SON EKLENENLER
latest

23 Temmuz 2021 Cuma

Mehdîlik sevdası ve Risale-i Nur'a maliyeti


***

FETÖ gibi bir tedhiş örgütünün mehdiyet kılığına bürünerek bu kadar geniş kitleleri aldatmasına zemin hazırlayan zihniyet değişmedi, yön değiştirmek suretiyle yine kitleleri uyutmaya devam ediyor.

ÜMİT ŞİMŞEK

– 15 –

Risale-i Nur hareketinin doğuşundan bugüne kadar takip ettiği seyri bir bütün halinde göz önüne getirdiğimizde dikkatimizi çekecek olan hususlardan birisi de, bu hareket içinde rağbet gören şeylerde meydana gelen farklılıklardır. Mehdîlik konusu da bunlardan biridir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin hayatta olduğu zamanlarda bazı talebeleri zaman zaman bu meseleyi gündeme getirmek istemişlerse de Bediüzzaman konuyu kapalı ifadelerle geçiştirmiştir ki, bu açıklamaların dahi çoğunda, mehdîlik konusunun izahından ziyade, genel olarak hadislerin anlaşılmasında takip edilecek bazı esasların ders verildiği görülmektedir. Bediüzzaman’ı buna sevk eden şey ise, konuyla ilgili hadislerin inkârına meydan vermemek konusundaki titizliğidir ki, âhir zaman hadiseleriyle ilgili bir eser olan Beşinci Şuayı bu gaye ile telif ettiğini kendisi açıklamıştır.[1]

Ancak Bediüzzaman’ın bıraktığı mirasın aradan geçen bunca zaman içinde ilk günün orijinalliğini koruyabildiğini söylemek de mümkün değildir. Risale-i Nur hareketi Bediüzzaman’sız yıllarında bir yandan önündeki engelleri aşıp özgürlüğünü kazanarak geniş kitlelere yayılırken, diğer yandan da, rotasını asıl menzilinden farklı hedeflere yöneltme istidadı gösteren, hattâ yer yer bunu başaran değişimler de yaşamıştır. Bu kabil değişimler görünüş ve gösterişte gelişme ve zenginleşme şeklinde cereyan ederken, muhtevâ ve seviye açısından ise çoraklaşma yönünde bir seyir takip etmiştir. Bugün cemaatte hakim hale gelmiş bulunan mehdîlik telâkkisi, işte bu değişim sırasında öne çıkan konular arasındadır.

Gelinmiş olan noktada, Bediüzzaman’ın mehdîliğine olan inanç, Nur talebelerinin büyük çoğunluğunca, sorgulanması bile düşünülemeyecek bir ön kabul halini almış bulunuyor. Bunun ciddî bir problem doğurmayacağını düşünebilirsiniz: Risale-i Nur gibi, İslâm inancını orijinal bir yöntem ve üslûpla kitlelere ders vermiş ve toplumun badireli günlerden sahih bir imanla çıkmasında emeği geçmiş bir eser ile onun müellifini, birçok hadis-i şerifte haber verilmiş olan bir zât olarak telâkki edilmesinden kim ne zarar görebilir? Fakat bu telâkkinin inkârı caiz olmayan bir inanca dönüştüğü zaman doğurduğu sonuçlara baktığımızda, meselenin o kadar da basite alınamayacak bir problem halini aldığını görmemek imkânsızlaşıyor.

Herşeyden önce, FETÖ faciasının beslendiği ana damarlardan birisi, belki de birincisi, mehdîlik konusu idi. Kimine göre bizzat mehdînin kendisi, kimine göre de asıl mehdînin geniş dairedeki hedeflerini gerçekleştirecek olan zât, malûm terör örgütünün başı olan kişiydi. Eğer 15 Temmuz darbe teşebbüsü başarıya ulaşmış olsaydı, sağ kalanlarımız zaten buna cebren iman edecekti!

Fakat bu tecrübenin yaşanmış olmasından daha vahîm bir durumla halen karşı karşıya bulunuyoruz:

Yaşanmış olan tecrübeden ders alındığına dair hiçbir belirti ortalıkta görünmüyor. Bir tedhiş örgütünün mehdiyet kılığına bürünerek bu kadar geniş kitleleri aldatmasına zemin hazırlayan telâkkiler etkisinden hiçbir şey kaybetmedi, sadece yön değiştirmek suretiyle yine aynı kitleleri uyutmaya devam ediyor. Mehdîlik konusu yine dillerden düşmüyor; içi boş mesajlar mehdiyet övgüleriyle ambalajlanıp pazarlanıyor; boşboğazlıktan ve sövüp saymaktan başka bir marifet sergileyemeyen sosyal medya kahramanları “Mehdî-yi Âzam, Müceddid-i Ekber, ilh.” diye sıralanan bir düzine sıfattan sonra kendi ham hayallerini Bediüzzaman’a mal ederek kitleleri heyecanlandırmaya, birilerini göklere çıkarıp daha başkalarını yerin dibine batırmaya çalışıyor. Bir başka deyişle, İslâm tarihinin nice defalar mehdîlik iddiaları etrafında cereyan etmiş olayları daha küçük ölçekte Risale-i Nur cemaatleri içinde yaşanıyor. Gerçi bu gelişmeler henüz tarihte olduğu gibi şiddete dökülmedi, ama dökülmeyeceği anlamına da gelmiyor.

***

Risale-i Nur hareketinin içinde mehdiyet konusunun rağbet kazanması Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatından çok sonraki zamanlara rastlar ki, bu dönemler Risale-i Nur hizmetinin önündeki engellerin kalktığı, Risale-i Nur talebesi olmanın bir fiyat istemediği, bu arada dünya muhabbetinin cemaat içinde revaç bulduğu dönemlerdir. Bu yeni dönemde çilelerden kurtulmuş olmanın verdiği rehavetle, Risale-i Nur cemaatlerinin varlık sebebi olan iman hizmeti gittikçe ihmale uğrarken siyaset ve hamaset de yükselen değerler olmuştur. Yeni yetişen nesillere iman hakikatlerini uygun ve etkili yöntemlerle ulaştırmak gibi bir problem Risale-i Nur cemaatlerinin büyük kısmının ajandasından düşmüş, buna karşılık ülke yönetimine birilerini getirip daha başka birilerini de bundan uzak tutmak – sanki böyle bir güce sahiplermiş gibi! – diğer cemaatlerimizin olduğu gibi Risale-i Nur cemaatlerinin de en ziyade enerjisini tüketen bir meşgale halini almıştır. Tabii bu faaliyetlerin siyasetten en uzak bir konumda bulunması gereken Risale-i Nur hizmeti ile bağdaştırılabilmesi için yüce bir gaye ile irtibatlandırılması icap ediyordu ki, işte bu imkânı da mehdiyet meşgalesi sağlamış bulunuyor. İman hizmetinin içi boşalırken mehdî edebiyatının inkişaf etmesi işte bu sebeptendir.

Her bir Nur talebesini kapsayacak şekilde söylenemese bile, en azından çoğunluk itibarıyla Nur talebelerinin bugün sürüklendiği nokta hakkında söylenebilecek söz şudur:

Bediüzzaman’ın (veya Risale-i Nur’un) mehdîliği artık cemaat içinde tartışılmaz bir inanç esası halini aldığı gibi, hizmetlerin de referans noktasını teşkil etmekte, yapılan işler bu makama nisbet edilerek bir nevi kudsiyete mazhar olmaktadır. Bu arada her ne kadar bazıları Risale-i Nur’un mesajını çeşitli vesile ve vasıtalarla geniş kitlelere, özellikle inanç bunalımları içinde bocalayan genç nesillere aktarmaya çalışıyorlarsa da, “ana akım” içinde bu tür faaliyetler tasvip görmediği gibi, oldukça ağır ithamlara da sebep olmaktadır. Şimdi revaçta olan anlayış, izahsız ve lügatsiz bir şekilde kendi aralarında Risale-i Nur’u sürekli okuyup durmak ve günün birinde bu okumaların her türlü problemi halledeceğine inanmak yönündedir.[2] Gençlerin deizme yahut ateizme kaymalarına karşı onlarla tek tek meşgul olarak imanlarını kurtarmaya çalışmak artık mazide kalmış bir hizmet tarzıdır; Risale-i Nur’lar okullarda ders kitabı olarak okutulmaya başladığında bu problem – herhalde mehdiyetin kuvvetiyle – çözülmüş olacaktır.

