SON EKLENENLER
latest

30 Temmuz 2021 Cuma

Risale-i Nur cemaatleri FETÖ fitnesinin muhasebesini yapmak zorunda


***

FETÖ, Risale-i Nur cemaatleri içinde yuvalanıp gelişmiş büyük bir tedhiş örgütüydü. Bu durum cemaatlerimizi ayrıntılı bir muhasebe yükümlülüğüyle karşı karşıya getiriyor.

ÜMİT ŞİMŞEK

– 17 –

Bünyesinden FETÖ gibi bir tedhiş örgütünü çıkarmış olmak, hiç şüphesiz, bir cemaatin başına gelebilecek talihsizliklerin en kötüsüdür ve Risale-i Nur cemaatleri bu talihsizliği yaşamıştır.

Lâkin bu talihsizliği daha da kötüleştiren birşey var: Cemaatlerimiz başlarından geçen şeyin büyüklüğünü kavramış görünmüyorlar; çünkü bugüne kadar hiçbir Risale cemaatinde FETÖ tecrübesinin ciddî bir tahlile tabi tutulduğuna dair bir haber işitmedik. Bütün işittiğimiz, o da belli bir tarihten sonra olmak üzere, FETÖ’yü reddeden ifadelerden ibaret kalıyor. Fakat bu mikrop bünyeye nasıl girdi, nasıl yer edindi, nasıl gelişti? Hangi kapıları açık buldu da içeri girebildi? O gözlerinin önünde gelişip dururken Risale-i Nur talebeleri ne yaptılar? Kendi kucaklarında bir canavarın büyümekte olduğunu fark etmediler mi? Fark ettilerse neden sesleri çıkmadı? Fark etmedilerse nasıl bir gaflet onları böyle bir tehlike karşısında tedbir almaktan alıkoydu? Risale mahfillerinde böyle soruların sorulduğuna, sorulabildiğine, sorulmuş olsa bile cevap alınabildiğine kani değiliz. Tabii, bu durum bir başka vahîm soruyu daha gün yüzüne çıkarıyor:

Dün FETÖ’nün barınma imkânı bulup da rahatça geliştiği bir yerde yarın daha başka oluşumların yaşanmayacağını kim temin edebilir?

Bunu kimse temin edemeyeceği gibi, tam tersine, benzer olayların daha pek çok defalar yaşanabileceğine dair alâmetler fazlasıyla mevcuttur. Teröristbaşının Risale-i Nur cemaatleri içinde nasıl bir gelişme zemini bulduğunu hatırlayacak olursak, bu çizgiyi geleceğe uzatarak yeni parazitlerin beklentisine girmekte zorlanmayacağımızı da görmüş oluruz.

Bir defa Risale-i Nur gibi muhteşem bir eser, Bediüzzaman Said Nursî gibi karizmatik bir müellif ve bunlara bağlı olarak vücuda gelen ve toplumun bütün kesimlerinde kök salan muazzam bir cemaat her zaman için parazitlerin iştahını açan bir alan teşkil eder ve etmektedir. FETÖ ise Risale-i Nur’un nüfuzundan beslenen ilk ve tek oluşum değildir; ancak en meşhuru ve en etkilisi olmuştur. Bu itibarla, onun Risale-i Nur cemaatleri içinde başlayan ve sonra bütün ülkeyi ve neredeyse bütün ümmetin bünyesini saracak bir güce erişen gelişmesini dikkatli bir şekilde incelemek, bütün benzerlerini de kapsayan bazı tesbitleri yapmamıza imkân verecektir.

FETÖ elebaşısının Risale-i Nur cemaatleri içinde belirmesi ve adından söz edilmeye başlaması, onun bir Nur talebesi olarak Risale-i Nur dâvâsına yaptığı hizmetler vasıtasıyla değil; artistik vaazları, hep uçlarda seyreden ve insanları ağlatan iddia ve tasvirleri, ve en önemlisi, Hz. İsa olduğuna dair dillerde dolaşan ve hiçbir zaman reddedilmeyen iddialar vasıtasıyla gerçekleşti. Onun tarzı da, ona yakıştırılan roller de Risale-i Nur’un bünyesine yabancıydı; bu bakımdan cemaat onu benimsemekte önceleri bir hayli çekingen davrandı. Ama çok net bir tavırla onu reddederek bünye dışına da atmadı. O ise bildiği yolda devam ederek, hiçbir iyileşme belirtisi göstermeksizin, için için cemaatin bünyesinde gelişmeye devam etti. Zaman içinde hayranları çoğaldı; çoğalan hayranlar onu geniş maddî imkânlara kavuşturdu; daha sonra da profesyonelce gerçekleştirilen PR taktikleriyle FETÖ lideri ülkede gündemi belirleyecek bir güce erişti. Bir ara popülaritesi o derece artmıştı ki, Köprü trafiğinin yoğun saatlerinde yol açmaya çalışan trafik polisi uyarılarından sonuç alamayınca çareyi “Fethullah Hoca var” anonsunu yapmakta buluyor ve anonsu yapar yapmaz da sihirli bir el değmişçesine trafik açılıveriyordu!

Ne var ki, bu popülariteye erişmek için FETÖ liderinin kullandığı bütün malzeme Bediüzzaman Said Nursî’ye aitti. Öyle ki, örgüt gazetesinin okuyucuları, meselâ “Mevt idam değil, hiçlik değil, tebdil-i mekândır” vecizesini Bediüzzaman Said Nursî yerine Fethullah Gülen imzasıyla okuyordu. Risale-i Nur’u bilmeyenler bu sözleri ve Bediüzzaman’ın alâmet-i farikası haline gelmiş olan deyimleri Fethullah Gülen’e ait zannederek bu büyük mütefekkire (!) hayran kalıyor; Risale-i Nur’u bilenler ise “Olsun, Üstadın fikirleri yayılıyor ya” şeklindeki avuntularla vicdanlarını rahatlatıyorlardı.

Tabandaki çalışmaların ağırlıklı kısmı ise, anne-babaları hem çocuk yetiştirme, hem de paralarını nasıl harcayacaklarını düşünme zahmetinden kurtarma yönünde cereyan ediyordu. Böylelikle insanlar bir yandan bugünün tehlikeli ortamında çocuklarını güvenilir bir yere emanet etmiş olmanın huzurunu yaşarken, aynı zamanda bütün varlıklarını FETÖ’ye kaptırmak suretiyle daha nice gençlerin kurtuluşuna maddî yönden destek olarak âhiretlerini de kurtarmış oluyorlardı. Bu arada herhangi bir anne-babanın aklına bazı tereddütler düşecek olsa da, o günlerde öğrenci yurtlarından bazılarına Peygamberimizin uğradığına dair haberlerle bu tereddütler tamamen izale edilebiliyordu. Önceleri büyük şaşkınlıkla karşılanan bu rivayetler zamanla o kadar sıradan hal aldı ki, bazı yurtlar Resulullah için yatak ayırmaya başladılar. Bunu takiben yurtlarda ara sıra “Bu sabah yatağı sıcaktı” şeklindeki söylentilerin kulaktan kulağa yayıldığını eklemeye lüzum var mı?

