olmasını beklemek midir? Yoksa Üstadın önümüze koyduğu bu formül üzerinde yoğunlaşarak Kur’ân ve Sünnetin bize neler söyler söylediğini bulup çıkarmak, bu buluşlar üzerine güncel modeller inşa ederek bugünün insanına sunmak mıdır?

Aynı şekilde, Bediüzzaman, daha hayatının Birinci Said döneminde iken Asya’nın bahtını açacak olan anahtarı “meşveret ve şûrâ” olarak göstermiş ve hayatı boyunca da bu gayeyi takip etmiştir. Ancak aileden tutun, siyasetin en geniş dairelerine kadar hayatın muhtelif alanlarında bu anahtarın nasıl kullanılacağı konusunda bize “Alın, şunu yapın, arkasından şöyle yapın” şeklinde, adım adım uygulayacağımız bir formül vermemiştir. Acaba burada bize düşen şey “Asya’nın bahtının miftahı meşveret ve şûrâdır” sözünü tekrar tekrar okuyarak bu sözlerin bir gün sihirli bir anahtara dönüşüp de İslâm âleminin bahtını açacağı günü mü beklemektir? Yoksa bu sözün İslâm ve insanlık âleminin kaynaklarındaki köklerine inerek oradan Üstadın gösterdiği hedefe doğru yollar mı inşa etmektir?

Risale-i Nur, verdiğimiz bu iki misalin daha yüzlercesini, hattâ binlercesini okuyucuya sunacak muhteşem bir zenginliğe sahiptir ve bu zenginlik, hiç kuşkusuz, doğrudan doğruya Kur’ân’ın hazinelerinden Bediüzzaman’ın gönlüne yansıyan parıltılardan ibarettir. Ne var ki, önceleri amansız takip ve sindirme gayretlerine karşı biteviye bir var olma mücadelesi veren ve bu sebeple eserlerin ilmî yönüne eğilme fırsatını bulamayan Risale-i Nur cemaatlerinin merakı daha sonraki rahat dönemlerde kimi zaman siyaset, kimi zaman tarikat hevesi gibi arızî sebeplerle farklı hedeflere yönelmiş, bu yönelişler ihtilâf ve bölünmelerle neticelenmiş, ihtilâf ve bölünmeler de maalesef bu yola niçin çıktıklarını cemaatlerimize unutturmuştur. Bediüzzaman, Sebilürreşad’daki makalesinde şeriat kitaplarının doğrudan doğruya Kur’ân’ı göstermekten alıkoyan şeyi “mukallitlerin hatâsı” olarak gösteriyor ve bu hatâlar yüzünden Kurân’ın “tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek” derecesine düşmüş olmasından yakınıyordu. Ne yazık ki, başından sonuna kadar Kur’ân’ı anlatan ve doğrudan doğruya Kur’ân’ı gösteren Risale-i Nur’un da bugün gelinen noktada eski şeffafiyetini koruduğunu söyleyemiyoruz.

Birçokları bu tesbite hemen itiraz edecek ve cemaatler içinde en çok Kur’ân okuyan cemaat olduğumuzu bile iddia edeceklerdir; ancak biz Kur’ân’ı yüzünden okuyup hatim indirmekten ve mübarek günlerde cüz dağıtmaktan söz etmediğimiz gibi, bu seviyede kalan ve daha ileri gidemeyen bir okumayı Üstadın “Kur’ân’ı tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek derecesine indirmek” şeklinde tanımladığını görmüş bulunuyoruz.[5] Kaderin tecellîsine bakınız ki, Bediüzzaman’ın Sebilürreşad’daki makalesini yayınlayışından tam bir asır sonra, Risale-i Nur’un kendisi bile “mukallitlerin hatâsı yüzünden” tilâvetiyle teberrük olunan bir mübarek muamelesi görüyor. Artık Risale okurken lügate bakmanın dahi caiz görülmediği, açıklama yapmanın ise ise bütün bütün yoldan çıkmak anlamına geldiği günlerdeyiz. Umumî derslerde Risale-i Nur okunurken İmam Şafiî’nin de gelip dinlediğine, ancak okuyan kişi açıklama yapmaya başlayınca dersi terk ettiğine dair şehir efsanelerinin kemal-i iftiharla anlatılıp kemal-i hamakatle alkışlandığını gördükçe insan merak etmekten kendisini alamıyor:

Acaba bu haller bize Fetö’den mi miras kaldı, yoksa Fetö gibi oluşumlara neşvünema veren şey içimizdeki bu Haşhaşî eğilimleri miydi?

Belki de Risale-i Nur tarihinin şu âna kadarki en önemli problemini ifade eden bu soruyu, ilerleyen bölümlerde de zaman zaman kendisini hatırlatacak olan bir sual olarak şimdilik bir kenara not etmekle yetiniyoruz. Ama önümüzdeki bölümlerde ele alacağımız konular ve açıklamalarla bu sorunun cevabı da herhalde açıklığa kavuşmaya başlayacaktır.

Şimdi ise, “Biz buraya nereden geldik?” sorusunun cevabını araştırmak ve Risale-i Nur ile Müellifinin İslâm dairesi içindeki asıl konumunu tekrar hatırlamak gerektiğini düşünüyoruz.

Bundan sonraki bölümde inşaallah buradan başlayacağız.

[İlk yayın tarihi: 17 Temmuz 2020]


Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:

https://www.kitapoba.com/kalem-yazmak-zorunda

https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek


[1] Kudsî olana mensubiyeti sebebiyle bu sıfat Allah’tan ve Allah kelâmından başka şeylere izafe edildiğinde, o varlığın kusurdan münezzeh oluşunu değil, ancak kudsî olan kaynakla ilgisini ifade eder: Cebrail aleyhisselâma Rûhu’l-Kudüs denmesi kendisine emanet edilen vahiy sebebiyle olduğu gibi, Arz-ı Mukaddese bu ismin verilmesi de Allah Teâlânın ona verdiği değer sebebiyledir. Bu bakımdan, hiçbir beşere ve beşer eserine kusurdan münezzeh, dokunulmaz, hatâsından veya eksikliğinden söz edilemez anlamında kudsiyet atfetmek caiz olmadığı gibi, son derece ciddî inanç problemlerini de beraberinde getirir.

[2] Ekrem Buğra Ekinci, Hayatı ve Hatıralarıyla Seyyid Abdülhakim Arvasî (İstanbul: Arı Sanat Yayınları, 2017 [2. baskı]), s. 407.

[3] A.g.e., s. 351-352.

[4] Risale-i Nur Külliyatı, c. 1, s. 573; Hakikat Çekirdekleri (Mektubat), no. 61.

[5] Üstadın da mübarek gün ve gecelerde talebeleri arasında cüz paylaştırdığını söyleyerek bu tesbitimize itiraz edeceklere bir hatırlatma: Üstadın Kur’ân ile yegâne meşguliyeti bu değildi; ayrıca “tilâvetiyle teberrük olunan mübarek” tabirinin bizzat Üstada ait olduğunu da unutmayalım.