Oysa Bediüzzaman bir Emirdağ mektubunda dünyevî makamların herşeyi kendisine âlet ettiğine işaret ettikten sonra, “Manevî makamlar olsa daha ziyade âlet eder” diyor ve bunun sebebini de “umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak” şeklinde açıklıyordu.[3] Yetmiş küsur yıl sonra, bugün Bediüzzaman’ın talebeleri, kendilerini ve hizmetlerini çok yüksek bir manevî makama yakıştırmak için yapıp ettikleri şeylerle Üstadlarını tasdik ediyor!

Bediüzzaman bir başka mektubunda, mehdîlik meselesini öne sürmenin iman hakikatlerini zaafa uğratacağını açık bir dille hatırlatıyordu. Baştan sona cerh edilmez delillere ve kâinat dolusu şahitlere dayanan bu hakikatler bir büyük makama izafe edildiği takdirde, delil yerine bu makamın otoritesine dayandırılmış olacak, bu defa da o güneş gibi aşikâr hakikatler ancak o makama ve makam sahibi olarak öne sürülen kimseye inanan kimseler için bir anlam ifade eder hale gelecek, iman hakikatlerine karşı yabanî duran kimselerin gözünde ise hiçbir değer taşımayacak, bilâkis bütün bütün kuvvetini kaybedecekti.[4] Zamanımızın Nur talebeleri, Üstadlarını bu teşhisinde de fiilleriyle tasdik ediyorlar: mehdiyet edebiyatı yaygınlaştıkça Nur talebelerinin iman hakikatlerini muhtaçlara ulaştırma gayretleri sönüyor, bütünüyle sönmese bile tesirini kaybediyor; onun yerine, bütün ümitler eserlerin dünyevî ve resmî makamlarca neşredilerek olağanüstü bir şekilde insanlar üzerinde tesir icra edeceği meçhul ve esrarlı bir istikbale bağlanıyor. Bu arada insanlar tabii ki boş durmuyor; birbirlerine mehdiyetin ve mehdîye asker olmanın faziletlerini anlatarak uçuşlara geçiyorlar. Yahut, bir başka okuyuşla, yeni Haşhaşî oluşumlarının zeminini hazırlıyorlar.

Mehdiyet edebiyatının cereyan ettiği yerde ihmal edilmemesi gereken bir diğer sonuç da ego patlamasıdır. Çünkü mehdîye mensup olmanın hem dünya, hem de âhiret itibarıyla bir getirisi vardır. Bunun sonucu olarak, mehdîyi öven kimsenin bu övgülerden mehdînin bir askeri olarak kendisine de pay çıkarması kaçınılmazdır. Bu paylar birike birike “mehdînin askerlerinde” bir üstünlük duygusuna yol açıyor. Mehdiyet konusunu dilinden düşürmeyen kimselerin sosyal medya hesaplarında bu durumu böbürlenme, kibirlenme, başka türlü düşünenlere tepeden bakma, en küçük bir eleştiriyi mehdiyet kalkanıyla savuşturma, karşı çıkana sövme, sürekli olarak birilerine sataşma (asker dediğiniz tabii ki savaşacak!), hakaret yarışında altta kalmama gibi arazlar halinde gözleyebilirsiniz. İnsan, sosyal medyada mehdî adına yazılıp çizilenleri gördükçe, mehdîye asker olmanın bir taraftan çok kolay, diğer taraftan da çok maliyetli bir iş haline geldiğini düşünmeden edemiyor: Çok kolay, çünkü maharet olarak sadece övmeyi ve sövmeyi bilmek yetiyor. Çok pahalı, çünkü fiyat olarak insandan edep ve ahlâkını istiyor!

Mehdîlik iddiasını dillerine dolayanların ihmal ettikleri, ancak birgün mutlaka yüzleşmek zorunda kalacakları bir gerçek daha vardır: mehdiyete gözünü dikmiş cemaatler arasında samimî bir ittihad hiçbir zaman mümkün olamaz. Çünkü mehdîlik makamı bir tanedir; onun için, bir cemaatin kendi mehdîsini ileri sürmesi, diğer cemaatlere ait mehdîlerin gerçek mehdî olamayacağı anlamına gelir. Bu durumun tabiî bir sonucu olarak, Üstadın mehdîliğini ilân edenler, daha başkalarından Üstadın bu mevkie lâyık olmadığını ispat gayesine yönelik çıkışlar beklemelidir. Her cemaat ve tarikat için bu durumu ayrı ayrı düşündüğümüzde, yerleşik mehdî beklentilerinin Müslümanlar arasındaki birliğe hizmet etmeyeceği kolayca ortaya çıkacaktır. Aynı durum Risale-i Nur ve Bediüzzaman için de söz konusu olacaktır. Hiç şüphesiz bu insanın yaratılışından beklenecek bir sonuçtur; “Gelin benim liderliğimde birleşin” şeklindeki bir çağrı hangi topluluktan olumlu bir cevap alabilir?

***

Konuyu ne kadar çok çeşitli yönlerden incelersek inceleyelim, varacağımız netice şu tek cümlelik sonuçtan ibaret kalacaktır:

Mehdî edebiyatının Risale-i Nur cemaatlerine kazandıracağı hiçbir şey yoktur; birçok şey kaybettireceği ise muhakkaktır. Zaten bu mesleğin esasları arasında böyle bir iddia yoktur; Nur talebeliği demek, Bediüzzaman Said Nursî’nin Kur’ân’dan alarak bu çağın insanlarına sunduğu çözümleri önce kendi nefsinde tecrübe etmek, sonra da, tam anlamıyla ilâçların olumlu etkisini yaşamış kimseler olarak onları muhtaç olan insanlara ulaştırmak, bu hizmeti de maddî yahut manevî hiçbir menfaate veya gayeye âlet etmeden sadece ve sadece muhtaç olan kulların imanlarının kurtulması için yapmak demektir. Bediüzzaman eserlerinin pek çok yerinde Risale-i Nur talebelerinin özelliklerinden söz etmiştir; ancak bunların hiçbirisinde mehdîye tâbi olmak yahut Risale-i Nur’u veya Üstadı mehdî kabul etmek şeklinde bir şart yoktur, tavsiye veya teşvik de yoktur. Bilâkis, bu hizmete maddî veya manevî makamların gölgesini düşürmenin zararlarına dair son derece önemli bahisler Risale-i Nur’da yer almaktadır ki, bunlardan bir ikisine yukarıda kısaca temas etmiş bulunuyoruz.

Bu açık gerçeklere rağmen bugün Risale-i Nur talebeleri arasında mehdiyet edebiyatının yaygınlaşmış olmasını, yukarıda da temas ettiğimiz gibi, bu hizmetin içinin boşalması ve himmetlerin özden kabuğa yönelmiş olması ile açıklamak mümkündür. Eğer böyle bir boşalma olmasaydı, imanların böylesine savrulduğu bir zamanda Risale-i Nur talebeleri hiçbir zaman asıl hizmetlerinden başlarını kaldırıp da mehdiyet fantezileriyle böbürlenerek gönül eğlendirecek vakit bulamazlardı.

Apaçık gerçeği daha da açacak olursak, bunun altından hiç şüphesiz dünya sevgisi çıkacaktır. Çünkü bu muhabbet, âhiret mertebelerine duyulan bir muhabbet değildir; bunda asabiyet, üstünlük taslama, övünme, manevî unvan görüntüsü altında dünya makamlarına talip olma, kendileriyle aynı şekilde düşünmeyen kardeşlerine karşı nefret ve husumet besleme gibi davranışlar vardır ki, bunların hepsinin yüzü de dünyevî hedeflere dönüktür. Hedefler dünyevîleşince, dikkatler de kendilerini zahmetsizce bu hedeflere ulaştıracak vesilelere yönelmektedir. Ve bu yöneliş, cemaatleri her türlü manipülasyona açık hale getirmekte, hattâ kendilerini kullanmak için fırsat kollayanlara “Gelin bizi dilediğiniz gibi kullanın” şeklinde davetiye çıkarmaktadır. Bu tesbitleri fazla iddialı bulanlar, henüz hafızaları tazeliğini korumakta iken, FETÖ gibi bir tedhiş örgütünün Risale-i Nur cemaatleri içinde nasıl yuvalanıp geliştiğini hatırlamaya çalışsınlar. Bir taraftan çoluk çocuğunun sorumluluğunu onların kurumlarına devrederek büyük bir yükten kurtulmak, diğer taraftan da geniş âlemde şaşaalı gelişmelere ve hattâ büyük mehdînin hükümranlığına şahit olmak, üstelik buna karınca kararınca bir katkıda bulunmak gibi mutlu rüyalar kimlerin başını döndürmemişti?