FETÖ, tabandaki yerini sağlamlaştırdıkça gerçek yüzünü de göstermeye başladı. Ve sırtında yükseldiği Müslümanlara ilk büyük darbeyi başörtüsü üzerinden vurdu. İslâmın bir alâmet-i farikası olan ve ülkemizde Nene Hatun ile özdeşleşmiş bulunan başörtüsüne müstebit bir zihniyetin koyduğu yasağa karşı bütün bir millet yekvücut halde mücadele verirken, Teröristbaşı başörtüsünü “füruat” ilân ediverdi ve o andan sonra kamuoyunun başörtüsü ile ilgili duyarlılığı hiçbir zaman eski gücünü toplayamadı. Böylece FETÖ genelde Müslümanlara, özelde ise Nur talebelerine iki darbeyi birden indirmiş oldu. Çünkü başörtüsü İslâmın sembolü olarak Müslümanların nazarında dokunulmaz bir yere sahip olduğu gibi, aynı zamanda Bediüzzaman’ın da hayatındaki yegâne mahkûmiyetin sebebiydi. Ve Bediüzzaman, bu mahkûmiyetine rağmen eserini tekrar neşretmiş, üstelik bu defa kitabın başına mahkûmiyet kararını reddeden zehir zemberek bir de not ilâve etmişti.

Ama Bediüzzaman’ın yolundan gidenler, Bediüzzaman’ın sırtından yol alanın bu hıyanetini pek çabuk unuttular. Bunu unuttukları gibi, ondan sonra gelen darbeler karşısında da neredeyse oralı bile olmadılar. Nihayet bir gün Teröristbaşı İslâm topraklarındaki Yahudi işgalciyi “meşru otorite” ilân ederek vatan hainliğinden başka bir anlam taşımayan mandacılığını pervasızca ortaya koyduğunda, yirmi dört saat geçmeden basında onun hıyanetine gerekçeler üreten yazılar peş peşe belirmeye başladı. Risale-i Nur camiasından çıkan tek tük itiraz seslerini ise kimsenin duyacak hali yoktu; dalkavuk şamataları bu sesleri pek çabuk bastırıveriyordu.

Nihayet gün geldi, örgüt Resulullahı dahi aşacak bir konuma ulaştı. Hızır aleyhisselâmın kıssası üzerinden, “Peygamberde olmayan ilim başkalarında olabilir” düşüncesi açıkça dile getirilmeye başladı. Önce tarikat olarak ortaya çıkıp sonra mezhebe dönüşen, sonra da kendisini yeni bir din olarak ilân eden ve cihadı kaldırıp bütün dinleri birleştirme iddiasında olan Bahâîlik gibi, FETÖ de aynı gayelere müteveccihen bir metamorfoz geçiriyordu. Ama asıl hayret verici olan şey şuradaydı:

Kamuoyu bir yana dursun, Risale-i Nur cemaatleri bile artık bütün bunları kabul edecek, kabulün de ötesinde çeşitli tevillerle hoş görecek ve hattâ yer yer müdafaa edecek duruma gelmişti. Eğer Fethullah Gülen bu cemaatin içine yuvalanırken en başta bu kimliğini ortaya koysaydı, hiç şüphe yok ki, sadece Nur cemaatleri değil, bütün ehl-i iman tarafından tard edilecekti. Fakat insanlar o gün tereddütsüzce karşı çıkacakları kesin olan şeyi yıllar sonra hoş görecek, hattâ benimseyecek hale gelmişlerdi. Nasıl oldu bu iş?

Toxoplasma gondii adı verilen bir parazit, farelerin vücuduna yerleştiği zaman, onları kedilerden korkmaz hale getiriyor; tehlikeyi umursamayan fareler de kolayca kedilere yem oluyor. Bir başka parazit de hezen arılarına musallat olduğunda onları su birikintilerine dalış yaparak boğulmaya sevk ediyor. Özetle: FETÖ de bizim cemaatlerimizin içinde yuvalanan bir parazitti; onları nifak tehlikesini umursamaz hale getirdi ve intiharın eşiğine kadar sürükledi. Tabii ki asıl çözmemiz gereken problem bir vaiz ile etrafında kümelenen bir örgütün Risale-i Nur cemaatlerine böyle bir tuzağı niçin ve nasıl hazırladıklarından ziyade, kendilerini “ehl-i tahkik” olarak niteleyen Risale-i Nur talebelerinin böyle bir tuzağa cemaat halinde nasıl düşebildikleri sorusu olmalıdır.

Aslında bu sorunun cevabını veya cevaplarını bulmak o kadar zor değildir; zor olan bunu itiraf etmektir. Fakat bu zorluğu göze alarak alenî bir nefis (veya nüfus) muhasebesi yapıp da durumumuzu düzeltmediğimiz takdirde, bundan daha zor günlerin bizi beklediğinden de şüphe etmemeliyiz.

***

Bu yazı serisinin başından beri üzerinde durduğumuz hususlar, özellikle Kur’ân ve Sünnetin öncelenmesi ile ilgili olarak yazdıklarımız, böyle bir muhasebenin iskeletini teşkil edecek mahiyettedir. Bu iskeleti Kur’ân ve Sünnetin irşadları ile Risale-i Nur hizmetinin özellik ve kuralları ışığında kurmaya çalıştığımız zaman şöyle bir tablo ile karşılaşabiliyoruz:

Üstadın şikâyetine konu olan sair kütüb-ü İslâmiye gibi Risale-i Nur da Kur’ân’ı gösteren şeffaf bir eser olarak kalması gerekirken zamanla mukallitlerin hatâsı yüzünden Kur’ân’a perde haline getirilmeseydi ve Risale-i Nur cemaatleri bu eserden aldıkları yöntemlerle doğrudan doğruya Kur’ân’a yönelerek onunla haşir neşir olsalardı; iman hizmetinin uçma-kaçma ile hiçbir ilgisi bulunmayan, hayatın kanunlarına tam bir itaatle beraber sürekli gayret isteyen, bunun karşılığında da neticeyi kulun sorumluluğuna bırakmayıp bütünüyle Allah’ı takdirine tahsis eden, Allah’a kullukta ve Onun kanunlarına itaatte peygamberler de dahil olmak üzere herkesi eşitleyen bir hizmet olduğunu görecek ve bu hakikati ruhlarına sindirecekler, hayatın dalgalanmaları arasında zaman zaman bocalar gibi olsalar bile yine Kur’ân’a döndüklerinde sorumluluklarıyla karşı karşıya geleceklerdi.

Fakat FETÖ bu hedefin tamamen zıt istikametinde gelişti; insanların telâkkileri de onunla beraber değişti. İslâma hizmet gibi bir gaye ile dahi olsa gözünü dünya hedeflerine dikerek yoksul ve garip insanları ihmal etmeyi Kur’ân “dünyanın gösterişine göz dikmek” olarak niteler ve şiddetle bundan sakındırırken,[1] FETÖ’nün elde ettiği geniş dünyevî imkânlar, onların bütün yanlışlarını örten bir fazilet olarak değerlendirildi. Çok geçmeden de bu telâkki bir temel değer halini aldı; herşey şöhretle, servetle, ihtişamla, alkışla, gösterişli müesseselerle, medyatik itibarla ölçülür, her hatâ bunlarla örtülür hale geldi. Başörtüsünü feda etmek, İsrail’i İslâm toprakları üzerinde meşru otorite ilân etmek, diyalog adı altında dinleri birleştirmek gibi mahiyeti ve hedefi apaçık ortada olan en cür’etkâr teşebbüsler hep aynı örtü altına süpürülerek unutulmaya terk edildi.