Diğer taraftan, mehdîlik gibi büyüleyici bir makama gözünü diken cemaatler siyaset âleminin kurtlarına yem olmayı garantilemiş sayılırlar. Böyle bir cemaatin halk kitleleri içinde hatırı sayılır bir tabanı da varsa, siyasetçiler bu durumu değerlendirmesini çok iyi bilirler. Gerçi bu ilişki iki tarafı da bir süre hoşnut eder; ama bir tarafın kazancı daha ziyade elle tutulur sonuçlar şeklinde gerçekleşirken, diğer tarafınki hep şu köşeyi de dönünce gerçekleşmesi beklenen hülyalar seviyesinde kalır. Bu hülyaların bedeli ise, cemaatin dayandığı bâki hakikatleri fâni kişi ve kurumların muvakkat siyasetlerine tâbi kılmak suretiyle ödenir. İlerideki bölümlerde siyaset konusunu ayrıca ele alacağımız için şimdilik bu konuda ayrıntıya girmiyoruz.

***

Risale-i Nur’a veya müellifine mehdiyet ünvanını yakıştırma yönündeki bu yaygın ve ısrarlı gayretlere revaç veren şey, her ikisine de haddi aşacak şekilde olağanüstü özelliklerin yakıştırılmış olmasıdır.

Risale-i Nur’un – İlâhî ilham ile telif edilmiş de olsa – bir beşer kelâmı olduğu konusunu 13 ve 14’üncü bölümlerde ele almıştık. Bunun ötesinde bir sıfat yakıştırıldığında ise, Risale-i Nur’u olağanüstü makamlarla irtibatlandırmak ihtiyacı doğmakta ve bunun sonucu olarak da mehdîlik konusu imdada yetişmektedir. Oysa bugün zihinlerde yaşamakta olan mehdî telâkkisi de fazlasıyla abartılmış bir makamdan başka bir şey değildir. Zira mehdî demek, doğru yolda olan kimse, Allah’ın kendisine hidayet nasip ettiği kimse demektir. Yoksa hidayete ulaştıran kimse demek değildir. Onun için, hidayete ancak mehdîye tâbi olmak suretiyle ulaşılabileceği konusundaki anlayışın hiçbir dayanağı ve anlamı yoktur.

Abartılan özelliklerine karşılık, Risale-i Nur’un ihmal edilen özellikleri de vardır ki, bunların başında, iman ilimlerinde gerçekleştirdiği tecdid gelir. Risale-i Nur talebelerini bekleyen asıl görevler işte bu alandadır. Sahih İslâm itikadını sadece Kur’ân’dan ilham alarak, Kur’ân’ın üslûp ve metodlarına dayanarak ve kaynak olarak insanlara sadece Kur’ân’ı göstermek suretiyle[5] açıklayan ve bunu açıklarken hayatın her alanında imanın doyumsuz hazlarını okuyucuya tattıran muhteşem bir eser külliyatının şifrelerini çözmek, açılımlarını keşfetmek ve bu eserlerden aldıkları ilham ve öğrendikleri yöntemleri kullanmak suretiyle İslâm inancının güzelliklerini her türlü vasıta ile âleme yaymaktır.

Ama bu lügate bakmanın caiz olup olmadığını tartışan kafalarla yapılacak bir iş değildir.

[İlk yayın tarihi: 23 Ağustos 2020]


Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:

https://www.kitapoba.com/kalem-yazmak-zorunda

https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek


[1] 14. Şua, http://erisale.com/#content.tr.4.461

[2] Bu tariflerin abartılmış olabileceğini düşünenler için, Bediüzzaman’ın kendisine en birinci talebe olarak seçtiği merhum Hulûsi Yahyagil’in bir soruya cevap olarak yazdığı mektupta geçen “Lügate bakmak lâzım” ifadesinin bir sitede yayınlanır yayınlanmaz cebren ve hışımla kaldırtılmış bulunduğunu hatırlatmak yeterli olacaktır sanırız. İster inanın, ister inanmayın, ama cehalet tarih yazıyor!

[3] 1. Emirdağ Lâhikası, 41. Mektup http://erisale.com/#content.tr.10.107 .

[4] Bkz. Sikke-i Tasdik-i Gaybî, http://erisale.com/#content.tr.12.20

[5] Tafsilât için bu yazı serisinin ilk üç bölümüne bakınız.

  1. Cemaat ehli; şimdiye dek hasıraltı veya sümen altı edilen problemlerle; ya mertçe yüzleşip tedavi çareleri arayacak, ya da hastalığı yok sayıp, neticede daha vahim iflah olmaz dertlere giriftar olacaktır.

  2. Risale okuyanların unuttuğu bir nokta: “Allah ölüden diriyi, diriden ölüyü çıkarır.(Rum Suresi-19)


  3. Lâkayd Emevîlik nihayet Sünnet Cemaate, salabetli Alevîlik nihayet Râfızîliğe dayandı.
    (Sünuhat – 25)



20 Temmuz 2021 Salı

KİTAP VE SÜNNETE BAĞLILIK İLKESİ (NETİCELER ÖZELİNDE)


***

Prof. Dr. İsmail Lütfi ÇAKAN
M.Ü. İlahiyat Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi

Giriş

“Emiru’l-mü’minin fi’l-hadis” unvanına sahip olan İmam el-Buhârî (v. 256) Müslümanların inanç, yaşayış sağlığı ve sürekliliği için gerekli olan ya da tehlike arzeden ve bu sebeple de fevkalâde dikkat isteyen imânî, fikrî-kültürel ve sosyal hemen her noktayı Sahih’inin Kitâbu’l-i’tisam bi’l-kitab ve’s-sünne adını taşıyan bölümünde 28 konu başlığı ve 100 kadar sahih hadis eşliğinde bilimsel olarak belirlemeye çalışmıştır. Genelde Müslümanların özelde ilâhiyat eğitimi almış irşad ve tebliğ kadrolarının Kitap ve Sünnet’e bağlılık (i’tisam) görevini bir şeref, kalite, kimlik özelliği ve imtiyazı olarak daima göz önünde tutup sahip çıkmalarına, ince ve derin bir din bilinci ve kavrayışı çerçevesinde tam bir İslâm sosyoloğu hazâkatiyle dikkat çekmiştir. Bu sebeple hadis derslerinde bu bölümün ısrarla okutulması, Müslüman kimliği, İslâm tebliği  ve değerler hiyerarşisi bakımından hayatî önem taşımaktadır.

Vahiy karşısında akıldan yana ağırlık koyan günümüzün anlayışı, büyük açmaz ve çıkmazlarda kalmakta ve bunalmakta, günübirlik sayılabilecek çareler bulmakla avunmakta, ama bırakın Müslüman idrakini tatmin etmeyi, kendi kendisini bile iknayı başaramamaktadır. Kendisinin ürettiği çözümsüzlüğü fark eden akıl, sonuçta ciddi olarak varoluşsal bir açmaza girmekte ve işi hayattan kopmaya kadar götürebilmektedir. Oysa vahyin öncülüğüne rıza gösteren akıl, en azından haddini bilmeyi de öğrenmiş olduğu için vahye teslimiyete rıza gösterdiği ölçüde rahat etmektedir.

Kitap ve Sünnet’e bağlılığın günlük hayata kazandırdığı bu “vahyin klavuzluğuna rıza” olgusu, aslında insan oğlunun en temel ihtiyacı ve en büyük şansıdır. Çünkü vahy’e teslimiyet, aklın aslî yerinde değerlendirilmesi ve akıl sahiplerinin de mutlu olması demektir. “Kitap ve Sünnete bağlılık” ise, işte bu şans ve mutluluğun dinimizdeki hem ilkesi hem de uygulamasıdır.

Bu gerçeği, Sahih-i Buhârî’nin sözünü ettiğimiz Kitap ve Sünnet’e bağlılık (İ’tisam) bölümünü esas alan Müslüman Kimliği[1] isimli kitabımızdan yararlanmak suretiyle seçip tespit ettiğimiz sonuç cümleleriyle özelde Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 2021 yılı mezunu genç meslektaşların, genelde ülkemizdeki tüm İlâhiyat ve İslâmi İlimler fakülteleri mezunlarının dikkatine sunuyor ve mezuniyetlerini “tebrik armağanı” olarak kabul edeceklerini ve hayatlarında rehber edineceklerini umuyor ve bu konuda kendilerine üstün başarılar diliyorum.[2]

İlke Nitelikli Neticeler ya da Netice Nitelikli İlkeler

Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’in en temel niteliği, engin anlamlı özlü sözler demek olan “cevâmiu’l-kelim”dir.

Kur’ân-ı Kerîm’in bu niteliği onun insanlar için açıklanmasını gerekli kılar. Bunu da “Sünnet” üstlenmiştir. Sünnet-i seniyyenin en temel işlevi, işte bu açıklama (beyan) görevidir.

Sünnetin yazılı belgeleri demek olan hadîs-i şerifler arasında da cevâmiu’l-kelim niteliğine sahip olanlar bulunmaktadır.

Resûl-i Ekrem Efendimiz Müslümanlar için hidayet ve kurtuluş rehberidir.

Hz. Peygamber’e ve getirdiği ilâhî  vahye inanıp itaat edenler kurtulur. Onu önemsemeyip inkâra kalkışanlar ise, mutlaka cezalarını bulur.

Peygamber Efendimiz, ümmetini ve insanları her türlü eğitim-öğretim usulleriyle uyarmaya ve bilgilendirmeye çalışmıştır.

Soyut kavramları somutlaştırmak,  irşat, tebliğ ve eğitim-öğretimde anlamayı ve iletişimi kolaylaştıran önemli bir yöntemdir.

Kitap ve Sünnet, İslâm’ın olmazsa olmaz iki temelidir.

Sünnet-i seniyye, ümmetin Kur’ân’ı ve İslâm’ı yaşama yöntemi ve reçetesidir. Bu sebeple Sünnet’e sımsıkı sarılmak, Kitabullahı yaşamanın yegâne gereği ve yöntemidir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‘in konumu iyice kavranmadan, onun sünnetinin önemini doğru ve sağlıklı bir şekilde anlamak mümkün olmaz.

Kitap ve Sünnet’e bağlılığın gerek ve göstergelerinden biri, Allah ve Resûlü’ünün açıklamalarıyla yetinip akla gelen herşeyi soruşturmamaktır. Çünkü din, inanç/kabul ve amel/pratiktir.

Kitap ve Sünnette açıklama getirilmeyen konularda “ısrar” anlamına gelecek tavırlardan kaçınmak her zaman için rahmet vesilesi ve rahatlık demektir.

Her hukûkî sistemde olduğu gibi İslâm’da da “bilinçli boşluklar” vardır. Herkesin kendi anlayışına ve imkânlarına göre bu rahmet alanlarından istifade etmesi uygun olur.

Allah Teâlâ’nın fiilleri için mutlaka bir illetin bulunması gerekmez. O, yaptığından dolayı sorgulanamaz; hiçbir şey onu hiçbir şeye zorlayamaz.

Kendisini doğrudan ilgilendirmeyen (Mâlâyânî) konularla ilgilenmek, Kitap ve Sünnet’e bağlılığı ve yetinmeyi zedeler.

Zorlama (tekellüf), Kitap ve Sünnet’e bağlılık ilkesine (i’tisam) aykırıdır. Sünnet itidal demektir, i’tisam da mûtedil olmayı gerektirir.

Hz. Peygamber’e uymak, İslâm’ı Sünnet’teki yorumuyla yaşamak demektir. Bu da mu’tedil ve olgun Müslümanlık anlamına gelmektedir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem‘in fiillerine uymak, Kitap ve Sünnet’e bağlılığın gereği ve tabiî bir sonucudur.

Sahâbîler, ayrıca sözlü bir ikaza gerek duymadan Efendimiz’in fiillerini imkanları ölçüsünde  uygulamaya çalışırlardı.

Eğitim-öğretimde fiil/eylem, söylemden daha etkilidir.

Dini anlamak ve yaşamakta Sünnet ölçüsünü taşıp kendilerine göre yollar tutmaya kalkanlara kızılabilir, şahısları değilse bile yaptıkları yanlışlar kamuoyuna duyurulabilir.

Dinde aşırı gitmemek başlı başına bir sünnettir.

Ulemâya ve cemaat önderlerine dinin itidal üzere yaşanması konusunda büyük sorumluluklar düşmektedir.

“Kaba sofuluk” anlamına gelecek tavırlardan Sünnet ölçüsüne uymak suretiyle uzak kalmak gerekir.

Hz. Peygamber ile tartışma anlamına gelecek söz ve fiillerden kaçınmak gerekir.

Allah’ı en iyi tanıyan ve O’ndan en çok korkan Hz. Peygamber’dir. Ondan daha müttakî ve dindar olma iddiası ve hadsizliği demek olan hiçbir girişimde bulunmamak gerekir. Zira Hz. Peygamber’den daha ileri ve üstün Müslüman olmak mümkün değildir.

Hz. Peygamber’in gösterdiği kolaylığı, tanıdığı ruhsatı kabullenmemek eninde sonunda büyük pişmanlıklara vesile olur.

Ruhsatı ruhsat olarak kabullenip işlemek, Kitap ve Sünnete bağlılık demektir.

Mekke ve Medine haremlerinin özel hukuku/statüsü vardır. Kitap ve Sünnet’e bağlılık ilkesinin anlamı Harameynde çok daha büyük bir öneme sahiptir.

Harem’de bid’at ihdas edenin ve böyle bir kimseyi barındıranın uğrayacağı azab pek büyüktür.

Bid’at ihdas etmek ve bid’atçıya yataklık etmek, bid’atçıyı resmen veya özel olarak korumaya kalkışmak  Kitap ve Sünnet’e bağlılık ilkesine temelden aykırı bir davranıştır. Çünkü Sünnet ile bid’at bir arada bulunmaz.

Ehl-i bid’at fırkalarından yana tavır almak, bid’at ve bid’atçıyı korumaktır, büyük vebaldir.

Hz. Peygamber, kendisine yöneltilen sorular karşısında, o konuda kendisine vahiy gelinceye kadar beklerdi. Efendimizin bu uygulaması bir anlamda “araştırma”yı teşvik demektir.

Eğitim, fetvâ ve tebliğ gibi konularda kişisel görüşler değil, nasslar esas alınmalıdır.

Hz. Peygamber, re’y ve kıyasla değil, vahiy ile öğretim yapardı.

Allah Teâlâ peygamberini değişik yollarla bilgilendirir.

Eğitim-öğretimin proğramı, günü, saatı ve yeri hocanın tercihine bırakılır.

“Allah’ın sana öğrettiklerinden bize de öğret” ifadesi, öğretimde vahyî bilginin öncelenmesi gereğine işarettir.

Peygamber Efendimiz kadın-erkek ayırımı yapmaksızın ashâbına karşı çok duyarlı davranırdı.

Kadınların eğitim ve öğretimi özel ihtimam ister. Onlara özel yer ve zaman ayırmak uygun olur.

Sahâbî hanımlar dînî meseleleri öğrenme konusunda son derece istekli ve gayretli idiler.

Âlimler ve özellikle ehl-i hadis bu ümmetin  istikâmet önderleridir. Çünkü Kitap ve Sünnet çizgisini koruma ve takip konusunda Müslümanlara öncülük ederler.

Kıyamete kadar hakka taraf ve hak uğrunda mücadele edecek bir grup bu ümmetin içinde daima var olacaktır.

Hak yanlıları eninde sonunda gâlip ve muzaffer olacaklardır.

Topluma en köklü hizmeti verenler, Kitap ve Sünnet’e bağlı ilim adamlarıdır. Bunların yetiştirilmesi, şartlar ne olursa olsun, aslâ ihmal edilmemelidir.

Kitap ve Sünnet’e bağlılık (i’tisam), bilgi ve bilinç işidir.

İlim en güçlü silahtır.