Bu arada, Kur’ân’ın Müslümanlar için en büyük bir tehlike olarak gösterdiği ve Medenî sûrelerin yarısından fazlasında ayrıntılı bir şekilde üzerinde durduğu nifak tehlikesi karşısında da Risale-i Nur cemaatlerinin ciddî bir duyarlılık sergilediğini söylemek mümkün değildir. Oysa FETÖ’cülerin davranışlarında âyet ve hadislerin nifak alâmeti olarak saydığı özellikler açıkça ve sürekli şekilde görülüyordu. Öyle ki, sadece örgütün kimlerle dostluk kurduğuna ve kimlerin dostluğundan kaçındığına bakarak dahi bu konuda sağlıklı bir teşhis koymak pek kolaydı. Onlar hiçbir zaman samimi Müslümanlarla, dindarların öncülüğündeki oluşumlarda yer almamaya itina gösterdiler; hattâ dindarlar tarafından eleştirildikleri zaman bu eleştirileri ecnebîlerin nezdinde bir itibar vesilesi olarak kullanmaktan dahi geri kalmadılar. Kur’ân ile hemhal olan bir topluluğun yıllar boyunca aynı istikamette seyreden böyle bir çizgiyi fark etmemiş olması, fark ettiği halde tedbirli davranmaktan geri kalması olacak iş değildi; lâkin Risale-i Nur cemaatleri ne yazık ki kendilerinden beklenen duyarlı davranışı gösteremediler.

Ama bıçağın kemiğe, tehlikenin kapıya dayandığı gün de geldi. FETÖ, kendisini gücünün zirvesinde gördüğü bir zamanda, Risale-i Nur Külliyatını sadeleştirme teşebbüsüne geçti. Ve o zaman Risale-i Nur cemaatlerinde FETÖ’ye karşı ciddî sayılabilecek seviyede tepkiler ortaya çıkmaya başladı.

Fakat herşeye rağmen FETÖ’ye hüsnüzan beslemekte devam edenler yine Risale-i Nur cemaatleri içinde eksik değildi. Onları da bir beddua seansı uykularından kaldırdı.

Şimdi bu durumda bir tuhaflık yok mu: Başörtüsü feda edildiğinde, İslâmın şeâirine dokunulduğunda, İslâm toprakları işgalci kâfire peşkeş çekildiğinde ciddî bir tepki vermeyen vicdanlar, ancak Risale-i Nur’a dokunulduğu zaman harekete geçebiliyor! Hattâ bazıları bu kadarını da yeterli bulmuyor, uyanmak için, taraftar olduğu siyasî kadrolara saldırılmasını bekliyor!

***

FETÖ tecrübesi pahalı bir maceraydı, yaşandı ve bitti. Fakat cemaatlerimizin kapıları yeni maceralar için ardına kadar açık bulunuyor. Çünkü bu maceranın muhasebesi yapılmadı. Suçu bütünüyle FETÖ’nün üzerine yükleyip arkasından da biraz sövüp sayarak işin içinden sıyrılmak şu an için rahatlatıcı olsa da asıl problem bütün azametiyle karşımızda duruyor. Zira FETÖ’nün Risale-i Nur cemaatleri içinde yuvalanıp gelişmesine yol açan anlayışlarda ciddî bir değişim emaresi görülmüyor. Genç nesiller inkâr fırtınaları arasında bocalayıp dururken birbirlerine kitap okuyarak iman hizmeti yaptığını düşünen cemaatlerimiz hayatın gerçekleriyle yüzleşip de çözüm üretmek yerine lügate bakmanın ve derste açıklama yapmanın caiz olup olmayışını dert ediniyor. Kendi gayretleriyle yaşıtlarına hizmet sunmaya çabalayan ve bu yönde kayda değer başarılar da kaydeden genç kadrolar ise FETÖ’cülere has taktik ve ithamlarla sindirilmek isteniyor. Hayalî düşmanlar gerçek tehlike ile yüzleşmeye fırsat vermiyor. Ve bu istikamette atılan her adım Risale-i Nur cemaatlerini asıl hedefinden ve Kur’ân’ın çizgisinden biraz daha uzaklaştırıyor.

Oysa problemin tek ve net bir çözümü var:

FETÖ bu bünyeye hangi kapılardan girdiyse o kapıların tamamını sıkıca kapatmak.

Ama o kapıların hepsi hâlâ ardına kadar açık.

Bir tek Kur’ân’a giden kapı kapalı; onun da üzerinde kalın harflerle yazılmış ürkütücü bir yazı var:

“Okuma, anlamazsın!”

[İlk yayın tarihi: 14 Ekim 2020]


Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:

https://www.kitapoba.com/kalem-yazmak-zorunda

https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek


[1] Bkz. En’âm sûresi, 6:52-53; Kehf sûresi, 18:28; Abese sûresi, 80:1-10.

27 Temmuz 2021 Salı

Risale-i Nur yeni bir çağın, cemaat bir imtihanın eşiğinde


***

Ünlü ilâhiyatçı Prof. Dr. Faruk Beşer’in maruz kaldığı linç kampanyası üzerine yazdığı yazı yeni bir dönemi müjdeliyor.


ÜMİT ŞİMŞEK


Risale-i Nur cemaatleri ile ilâhiyat camiası arasındaki soğukluğun en önemli sebebi, Kalem Yazmak Zorunda adlı kitabımızda çok kısa bir şekilde temas ettiğimiz gibi, her iki tarafın da “ya bütünüyle kabul, ya da bütünüyle red” şeklindeki iki seçenekten birisine kendisini mahkûm bilmesi olmuştur. Bu anlaşmazlıkta bir taraf Risale-i Nur’un muhtevâsından herhangi bir bahisle ilgili en küçük bir eleştiriyi topyekûn bir saldırı olarak algılarken, diğer taraf da eserler hakkındaki tenkidini sadece hatâlı olarak gördüğü konularla sınırlamak yerine, genellikle ya Risale-i Nur’u bütünüyle reddetmek veya ondan bütünüyle uzak durmak şıklarından birini tercih edegelmiştir. Sonuç olarak bu iki zıt yaklaşım birbirini beslediği için, Risale-i Nur Külliyatı gibi toplumun bütün tabakalarına kök salan, yurtta ve dünyada milyonlarca insanın hayatını derinden etkilemiş bulunan bir külliyat, kendi yurdunun ilim meclislerinde lâyık olduğu mevkie bir türlü kavuşamamıştır.

Mesele sadece bir fasit daireyi kırmaktan ibaret olsaydı, şimdiye kadar bu problemin bir çözümü herhalde bulunmuş olurdu. Ancak problemi olması gerektiği noktadan daha ilerilere taşıyan bir başka âmil daha var ki, bunu aşmak için sadece mantık ve insaf yetmiyor, en azından taraflardan biri hesabına kahramanlık mertebesinde bir cesaret gerekiyor. Bunu daha açık şekilde ifade edecek olursak:

Her hangi bir eserin ilim dünyasında lâyık olduğu yere kavuşabilmesi için ilmin kendisine has yöntemleri içinde incelenip eleştirilebilmesi gerekir. Ancak Risale-i Nur’a veya cemaate yönelik herhangi bir sorgulamanın cemaat cephesinden şiddetli tepkilerle karşılaşması nadirattan değildir; ve bu durum, Risale-i Nur hakkında söz söyleyecek olanları Külliyatın binlerce sayfasından tek bir cümleyi bile eleştirmeksizin sadece olumlu söz söylemek gibi tek seçenekle karşı karşıya bırakmakta, bunun ötesine geçmek ise cemaatle çatışmayı göze almak anlamına gelmektedir. İnternetin ve medyanın gücünü ve ahlâk üzerindeki çürütücü etkisini dikkate aldığımızda, bunun gerçekten bir cesaret meselesi haline gelmiş bulunduğunu görmekte zorlanmayız. Risale-i Nur’a yakınlığıyla tanınan ilâhiyatçı Prof. Dr. Faruk Beşer’in mülâyim ve yapıcı bir üslûpla cemaate yönelttiği masum – ve üstelik haklı! – bir tenkidin nasıl bir linç kampanyasını tetiklediğine yakın zamanlarda şahit olmuş bulunuyoruz.[1]

Ancak bu tartışmalar sırasında olumlu bir gelişme de yaşandı:

Faruk Hoca kendisini hedef alan saldırılar karşısında geri adım atmadı, aynı seviyede bir tepki de vermedi, gerçek bir ilim adamına ve İslâm ahlâkıyla mücehhez bir ilâhiyatçıya yakışan bir ağırbaşlılık içinde, ilâhiyatçı-Nurcu münasebetlerine yeni ve yapıcı bir yön kazandırma fırsatını tanıyan bir cevap yazdı.