Usûlüne uygun olarak yapılan kıyas, makbuldur.

Mal ve ilim insanda cimrilik duygularını kamçılayan iki değerdir.

Bu iki nimeti hak yolunda değerlendirebilen kimseler gıbta edilmeye lâyık kişilerdir.

Gıbta güzel bir haslettir. Çünkü güzelliklerin artmasını istemek demektir.

Bilgi ve hikmete sahip olmanın şükrü, hem bunlarla hükmedip  hem de başkalarına öğretmekle yerine getirilebilir.

Eski ümmet ve milletlerin yolunu izlemek, Müslümanların kıyametinin kopması demektir.

Müslüman olarak devam edebilmenin yolu, mümkün olduğunca Kitap ve Sünnet’e bağlılıktır.

Öncekileri taklid, kimlik ve kişilik kaybıyla sonuçlanabilir.

Bid’atlardan ve uydurulmuş işlerden kaçınmak gerek.

İnsanları sapıklığa çağırmak veya kötü bir çığır açmak, o çağrıya uyan ve o yolu takip edenler bulunduğu sürece vebal üstlenmek demektir.

Kötülüğe azmettirmek veya sebebiyet vermek, başlı başına bir sorumluluktur.

Dinimizde kimse kimsenin günahını yüklenemez. “Vebali benim boynuma” demek, asılsız bir iddia ve aldatmacadır.

Kimden ve nereden gelirse gelsin, Kitap ve Sünnet üzere yaşamayı engelleyici her türlü çağrı ve uygulamalara karşı, Müslümanların son derece uyanık olması gerekir.

Medine, Peygamber şehri, Sünnet’in beşiğidir.

Medine, hicret ve sünnet yurdu olarak Müslümanların kimlik ve kişilikleri açısın­dan vazgeçemeyecekleri değerlerin merkezidir.

Medine-i münevvere’ye ve oradaki Hz. Peygamber’e ait hatıra ve makamlara saygı göstermek, Sünnet’e bağlılığın işaret ve göstergesidir.

Allah Teâlâ kendisine ait takdir ve tasarruflara müdâhale edilmesini kabul etmez.

İnsanları hidâyete sevketmek veya günahkârlıkları sebebiyle onlara azâbetmek ya da affetmek tamamen Allah Teâlâ’ın takdirindedir.  

Sevdiğimiz insanların hidâyet ve kurtuluşu ve kızdığımız insanların cezalandırılması bizim istek ve arzularımıza değil, Allah’ın onlar hakkındaki takdirine bağlıdır. Buna râzı olmak da Kitap ve Sünnet’e bağlılığın gereğidir.

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, kendisine gelen vahye uymakla yükümlüdür. Bu sebeple onun sünnetine uymak, vahye/Kur’ân’a uymak anlamına gelir.

Hz. Peygamber ictihad eder ve ictihadında yanılması da mümkündür. Hz. Peygamber’in bazı tavır ve davranışları, vahiy ile müdâhele edilip düzeltilmiştir. Netice itibariyle Sünnet, ilâhi denetimden geçmiş ve vahyin onayını almış olma imtiyaz ve niteliğine sahip bulunmaktadır.

Herhangi bir ihânet ve düşmanlıkları görülmedikçe ehl-i kitabın, Müslümanların ülkesinde kalmalarına müsaade edilir.

Ehl-i kitap da İslâm dâvetine muhataptır. Hz. Peygamber’e inanmak ve uymakla yükümlüdür.

Ehl-i kitabın Hicaz bölgesinden çıkarılması Hz. Peygamber tarafından başlatılmış bir uygulamadır.

İslâm merkezlerinin, diğer din mensuplarından temizlenmesi, Müslümanların Kitap ve Sünnet üzere yaşamaları ve tüm dünyaya “İslâm ol çağrısını” sunmaları açısından önem arzetmektedir.

Ümmet-i Muhammed âdil ve mûtedil bir ümmettir.

Müslüman âlimlerin ortaklaşa ortaya koydukları görüşlere uymak Kitap ve Sünnet’e uymanın tabiî bir gereğidir.

Ümmet-i Muhammed Kıyamette diğer peygamber ve ümmetlere şâhitlik yapacaktır.

Ümmetin kendine has özellikleriyle yaşamaya devam edebilmesi için, ilim ehli kişilerin önderliklerine ihtiyacı vardır.

Ehl-i Sünnet ve’l-cemaatın yolunu takip etmek Müslümanlar için gerçek kimliklerini bulmaları ve yaşamaları anlamına gelir.

Sünnete aykırı her hüküm ve işlem -bilgisizlik veya yanılgı sonucu da olsa- reddedilir.

Meşrûiyet, Sünnetteki uygulamalara uymakla sağlanır.

Yiyeceklerin iyisini seçmek câizdir. Böyle bir şeyin zühd ve takvâya aykırı olduğu söylenemez.

Her müctehid verdiği hükümde isabet de eder hata da.

İctihad ehliyetine sahip olan kimseler, verecekleri hükümler karşılığında duruma göre ya bir veya iki sevap kazanırlar.

Hüküm vermeden önce Kitap ve Sünnet’i iyice araştırmak i’tisamın yöntemsel gereğidir.

Gerekli araştırmayı yapmadan hüküm/fetvâ vermeye kalkışan kişi, Kitap ve Sünnet’e bağlılığın gereğini yerine getirmemiş, i’tisamsızlık ve usülsuzluk yapmış olur.

Bazı sünnetler, bazı sahâbîlerin bilgisi dışında kalmıştır. Büyük sahâbîlerin bile bazı sünnet bilgilerine ulaşamamış olmaları yadırganacak ve  ayıplanacak değil, aksine pek tabii bir durumdur.

Her sahâbî öğrendiği yeni bilgiyle amel ederdi. Sünnet’e i’tisamın gereği de budur.

Sahâbîler birbirlerine bildikleri sünnete ait bilgileri naklederlerdi.

Haber-i vâhid ile amel edilir. Amel etmek için haberin mütevâtir olması şart değildir.

Hadis rivâyeti ciddi bir iştir. Onun daima ilmî denetim altında tutulması pek tabiî bir olaydır.

Hz. Peygamber’in sukûtî takriri delildir.

Hükmü ifade etmekte sarâhat kadar îma ve delâlet de geçerlidir.

Sahâbe-i kirâm işaret veya delalet yöntemiyle ifade edilen gerçeklere uyarlardı.

Peygamber Efendimiz kendisine arzedilen meselelerle ilgilenir ve onları çözerdi.

Müslümanların dertleriyle ilgilenmek, imkanı olanlar için bir “Sünnet”in yerine getirilmesi demektir.

Eski vahyin mensupları demek olan Ehl-i kitaba, İslâm’a ait ahkam konusunda soru sormak yasaklanmıştır.

Ehl-i kitabın ve özellikle Yahûdilerin kendi dinleri hakkında verecekleri bilgilere karşı ihtiyatlı davranmak gerekir.

Müslümanlar kendi kimlik ve kişiliklerini koruyabilmek için Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmalıdırlar. Yabancı kültür mensuplarının ve odaklarının haber, araştırma ve propagandalarına karşı uyanık ve ihtiyatlı olmalıdırlar.

Müşkil konulara uluorta dalmamak ve hele hele böylesi meselelerde kesin kanaat belirtmemek, ihtiyatlı olmak gerekir.

Kültürel kirlenmeye karşı çağın gerektirdiği her türlü tedbir özellikle de bilimsel ve teknolojik tedbirler alınmalıdır.

Hz. Peygamber, Müslümanları korumaya yönelik en uygun ve etkili tedbirleri almakta aslâ tereddüt göstermemiştir.

Aksine delil yoksa emir vücup; nehiy de tahrim ifade eder. Nitekim Hz. Peygamber bazan verdiği emrin peşinden “li men şâe/dileyen için” kaydını getirmek suretiyle o emrin vacip olarak yorumlanmasını önlemiştir.

Maksatı kavrayıp gereğini yerine getirmek, lafız ve mânadan sapmak değil, Kitap ve Sünnet’e bağlılık anlamına gelir.

Hz. Peygamber, henüz hakkında vahiy gelmemiş olan konuları ashâbıyla istişâre ederdi.

Önemli konularda yetkin dost ve yakınlarla istişare etmek müstehaptır.