Facebook’taki sayfasında “Yanlışa Yanlış Demek İftira mıdır? Munsıf Bir Risale-i Nur Eleştirisi” başlığıyla yayınladığı yazısında,[2] Faruk Hoca, sözlerinin nefsanî tepkilerle tartışma anlamına gelen “mirâ” haline dönüşmemesi yönündeki niyetini şu sözleriyle ifade ediyor:

Allah bizi mirâ için konuşmuş eylemesin. Bendeniz bu konuda tabii ki Ebu Hanife ve İmam Şafiî gibi olamam, ama Allah’a söz veriyorum ki, onları izlemeye çalışacağım. Ta ki, ne kendim helâk olayım, ne de karşımdakileri asabiyete sevk edip nefsi saldırılara iteyim. . . . Tartışma mirâya dönüşürse bundan vazgeçmeliyiz. Çünkü mirâ hakkı ortaya çıkarmaz, aksine sadece yanlışı olduğu gibi sabitler.

Faruk Beşer Hoca, bu arada, Risale-i Nur hakkındaki kanaatlerini de son derece net ifadelerle yazısının birkaç yerinde dile getiriyor:

Bediüzzaman yazdığı Risalelerle bu ülkede çok büyük bir iman hizmeti başarmıştır. Ona vefasızlık etmek nankörlük olur. Ama hatâlarının olması da tabiidir ve zorunludur, çünkü o da bir beşerdir. Bununla birlikte hiçbir büyüğü yaptığı içtihad hatâları küçültmez.

. . . Ömrünü Kur’ân hizmetine vermiş bir zâtın derin bir tefekkürle ortaya koyduğu bunca eseri takdir etmemek ya da hakkını tenkis etmek haksızlık ve vefasızlık olur, bundan Allah’a sığınırız.

. . . Hep söylüyorum, imanın bizzat hedef alındığı bir süreçte onca hizmeti ifa eden Bediüzzaman’ı ve Risaleleri bulundukları mevkiden bir santim olsun aşağıda görmekten, kadrini tenkise çalışmaktan Allah’a sığınırım. Bir gram haksızlık etmeyi hedeflersem Allah buna müsaade buyurmasın. Tabii ki, takdis de ve olduğundan fazla görmek de bir haksızlıktır.

Yazısının sonunda ise, Faruk Hoca, Risale-i Nur’u “asrın kelâmını yazmak isteyenlerin ve tefsircilerin ilk müracaat kaynağı olması gereken eserler” olarak tanımlıyor.

Bu arada, daha önceki bir yazısını eleştiren Sorularla Risale[3] sitesine, eleştirilerinde takip ettikleri seviyeli üslûp sebebiyle tekrar tekrar teşekkür etmekten de Faruk Hoca geri kalmıyor.

Bütün bunlardan sonra, Faruk Hoca, Risale-i Nur ve cemaat ile ilgili birkaç maddelik tenkitlerini, abartmadan, sataşmadan, kimseyi incitmeden, ilmî bir üslûp içinde, kendi delillerini ortaya koymak suretiyle dile getiriyor.

İlmin kendisine has usullerin geçerli olduğu bir ortamda zaten olması gereken bir durumu ifade eden bu tenkit üslûbunu olağanüstü yapan iki husus vardır:

Birincisi, Hocanın eleştirilemez hale gelmiş bulunan şeyi cesaretle ve ağırbaşlılıkla eleştirmesi. İkincisi ise, Kur’ân’da lânetlenmiş azılı bir Kur’ân düşmanına benzetilmeye kadar varan hakaretlere muhatap olduğu halde hislerine kapılmaksızın itidal içinde sözünü söylemesi.

Eğer Faruk Hocaya saldıranlar gerçekten iddia ettikleri gibi hak namına hareket ediyor olsalardı, bu faziletli davranış karşısında takdirlerini esirgemeyecek ve mukabilinde kendi yaptıklarından duydukları nedametle hiç değilse Faruk Hocadan helâllik almak ihtiyacını hissedeceklerdi. Hiç şüphesiz, böyle bir durum, karşılıklı bir fazilet alışverişini ortaya çıkarır ve bundan da bütün taraflar kazançlı çıkardı. Lâkin Faruk Hocanın uzattığı el boşta kaldı. Onun mirâ ile ilgili uyarıları umursanmadı. Bediüzzaman ve Risale-i Nur hakkındaki takdirkâr sözleri işitilmedi. Adı Faruk Beşer olmayan bir ilâhiyatçı söylediği takdirde “Tefsirde ve kelâmda başvurulacak ilk kaynak: Risale-i Nur!” şeklinde manşetlere çıkması muhakkak olan tesbiti görmezlikten gelindi. İlimle fanatikliğin çatışmasında her zaman görülen manzara bu defa da aynen tekrarlandı. Bu noktayı üzerinde ayrıca durulması gereken bir not olarak kaydettikten sonra asıl üzerinde durmak istediğimiz konuya gelelim.

Faruk Beşer Hocanın yazısı, Risale-i Nur’un tarihinde bir dönüm noktası teşkil etme potansiyelini barındırıyor. Burada Hoca Risale-i Nur ve cemaat hakkındaki tenkitlerini dile getirirken bunu özgür ama saygılı bir dille yapmış, bu tenkitleriyle Risale-i Nur’un üstünlüklerine gölge düşürmemeye itina göstermiştir. Bir başka deyişle, kınanma korkusu hakikat olarak bildiği şeyi açıklamaktan onu alıkoymadığı gibi, maruz kaldığı ve kalacağı tepkilerin ölçüsüzlüğü de onu ilim ehlinin tavır ve üslûbundan uzaklaştırmamıştır. Böyle bir çerçeve içerisinde dile getirilen tenkitlere karşı çıkmayı mazur gösterecek hiçbir delili dinde ve ilimde bulamazsınız. Kalem Yazmak Zorunda’nın muhtelif yerlerinde de temas ettiğimiz gibi, Resulullahın hadis-i şeriflerindeki farklılıklar hem senet, hem de metin yönüyle ilim meclislerinde kılı kırk yararcasına incelenirken, beşer eliyle yazılmış bir eseri – her ne kadar harikulâde bir eser de olsa – ilim meclislerinde masaya yatırmayı engelleyecek bir bahane icad etmek mümkün değildir. Ancak usulünce tenkit etmek bir hak olduğu gibi, tenkide usulünce cevap vermenin de aynı derecede aziz bir hak olduğu dikkatten uzak tutulmamalıdır. Bu konuda da Sorularla Risale sitesinin Faruk Hocaya cevabı güzel bir örnek teşkil etmiştir. Bu iki güzel örneğin her iki taraf için de parlak ve bereketli bir istikbali müjdelediğini düşünebiliriz.

Serbest müzakere zeminlerinde tartışılmak denince akla sadece eleştirilmek gelmesin; Risale-i Nur için bu özgürlük demektir. Zira peşin hükümle ve taassupla kuşatılmış bir eserin bu haliyle ilim dünyasında muteber bir yer edinmesi kolay değildir. Fakat ne olursa olsun bu muhteşem külliyat, bir başkası elimizden alacak korkusuyla onun üzerine oturan ve en küçük bir iyiniyetli tahkiki dahi tehdit olarak algılayan zihniyetin elinden er veya geç kurtulacaktır. Bu muhakkak olan bir âkıbettir ve sorgulanacak bir tarafı yoktur; sorgulanacak olan bizim kendi durumumuzdur:

Biz bu yeni duruma intibak edebilecek miyiz? Yıllarca bizi ardında sürükleyen peşin hükümlerimizin esaretinden kurtulabilecek miyiz? Alternatif düşüncelere, farklı bakış açılarına açılabilecek miyiz? Fikirleri ve olayları muhataplarımızın gözünden de görmeyi deneyebilecek miyiz? İlim ehlinden beklediğimiz saygıyı biz onlara samimî olarak gösterebilecek miyiz? Tartışmalarda ilmin üstünlüğüne ve usul ilimlerinin hakemliğine razı olabilecek miyiz? Ümmeti cemaatin önüne, ümmetin telâkkilerini kendi meşrebimizin önüne – sözde değil, fiiliyatta! – geçirebilecek miyiz?

Bunlar Risale-i Nur’u değil, bizi yarınlara hazırlayacak olan sorulardır. Büyük eserler zaten kendi zamanlarından daha çok istikballe konuşurlar. Onun için, biz bu soruları her ne şekilde cevaplandırmış olursak olalım, Risale-i Nur’un istikbali değişmeyecek, o her türlü şart altında mutlaka kendisine lâyık zeminleri ve insanları bulacak, ilmin icaplarına uygun şekilde okunacak, konuşulacak, tartışılacak ve bunun sonucu olarak da ilham verdiği nice cereyanların ve eserlerin vücuda gelmesine vesile olacaktır.

Faruk Beşer Hocanın yazısında bu müjdenin rayihası var.


[1] Tafsilât için bkz. “Bir Dost İkazı ve Bir Linç Kampanyası” https://yazarumit.com/bir-dost-ikazi-ve-bir-linc-kampanyasi/

[2] “Yanlışa Yanlış Demek İftira mıdır? Munsıf Bir Risale-i Nur Eleştirisi.” https://www.facebook.com/faruk5er/posts/1430111310676380

[3] “Kıymetli Hocamız Faruk Beşer Beyefendinin yanlış anlaşılabilecek düşünce ve görüşleri ile ilgili bazı mülahazalarımız” https://sorularlarisale.com/duyuru/faruk-beser-hocanin-dusunce-ve-gorusleri-hakkinda-mulahazalarimiz

26 Temmuz 2021 Pazartesi

Bir İslâm âliminin okuyucuya yakarışı



Bir cümlenin sonundaki nokta unutulursa, yahut “muhtelif” yazılacağı yerde bir harf hatâsıyla “muhtelir” yazılırsa ne olur?

Bizim gözümüz böyle hatâlara her ne kadar alışık olsa da, âlimlerimiz, hele bizim zamanımızdan bir iki nesil evvelki âlimler için, bu kadarlık bir hatâ bile çok büyük bir endişe sebebi olabiliyordu.

Hele Kur’ân-ı Kerîm ile ilgili bir metinde her ne suretle olursa olsun bir hatânın vücuda gelmesi, onların uykularını kaçırmak için fazlasıyla yeterdi.

Bunun bir örneğini, meal sahibi meşhur âlim Hasan Basri Çantay’ın eserinde görüyoruz.

Merhum Çantay, Kur’ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm adlı eserinde meydana gelen matbaa hatâlarının bir listesini eserin sonuna eklemekle kalmamış, bir de bu tashihlerin mutlaka esere işlenmesini istirham eden bir notu da ayrı renkli bir kâğıda bastırmak suretiyle eserin ilk sayfasının başına yerleştirmişti.

Ünlü âlim, bu notunda, âdetâ feryad edercesine okuyucuya sesleniyor ve bu tashihler işlenmeden eserin okunmaya başlamaması için “Allah aşkına” yalvarıyor.

Listede yer alan hatâların ise, genellikle harf veya noktalama hatâlarından ibaret olduğu, bir müellifi telâşa düşürecek şekilde mânâyı değiştiren bir hatânın bulunmadığını görüyoruz.

Bu özür metnini, günümüzün her konuda desteksiz atışları mübah gören “ilmî” anlayışına bir ibret nümunesi olarak sunuyoruz:

İSTİRHAMIMIZ

Eserde  hiçbir kelime ve tertîb hatasına meydan vermemiye gerek biz, gerek bizden daha çok matbaadaki nefasetperver arkadaşlar i’tinâ ile çalışdığımız halde yine ba’zı yanlışlıkların vukua geldiğini kemal-i teessürle gördük. Bunları kitabın sonunda göstermiş bulunuyoruz.

Kur’an-ı kerîme derin saygı beslediğine şübhe etmediğimiz okuyucularımızdan ehemmiyyetle istirham ediyoruz ki, mütalâaya başlamazdan evvel – ALLAH AŞKINA – o yanlışlıkları cedvelde gösterilen doğrularına göre düzeltmek zahmet ve himmetini esirgemesin. Bu, hakkın rızasını istihsale bir vesîle olacakdır.

H. BASRİ ÇANTAY


Sitemizde yayınlanan yazılardan ânında haberdar olmak için
bizi Twitter’da takip edebilirsiniz:

twitter.com/umit_simsek


25 Temmuz 2021 Pazar

Tek kitaplı olmanın dayanılmaz cazibesi ve sonuçları


***

“Risale-i Nur’dan başka kitap okumak caiz mi, değil mi?” tartışması bunca yıl sonra niçin hâlâ güncelliğini koruyabiliyor?

ÜMİT ŞİMŞEK

– 16 –

Risale-i Nur talebelerinin tamamı değilse bile önemli bir kısmı arasında hâlâ tartışılmakta, hattâ tartışılamamakta olan bir konu var ki, insan bunu telâffuz etmekten hicap duyuyor:

“Risalelerden başka kitap okumak caiz mi?”

Bir kısım insanlar bunu çekinerek soruyor. Bir kısım insanlar da hiç çekinmeksizin, Risale-i Nur’dan başka bir kitabın okunmaması gerektiğini söylüyorlar. Ve görüşlerine, Risalelerden peş peşe okudukları bazı pasajları – iddialarına uyup uymadığını bakmak gibi bir dert edinmeksizin – delil gösteriyorlar! Caizdir diyenlerin de ekseriyeti, cevaz listesine ilmihal veya siyer kitaplarından başka pek az şeyi ekleyebiliyor.

Usul açısından bakıldığında, herşeyden önce böyle bir sorunun abesiyeti hemen kendisini gösterecek kadar açıktır; dolayısıyla mevzu üzerinde söz söylemek daha işin başında iken lüzumsuz görülebilir. Ancak Risale-i Nur Müellifinin bazı sözleri bu konuda delil olarak ileri sürüldüğü için, konuya girmeden önce bu sözlerin anlam ve maksadını hatırlatmak faydalı olacaktır.