İşleri istişâre ile görmeye çalışmak Kitap ve Sünnet’e bağlılığın gereği olan bir yöntemdir.

Yöneticilerin gerek gördükleri konuları açıktan halka sorup onların önerilerini alması (referandum) câizdir.

Referandum (istişare), İslâm’da hükmü belirlenmiş olan konularda, şer’î hükmün değiştirilmesi maksadıyla yapılamaz.

Sonuç

İslâm’ın en özlü tarifi, bir sahâbinin isteği üzerine Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından  Tevhit + istikâmet = İslâmiyet ( قُلْ آمَنْتُ بِاللَّهِ فَاسْتَقِمْ)  diye yapılmıştır.

Buradan anlaşılmaktadır ki hem mü’minler hem de öncelik ve özellikle ilâhiyatçılar için en ciddi mesele, vasıflı ve tavırlı yani müstakim Müslüman olmaktır. Onun yolu da Kitap ve Sünnet’e bağlı yaşamaktır. Gerisi, müsvedde yaşayıp aldanmak demektir.

Davamızın sonu Allah’a hamd etmektir.

22 Mayıs 2021


[1] İFAV yayınları, İstanbul, 2020, (10. baskı)

[2] Bu yazı M.Ü. İlahiyat Fakültesi mezunlarının MÜİF 58 adıyla yayımladıkları mezuniyet dergisinde onlara özel haliyle neşredilmiştir(s. 30-33).

18 Temmuz 2021 Pazar

"Vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlar"


***

Risale-i Nur’un en muhteşem Tevhid bahislerinden biri, Bediüzzaman’a iftira atmak pahasına, Risale-i Nur’a “vahiy işlevinde bir ilham” statüsü vermek için nasıl çarpıtılır?

ÜMİT ŞİMŞEK

– 14 –

Bundan önceki bölümü kaleme alırken, bazılarının Risale-i Nur’u ilhamdan daha üst bir mertebeye taşımak için keyfî bir surette yorumladıkları bir pasaja yeri geldiği halde temas etmemiştik. Bunun sebebi de bu sakat ve tehlikeli yorumun son derece dar bir topluluğa münhasır olması idi ve bundan bahis açmak, bu tehlikeli iddiayı geniş bir kitleye yaymak anlamına gelecekti. Ancak 13. bölümün yayınlanmasından sonraki günlerde bu pasaj da internet ortamında dile getirilmeye ve sadece konuyu saptırmakla kalmayıp insanların inançlarını zedeleyecek bir potansiyel arz etmeye başlayınca, bu konuyu da ele almak bir zaruret halini aldı.

Konumuzu, Risale-i Nur Külliyatının en muhteşem Tevhid bahislerinden biri olan Âyetü’l-Kübrâ adlı Yedinci Şuada geçen bir cümle içindeki beş kelimelik bir bölüm teşkil ediyor.

Âyetü’l-Kübrâ, bilindiği gibi, kâinatın her tarafında, bütün varlık tabakalarından Hâlıkını soran bir seyyahın gözlemlerini anlatıyor. Bir nevi kâinat seyahatnamesi diyebileceğimiz bu harikulâde eserin kahramanı, sadece bu gaye ile âlemlerde dolaşıyor. Göklerden, yerden, bulutlardan, yağmurdan, kuşlardan, çiçeklerden, ağaçlardan, denizlerden, dağlardan, aylardan, yıldızlardan, insanlık âleminden, peygamberlerden, kitaplardan, maddî ve manevî âlemlerden ayrı ayrı aldığı cevapların her biri onun merakını daha da kamçılıyor, karşı durulmaz bir şevk ve zevkle seyahatini daha ötelere taşımaya onu sevk ediyor. Seyyahın dolaşıp konuştuğu menzillerin hepsi tek bir şeyi, yalnızca bir şeyi, sadece Onu anlatıyor. Ama her biri başka bir dille konuşuyor, başka bir şekilde anlatıyor, diğerlerinin anlatmadığı sırları onun önüne seriyor.

İşte bu mertebelerin bir tanesinde seyyahımızın aklına bir soru düşüyor:

Bütün bu hesapsız mahlûkatın ve harikulâde hadiselerin sayısız dilleriyle kendisini anlatan ve her bir mahlûkuna hesapsız nimetleriyle kendisini sevdiren Kâinat Hâlıkı kullarıyla bizzat konuşmaz mı?

Bu soru onu “vahiy ve ilham” hakikatiyle tanıştırıyor.

Aslında her ikisi de, diğer bütün mertebelerde olduğu gibi, aynı hakikati anlatıyor – ama farklı dillerle. Bu arada vahiy ile ilham arasındaki farkın altını Âyetü’l-Kübrâ’nın Müellifi kalın çizgilerle çiziyor ve birbirine karıştırılmasına yol açabilecek hiçbir açık nokta bırakmıyor.

Bu konudaki açıklamalarında,
(1) vahyin ekseriya melek vasıtasıyla, Âlemlerin Rabbi ünvanıyla, gölgesiz ve safi olarak, sadece özel kişilere yani peygamberlere mahsus bir şekilde iletildiğini;
(2) ilhamın ise vasıtasız olarak, her bir kuluyla, o kulun Rabbi unvanıyla hususî bir şekilde konuşması anlamına geldiğini ve bu ikinci tür mesajların (ilhamların) vahiy gibi saf ve gölgesiz olmadığını, renklerin karışabileceğini belirtiyor.

Bediüzzaman bu arada ilhamları melek ilhamı, insan ilhamı ve hayvanat taifelerinin ilhamları olmak üzere başlıca üç grupta topluyor.

Açıklamaların buraya kadar olan kısmında, vahiy konusu vuzuha kavuşmakla beraber, ilhamlar hususunda bazı noktaların müphem kaldığını görüyoruz.

Bu açıklamalar insan ilhamlarını izah ediyor. Melâike ilhamlarını da izah ediyor (veya, meleklerin yaşayışı hakkında âyet ve sahih hadislerin verdiği haberler dışında bir bilgimiz olmadığı için, burada bir eksiklik görmemize zaten imkân bulunmuyor.) Fakat hayvanlar, daha doğrusu hayvan toplulukları söz konusu olduğunda, onların tek bir vücut gibi davranmalarını izah etmek için buradaki ilham tanımı tam olarak kâfi gelmiyor. Hattâ, daha da açıkçası, hayvan topluluklarının düzenli davranışlarını açıklamak için, ilhamdan ziyade, bir tür vahiyden söz etmek daha makul görünüyor.

Bir balarısı kovanında bu hakikatin çok açık misallerini görüyoruz. Binlerce arının “arı gibi” çalıştıkları kovanda, her bir arı, o gün kendisini için belirlenmiş görev ne ise onu yapar. Larvaları besleyecekse onları besler, muhafızlık yapacaksa onu yapar, çiçek tarlarından polen taşıyacaksa onu taşır, petek yapacaksa onu yapar, bal üretip peteklere dolduracaksa onu yapar. Daha da ötesi, bu görevler sürekli olarak değişir. Bir günün sabahında binlerce arı bir görevden diğerine geçerken daha başka binlercesi de onların bıraktığı görevi devralır. Binlerce yataklı bir hastahanede bütün görevlilerin sürekli olarak değişmekte olduğuna, ama hizmetlerde en küçük bir aksama görülmediğine şahit olduğunuzda, bütün bu olup bitenlerin tek bir merkezden ânı ânına sevk ve idare edildiğine gözünüzle görmüş gibi inanmaz mısınız?

Dahası var: Arıya vahyedilen bilgiler arasında güneşin gün gün, saat saat konum farkları, yerçekimi, yerin manyetik alanı, ışığın polarizasyonu gibi, âlemin dört bir yanını kapsama alanına alan şümullü bilgiler de vardır ve bunlar çok hassas bir şekilde her bir balarısının bilgi dağarcığına kodlanmıştır. Yani, arıya vazifeleri ilham edilirken, bu hem bütün arıları birden kuşatacak, hem de yerin derinliklerinden gökteki güneşe kadar birbirinden uzak pek çok şeyi birden içine alacak bir şümullülük içinde gerçekleştirilmektedir.

Karıncaları arılara, gökyüzünde tek bir vücut gibi harikulâde rakslarıyla insanları büyüleyen sığırcık kuşlarını karıncalara kıyas eder ve sonra da her bir hayvan taifesinin kendileri için tayin edilmiş görevleri yine tam bir kesinlik ve mükemmellikle tayin edilmiş şekilde yerine getirmekte olduklarını düşünecek olursanız, âyetler peş peşe gözünüzün önünden geçmeye başlar:


Yerde hareket eden hiçbir canlı, havada kanat çırpan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi birer topluluk olmasın.  Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.  Sonra onların hepsi Rablerinin huzurunda toplanırlar.[1]

Hiçbir canlı yoktur ki, Allah onu alnından yakalamış olmasın.[2]

Göklerde ve yerde olanların ve kanat çırpan kuşların Onu tesbih ettiğini görmedin mi? Onların hepsi duasını da bilir, tesbihini de. Allah ise onların yaptıklarını bilir.[3]


Âyetü’l-Kübrâ Müellifi, anlattığı ve tasvir ettiği konuya en ince noktalarını dahi ihmal etmeyecek kadar hakim olduğunu, tefekküratında en cüz’î görünen meselelere dahi nüfuz ettiğini ve kendi âleminde bir meseleyi tam anlamıyla çözmeden hiçbir şeyi kaleme almadığını gösteren bir tavırla, burada, pek çok çeşitli ilham türlerinden bir tanesini, vahiy tarafında inceliyor:

“Vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlar.”

İşte bu tanım sayesinde arı kovanlarının, karınca yuvalarının, sığırcık danslarının ve birbirinden harikulâde hayat tarzlarıyla akılları hayrette bırakan sayısız hayvanat taifelerinin sırrı açıklığa kavuşuyor ve o açıklıkta, muhteşem bir Tevhid hakikati bütün şaşaasıyla beliriyor:

Her bir hayvan taifesi, bütün fertleriyle, bir merkezden, doğrudan doğruya Rablerinden talimat alıyor. Bunlar vahiy kesinliğinde ilhamlar; başka renkler, başka gölgeler, başka unsurlar yok. Doğrudan doğruya Rablerinden geliyor. Ve sadece o ilhamı alanı değil, bütün topluluğu bağlıyor; çünkü bütün topluluk, fert fert o ilhamı alıyor.

Ve Bediüzzaman, bu hakikati sadece iki tane sıfatla özetliyor: (1) vahyin hizmetini gören, (2) şümullü ilhamlar.

Sonra  da, bu tür ilhamları vahiy cephesine katmak suretiyle durumu özetliyor:

Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

***

Şimdi, içimizden bazıları, bütün dünyayı bu kadar zenginlikle kuşatan böylesine aşikâr bir gerçeği görmüyorlar ve konuyla hiçbir ilgisi yok iken “vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlar” tabiri ile Risale-i Nur’un kastedildiğini iddia ediyorlar.

Gerçi bu iddianın arkasındaki saik kendisini açıkça belli ediyor. Bir taraftan, Risale-i Nur’un sair eserler gibi beşer kelâmı oluşuna açıkça itiraz edemiyorlar, diğer taraftan da Risale-i Nur’u ilham statüsünde görmeye razı olamıyorlar. İşte bu noktada, “vahyin hizmetini gören şümullü ilham” tanımı yardımlarına yetişiyor ve bu tanımı Risale-i Nur’a yakıştırmak suretiyle hem onu vahiy statüsüne yükseltmek, hem de vahiy demenin sorumluluğundan kurtulmak gibi çifte nimeti bir arada bulmuş oluyorlar.

Oysa bu yakıştırmanın sadece imkânsızlığı değil, yakışıksızlığı da birkaç noktada birden kendisini belli ediyor.

Birincisi: Hayvanat ilhamlarının büyük kısmının vahiy mesabesinde olduğu ve vahyin işlevini gördüğü meydandadır. Risale-i Nur için aynı şeyi söylemek ise büyük bir cür’ettir ve hiçbir mesnedi yoktur.

İkincisi: Hayvanat ilhamları hem kapsama alanı, hem de muhatapları açısından şümullüdür.[4] Risale-i Nur için ise bunların ikisini de söylemek mümkün değildir; herkesi birden bağlamadığı gibi, dinin bütün (veya ekserî) alanlarını kapsamadığı da bilinen bir gerçektir. Ve bu gerçeği Bediüzzaman “Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyenin kanunlarını da ihata eden dinin geniş dairesinden bahsetmez” sözleriyle dile getirmiştir.[5]

Üçüncüsü: Konu tamamen Tevhid konusudur ve her cümlesi tek bir Yaratıcının bütün mahlûkat ile iletişiminden bahsetmektedir. Böyle bir bahsin bir yerine, üstelik tekellüflü tevillerle Risale-i Nur’u monte etmenin hiçbir açıklaması yoktur. Bir insan, başından sonuna kadar Tevhidi işleyen bir eserin en heyecan verici bir bölümünde kendisini doğrudan doğruya Yer ve Gökler Rabbi ile irtibatlandıran bir bahsin ortasına gelmiş ve bütün hayret ve muhabbeti Rabbine yönelmişken, nasıl olur da birden bire bu hayret ve muhabbetinin yönünü gaye yerine vasıtaya çevirmek için yollar arar? Oysa bu davranışıyla Risale-i Nur’un kendisine öğrettiği şeyin tam tersini yapmakta ve iman hakikatlerini mânâ-yı harfî ile, kendisini bu hakikatlere ulaştıran eseri ise mânâ-yı ismî ile okumaktadır!

Ve bir hazin gerçek daha:

Bu tür davranışların faturası herkesten önce Üstada çıkarılıyor; bundan kimsenin haberi var mı? “İşte burada Risale-i Nur’dan bahsediliyor” yorumunu görenler, Bediüzzaman’ı, en ilgisiz bahislere bile kendi eserini methedecek bir ifade katmaktan geri kalmayan bir adam olarak görüyorlar.[6]

***

Her neyse, şimdi biz bütün bunları bırakalım ve, üzerinde konuşup durduğumuz bu muhteşem bahsi, Âyetü’l-Kübrâ’nın vahiy ve ilhamlardan bahseden âlem-i gayb ile ilgili bölümünü yorumsuz bir şekilde, muhteşem bir Tevhid ziyafeti olarak okumanın zevkine varalım:[7]


Sonra, âlem-i gayba yakından bakan ve akıl ve kalbde seyahat eden o yolcu, “Acaba âlem-i gayb ne diyor?” diye merakla o kapıyı da şöyle bir fikirle çaldı. Yani, “Madem bu cismânî âlem-i şehadette, bu kadar ziynetli ve san’atlı hadsiz masnularıyla kendini tanıttırmak ve bu kadar tatlı ve süslü ve nihayetsiz nimetleriyle kendini sevdirmek ve bu kadar mu’cizeli ve maharetli, hesapsız eserleriyle gizli kemâlâtını bildirmek, kavilden ve tekellümden daha zâhir bir tarzda fiilen isteyen ve hal diliyle bildiren bir Zât, perde-i gayb tarafında bulunduğu bilbedahe anlaşılıyor. Elbette ve her halde, fiilen ve halen olduğu gibi, kavlen ve tekellümen dahi konuşur, kendini tanıttırır, sevdirir. Öyle ise, âlem-i gayb cihetinde Onu, Onun tezahüratından bilmeliyiz” dedi. Kalbi içeriye girdi, akıl gözüyle gördü ki:

Gayet kuvvetli bir tezahüratla, vahiylerin hakikati, âlem-i gaybın her tarafında, her zamanda hükmediyor. Kâinatın ve mahlûkatın şehadetlerinden çok kuvvetli bir şehadet-i vücud ve tevhid, Allâmü’l-Guyûbdan vahiy ve ilham hakikatleriyle geliyor. Kendini ve vücud ve vahdetini, yalnız masnularının şehadetlerine bırakmıyor. Kendisi, kendine lâyık bir kelâm-ı ezelî ile konuşuyor. Her yerde ilim ve kudretiyle hâzır ve nâzırın kelâmı dahi hadsizdir. Ve kelâmının mânâsı Onu bildirdiği gibi, tekellümü dahi Onu sıfâtıyla bildiriyor.