Bazı Kastamonu mektuplarında, Bediüzzaman’ın talebelerine Risale-i Nur ile yetinmelerini hatırlatan ifadeleri vardır. Bu mektuplardan birisinde “Risaletü’n-Nur hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlara kâfi geliyor, başka eserlere ihtiyaç bırakmıyor” der ve arkasından da, bazı talebelerin o günlerde resmî politika gereğince uygulanmakta olan bid’atları yaygınlaştırmak için kullanılan bazı eserleri almış olmasını bahis konusu eder. Sonra da diğer dinî toplulukların yapmakta oldukları neşriyat için şunları söyler:

“Mesleklerinde, elbette çok mühim ve bizim de malımız hakikatler var. O hakikatlerin intişarına bize ihtiyaçları yoktur. Binler o şeyleri okur, neşreder adamları var. Biz onların yardımlarına koşmamızla, omuzumuzdaki çok ehemmiyetli vazife zedelenir ve muhafazası lâzım olan ve birer taifeye mahsus bir kısım esaslar ve âli hakikatler kaybolmasına vesile olur.”[1]

Bir başka Kastamonu mektubunda ise, Bediüzzaman, “Niçin başka İslâm âlimlerinin kitaplarını okumuyorsunuz?” şeklindeki bir soruyu şu şekilde cevaplandırır:

“Hem vakit dar, hem bizler az olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nuranî eserlerden de istifade etsek. Hem Risale-i Nur şakirtlerinin yüz mislinden ziyade zâtlar, o kitaplarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de o vazifeyi onlara bırakmışız. Yoksa — hâşâ ve kellâ — o kudsî üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar severiz. Fakat her birimizin birer kafası, birer eli, birer dili var; karşımızda da binler mütecaviz var; vaktimiz dar. En son silâh, mitralyoz gibi Risale-i Nur burhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifa ediyoruz.”[2]

Bu mektupları doğru bir şekilde okuyabilmek için, onların yazıldığı dönemi, Risale-i Nur talebelerinin tarih yazdığı bir dönem olarak hatırlamak yerinde olur. O yıllarda Bediüzzaman, yakın talebeleriyle birlikte ilk tevkifattan sonra atıldıkları Eskişehir hapsinden çıkmış olmasına rağmen, her ânı amansız bir tarassut altında geçen bir sürgün hayatı yaşıyordu. Bu arada, Isparta cephesindeki Risale-i Nur neşir faaliyeti de yine aynı derecede sıkı tarassut altında, gizliden gizliye devam ediyordu. Bu dönem, Risale-i Nur’un Anadolu’ya yayılmakta olduğu dönemdi. Her taraftan Risalelere talepler geliyor, bu taleplere cevap vermek için evlerde gizliden gizliye sabahlara kadar Risaleler yazılarak çoğaltılıyor, bunlar yine gizlice Nur postacıları adı verilen bir dağıtım ağı vasıtasıyla yurdun muhtelif köşelerine ulaştırılıyordu.[3] Her bir Risalenin tek tek elle yazılarak çoğaltıldığı, bunu yapanların da her an baskın, hapis ve işkence tehdidi altında geceli gündüzlü çabalayarak kitap ihtiyacına cevap vermeye çalıştığı bir dönemde “Nur talebeleri niçin sadece Risale-i Nur ile meşgul oluyorlar?” diye bir soru sorulsa siz ne cevap verirdiniz?

Bu arada, mektupların birinde “hakaik-i İslâmiyeye dair ihtiyaçlar” şeklinde bir kayıt da görüyoruz ki, bu da, “Risale-i Nur kâfidir” ifadesini başka bir yönden daha sınırlandırıyor.

Bir başka sınırlama da, yine o zamanki şartların icabı olarak, sahih kaynaklara erişim imkânının yok denecek kadar sınırlı oluşudur. Ulaşılabilenlerin ise o günkü istibdad ortamında din karşıtı politikalara âlet edilebilen kitaplar olması, bu sınırlamayı daha da daraltan bir başka unsur olarak mektuplarda karşımıza çıkıyor.

Bütün bunları toplayıp da mektupları bir bütün olarak okuduğumuzda, “Elde başka sahih kaynaklara ulaşma imkânı yok denecek kadar sınırlı iken, ulaşılabilenlerin güvenilir kaynak olup olmadıkları bir hayli şüpheli iken, böyle bir zamanda sahih İslâm inancını muhafaza etmekten başka bir problemle uğraşmaya imkân yok iken, Risaleler bu ihtiyacı karşılıyorken, üstelik bir de geceli gündüzlü çalışmakla bile yetiştiremeyeceğimiz onca iş bizi beklerken Risale-i Nur size kâfidir” anlamı aşikâr bir şekilde ortaya çıkmayacak mıdır?

Tabii, bu sınırlandırmaların hiçbirini dikkate almazsanız, âyetten “Namaza yaklaşmayın” anlamı çıkaran Bektaşînin mezhebine uygun bir mantıkla bu mektuplardan “Risale-i Nur dışında birşey okumak caiz değildir” sonucunu da çıkarabilirsiniz; nitekim bugün Risale-i Nur cemaatleri içinde birçok kimse, özellikle son zamanlarda sesleri biraz fazlaca çıkmaya başlayan bir zümre bu konuyu aynen böyle anlıyor, böyle anlamayanları suçluyor ve Risale-i Nur dışında hiçbir şey okumamakla da iftihar ediyor. Tam olarak böyle anlamayanların dahi önemli bir bölümü, en azından bu konuda tereddütler içine düşürülmüş bir vaziyette, Risale-i Nur’dan başka kitap okumanın caiz olup olmadığını sorgulayacak cesareti bile güçlükle bulabiliyor. Bütün bunları bir yana bırakacak olsak bile, sadece şu “Risalelerden başka kitap okuyabilir miyiz?” sorusunun sorulmakta oluşu dahi bir cemaat için hicap verici bir durum değil midir?

Belirli bir egitimi görmekte olan insanlar hakkında, sadece geçici bir müddet için, meselâ bir öğretim dönemi süresince birtakım kısıtlamaların olması anlaşılabilir bir şeydir. Bu cümleden olarak, kendisini Risale-i Nur hizmetine kendisini vakfedecek veya kısa süreli bir okuma programına katılacak kimselerden, dikkatlerini dağıtmamak için başka kitaplarla meşgul olmamaları istenebilir. Ancak bunu bir hayat tarzı olarak benimsemenin veya dayatmanın savunulabilecek hiçbir tarafı yoktur.

Kimsenin böyle bir dayatmaya hakkı olmadığı aşikârdır; âlimler için, bilhassa İslâm âlimleri için böyle bir şeyi tasavvur etmek ise muhaldir. Âlimlerin görevi ilme engel olmak veya talebesinin ufkunu sınırlamak değil, ilmin yollarını göstermek, nereden alınırsa alınsın ilim ve irfanın yolunu açmak ve bu yolları tıkamaya yönelik her türlü teşebbüse karşı durmaktır. Zamanında Kur’ân’dan sonraki en sahih kitap olarak tanınan Muvatta’ı devrin halifesi bütün ülkede geçerli kanun kitabı olarak ilân etmek ve bir nüshasını da Kâbe’ye asmak istediğinde, eserin sahibi İmam Malik “Bize ulaşmayan bilgi başkalarına ulaşmış olabilir” diyerek ve içtihada engel olacağı gerekçesiyle buna mâni olmuştu. Bediüzzaman gibi, ömrünü ilmî istibdad da dahil olmak üzere her türlü istibdad ile mücadele içinde geçirmiş ve bu mücadelenin fiyatını çok yüksek tarifeden ödemiş bir İslâm âliminin ise talebelerine “Sadece benim kitabımı okuyun, başka kitap okumayın” şeklinde bir dayatmada bulunabileceğini tasavvur etmek aklın alacağı bir iş olmadığı gibi, herkesten önce bizzat Bediüzzaman’a karşı en ağır bir suizan ve hattâ hakaret olarak görülmelidir.

***

Tek kitaplı insanlar tarih boyunca insanlık için bir tehdit unsuru olmuştur. Genellikle Thomas Aquinas’a izafe edilen, ancak daha eski kaynaklarda da görüldüğü söylenen bir söz, “Tek kitaplı adamdan korkulur” diyor. Kim söylemiş olursa olsun, tarihin Doğuda da, Batıda da bu sözü haklı çıkardığını gösteren örnekleri saymakla bitmez. İslâm ise, ilk olarak inen sûrede okumaktan ve yazmaktan bahseden, ikinci olarak inen sûrede de kaleme ve yazdıklarına yemin ederek söze başlayan bir din olarak farklı içtihadları ve fikir çeşitliliğini teşvik etmiş, hattâ muhtelif şekillerde anlaşılması muhtemel hükümleriyle bu farklılığın zeminini işin en başında hazırlamıştır. Ama tek kitaplı kafanın hem ürünü, hem de anası olarak düşünülebilecek olan “her alanda tek doğru” zihniyeti, bütün dünyada olduğu gibi, İslâm âleminde de en büyük zulüm ve ıztırapların kaynağını teşkil etmiştir. Mutezile ile Ehl-i Sünnetin nöbetleşe birbirini kırması ve bu kırım sırasında işlenen sayısız zulümler bu konuda verilebilecek örneklerin sadece bir tanesidir. Ne yazık ki, bugün İslâm âleminin durumuna baktığımızda her biri kendi kitabını okuyan ülkeler ve cemaatlerden başka bir manzara göremiyoruz. İlim ve fikre en ziyade açık olması gereken Risale-i Nur cemaatlerinde bile başka kitap okumanın caiz olup olmadığı konuşulabiliyorsa, bu hazin gerçeğe daha başka nümune aramaya herhalde ihtiyaç yoktur.

Fıtrata aykırılığı tartışmaya bile ihtiyaç bırakmayacak kadar açık olan “tek kitap” düşüncesine insanlar niçin bu kadar kolaylıkla kapılabiliyorlar?

Bunun başta gelen sebeplerinden birisi kolaylık, diğeri de büyük kitapların cazibesi olsa gerektir. “Bize Kur’ân yeter” şeklindeki sloganlar işte bu sebepten pek çok kimseye cazip gelmektedir. Altı yüz sayfalık bir kitabı okuyarak hayatın bütün problemleri hakkında ahkâm kesme imkânı varsa, üstelik bu kitap da bütün ehl-i imanın baş tâcı olan Allah kelâmı ise, her şeyin kolayını seven zamanımız insanı için hangi şey bu slogandan daha sevimli olabilir? Aynı sebepten, hayatın bütün alanlarıyla doğrudan ilgili bulunan iman hakikatlerini açıklayan Risale-i Nur da her bakımdan büyük bir eser olarak nitelenmeye lâyık bir külliyat olduğu için, bu özelliğinin yanı sıra “tek kitap” olma potansiyelini de taşımaktadır. Acı günde, tatlı günde, dine, dünyaya, toplum hayatına, aileye, ticarete, siyasete, ilme, fikre, felsefeye, canlı ve cansız varlıklara, ilh. dair söylenecek pek çok söz Risale-i Nur’da bulunur. Tabii, hayatın bütününe yönelik doğru bir bakış açısı kazanmak başka, hayatın bütün ihtiyaçlarına cevap vermek ise çok başka şeylerdir; ama zamanımız insanının, bilgi âleminde öyle fazlaca derinlere dalacak zamanı ve sabrı olmadığı için böyle farklar fazla önem taşımaz. Bunun yerine, “Kıyamete kadar bize ne lâzım olacaksa hepsini Üstad yazmış; onu okuyalım, yeter” der ve uysa da uymasa da içinden her konuya dair birşeyler çekip çıkartabildiği bu külliyatla tek kitaplı hayatına mutlu bir şekilde devam eder.

Oysa büyük kitaplardan beklenecek şey bunun tam tersidir. Onlar başka kitapların önünü kesmezler, bilâkis önünü açarlar, hattâ bizzat sebeb-i vücudu bile olurlar. Allah’ın Kitabı bu hakikatin en büyük şahididir. O, tarihin en muhteşem medeniyetini inşa ettiği gibi, hayatın her alanında sayısız kitapların da vücut bulmasına sebep olmuştur. Eğer Kur’ân olmasaydı, İslâm âleminde asırlardır ilim ve sanatın her alanında vücuda getirilmiş sayısız eserlerden kaç tanesi var olabilirdi? Tek kitaplılık geçerli bir formül olsaydı, bu hesapsız eserlerden hiçbirisinin yazılmaması, yazılsa bile okunmaması gerekirdi.

Büyük eserlerden beklenen şey, başka kitaplara engel olmak değil, bilâkis onların okunmasına ve onlardan en üst seviyede faydalanılmasına yardımcı olmaktır. Bizde “temel kitaplar” olarak ün kazanan düşüncenin mimarı olan Amerikalı eğitimci Robert M. Hutchins “Büyük kitaplar kendilerini okuttukları gibi başka kitapları okumayı da öğretirler” diyor. Bu gerçek için verilebilecek en güzel örneklerden biri Risale-i Nur’dur. Kur’ân-ı Kerimi verimli bir şekilde okuma konusunda Risale-i Nur’un okuyucuya sunduğu tekniklere dair bazı örnekleri bu yazı serisinin 8 ve 10’uncu bölümlerinde zikretmiştik.[4] Okuma sevgisini kazanma ve sair kitapları okuma konusunda da Risale-i Nur’un teşvik edici ve yol gösterici hizmeti inkâr edilemez. Ondan faydalanmanın yolunu bilenler için bu yol göstericilik, kişinin özel merak ve yeteneklerine de bağlı olarak, hayatın her alanında, varlık âleminin bütün sayfalarında, ilmin ve sanatın bütün dallarında, Yer ve Gökler Rabbinin insan denen o en büyük eserine ürettirdiği müktesebatın ufuklarında onu uçsuz bucaksız ve doyumsuz seyahatlere çıkarmak ve uğradığı her durakta merakını, zevkini ve şevkini arttıracak irfan armağanlarıyla ellerini doldurmalarına vesile olmak demektir. Yoksa, bu mesele, “Madem Risale-i Nur Peygamberimizden bahsediyor, öyleyse biraz siyer okuyalım; madem namazdan bahsediyor, öyleyse biraz ilmihal okuyalım” demekle geçiştirilebilecek bir mesele değildir.

Kitap okumak, aynı zamanda, bir macera işidir. Bunun en güzel misallerinden birini de kâinat kitabını okuyan ve her sayfada merakı, zevki ve şevki bir kat daha ziyadeleşen kâinat seyyahının Âyetü’l-Kübrâ’da anlatılan macerasıdır. Lâkin bu macerayı macera yapan sırrı ihmal etmemek gerekir: Yola çıkarken, yolda ne bulacağınızı bilerek değil, merak ederek çıkmalısınız. Eğer okuyacağınız kitapta ne bulacağınızı peşin olarak biliyorsanız, bu size yeni bilgi, tecrübe, anlayış ve irfan ufuklarını açmaz, sadece peşin hükümlerinizi takviye eden bir okumadan ibaret kalır. Çoğu zaman Risale dışında kitap okuma “cürmüne” meşruiyet kazandırmak için bir mazeret vazifesini gören “Risalelerdeki hükümleri tasdik edici bilgi edinmek” gibi bir maksatla okumak da, olsa olsa, tek kitaplılığın başka bir kılığa bürünmüş versiyonu olur.