Evet, yüz bin peygamberlerin (aleyhimüsselâm) tevatürleriyle ve ihbaratlarının vahy-i İlâhîye mazhariyet noktasında ittifaklarıyla ve nev-i beşerden ekseriyet-i mutlakanın tasdik-gerdesi ve rehberi ve muktedası ve vahyin semereleri ve vahy-i meşhud olan kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin delâil ve mu’cizatlarıyla, hakikat-i vahyin tahakkuku ve sübutu bedahet derecesine geldiğini bildi ve vahyin hakikati beş hakikat-i kudsiyeyi ifade ve ifaza ediyor diye anladı:

Birincisi: لِلتَّنَزُّلاَتِ اْلاِلٰهِيَّةِ اِلٰى عُقُولِ الْبَشَرِ denilen, beşerin akıllarına ve fehimlerine göre konuşmak, bir tenezzül-ü İlâhîdir. Evet, bütün zîruh mahlûkatını konuşturan ve konuşmalarını bilen, elbette Kendisi dahi o konuşmalara konuşmasıyla müdahale etmesi, rububiyetin muktezasıdır.

İkincisi: Kendini tanıttırmak için, kâinatı bu kadar hadsiz masraflarla, baştan başa harikalar içinde yaratan ve binler dillerle kemâlâtını söylettiren, elbette Kendi sözleriyle dahi Kendini tanıttıracak.

Üçüncüsü: Mevcudatın en müntehabı ve en muhtacı ve en nâzenini ve en müştakı olan hakikî insanların münâcâtlarına ve şükürlerine fiilen mukabele ettiği gibi, kelâmıyla da mukabele etmek, hâlıkıyetin şe’nidir.

Dördüncüsü: İlim ile hayatın zarurî bir lâzımı ve ışıklı bir tezahürü olan mükâleme sıfatı, elbette ihatalı bir ilmi ve sermedî bir hayatı taşıyan Zâtta, ihatalı ve sermedî bir surette bulunur.

Beşincisi: En sevimli ve muhabbetli ve endişeli ve nokta-i istinada en muhtaç ve sahibini ve malikini bulmaya en müştak, hem fakir ve âciz bulunan mahlûkatlarına, acz ve iştiyakı, fakr ve ihtiyacı ve endişe-i istikbali ve muhabbeti ve perestişi veren bir Zât, elbette Kendi vücudunu onlara tekellümüyle iş’ar etmek, ulûhiyetin muktezasıdır.

İşte, tenezzül-ü İlâhî ve taarrüf-ü Rabbânî ve mukabele-i Rahmânî ve mükâleme-i Sübhânî ve iş’âr-ı Samedânî hakikatlerini tazammun eden umumî, semâvî vahiylerin, icmâ ile Vâcibü’l-Vücudun vücûduna ve vahdetine delâletleri öyle bir hüccettir ki, gündüzdeki güneşin şuââtının güneşe şehadetinden daha kuvvetlidir diye anladı.

Sonra ilhamlar cihetine baktı, gördü ki:

Sâdık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbâniyedir; fakat iki fark vardır.

Birincisi: İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekseri melâike vasıtasıyla; ve ilhamın ekseri vasıtasız olmasıdır. Mesela, nasıl ki, bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var.

Birisi: Haşmet-i saltanat ve hakimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini, bir valiye gönderir. O hakimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için, bazan, vasıta ile beraber bir içtima yapar, sonra ferman tebliğ edilir.

İkincisi: Sultanlık ünvanıyla ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz’î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisiyle veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır.

Öyle de, Padişah-ı Ezelînin, umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat Hâlıkı ünvanıyla, vahiyle ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlarıyla mükâlemesi olduğu gibi; her bir ferdin, her bir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kàbiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.

İkinci fark: Vahiy gölgesizdir, sâfidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melâike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi, çeşit çeşit, hem pek çok envâlarıyla, denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbâniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor.

لَوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِكَلِمَاتِ رَبىِِّ لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَنْ تَنْفَدَ كَلِمَاتُ رَبىِِّ     

âyetinin bir vechini tefsir ediyor anladı.

Sonra, ilhamın mahiyetine ve hikmetine ve şehadetine baktı, gördü ki: Mahiyeti ile hikmeti ve neticesi dört nurdan terekküp ediyor.

Birincisi: Teveddüd-ü İlâhî denilen kendini mahlûkatına fiilen sevdirdiği gibi, kavlen ve huzuren ve sohbeten dahi sevdirmek, vedûdiyetin ve rahmâniyetin muktezasıdır.

İkincisi: İbâdının dualarına fiilen cevap verdiği gibi, kavlen dahi perdeler arkasında icabet etmesi, rahîmiyetin şe’nidir.

Üçüncüsü: Ağır beliyelere ve şiddetli hallere düşen mahlûkatlarının istimdatlarına ve feryatlarına ve tazarruatlarına fiilen imdat ettiği gibi, bir nevi konuşması hükmünde olan ilhâmî kavillerle de imdada yetişmesi, rububiyetin lâzımıdır.

Dördüncüsü: Çok âciz ve çok zayıf ve çok fakir ve çok ihtiyaçlı ve kendi malikini ve hâmisini ve müdebbirini ve hafîzını bulmaya pek çok muhtaç ve müştak olan zîşuur masnularına, vücudunu ve huzurunu ve himayetini fiilen ihsas ettiği gibi, bir nevi mükâleme-i Rabbâniye hükmünde sayılan bir kısım sadık ilhamlar perdesinde ve mahsus ve bir mahlûka bakan has ve bir vecihte, onun kàbiliyetine göre, onun kalb telefonuyla, kavlen dahi kendi huzurunu ve vücudunu ihsas etmesi, şefkat-i ulûhiyetin ve rahmet-i rubûbiyetin zarurî ve vâcip bir muktezasıdır diye anladı.

Sonra ilhamın şehadetine baktı, gördü: Nasıl ki, güneşin faraza şuuru ve hayatı olsaydı ve o halde, ziyasındaki yedi rengi, yedi sıfatı olsaydı, o cihette, ışığında bulunan şuâları ve cilveleri ile bir tarz konuşması bulunacaktı. Ve bu vaziyette, misalinin ve aksinin şeffaf şeylerde bulunması; ve her ayna ve her parlak şeyler ve cam parçaları ve kabarcıklar ve katreler, hattâ şeffaf zerrelerle her birinin kàbiliyetine göre konuşması; ve onların hâcâtına cevap vermesi; ve bütün onlar güneşin vücuduna şehadet etmesi; ve hiçbir iş, bir işe mâni olmaması; ve bir konuşması, diğer konuşmaya müzahemet etmemesi bilmüşahede görüleceği gibi, aynen öyle de: ezel ve ebedin Zülcelâl Sultanı ve bütün mevcudatın Zülcemâl Hâlık-ı Zîşanı olan Şems-i Sermedînin mükâlemesi dahi onun ilmi ve kudreti gibi, küllî ve muhit olarak herşeyin kàbiliyetine göre tecellî etmesi; hiçbir suâl bir suâle, bir iş bir işe, bir hitap bir hitaba mâni olmaması ve karıştırmaması bilbedahe anlaşılıyor. Ve bütün o cilveler, o konuşmalar, o ilhamlar birer birer ve beraber bil’ittifak o Şems-i Ezelînin huzuruna ve vücub-u vücuduna ve vahdetine ve ehadiyetine delâlet ve şehadet ettiklerini aynelyakîne yakın bir ilmelyakînle bildi.


[İlk yayın tarihi: 8 Ağustos 2020]

Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:

https://www.kitapoba.com/kalem-yazmak-zorunda

https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek



[1] En’âm sûresi, 6:38.

[2] Hûd sûresi, 11:56.

[3] Nûr sûresi, 24:41.

[4] Hattâ, “Rabbin balarısına vahyetti” diye başlayan Nahl (16) sûresi 68-69. âyetlerini açıklarken, Bediüzzaman, âyet metninde sarih şekilde yer almadığı halde, bu hakikatin “bütün zemin yüzünde, hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihâtasından” söz eder. Yine  Âyetü’l-Kübrâ’da yer alan bu bahiste de, âyetin “vahiy” kelimesiyle atıfta bulunduğu arı ilhamının şümullülüğüne bir işaret görülüyor.

[5] “Eskişehir Müdafaası,” Tarihçe-i Hayat. http://erisale.com/#content.tr.14.288

[6] İnternette bunun örnekleri var.

[7] http://erisale.com/#content.tr.4.168