***

Tek kitaplılığın zahirî bir rahatlığı varsa bile verdiği sonuçlar hiç de rahatlatıcı değildir. Bu sonuca varmak için, zamanımızda Risale-i Nur talebesi profilinin sair insanlarda uyandırdığı izlenimi gerçekçi bir nazarla görmek yetecektir:

Tek kitaplı Risale-i Nur talebesinin çantasında her sualin cevabı, her problemin çözümü vardır; ama bunların hepsi de aynı kitaptandır. Zaten tek kitaplı şakirt de herhangi bir sohbette sözü getirip Risalelerden bir pasaj okumak veya Üstadın hayatından bir anekdot nakletmek için fırsat kollamaktadır. Ancak bunu yaparken sözünün muhatapta nasıl bir izlenim bırakacağı konusunda pek duyarlı değildir. O sadece ne yapıp yapıp Üstaddan birşeyler aktarmakla vazifesini yerine getirdiğini düşünür. Çünkü elinde Risale-i Nur varken başkasından alacağı birşey yoktur; başkasına sunmak için ise çok şeye sahiptir. Bu da Risale-i Nur talebelerine ve terviç etmeye çalıştığı Risalelere karşı sair insanların mesafeli durmasına yol açar. Bu, tek kitaplılığın en mülâyim sonuçlarındandır. Bu kadarında saldırı, tahkir gibi şeyler yoktur; sadece usandırma vardır.

Daha aktif tek kitaplılıkta, ne yapıp yapıp tek doğru olarak bildiği şeyi üstün çıkarmak gayesi hakimdir; ancak usul bilgisi de başka kaynaklara ihtiyaç gösterdiği için, tek kitaplı şakirtlerin en ziyade yapabildikleri şey, konuya uyup uymadığına bakmaksızın, ara-bul-kopyala-yapıştır yöntemiyle Risalelerden pasajları sıralayıp ortaya bırakmaktan ibarettir.

Tek kitaplılığın en verimli olduğu alan ise zorba yetiştirmektir ve tek kitaplı Risale-i Nur talebeleri de bu kaidenin haricinde değildir. Bu gerçeğin en inanılmaz örneklerini son yıllarda çok fazlasıyla görmeye başladık. Bugüne kadar Nur talebelerinden en sıkıntılı anlarında bile hiç işitilmemiş olan galiz küfürler, hem de başkalarından önce sair Nur talebelerine karşı bugün rahatlıkla savrulabiliyor. Lâkin Cumhuriyet yazarına bile “Bu Nurcu hocaların ağzı ne kadar bozuk!” dedirtecek bir seviyesizliğe ulaşan bu küfürbazlık bizi bir paradoksla karşı karşıya bırakıyor: Tek kitaplılıkla övünen, hattâ bütün övünçleri tek kitaplılıktan ibaret olan bu küfürbazlar, Risale-i Nur’dan başka kitap okumadıklarına göre bu küfürleri nereden öğrendiler?

Tek kitaplılığın Risale-i Nur talebeleri arasında verdiği sonuçların en ürkütücü olanlarından birisi de kitap düşmanlığıdır. Her kitabı Risale-i Nur’a hasım olarak gören bu anlayış, Risale-i Nur talebelerine sadece kitap okumamayı emretmekle yetinmez, onları bir de kalemlerini kırmaya çağırır. Kur’ân’ın üzerine yemin ettiği kalem, burada düşman ilân edilmiştir; çünkü yazılacak her kitabın Risale-i Nur’a rakip olma ihtimali vardır. Tabii, bu, “Risale-i Nur talebesi kalemini kırar” sözünün görünüşteki gerekçesidir; asıl sebep ise, bizce, nefs-i emmârenin herkesi cehalette kendisiyle eşit hale getirme arzusundan başka birşey değildir. Başka türlü düşünmek, üstelik buna Risale-i Nur’dan mesnet aramak, bu harikulâde esere ve müellifine iftiradan başka bir anlam taşımaz.

***

Risale-i Nur Külliyatı, ilk telif yıllarından bugüne kadar nice hayatları değiştirmiş, insanlık âleminin medar-ı iftiharı bir muhteşem eserdir. Ve bu mahiyetiyle, bir rehber kitap olmaya ve hayat boyu tekrar tekrar okunmaya lâyık olduğundan şüphe edilmemelidir. Hattâ tekrar tekrar okunmadığı takdirde ondan yeterince istifade edilmeyeceğini de rahatlıkla söyleyebiliriz; bu da büyük kitap olmanın bir sonucudur.

Ancak bu gerçeği tesbit etmek ve buna uygun şekilde hareket etmek başka, Risale-i Nur’u tek kitap olarak bellemek ise çok daha başka şeylerdir. Risale-i Nur Külliyatı gibi bir hazineye yakışan şey, bir taraftan ilim ve irfanla yoğurulmuş nesiller yetiştirirken, diğer taraftan da bu nesillerin elleriyle insanlık âlemine yeni ilim ve irfan hazinelerinin armağan edilmesine kaynaklık etmektir. Ama kitabın da, müellifin de artık bu konuda yapabilecekleri birşey yoktur; çünkü miras artık bugünkü nesillere devredilmiştir. Bundan sonrası şimdiki ve gelecekteki Risale-i Nur talebelerinin vizyon ve gayretine bağlıdır.

İstikbal için biri zor, diğeri kolay olmak üzere iki yol görünüyor:

Ya Risale-i Nur talebeleri ellerindeki hazineyi kendilerine çok geniş ufuklar açan ve aynı zamanda da bu genişlikle orantılı vazifeler yükleyen bir anahtar olarak görecekler ve ondan aldıkları ilhamla beşer âlemini ilmin, irfanın, sanatın, hayatın her sahasında verecekleri eserlerle donatacaklar …

… Veya, şimdi ekseriyetin bir ölçüde, “ana akımın” ise bütün gücüyle yaptığı gibi, başka kimsenin eline geçmesin diye bu irfan hazinesinin üstüne oturup onu anlamayı, anlatmayı, açıklamayı, hattâ lügate bakmayı bile yasaklayacak bir kıskançlıkla onu tarihe gömecekler.

Zahiren bu şıklardan birincisi zor olan şık gibi görünüyorsa da, gerçekte zor olan ikinci şıktır. Hattâ buna imkânsızı başarmak da denebilir. Çünkü bu şıkkın mahiyeti, harikulâde bir irfan hazinesinden cehl-i mürekkep üretmek gibi imkânsıza yakın bir iştir. Şu kadar var ki, bunun asıl zorluğunu insanlar değil, şeytan omuzlamış bulunuyor. O her gün yeni tuzaklar üretiyor; bize ise onun işaret ettiği mayına basmak kalıyor.

Bugün, Üstadın bu muhteşem hazineyi devredişinden altmış yıl sonra, hâlâ Risale-i Nur dışında kitap okumanın caiz olup olmadığını tartışıyor olmamız bu tuzaklardan biri değilse nedir?

[İlk yayın tarihi: 31 Ağustos 2020]


Yazarın Kalem Yazmak Zorunda: Kur’an ve Sünnet Işığında Risale-i Nur Cemaatlerinin Dünü, Bugünü, Yarını adlı eserinden alınmıştır. Kitabı bütün kitap sitelerinde bulabilirsiniz. İki örnek:

https://www.kitapoba.com/kalem-yazmak-zorunda

https://www.babil.com/kalem-yazmak-zorunda-kitabi-umit-simsek


[1] Kastamonu Lâhikası, 48. Mektup http://erisale.com/#content.tr.9.98

[2] Kastamonu Lâhikası, 114. Mektup http://erisale.com/#content.tr.9.225

[3] O yılların tafsilâtı için bkz. Kastamonu Yılları, İstanbul: İstanbul İlim ve Kültür Vakfı, 2009.

[4] Bkz. (1) https://yazarumit.com/nasil-meal-okuyalim-1/ ; (2) https://yazarumit.com/bir-kuran-okuma-rehberi-olarak-risale-i-nur/ .